31.01.2002 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

 

 

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
31 Ocak 2002

 

 

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Bilindiği üzere, küreselleşme olgusu, insanlık tarihinin özellikle son on yılına ağırlıklı olarak damgasını vuran ekonomik, teknolojik ve siyasi gelişmeler zinciri olarak tanımlanmaktadır. Kendi gelişme dinamizmini içinde barındıran bir niteliğe sahip olan küreselleşme sürecinin sonuçları günlük hayatımızda da giderek daha çok hissedilmektedir. Dolayısıyla, sadece piyasaları değil, toplumlar ve kültürler arası etkileşimi de yoğunlaştıran karmaşık süreçler bütününü ifade etmektedir.

Zaman zaman vurguladığımız gibi, küreselleşme olgusu bu anlamıyla milletlerin yeni çağdaki "ortak kaderi" olmaktadır. Bunun için önümüzdeki yıllar boyunca insanlığın önündeki temel meseleyi, bu "ortak kader"in "ortak kâbusumuz" haline dönüşüp dönüşmemesi oluşturacaktır.

Hiç şüphesiz, Türkiyemizin konumu ve önemi, insanlığın böyle bir dönüm noktasında bulunduğu bir dönemde çok daha bariz hâle gelmektedir.

Gözleri tarihî gerçeklere ve jeopolitik duyarlılıklara kapalı olmayan hiçbir siyasetçi ve aydının bunların farkında olmaması mümkün değildir. Diğer bir deyişle, Türkiye'nin siyasi, ekonomik ve kültürel yapısı ve konumu, küresel denge ve gelişmeler içinde giderek daha kritik bir önem kazanmaktadır.

Hem yeni yüzyılın imkân ve risklerini, hem de ülkemizin karşı karşıya bulunduğu çok yönlü tehditleri bu açıdan okuma becerisinden mahrum olanların, dünyaya ve Türkiye'ye ancak tek gözle bakabildiklerini unutmamak lâzımdır.

Millî ve duyarlı bir bakış açısına sahip olanların, dış politikamızın ilgi alanlarını oluşturan Avrupa Birliği, Türk Dünyası, Ortadoğu ve Kıbrıs meselelerine yaklaşımları da tabii ki farklı ve çok yönlü olacaktır. Bunda rahatsız olunacak ve şaşılacak bir yan yoktur.

Kısaca ifade etmek gerekirse, özgün konumu ve küreselleşme süreci, ülkemizi her açıdan farklı ve ayrıcalıklı kılmakta; hem sorumluluklarını hem de zorluklarını aynı ölçüde artırmaktadır.

Bizler biliyor ve inanıyoruz ki, Türkiye'yi yönetenlerin de, yönetme iddiasını taşıyanların da düşünce ufuklarını bu şekilde genişletmeleri, millî ve küresel bakış açılarını birlikte geliştirmeleri gerekmektedir.

Bu olmadığı takdirde, "seçeneksizlik" ya da "teslimiyet" karşımıza "seçenek" olarak çıkacaktır. Sonuçta milli politikalar geliştirmenin ve iddialı olmanın anlamsız ve gereksiz bir yük durumuna gelmesi kaçınılmaz olacaktır.

Bir devlet ve millet açısından "stratejik duyarsızlık sendromu" halini ifade eden bu sürecin milli varlığın değerini kaybetmesine kadar uzanabilecek bir "çıkmaz sokak serüveni"ne dönüşme ihtimali her zaman mevcuttur.

Bu değerlendirmeler, Kıbrıs meselesi ve Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefinin yanı sıra, diğer dış politika gündemleri ve bölücülük-yıkıcılık tehdidi için de geçerlidir. Yani, temel meselelerimiz ve hedeflerimiz salt ticari mantıkla ve siyasi ikbâl hesaplarıyla ya da sıradan entelektüel tatmin hevesleriyle yetinilemeyecek kadar derin, çok yönlü ve önemlidir.

Aksi takdirde şu basit gibi gözüken sorulara bile anlamlı cevaplar üretmek imkânsızlaşacaktır.

-Türkiye, Kıbrıs sorununa adil ve kalıcı bir çözüm bulunmasını niçin istemektedir?

-Avrupa Birliği'ne üyelik mücadelesi sadece "bir topluluğa üye olabilmek" için mi yürütülmektedir?

-Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'na Türkiye'nin hassasiyetlerini gözeten bir nitelik niçin kazandırılmak istenmektedir?

-Türk Dünyası bünyesinde güçlü ve sıcak işbirliği zeminleri geliştirme fikri, belirli duyguların dışa vurumundan ibaret olan bir düşünce midir?

-Ortadoğu ve Kafkaslar'da huzurun ve istikrarın hakim olması niçin çok önemlidir?

-Bakü-Ceyhan petrol boru hattı, sadece enerji ticaretinden pay almak isteğiyle sınırlı bir proje midir?

Bütün bunlar, her şeyden önce, yeni yüzyılın gözde coğrafyası olan Avrasya'nın ve onun kalbi olan Türkiyemizin dünya ile çok yönlü etkileşime girme, refah, istikrar ve barış adası olarak yükselme düşüncesinin birer tezahürüdür. Böyle olduğu sürece de vazgeçilmezdir.

Meselâ, Bakü-Ceyhan petrol boru hattı gibi bir projeyi her şeyden önce Doğu ile Batı'yı kucaklaştıracak bir "istikrar ve barış projesi" olarak değerlendirmek mümkündür. Bölge ülkelerinin katılımıyla gerçekleşecek olan bu anlayışın Avrasya'nın siyasi ve ekonomik iklimini de değiştireceği açıktır. Özellikle de, Kafkasya ve Orta Asya'da işbirliği ve dayanışma zeminlerini kuvvetlendirecektir.

Benzer şekilde, sorunlu coğrafyaların en başında gelen Orta Doğu'da da huzur ve barış ortamının biran önce oluşması gerekmektedir.

Özellikle İsrail ve Filistin arasında yaşanan gerilim ve çatışmaların sona ermesi için, tarafların artık çok dikkatli ve özenli bir şekilde hareket etmeleri zorunludur.

İnanıyoruz ki, çatışmalardan ve terör eylemlerinden en çok sivil halkın zarar gördüğü gerçeği sürekli göz önünde bulundurulduğu takdirde, atılacak adımlarda daha seçici davranmak mümkün hale gelecektir.

Benzer şekilde, Kıbrıs'ta 1960'lı yılların başından itibaren sorun haline dönüştürülen ve Türkiye'nin müdahalesini zorunlu kılan gelişmeler zinciri bugün dünya gündeminde önemli bir yer tutmaya devam etmektedir.

Kıbrıs'ta bir çözüme ulaşılması konusunu özellikle iki açıdan ele almak mümkündür.

Birinci olarak, otuz yıldır haksızlığa uğramış olan ve halen ambargo baskısı altında ayakları üzerinde durmaya çalışan Kıbrıs Türk halkının bu olumsuzluklardan bir an önce kurtulması lâzımdır.

İkinci olarak da, soruna yaklaşım biçimleri uluslararası camianın yeni yüzyılda kriz çözme yeteneğini ve ahlâkını test etme bakımından önem taşımaktadır.

Beklentimiz ve dileğimiz, Kıbrıs sorununa kalıcı ve adil bir çözüm bulunması ve böylece Kıbrıs'ın barış ve istikrar adasıküresel işbirliği iklimine katkı sağlamak mümkün olacaktır. olarak yeni yüzyıla ilişkin ümitlerimizi arttırmasıdır. Kim ne derse desin, Kıbrıs meselesi ancak böyle algılandığı sürece

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Görüldüğü gibi, Türkiyemizin dört bir yanında devamlı kaynayan bir coğrafya, çözümü kolay olmayan jeopolitik denklemler bulunmakta, sıcak çatışmalar yaşanmaktadır.

Hemen vurgulamak gerekir ki, Türkiye ilgi ve enerjisinin bir bölümünü ister istemez bu alanlarda yoğunlaştırmak zorundadır. Bu durum, batı dünyasıyla daha sıcak ve sağlıklı ilişkiler kurulması bakımından da önem arzetmektedir.

Tabii bütün bunları, dar siyasi çekişmelerden, basit çıkar hesaplarından medet umanların yeterince algılaması ve kavraması kolay değildir.

Unutulmamalı ki, her türlü değişme ve gelişmeyi, millî duyarlılık ve sorumluluk ahlâkı süzgecinden geçirmeden değerlendirenlerin kolaycılığa ve teslimiyetçiliğe meyletmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Bunun için, bu tür duyarlı ve çok yönlü yaklaşımların gereğini yerine getirme kararlılığında olan Milliyetçi Hareket'in hedef seçilmesi boşuna değildir. Zaten neye, ne için hizmet ettikleri müphem olanlardan, saldırgan ve telaşlı tavırların dışında başka bir şey beklemek anlamsızdır.

Ama bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket'in hedef seçilmesi, duyarlı ve gerçekçi politikalarından vazgeçmesine değil, daha çok sarılmasına yol açmaktadır.

Son zamanlarda bilinçli ve plânlı bir şekilde sahnelenmeye çalışılan "kürtçe eğitim" ve "kimlik bildirimi" kampanyaları ve bunlara arka çıkanları da bu çerçevede ele almak lâzımdır.

Yine, misyonerlik faaliyetlerinde gözle görülür bir artış olduğu, "pontusçuluğun" hortlatılmak istendiği bir dönemde gelişmeleri çok yönlü değerlendirme zorunluluğu vardır.

Böyle bir ortamda, sadece Milliyetçi Hareket Partisi'nin ve Türk Milliyetçilerinin değil, her sorumlu siyasetçinin ve medya mensubunun duyarlı olması gerekmektedir.

Maalesef, bazı çevreler ve onların medyadaki uzantıları bütün bu gerçekleri ısrarla gözden kaçırmakta, Milliyetçi Hareket'e ise ısrarla saldırmaya devam etmektedir.

Bir taraftan, bölücü terör örgütünün güdümünde olduğu çok bariz olan organize eylemler sıradan hak arama eylemi olarak geçiştirilmekte; diğer taraftan ise, Ceza yasasındaki 312. madde değişikliği bağlamında bir kaşık suda fırtına kopartılmaya çalışılmaktadır.

İşte, esas anlaşılmaz ve neye hizmet ettiği belirsiz olan yaklaşım ve davranışlar bunlardır.

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Türkiye, son iki yıldır anayasa değişiklikleri başta olmak üzere demokratikleşme konusunda da önemli gelişmeler kaydetmiştir. Bu sürecin devam etmesi için daha atılması gereken adımlar, yürünmesi gereken yollar vardır.

Takdir edileceği üzere, siyasi sistemde demokratikleşme yönünde yapılacak düzenlemelerin dayandığı ilkeler, uygulamalar kadar önemlidir. Bilindiği gibi, demokratikleşme sorununun iki önemli boyutu vardır. Birincisi, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin geliştirilmesi ve teminat altına alınması; ikincisi ise kamu düzeninin ve millî bütünlüğün sağlanması ve korunmasıdır. Bunlar birbirinin anti tezi değil, birbirinin tamamlayıcısı olan hususlardır.

Burada altını çizmek istediğim hususlardan birisi de TBMM'de görüşülmekte olan uyum yasalarıyla ilgilidir. Milli Güvenlik Kurulu'nun yapısının geliştirilmesi ve gözetim altında bulundurulma süresinin kısaltılmasına kadar bir çok önemli değişiklikler yapılırken, her nedense belli çevreler ceza yasasının 312. maddesine takılıp kalmaktadır.

Dünyanın bütün demokratik ülkelerinde kamu düzenini bozmaya ve tahrip etmeye yönelik eylemler ve tahrikler ile sınıf, etnik veya mezhep ayrımcılığını teşvik eden bütün kışkırtıcı konuşma ve faaliyetler suç olarak kabul edilmektedir. Bu sebeple de bütün bu ülkelerin hukuk sistemlerinde ciddi bir bölücülük ve ayrımcılık tehdidi altında olmamalarına rağmen, 312. madde benzeri düzenlemeler yer almaktadır.

Şimdi sormak gerekir ki, bu ülkeler referans gösterilerek, 312. maddenin ısrarla kaldırılmasını veya anlamsızlaştırılmasını istemek ya da bu konuda duyarlı olan Milliyetçi Hareket'e karşı "kutsal ittifak" oluşturarak gelişi güzel eleştiriler yöneltmeye çalışmak ne içindir?

Zaten, Avrupa Birliği Genel Sekreterliği'nce Anayasa değişikliği öncesinde demokratikleşme, temel hak ve özgürlükler konusunda yapılan çalışmalar kapsamında TCK'nın 312. maddesine ilişkin olarak hazırlanan taslakta madde;

"Bir cürümü alenen öven ve iyi gördüğünü söyleyen veya kişileri kanuna uymamaya tahrik eden kimseye 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir. Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak insanları birbirine karşı kamu düzenini bozma olasılığını ortaya çıkaracak surette düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik eden kimseye 1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası verilir." şeklinde düzenlenmiştir.

Bu metin Adalet Bakanlığı'nca değerlendirildikten sonra, Bakanlar Kurulu ve liderler zirvesinde ele alınarak TBMM'ye312. maddeye ilişkin düzenlemenin Adalet Komisyonu'nda da kabul edilen son şekli ise şöyledir. gönderilmiştir. Bu süreçlerden geçen

"Bir cürümü alenen öven ve iyi gördüğünü söyleyen veya kişileri kanuna uymamaya tahrik eden kimseye 6 aydan 2 yıla kadar hapis cezası verilir. Sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığına dayanarak insanları birbirine karşı kamu düzenini bozma olasılığını ortaya çıkaracak bir şekilde düşmanlığa veya kin beslemeye alenen tahrik eden kimseye 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası verilir."

AB Genel Sekreterliği'nce hazırlanan pakette yer alan düzenleme ile Adalet Komisyonu'nda benimsenen metin karşılaştırıldığında ortaya şu gerçek çıkmaktadır. AB Genel Sekreterliği'nce hazırlanan metin ile Meclis Genel Kurulu'na gelen metin arasında sadece "1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezası" ile "1 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası" tanımları arasında fark bulunduğu görülmektedir.

Buradan anlaşılan şudur ki, liderler zirvesinde görüşülen metin daha önce de hazırlıkları yapılan bir metnin devamı olarak uygun bulunmuş ve hatta iyileştime yapılarak TBMM'ye sevk edilmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi'nin arkasında durduğu metin işte budur.

Hiçbir kişi, siyasi kurum veya sivil toplum kuruluşu milletimizi yanlış bilgilendirmemelidir. Türkiye'nin AB'ye tam üyelik hedefini, demokratik ve insan hakları açılım arzularını parti siyasetinin iç tüketim malzemesi yapmamalıdır. Birilerini karalayarak bir siyasi avantaj sağlayacağını zannetmemelidir.

Burada bir kez daha açıkça ifade etmek isterim ki, düşünce, inanç ve ifade özgürlükleri ile bölücülüğü, şiddet ve nefret tohumları ekmeyi birbirine karıştırmak, kesinlikle iyi niyetli bir yaklaşım değildir. Milliyetçi Hareket'e haksız ve insafsız eleştiriler yöneltmek için sıraya girenlerin bolluğu bu gerçeği değiştirmemektedir.

Partimizin uyum yasaları konusundaki temel hassasiyeti özgürlükleri değil; kini, nefreti, kışkırtıcılığı sınırlamaya yöneliktir. Ayrıca, 312. madde yeni haliyle eskisinden daha geri değil, "somut tehlike kriteri" getiren daha ileri bir düzenlemedir.

Bizler inanıyoruz ki, şiddet ve terörü yok edecek tedbirler başarıya ulaştıkça özgürlükler daha fazla gelişme imkânı bulacaktır.

Yoksa, mesele birilerinin insan hakları ambalajı ile süsleyerek sunduğu gibi, bir grup siyasetçinin önünü kesmek ya da önünü açmak değildir. Çünkü Milliyetçi Hareket hiçbir zaman bazı siyasi geleneklerde yer ettiği gibi, ne küçük hesapların içinde olmuştur, ne de onlardan medet ummuştur.

Böyle bir düşünce, ülkemizin birlik ve dirliği için hassasiyetleri olan ve bunu da önemseyen Milliyetçi Hareket'e karşı seviyesiz eleştiri sahiplerinin eseri olabilir. Her kritik tartışma esnasında aynı saldırgan uslûp ile konuşanların, siyasi gelecek hesabı yapanların, demokrasi ve özgürlük yaklaşımları da tabii ki bununla sınırlı olacaktır.

Bu çerçevede ister kendi siyasi konumlarını gözetmek, isterse bazı dış çevrelere şirin gözükmek amacıyla olsun partimizin kararlılığı ve samimi duruşu karşısında seviyesiz ve önyargılı beyanlarda bulunanların, gerçek niyetlerini gizlemeye çalıştıkları kesindir. Bu çarpık kafalıların Milliyetçi Hareket'e söz söyleyebilmeleri için, en azından asgarî bir tutarlılık endişesine ve sorumluluk bilincine sahip olmaları gerekir.

Ancak, Türk Milleti'nin, ülkesinin millî bütünlüğü ve millî kimliği konusunda duyarlı olmayanların gerçek niyetlerini en iyi şekilde değerlendirileceğine şüphe yoktur.

Bu tür çarpık kafaların, demokrasimizin ve siyasi kültürümüzün gelişimini samimi bir şekilde arzulayıp arzulamadıkları da çok şüphelidir. Uzun yıllardır siyaset sahnesinde boy gösterenlerin, demokratik kültürümüzün ve yapımızın gelişimi konusunda hiçbir ciddi katkı sağlayamayanların, bugün demokrasi havarisi kesilmesi oldukça düşündürücüdür.

Ülkemizin demokratikleşme hamlelerinin önüne ayrılıkçı tuzakların kurulmasına ses çıkarmayan, zaman zaman da arka çıkanların gerçek niyetleri konusunda ciddi tereddütlerin doğması kaçınılmazdır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Ekonomik krizden çıkma mücadelemizde önemli gelişmelerin sağlandığı, Kıbrıs sorununun çözüm arayışında yeni bir aşamaya girildiği, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası'nda uzlaşmaya varıldığı bir süreçte, Türkiye gündemininboğulmak istendiği yeterince açık değil midir? tehlikeli oyunlarla ve eylemlerle

Kürtçe eğitim kampanyasının terör örgütünün yeni bir oyunu olduğunu görmek için hangi gelişmelerin yaşanması ve belgelerin ortaya çıkması gerekmektedir?

Bütün bunları idrak etmek için çok fazla bir gayrete ve duyarlılığa bile ihtiyaç yok iken, Milliyetçi Hareket karşıtı koronun bir çırpıda bir araya gelip aynı nakaratları terennüm etmesinin anlamı nedir?

Milliyetçi Hareket Partililer bakımından bu soruların cevapları bellidir. Bunları duyarlı her vatandaşımıza anlatmak da öncelikle bizim görevimizdir.

Çünkü bizim hassasiyetlerimiz ve söylediklerimiz, olabildiğince açık, samimi ve gerçekçi düşüncelerimizin birer ürünüdür. Çünkü bizim Türkiye sevdasından, istikrarlı ve sağlıklı gelişme kararlılığımızdan ve onurlu bir dış politika yaklaşımından başka bir düşüncemiz ve endişemiz yoktur.

Bunun da sadece milletimizin vicdanında karşılık bulması yeterince güven ve huzur vericidir.

Bu duygu ve düşüncelerle de hepinize bir kez daha saygılar sunuyor, başarılar diliyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı