12.02.2002 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
12 Şubat 2002

 

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Konuşmama başlarken yüksek heyetinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Siyasi gelişmeleri değerlendirmeye geçmeden önce, milletimizin ve Türk milliyetçiliği davasının iki büyük kaybıyla ilgili duygu ve düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

Geçtiğimiz hafta içinde Türk Milleti ve devletine çok yönlü hizmetlerde bulunmuş iki büyük dava adamını, iki önemli şahsiyeti kaybetmiş bulunuyoruz.

Rahmetli Osman Bölükbaşı ile Rahmetli Muzaffer Özdağ, Türk Milliyetçiliği davasının en zor zamanlarında önemli görevler üstlenmiş; dürüstlükleriyle, çalışkanlıklarıyla ve özgün kişilikleriyle temayüz etmiş iki büyük değerimizdir.

Rahmetli Bölükbaşı, partimizin tarihi gelişiminde ilk merhaleleri oluşturan Millet Partisi ile Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nde kurucu şahsiyet olarak bulunmuş, genel başkanlık yapmıştır. Hem çok partili sisteme geçiş sürecindeki mücadelesiyle, hem de kendisine has siyaset etme tarzıyla ve uslûbuyla siyasi hayatımızda müstesna bir yere sahip olmuştur. Her zaman Türk Milleti'nin ve devletinin düşmanlarının karşısında aktif bir tavır almış ve tutarlı çizgisini bozmamış örnek bir siyaset adamı olarak var olmuştur.

Rahmetli Özdağ, Türk Milliyetçiliği ülküsünün siyasi hayatta etkin olma mücadelesinde Başbuğumuzla birlikte çok önemli hizmetleri olmuş, çalışkan ve idealist bir şahsiyet olarak temayüz etmiştir. Daha sonra ömrünü Türk Dünyasının birliği ve dirliğine adamış, bu açıdan genç nesillere örnek olacak bir çalışma azmi ortaya koymuştur.

Kısacası, iki mümtaz şahsiyet de, Türk Milliyetçiliği davasına çeşitli şekillerde ve zamanlarda büyük emeği geçmiş, ilkeli ve tutarlı siyaset hayatlarıyla güzel örnekler oluşturmuş iki dava ve ülkü insanıydı.

Her ikisine de Yüce Allah'tan rahmet diliyorum. Mekânları cennet, ruhları şâd olsun. Şahsiyetleriyle ve idealleriyle gönlümüzdeki özel yerlerini her zaman koruyacaklardır.

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bilindiği üzere, bugün İstanbulumuz çok anlamlı ve önemli bir uluslararası toplantıya ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye'nin öncülüğünde gerçekleşen ve yarın da devam edecek olan bu konferans, ülkemizin ve dünyanın içinde bulunduğu şartlar bakımından oldukça kritik bir dönemde toplanmaktadır.

Gerçekten de, İslam Konferansı Örgütü ile Avrupa Birliği Ortak Forumu adı altında gerçekleşen bu toplantılar zinciri, Türkiye'nin ev sahipliği ve küresel şartlar dikkate alındığında ufuk açıcı bir mahiyet kazanmaktadır.

Çeşitli vesilelerle vurguladığımız gibi, ülkemizin tarihi tecrübe birikimi ile jeopolitik ve jeokültürel konumunun önem ve ayrıcalığının daha fazla hissedildiği bir uluslararası konjonktürde bulunuyoruz.

Zaman zaman ülke içinde ve dışında çeşitli yorumcular çok farklı, hatta küçümseyici değerlendirmeler yapıyor olsalar bile, Türkiyemizin küresel konumunda ve değerinde herhangi bir azalma olmamıştır. Bu role ve konuma ilişkin olarak, stratejik hesaplarla ya da konjonktürel sebeplerle değişik algılama ve tanımlamaların ortaya çıkmasını doğal karşılamak lazımdır.

Bilindiği gibi, 1990'lı yılların ilk yarısı, soğuk savaş sonrası dönemin ilk aşamasını oluşturmaktadır. Temelde askeri ve ideolojik bloklar olarak şekillenen iki kutuplu dünyanın bu vasfının ortadan kalkmasıyla birlikte "medeniyetler çatışması" tezi ön plana çıkmaya başlamıştır. İdeolojilerin ve tarihin sonu iddialarına paralel bir şekilde popüler bir nitelik kazanan bu anlayış biçimiyle, aslında "iki kutuplu dünya"nın bıraktığı boşluk doldurulmak istenmiştir.

Küreselleşme sürecinin, bir taraftan Batı Dünyası ile diğer ülkeler, diğer taraftan da Kuzey-Güney farklılaşmasınınegatif yüzünü oluşturan küresel adaletsizliklerin kıtalar ve kültürler arası dengesizliği ve gerilimi teşvik hızlandırması zaman zaman "medeniyetler çatışması" tezinin hatırlanmasına sebep olmuştur. Başka bir deyişle, küreselleşme sürecinin ettiğine şüphe yoktur.

Bunun için, medeniyetler çatışması tezinin vicdanlarımızdaki ilk reaksiyonunun ürkütücü olması, insanoğlunu bekleyen potansiyel tehdit ve riskleri görmemize engel teşkil etmemelidir.

İşte, Türk Milliyetçileri olarak küresel bir bakış açısı geliştirmek istememizin temelinde de bu düşünce yatmaktadır. 5 Kasım 2000 tarihli Büyük Kongremizi simgeleyen "Yüzyılla Sözleşme" perspektifimizin önemi de bu noktada ortaya çıkmaktadır.

Bu kongremizin açılış konuşmasında gündeme gelen ve yenilenen parti programımızda da ayrı bir başlık altında yer alan "insani küreselleşme yaklaşımı" dünya gündeminde de giderek ağırlıklı bir yer tutmaya başlamıştır.

Özellikle de, 11 Eylül tarihinde Amerikan Halkı'na ve onun güç sembollerine yönelen saldırılarla birlikte, hem küreselleşme sürecinin bilançosu, hem de medeniyetler çatışması tezi daha fazla tartışılır ve önemsenir olmuştur.

Unutulmamalı ki, beşeriyetin geleceği açısından en büyük tehlike, küreselleşme sürecinin yol açtığı adaletsizliklerin derinleşmesi ve bu derinliğin dinler ve kültürler arası ayrışmayla örtüşme ihtimalinin güçlenmesidir.

Bu çerçevede, Brezilya'nın Porto Alegre şehrinde toplanan "Dünya Sosyal Forumu" ile bu yıl Newyork'ta toplanan "Dünya Ekonomik Forumu"nun yarattığı "iki kutuplu", iki boyutlu dünya görüntüsü, muhtemel küresel sorunlara işaret etmesi bakımından önemli bir gösterge olmuştur.

Kısacası, küresel adaletsizliklerin yol açacağı ciddi sıkıntıların dini ve kültürel fay hatlarıyla örtüşme riski üzerinde bütün devlet ve milletlerin çok yönlü olarak kafa yorması ve ortak önlemler geliştirmesi zorunludur. Yine, uluslararası terörist unsurların böyle bir küresel kutuplaşmayı kaşıyıp kullanmak isteyeceği gerçeği, uluslararası dayanışma ve işbirliğinin kıymetini daha da arttırmaktadır.

İstanbul'da toplanan İslam Konferansı Örgütü-Avrupa Birliği Ortak Forumu, bu açıdan bulunmaz bir fırsattır. Ancak, böylesine anlamlı bir buluşmanın, meselenin özüne ilişkin bir duyarlılık ve kararlılık sergilemesi önem taşımaktadır. Yani, kültürler ve dinler arası diyaloğa ve hoşgörüye içtenlikle sahip çıkılması ve tarihsel önyargıların terkedilmesi gerekmektedir.

Çünkü Ortak Forumun, hem kültürler arası dayanışma ve işbirliği anlayışının gelişmesine dair yeni bir sürecin başlangıcı olması, hem de hakettiği övgüyü alması ve başarıya ulaşması buna bağlıdır.

Gerek Avrupa Birliği bünyesinde, gerekse birlik üyesi ülkelerde bu konuda büyük zihnî engellerin bulunduğuna şüphe yoktur. Türkiye'nin adaylığı karşısında bile ortaya konulan dışlayıcı tavırlar, temel hassasiyetlerimiz konusunda sergilenen anlayışsızlıklar, geleceğe ilişkin ümitlerimizi zayıflatmaktadır.

Ancak, bilinmelidir ki, ekonomik sıkıntıların ve sancılı bir coğrafyanın varlığı hiçbir zaman ülkemize karşı haksız ve ön yargılı yaklaşımları kabul etmemize yol açmayacaktır. Çünkü ne Türk Milleti biçare, ne de Türkiye Doğu'nun hasta adamıdır.

Bizler, Dünya ve Türkiye gerçekleri daha iyi kavrandıkça, küresel sorumlulukların ağırlığı fark edildikçe Avrupalı yetkililerin de daha tutarlı ve gerçekçi bir politika izleyeceklerine olan inancımızı muhafaza etmek istiyoruz.

Bunun için, İstanbul'da yapılan toplantının bu açıdan da olumlu bir etki yaratmasını diliyoruz. "Ortak Forum"un "İstanbul Forumu" adı altında süreklilik kazanmasını arzuluyoruz.

Biliyor ve inanıyoruz ki, Türk Milleti, tarihinin verdiği ilham ile, gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakma düşüncesiyle böyle bir ev sahipliğine her zaman hazır olacaktır.

Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Son iki haftadır iç politika gündemini, merkezinde uyum yasalarının yer aldığı ve giderek de Avrupa Birliği'ne üyelik alanına hapsedilen tartışmalar oluşturmaktadır.

Bu bağlamda, Milliyetçi Hareket'in siyasi duruşunun çeşitli partiler ve çevreler tarafından çok farklı amaçlarla konuşma ve yazılara konu edildiği dikkati çekmektedir. Böyle bir ilginç ittifak görüntüsünün ne kadar devam edeceğini kestirmek zor olsa bile, her millî ve kritik mesele gündeme geldiğinde Milliyetçi Hareket karşıtı kampanyalara muhatap olacağımıza şüphe bulunmamaktadır.

Çünkü, ülkemizin Avrupa Birliği'ne üyelik çabalarının farklı çevreler tarafından farklı amaçlar için istismar edileceği ve üyelik perspektifinin bu mânâda ortak bir şemsiye olarak kullanılacağı anlaşılmaktadır.

Huzurlarınızda, son iki hafta boyunca yaşanılan "uyum yasaları tartışmaları"na ve partimizin duruşunun anlam ve önemine kısaca da olsa temas etmek istiyorum. Her şeyden önce, ortalığı kaplayan eleştiri bulutlarının ve "sözde demokrasi kahramanlıkları"nın ardından serinkanlı bir değerlendirme yapmanın gerekliliğine inanıyorum.

Hiç şüphe yok ki, Türkiyemiz 18 Nisan seçimlerinden bu yana birden çok zorlu kulvarda hayatî bir mücadele yürütmektedir. Ekonomiden sosyal hayatımıza, dış politikadan siyasi sistemimize kadar geniş bir alanda yoğun bir yeniden yapılanma faaliyeti yürütülmekte, ağırlaşan sorunlarla ilgili çözümler üretilmeye çalışılmaktadır.

Üç yıla yaklaşan bu zorlu maraton, farklı dünya görüşlerine sahip üç partiden oluşan bir koalisyon hükümeti tarafından koşulmaktadır.

57. Cumhuriyet Hükümetini diğer hükümetlerden ayıran üç temel özellik bulunmaktadır:

Birincisi, Milliyetçi Hareket Partisi'nin 1982 Anayasası döneminde ilk kez yer aldığı bir hükümet olmasıdır.

İkincisi, Türk Demokrasi tarihinin en uzun ömürlü koalisyon hükümetini teşkil etmesidir.

Üçüncü temel özelliği ise, üç parçalı yapısına rağmen, oldukça verimli ve meclisle uyumlu bir çalışma temposu ortaya koymasıdır.

Böyle bir siyasi tablonun şekillenmesinde, Milliyetçi Hareket Partisi'nin şüphesiz özel bir yeri ve anlamı bulunmaktadır. Buna rağmen, partimiz, 57. Hükümet döneminde muhalefet partileri ve belli çevreler tarafından en çok hedef seçilmiş ve sık sık haksız eleştirilere muhatap kılınmak istenmiştir.

Yine hafızalarımızı yokladığımızda görülecektir ki, bu dönem içinde siyasi hayatımıza ilişkin olarak, "uzlaşma kültürü", "koalisyon adabı", "sağlıklı ve güçlü demokrasi", "sorumluluk ahlâkı", "saygın ve etkin devlet" gibi kavramlar, üzerinde ısrarla durduğumuz ve çeşitli vesilelerle altını çizdiğimiz kavramlar olmuştur.

Bunun yanında, bu kavramlar sadece söylem düzeyinde kalmamış, bizatihî siyasi hayatımızın bir parçası haline getirilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, başta Kıbrıs, terör ve bölücülük tehdidi olmak üzere, bütün millî ve kritik meselelerimiz karşısında temel duyarlılıklarımızın gerektirdiği dürüst ve açık bir tavır sergilenmiştir.

Bütün bu söylem ve tavırlar, bazen iyi anlaşılmış ve kıymeti kavranmış, bazen de çeşitli art niyetli hesapların ve siyasi oyunların gölgesinde kalarak ısrarla çarpıtılmaya çalışılmıştır.

Siyasi hayatımızın zaman zaman nükseden kronik hastalıklarının yanı sıra, ülkemizdeki entelektüel yapıya ve medyaya hakim olan "batı kompleksi"nin de depreşmesi, ister istemez bazı olumsuz ve hatta saldırgan sonuçları da beraberinde getirebilmektedir. İşte, bu dönemler, Milliyetçi Hareket'in en çok eleştirilmeye çalışıldığı ve karalama kampanyalarına muhatap edilmek istendiği dönemlerdir.

Türk siyasi hayatının sağlığını bozan faktörlerin, sadece demokratik normların yetersizliği olmadığını söylemek için ciddi tahlillere ihtiyaç yoktur. Zaten bu durum, yalnızca ülkemiz açısından değil, bütün demokratik rejimler için geçerli bir kuralı ifade etmektedir.

Unutulmamalı ki, demokrasi, siyasi rejimler içinde, hem en fazla hayranlık uyandıran, hem de yaşatılması ve geliştirilmesi bakımından en fazla özen gösterilmesi gereken bir yönetim biçimidir. Böyle bir özenin gösterilmesi için de, belli başlı bütün siyasi aktörler arasında buna dair bir anlayış ve yaklaşım birliğinin bulunması zorunludur.

Dolayısıyla, sorumluluk, tutarlılık ve açıklık gibi erdemlerden mahrum siyasi yapıların demokrasi havariliği, ya yeterince bilinçli değildir ya da propagandaya yöneliktir.

Ülkemizde, demokrasiye güçlü bir zemin oluşturacak olan ekonomik ve sosyal yapının büyük sorunlarla iç içe bulunduğu da düşünüldüğünde, gösterilecek özenin bir kat daha artması kaçınılmaz olmaktadır.

Siyasi kültürümüzde, sorumluluk ahlâkının, uzlaşma ve hoşgörü anlayışının yeterince kök salamadığı bilinmektedir. Siyasi aktörlerin demokrasiyi yaşatacak ve geliştirecek ahlâki sorumluluk bakımından yeterli olmadığının kanıtı, yakın ve uzak geçmişte yaşanan kısır çekişmeler ile siyasi krizlerin yaygınlığıdır.

Ülkemizdeki demokratikleşme süreci ve tartışmalarının bir başka kırılma noktasını ise, hiç şüphesiz "kamu düzeni, kaos ve özgürlüklerin gelişmesi denklemi" oluşturmaktadır. Bu denklem de, aynı "güvenlik-özgürlük" ya da "eşitlik-özgürlük" tartışmalarında olduğu gibi oldukça eski ve özü itibariyle de felsefî bir tartışmayı ifade etmektedir.

İnsanlığın ve demokratik rejimlerin bugüne kadar ortaya koyduğu deneyimler, bu tür ikilemlerin sonuçsuz bir tartışma ve çatışmaya kapı araladığını göstermektedir. Yine, bu değerlerin birbirini tamamlayan bir yaklaşımla ele alınmasının çok daha yararlı olduğunu ortaya koymaktadır.

Gerçekten de, tıpkı özgürlük ve eşitlik arasında olduğu gibi, düzen ile demokrasi arasında da uzlaşmaz bir çelişki yoktur. Bilakis, aralarında birbirini tamamlayan, dolayısıyla yaşamalarını mümkün kılan bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi bulunmaktadır.

Ana temasını Türk Ceza Kanunu'nun 312. maddesinin oluşturduğu " uyum yasaları"yla ilgili tartışmalar, maalesef bütün bu duyarlılıklardan uzak bir şekilde yürütülmüştür. Buna ek olarak, tartışma sürecinin "koalisyon adabı", özellikle de "ortaklık hukuku" bakımından taşıdığı önem, ya yeterince dikkate alınmamış ya da bilinçli olarak görmezlikten gelinmiştir.

Bu zamana kadar, hemen hemen hiçbir konuda bir araya gelemeyen siyasi partilerin uyum yasalarının değiştirilmesinde yakın bir işbirliği içine girmesi, ilk plânda demokratikleşme üzerinde samimi bir dayanışma anlayışının geliştiğini akla getirebilmektedir. Ancak, "demokratikleşme ve özgürlük ortak paydası"nın sadece görünürde olduğu daha sonra yapılan açıklamalardan anlaşılmış bulunmaktadır.

Bir kısım siyasetçiler, Kıbrıs konusundaki gelişigüzel açıklamalarıyla ünlü bir Avrupa Birliği yetkilisiyle aynı ağzı kullanarak uyum yasalarıyla hiçbir ilerleme sağlanamadığından; bazıları da, hükümetin bozulmadığından yakınmaya başlamıştır. Bazı yorumcular da 312. maddeden yargılanmış olan birkaç kişinin yeni düzenlemeden yararlanıp yararlanamayacağı üzerine odaklanmıştır.

Bunların yanında, uyum yasalarının önemine ve demokratikleşmenin aciliyetine ısrarla vurgu yapanların, aynı heyecanı ve telaşı meclis genel kuruluna yansıtamadığı göze çarpmıştır.

Bütün bunlara karşılık partimize yönelik kabul edilemez sözler sarfedilmiş, bazı art niyetli çevreler de partimizin yalnız kaldığını söylemeye gayret etmiştir. Aslında mevcut tablo, Milliyetçi Hareket'in haklılığının yeni bir kanıtından başka bir şey değildir.

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Sonuç olarak ifade etmek isterim ki, "uyum yasaları"yla ilgili süreç, birilerinin iddia ettiği gibi, Türk siyaseti bakımından sadece demokratikleşme ve özgürlük sınavı olmamıştır.

Aynı zamanda, bütün partiler ve siyasetçiler açısından bir tutarlılık, samimiyet ve iyi niyet sınavı olmuştur. Yine, Türkiyemizin birlik ve bütünlüğü konusunda duyarlılıkların gözlendiği bir zemini ifade etmiştir.

Bunların yanında, bazı medya mensuplarının partimiz karşısındaki ön yargılı tutumlarının ulaştığı boyutlar ile bölücülük tehdidini algılama biçimlerinin bir kez daha test edildiği laboratuvar işlevi görmüştür.

Birçok siyasi parti yöneticisinin doğrudan ya da dolaylı olarak partimize hücum etmek için yarıştığı bir süreçte, inanıyoruz ki Milliyetçi Hareket milletimiz ve tarih önüne yüz akıyla çıkmıştır.

Partimizin hükümetin bu gelişmelerden etkilenmeyeceğine dair yaklaşımı da, her şeyden önce yüce meclisin manevi şahsiyetine ve iradesine olan saygımızın ve bağlılığımızın bir sonucudur.

Sözün kısası, Milliyetçi Hareket doğruluğuna inandığı bir konuda tutarlı, açık ve örnek bir tavır sergilemiş, milli meselelerde kararlılığın ve dürüstlüğün ne kadar önemli olduğunu herkese bir kez daha göstermiştir.

Bundan böyle de, milletimizin geleceği ve vatanın bölünmezliği için aynı duyarlılığı sergileyeceğimiz kesindir. Bu gerçek herkes tarafından da böyle bilinmelidir.

Sözlerime burada son veriyor, hepinizi bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı