05.02.2002 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMMGrup Konuşması
05 Şubat 2002

 

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Öncelikle yüksek heyetinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Değerli bir deprem uzmanımızı, seçkin bir bilim adamımızı kaybetmenin üzüntüsü içindeyken, maalesef millet olarak yeni bir deprem haberiyle sarsıldık. Pazar sabahı, merkez üssü Afyon ilimizin Sultandağı ilçesi olan 6 büyüklüğündeki bir yer sarsıntısı haberiyle irkildik.

1999 yılı içinde çok büyük yıkımlara sebep olan Gölcük ve Düzce depremleri kadar şiddetli olmasa bile, Sultandağı depremi de can kayıplarına yol açmış, ciddi maddi hasarlara sebep olmuştur.

Bu depremde 45 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, 318 vatandaşımız da yaralanmıştır. Bu vesile ile, hayatını kaybeden Afyon’lu vatandaşlarıma Yüce Allah’tan rahmet, yaralı vatandaşlarıma da acil şifalar diliyorum.

Depremin ilk günü Bayındırlık ve İskan Bakanımız Sayın Abdülkadir Akçan, Sağlık Bakanımız Sayın Osman Durmuş, Devlet Bakanımız Sayın Reşat Doğru; ikinci gün bu arkadaşlarımla bana eşlik eden Devlet Bakanımız Sayın Faruk Bal, Tarım ve Köyişleri Bakanımız Sayın Hüsnü Yusuf Gökalp, Grup Başkan Vekilimiz Sayın Koray Aydın ve Millevekillerimizle birlikte afet bölgesinde ilçe ilçe, belde belde her yere ulaşmış ve vatandaşlarımızla yüz yüze sorunlar gözden geçirilerek gerekli koordinasyon sağlanmıştır.

Depremden etkilenen Afyon Merkez İlçe, Bolvadin, Sultandağı, Çay, Çobanlar ilçeleriyle Sülümenli, Kocaöz, Yakasenek, Deresenek, Karacaören ve Eber beldelerinde yerinde yaptığımız incelemelerde problem ve sıkıntılara çok hızlı bir şekilde müdahale edildiği gözlemlenmiştir.

Bu durum 1999 yılında meydana gelen Marmara ve Düzce depremlerinin sağladığı tecrübe birikiminin felaketler üzerinden 24 saat geçmeden kamu yönetimimizi etkin ve verimli bir koordinasyon sürecine taşıdığını göstermektedir.

Ayrıca, merkezî yönetimin yanı sıra, belediyelerimizin, sivil savunma birliklerinin, arama kurtarma ekiplerinin, sosyal yardımlaşma ve dayanışma kuruluşlarının, Kızılayımızın aynı mobilite ile deprem mahallinde hizmet vermeye başlamaları da ülkemiz açısından son derece önemli bir gelişmeyi ifade etmektedir.

Şu anda çok zor iklim şartlarına rağmen, il ve ilçe kriz merkezlerinde diğer illerimizden gelen kamu görevlilerinin de yardımıyla ilk etapta sağlık, barınma ve iaşe sorunlarının önemli ölçüde giderilmesi sağlanmıştır.

Hasar tespiti ve yaraların sarılıp hayatın bir an önce normalleşebilmesi için çalışmalarımız hızlı bir şekilde sürmektedir. Huzurlarınızda bütün kamu görevlilerine ve sivil toplum kuruluşlarından ve vatandaşlarımızdan bölge insanına hizmet ve bu acı anı paylaşmak için gelenlere teşekkür ediyorum.

Sultandağı depremi de bir kez daha göstermiştir ki, ülkemiz önemli bir deprem kuşağı üzerinde yer almaktadır. Bunun için, iskan alanlarının yer seçimi ve yapı kalitesi hiçbir şart altında ihmal edilmemesi gereken bir meseledir.

Hem merkezi, hem de mahalli idareler açısından hukuki ve teknik önlemleri sulandırmamak ve geciktirmemek önem arz etmektedir. Aksi takdirde, her yer sarsıntısı gerçekleştiğinde acı sonuçlarla karşılaşmak kaderimiz olmaya devam edecektir.

Değerli Arkadaşlarım,
Sayın Basın Mensupları,

Bildiğiniz gibi Türkiye ekonomisi uzun yılların sonucunda kendini çıkmaza sokan çarpık bir yapıya bürünmüştür. Bu yapı, yüksek enflasyon, yüksek faiz ve artan borçlanma oranlarıyla birlikte, sosyal dokumuzu tahrip eden bir mahiyet kazanmıştır. Yıllar boyunca irrasyonel kârlarla çalışmaya alışmış bir finans yapısının ülkenin içine düştüğü durumdaki rolü bu krizde açıkça ortaya çıkmıştır.

Bugün hükümetimiz bu hastalıklı bünyeyi dönüştürecek yapısal reformları bir bir uygulamaya koymaktadır. Bu konuda Türkiye’yi yıllardır yöneterek olumsuz şartları hazırlayanların, çoğu kere kim olduğunu dahi hatırlatmadan, elimizi taşın altına koyduk ve sorumluluk aldık. Bütün amacımız, ülkemizin artık krizlere düşmeden, kalkınma dinamiklerini harekete geçirerek sürdürülebilir bir ekonomik kalkınmaya geçişini sağlayacak düzenlemeleri tamamlamaktır.

Bu yapısal reformları gerçekleştirirken dikkat ettiğimiz temel prensipler şeffaf bir ekonomi yönetimi, rekabet gücü taşıyan sanayileşme ve dengeli bir gelir dağılımına imkân verecek bir bölüşüm modelidir. Bugün katlandığımız bütün fedakârlıkların arkasında bu amaca ulaşma çabası vardır.

Kim ne söylerse söylesin, kamu kaynaklarının finans kesimince kullanılmasının objektif kriterlere bağlanması suretiyle düzenlenmesi ve reel sektörün canlandırılmasını sağlamak, bankalara aktarılacak fonların karşılıksız ve keyfi kullanımını önleyecek tedbirleri almak çok önem taşımaktadır.

Bu bağlamda üzerinde durmak istediğim bir husus da ekonomik krize karşı sosyal politika tedbirlerinin önemiyle ilgilidir. Bilindiği üzere ekonomik sorunların yarattığı tahribatlar arasında gelir dağılımı adaletsizliği ve işsizlik başta gelmektedir. Özellikle kriz dönemlerinde yoğunlaşan işsizlik sorunu toplumda derin yaralar açmakta, toplumsal yapıyı olumsuz etkilemektedir.

Bu konuda partimizin programında yer alan ve yıllardır savunageldiğimiz işsizlik sigortası koalisyon hükümetimizin programında da yer almış ve 57. Cumhuriyet Hükümeti tarafından 1 Şubat 2002 tarihinde uygulanmaya başlanmıştır.

Krize karşı uygulamaya sokulan finans kesiminin sağlıklı yapılanması, reel sektörün desteklenmesi ve kaynak aktarılması gibi tedbirlerin yanı sıra, sosyal plânda işsizlik sigortası uygulaması birbirini tamamlayan önemli tedbirlerdir ve bu konuda Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Sayın Yaşar Okuyan’ın çabalarını takdirle karşıladığımı ifade etmek istiyorum.

Ekonomik programın yürütülmesinde, krize karşı sürdürülen mücadelenin başarıya yönelmesi, IMF’in onayladığı yeni niyet mektubuyla sağlanan kaynak ve imkânlarla birlikte daha ileri bir aşamaya geçecektir.

Şunu ifade etmek isterim ki, Türkiye ekonomik krizden çıkarken işsizlik, gelir dağılımı adaletsizliği, yoksulluk ve yolsuzlukla mücadele gibi sosyal tedbirleri uygulamaya koyarak ekonomik ve toplumsal yapıyı daha uyumlu bir şekilde işleyecek yeni dengelere kavuşturacaktır. Bugün ülkemizin ihtiyacı olan istikrar, ancak sosyal ve ekonomik yapılar arasında kurulacak bu tür bir dengenin üzerinde yükselecektir.

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Hatırlanacağı üzere, uyum yasalarıyla ilgili yasama süreci başladığından bu yana ülkemizde çok hararetli bir tartışma yürütülmekte, ilginç ve renkli ittifaklar oluşmaktadır.

Çeşitli medya ve siyaset platformlarında birbirinden çok farklı değer ve çıkarların sözcülüğünü üstlenenlerin “özgürlük ve demokrasi havariliği”ne soyundukları gözlenmektedir. Böyle bir rolü üstlenenleri birleştiren bir başka önemli noktayı Milliyetçi Hareket’in yeterince açık, tutarlı ve samimi tavrı karşısında gelişi güzel ve seviyesiz beyanlarda bulunmaları ve yazılar yazmaları oluşturmaktadır.

Geçmişte benzer konular gündeme geldiğinde farklı tavırlar geliştirenlerin bugün MHP karşısında kolayca birleşmeleri, üzerinde düşünülmesi gereken bir husustur. Yine, uyum yasaları meclisin gündemine gelmeden önce de bazı çevrelerin bugünkü kampanyalar için hazırlık yaptığı ve partimize yönelik husumetlerini gizleyemedikleri hatırlardadır.

Bizim, hem 312. maddeye hem de demokrasi ve insan haklarına ilişkin düşüncelerimizi algılama sıkıntısı çekenler ve bilinçli bir şekilde çarpıtmak isteyenler için değil, ama milletimizin gerçekleri daha iyi görebilmesi bakımından görüşlerimizi bir kez daha özetlemek istiyorum.

Demokrasi, çağdaş bir yönetim biçimi ve kültürü olarak vazgeçemeyeceğimiz bir değerler ve kurallar manzumesini ifade eder. Nihaî anlamda, halkın siyasi iktidarı belirlemesi ve denetlemesinin temel mekanizması olan demokrasi, farklı fikirlerin ve siyaset projelerinin yarışması ile bir arada yaşama kültürünün gelişimini birlikte mümkün kılan, en makûl ve gerçekçi siyasi formüldür.

Demokrasilerin toplumsallaşması ve işlerliği açısından insan haklarının varlığı ve güvence altına alınması hayati önem taşır. Bunlar arasında düşünce ve ifade özgürlüğünün demokrasinin hayatiyet kazanmasını temin eden bir işlevi vardır ve bu bakımdan ikâme edilemez bir özelliğe sahiptir. Dolayısıyla, farklı düşünceler ve onları açıklamaya elverişli araçlar olmaksızın bir rejimin demokrasi sayılması mümkün değildir.

Zaten bunun için, belli başlı bütün uluslararası insan hakları belgelerinde “herkesin düşüncelerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahip olduğu” açıkça vurgulanmaktadır. Yine, aynı insan hakları belgelerinde bu önemli özgürlüğün kullanılmasının “bireylere görev ve sorumluluk yüklediği” de açıkça ifade edilmektedir.

Görüldüğü gibi, bir yandan bu özgürlüğün sınırları olabildiğince genişletilirken, diğer yandan görev ve sorumluluklarının idraki içinde olmayanlar açısından belirli sınırlamalar ve kriterler getirilmektedir. Bu kriterler arasında, kamu düzeninin ve toprak bütünlüğünün korunması, suç işlemenin önlenmesi ve diğer bireylerin haklarının gözetilmesi önemli bir yer tutmaktadır. Bu ilkeler, başta Avrupa Birliği bünyesinde olmak üzere, dünyanın dört bir tarafında kabul görmekte ve uygulanmaktadır.

Sözün kısası, demokrasiler her şeyden önce bir haklar ve özgürlükler rejimidir ve böyle olduğu sürece de sorumluluk ahlakının öneminin artması kaçınılmazdır. Eğer, kamu düzeninin bir anlamı da bireyin özgürlüğünü diğer bireylerle uyumlu bir şekilde kullanılmasını sağlayacak temel ilkelerin ve yaptırımların varlığı ise, bu düzeni bozmak değil, ortak yarar adına korumak lazımdır.

Unutulmamalı ki, müştereklerini paylaşıp koruyamayan toplumlarda farklılıkların varlığının bir anlamı da yoktur. Çünkü o tür ortamlarda ne kamu düzeninden ne de demokrasiden söz etmek mümkündür.

Biliyor ve inanıyoruz ki, güçlü demokrasiler, sorumlu siyasetçi, medya ve aydınların çoğunlukta olduğu ve bireylerin asgari müştereklerde birleştiği ülkelerde var olabilir. Bunun bilincinde olamayanlar ise, ancak kendi siyasi geleceklerini ve çıkarlarını ilgilendirdiği ölçüde ve zamanlarda “demokrasi sahipliği”ne soyunurlar.

Türk Ceza Kanununun 312. maddesi etrafında siyaset ve medya zeminlerinde kopartılan fırtınaya bu gerçekçi ve ahlâkî ölçüler dahilinde bakıldığında, meselenin daha iyi anlaşılacağına şüphe yoktur. Dolayısıyla, sınıf, mezhep ve etnik kökene dayalı ayrımcılık ve kışkırtıcılık yapmayı meşru hale getirmenin, ne demokratik düzenin gelişmesiyle, ne de Avrupa Birliği’ne üye olup olmamayla doğrudan bir ilişkisi bulunmaktadır.

Aynı Kıbrıs meselesinin tartışılmasında olduğu gibi, bölücülük ve kışkırtıcılığa karşı önlem almanın maksatlı olarak Avrupa Birliği’ne üyelik süreciyle ilişkilendirilmek istenmesi de, aslında milli bütünlük konusundaki hassasiyetlerin törpülenmesi ve demokrasinin zaafa uğraması gerçeğini değiştirmemektedir. Yine bu anlayış, Avrupa Birliği hedefimizin sulandırılmasına, Birlik yönetiminin Türkiye’nin milli duyarlılıklarına ilgisiz, hatta olumsuz bir tavır takındığına dair kanaatlerin oluşmasına yol açmaktadır.

Diğer bir deyişle, Avrupa Birliği’ne üyelik perspektifimizin bu şekilde istismar konusu edilmesi, demokratikleşme çabalarını geciktirmekten ve Türk kamuoyunda varolan tereddütlerin derinleşmesinden başka bir sonuç doğurmamaktadır. Böyle bir sürecin oluşmasına da hiç kimsenin hakkı bulunmamaktadır.

Bilindiği gibi, Milliyetçi Hareket Partisi 312. maddenin muhtevasıyla ilgili tartışmalarda başından beri ilkeli ve tutarlı bir yaklaşım sergilemiştir. Bu konudaki tutumuzun birincisi usûle, ikincisi ise esasa ilişkin iki temel dayanağı bulunmaktadır.

Usule ilişkin gerekçelerimiz objektif bir ilkeden kaynaklanmaktadır. 312. madde üzerinde bir yılı aşkın süredir çalışılmıştır. Adalet Bakanlığının koordinatörlüğünde yürütülen bu çalışmalara Avrupa Birliği Genel Sekreterliği dahil ilgili tüm kuruluşlar katılmıştır. Bu çalışmalarda olgunlaştırılan metin 24 Aralık 2001 günü yapılan liderler zirvesine getirilmiş ve burada kabul edilerek Bakanlar Kurulu üyelerince imzalanmış ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sevk edilmiştir.

Bütün bu aşamalardan geçtikten sonra konunun yeniden tartışmaya açılmasının bizim açımızdan normal ve doğal sayılamayacağı açıktır. MHP koalisyon hükümeti içinde mutabık kalınan, altında imzası bulunan tüm metinlere sadık kalmıştır. Bu konuda da tutumumuz, öncelikle bu anlayışın sonucudur.

Ayrıca, Ulusal Program’da 312. maddenin hangi ilkeler ışığında gözden geçirileceği açıkça belirtilmiştir. Bunun, bu maddenin koruduğu değerler zedelenmeden yapılacağı koalisyon partilerinin ortak siyasi iradesini yansıtmaktadır.

Tartışmaların bugün geldiği noktaya bakıldığında, siyasi parti yetkililerinin altına imza koydukları metnin başka bir metin olduğunu söyleyebildikleri görülmektedir. Devletin ilgili kurumları liderler zirvesinde kabul edilen metnin ne olduğu konusunda birbirlerini suçlar duruma gelmişlerdir. Bu hazin tablo, bizim devlet yönetimi ve ciddiyeti anlayışımızla bağdaşmamaktadır.

Konunun özüne ve esasına gelince, başlatılan kamuoyu tartışmalarında gerçek niyetler açıkça ortaya konulmamaktadır. 312. madde tasarısı, somut bir tehlike suçunu düzenlemektedir. Bunun için kamu düzeninin bozulmasına yol açabilecek açık ve yakın bir tehlike bulunup bulunmadığı aranacaktır. Bu husus tasarının gerekçesinde bütün açıklığıyla belirtilmiştir.

Buna rağmen 312. maddeyi tartışmaya açanların bundan somut olarak neyi amaçladıklarını, 312. maddenin ne şekilde, niçin değiştirilmesini istediklerini kamuoyuna bütün açıklığıyla anlatmaları gerekir. Kamuoyunun bunları bilme hakkının bulunduğuna şüphe yoktur. Aslında somut bir “tehlike suçu” olan 312. maddenin bir “zarar suçu” haline dönüştürülmek istenip istenmediğinin netliğe kavuşması gerekmektedir. Böylece bu madde de düzenlenen suçun tamamen kaldırılması veya fiiliyatta etkisiz hale getirilmesi mi amaçlanmaktadır. Bu konudaki gerçek niyetler açıkça ortaya konulmalıdır. Kelimeler etrafında yürütülen tartışmalarla gerçek amaçların gizlenmeye çalışılmasını siyasi ahlâkla bağdaştırmak mümkün değildir.

312. maddeye ilişkin gerçekler ortada iken MHP’ye karşı bir saldırı kampanyası düzenlenmesinin kimseye bir fayda sağlamayacağı açıktır. Bu çerçevede farklı amaçları ve düşünceleri olanların, meclis zemininde benzer yaklaşımlar içinde bulunanlarla bir sonuca ulaşmaları mümkün gözükmektedir.

Buna rağmen MHP’nin de ilkeli ve tutarlı tutumunu terk ederek kendileri gibi düşünmesini sağlamak için sürdürülen bu kampanyanın mantığını anlamak güçtür.

Ancak, Milliyetçi Hareket Partisi olarak görüşlerimiz açık, vicdanımız rahattır.

En son olarak, İzmir’de patlak veren hadise ve bölücü başının Suriye’deki ininden çıkartıldıktan sonra yaşadığı uluslararası serüvene dair gün ışığına çıkan bilgiler, Türkiye olarak ne kadar dikkatli ve kararlı olmamız gerektiğini bir kez daha gözler önüne sermiş bulunmaktadır.

İzmir’de 1 Şubat tarihinde “İsveç İş Kültürü Günü” münasebetiyle dağıtılan “İsveç ve Türkiye” adlı kitapçık diplomatik rezaletin ötesinde anlamlar da taşımaktadır. İsveç başbakanının önsözünü yazdığı bu kitapçıkta, Türk Milleti’nin varlığına, değerlerine ve tarihine yönelik ağır hakaretler yer almakta, tarihimiz çarpıtılmaya çalışılmaktadır. Dışişleri bakanlığının bu konudaki girişimlerini hızlandıracağına ve gerekli tepkiyi koyacağına şüphe yoktur.

Yine aynı tarihlerde Türk basınına yansıyan belge ve bilgiler, bölücü başına Rusya, Yunanistan ve İtalya’da yetkililerin nasıl yardım ettiklerini, uluslararası ilişkilerin temel kurallarını nasıl çiğnediklerini, Türkiyemize karşı hangi oyunların bir parçası olduklarını ortaya koymaktadır.

Tabî bütün bunlar, bir taraftan çok üzücü ve düşündürücü, diğer taraftan da çok öğretici ve önemli gelişmelerdir. Çünkü her fırsatta, partimize yönelik ithamlarda bulunmaya çalışanların bir nebze de olsa hassasiyet geliştirmelerine sebep olabilecek hadiselerdir. Bu tür çarpık zihniyetlerin son gelişmelerden bazı dersler çıkarması en büyük dileğimizdir.

Ama ne olursa olsun, kim hangi seviyesiz ve haksız eleştirilerde bulunursa bulunsun, Milliyetçi Hareket doğru bildiğini söylemeye, milli hassasiyetlerimizi sahiplenmeye devam edecektir.

Değerli Arkadaşlarım,
Sayın Basın Mensupları,

Hepinizin yakinen bildiği gibi, ülkemizde uzun yıllardır “demokratikleşme kavgaları” yapılmasına ve “demokratikleşme sancıları” çekilmesine rağmen, ilk kez 18 Nisan seçimleri sonrasında oluşan 21. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından mesele ciddi biçimde ele alınmakta ve çözüme kavuşmaktadır. Siyaseti seviyesizleştirmekte ve kutuplaştırmakta maharetli olanların son günlerdeki rahatsızlığı belki de bundan kaynaklanmaktadır.

Türkiye, doğal afetlerle ve ekonomik krizlerle sürekli sarsılmasına, başarılacağına inanmayanların varlığına rağmen, demokratikleşme yönünde olumlu ve önemli adımlar atılmıştır.

İnşallah, bundan sonra da bu doğrultuda adımlar atılacaktır. Ama bu çabalar, hiçbir zaman, bazı çevrelerin beklediği gibi, ülkemizin birliğinin ve dirliğinin altının oyulmasına hizmet etmeyecektir.

Türk demokrasisini, en çok ihtiyaç hissettiği bir dönemde uzlaşma ve hoşgörü kültürünün önemli örnekleriyle tanıştıran; ilkeli ve tutarlı siyaset anlayışının yerleşmesi için özen gösteren Milliyetçi Hareket’in katkısını küçümseyen ya da gözardı edenlerin varlığı, bizim ülkemiz ve milletimiz için doğru bir çizgi takip ettiğimizin bir göstergesidir. Dün olduğu gibi, bugün de gerçeklerin alelacele balçıkla sıvamaya kalkışılmasının, sağduyunun hissetme kabiliyetinin yüksekliği karşısında hiç bir şey ifade etmeyeceği kesindir.

Son günlerde özellikle bir-iki siyasi partinin yöneticilerinin Milliyetçi Hareket’e yönelik hiç de şık olmayan bir üslûp içinde gelişigüzel eleştiriler yöneltmeye, ağız dolusu hakaretler savurmaya çalıştıkları gözlenmektedir. Aslında, kendi içlerine ve geçmişlerine bakıldığında yaşadıkları çelişkileri ve çarpıklıkları açıkça görmek, onları önce Allah’a daha sonra da millete havale etmek yeterlidir.

Bununla birlikte, söylenen sözlerin, yapılan hakaretlerin karşısında şimdilik birkaç noktayı hatırlatmayı gerekli görüyorum.

18 Nisan öncesinde yaptıkları istismarları, sonrasındaki şovları unutanlar, şimdi siyasi malzeme sıkıntıları yine başlarına vurmuş olacak ki tekrar aynı noktaya dönerek siyaset yaptıklarını zannetmektedir. Bu çarpık zihniyet sahiplerinin, Milliyetçi Hareket Partisi’nin 312. madde konusundaki hassasiyetlerini, milli onurun hangi şartlarda nasıl korunacağını, bölücülük ve kürtçe eğitim kampanyası karşısındaki tavrını anlamaları mümkün değildir.

Bölücü terör örgütünün bir ininde fotoğraf çektirenler, bir çöl çadırında ülkemizin tarihine açıkça hakaret edildiğinde ses çıkarmayanlar, tabii ki Milliyetçi Hareketi anlayamazlar.

Her türlü istismarcı ve abartılı tavırlarıyla başörtüsü sorununu çözümsüzlüğe itenler, Milliyetçi Hareket’i tabii ki anlayamazlar.

Bugün, demokrasi ve insan hakları şövalyeliğine yeltenerek bir yandan emanetçililiklerinin gereğini yapıp, diğer yandan demokratikleşme sürecini çözümsüzlüğe itmek isteyenler, tabii ki Milliyetçi Hareket’i anlayamazlar.

Partimiz, işte bu zihniyet sahipleri tarafından son birkaç gündür, Avrupa Birliği’ne ne kadar karşı olduğundan değişime direndiğine, faşistliğinden demokrasi düşmanlığına kadar bir sürü çirkin söze muhatap edilmek istenmiştir.

Huzurlarınızda bir kez daha açıkça ifade ediyorum ki,

-Hak ve özgürlüklerin gelişimi ile kamu düzenin gözetilmesi arasında gerekli olan ahenge dikkat etmek,

-Avrupa Birliği’yle onurlu ve hakkaniyetli bir üyelik süreci için titiz bir tavır sergilemek,

-Türk Milleti ve devletinin varlığı ve geleceği için hassasiyet sahibi olmak ve bunu dürüstçe ortaya koymak,

eğer bu tür çirkin suçlamalara muhatap olmayı gerekli kılıyorsa, biz buna da hazırız.

Çünkü biz, aziz milletimiz ve Türkiyemiz için her türlü suçlamayı göğüslemeyi göze alırız.

Çünkü biz, bundan ne yoruluruz ne de rahatsızlık duyarız.

Bu duygu ve düşüncelerle bir kez daha muhterem heyetinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı