Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Sözlerime başlarken yüksek heyetinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Hepinizin bildiği gibi, Avrupa Parlamentosu'nun 28 Şubat tarihli Genel Kurul toplantısında "Güney Kafkasya Raporu" ile bu rapor çerçevesindeki karar tasarısını kabul etmiş olması bir süredir gündemimizi meşgul etmektedir. Avrupa Parlamentosu'nun bu tavrının ülkemizde meydana getirdiği ilginç tepki ve tepkisizlikler ile konunun ele alınış ve sunuluş biçimi, bizim açımızdan zihin açıcı pek çok siyasi ve uluslararası değerlendirmeyi de beraberinde getirmektedir. Ülkemizdeki bazı çevreler, söz konusu kararın Türkiye'nin tam üyelik perspektifine hâlel getirmemesi gerektiğini, bu organın verdiği kararın anlamsız ve ciddiyetten uzak olduğunu ve Türkiye'nin gündeminde fazla bir yer tutmamasının daha doğru olacağını vurgulamışlardır. Avrupa Parlamentosu'nun ciddiyet ve siyasi akıldan uzak bir niteliğe büründüğü, Avrupa'nın bir tür "serbest kürsüsü" haline dönüştüğü doğrudur. Bizim kanımızca da, her türden düşüncenin sorumsuzca dile getirilip karara bağlandığı bu etkisiz ve yetkisiz organ, bugüne kadar Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri açısından önemli ve olumlu bir zemin teşkil etmemiştir. Ancak bu son kararla ortaya çıkan durumun Milliyetçi Hareket için önem taşıyan, oysa bazılarının ısrarla görmekten kaçındığı bir başka boyutu daha vardır. Avrupa Parlamentosu, bu yapısıyla, Avrupa'nın aynası, Avrupa'nın bir nevî bilinçaltıdır. Bu son durum, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin hangi zemine oturduğunu göstermesi açısından son derece belirleyici bir niteliktedir. Uluslararası ilişkiler, samimiyet ile gerçekçiliğin, milli çıkarların korunması ile küresel gereklerin yerine getirilmesinin, stratejik hedefler ile taktik uzlaşma alanlarının makûl bir karışımı, bütün tarafların haklarının karşılıklı olarak korunduğu bir zemin olmak durumundadır. Ortaya çıkan tablo Avrupa'nın diplomatik uzak görüşlülük ile sağduyudan mahrum olduğunun açık bir vesikasıdır. Fakat daha da önemli olan nokta, Avrupa Parlamentosu'nun bu konumunun, Avrupa Birliği yönetimlerinin Türkiye karşısındaki gerçek tutumunu yansıtması bakımından bir turnusol kağıdı vazifesi görmesidir. Avrupa Kurultayı'nda neden "pasif bir gözlemci" durumunda kalmış olduğumuzun izahını bulamayanlar veya bunu Türkiye'nin gerekli adımları atmadığı şeklindeki basmakalıp düşünceyle tek yanlı bir hataya indirgemeye çalışanlar, konuya belki bir de bu perspektiften bakmayı denemelidirler. Ancak bu sayede Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri üzerine daha gerçekçi bir değerlendirme yapma imkânının ortaya çıkacağı unutulmamalıdır. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Türkiye, içe kapalı olamayacak kadar önemli ve büyük bir ülkedir. Milliyetçi Hareket Partisi, bu çerçevede, herhangi bir uluslararası müzakere sürecinin, üzerinde yeterince düşünülmeden, çeşitli kışkırtma, ayartma ve zorlamalarla yönlendirilemeyeceğini ısrarla vurgulamaktadır. Uluslararası ilişkiler, duyarsız çevrelerin kamuoyuna pompaladıkları havanın aksine, aşırı iyimserlik veya kötümserliklerin alanı değildir. Bir müzakere sürecinde olumlu ya da olumsuz görüşlerin abartılı bir şekilde ele alınması ve dile getirilmesi, zaaftan başka hiçbir sonuç doğurmayacaktır. Hem Türk Milleti'nin ve bütün insanlığın yaşadığı deneyimleri, hem de çağın dinamiklerini ve uluslararası strateji koordinatlarını birlikte göz önüne almayan her tür projecilik bir "hayalcilik" olmaktan öteye gidemeyecektir. Dolayısıyla, Türkiye'nin gelişme dinamizmine destek değil, köstek olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en kritik dönemeçlerinden birini oluşturan Avrupa Birliği'ne tam üyelik süreci, ne yazık ki, tam da böyle zaaf ve hayalciliklerin aşırı noktaya vardığı bir tartışma alanı içine çekilmiş bulunmaktadır. Bu tür zaaf ve hayalciliklerden kaçınmak konusunda iki önemli hususun akılda tutulmasında yarar vardır. İlk olarak, hiç unutulmaması gerekir ki, Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik önemi sadece coğrafya ve konjonktürün getirdiği bir unsur değildir. Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik önemi aynı zamanda ülkemizin benimsediği siyasî tutumun, tarihî sorumluluk ve misyonunu yerine getirmesinin ve uluslararası strateji sahnesinde güçlü ve belirleyici bir aktör olmasının sonucudur. Stratejik önem, her şeyden önce benimsenen tutumun doğal bir sonucudur. Türkiye'nin bu aktif ve yapıcı pozisyonunu tek bir seçeneğe mahkûm kılarak pasifleştirmek, tam da bu nedenle gerçekçi olmaktan uzaktır. Çünkü ülkemizin stratejik konum ve önemi, şu anda bazılarının öngöremediği pek çok seçeneği de beraberinde getirmektedir. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik konusundaki iradesi, herhangi bir belirsizlik, bir perspektif kargaşası barındırmamaktadır. Burada asıl mesele, uzun vadeli projeksiyonlar yapmak, ihtimal senaryoları üretmek ve Avrupa ile "ortak bir akıl" geliştirmek yerine, kendi irademizi tek yönlü bir seçeneksizliğe mahkum etme sakıncasını ön plana çıkarmanın getirebileceği siyasi ve stratejik hatalardır. Ülkemizin sahip olduğu stratejik önemle bağlantılı ikinci husus ise şudur: Türkiye, en başından beri, bu topraklarda kendi insanı, kendi girişim gücü, kendi aklı ile büyüme ve gelişme iradesi sergileyen bir ülkedir. Bugün de bu iradeyi en üst düzeyde sergilemek durumundadır, daha doğrusu da zorundadır. Milliyetçi Hareket Partisi bu tutumun kararlı ve ısrarlı takipçisi olmuş, yeni konjonktürden ülkemizin en üst düzeyde kazanımlar elde etme iradesini ortaya koymuştur. Ekonomimizde makro dengelerin yerine oturmaya başladığı, büyüme sürecini hızlandırmak için önemli adımların atılması gerektiği bir dönemde bulunuyoruz. İşte bu konjonktürde çıkıp da "Avrupa Birliği'ne giremezsek mahvoluruz" ya da "Avrupa Birliği dışında bir seçeneğimiz yok" demenin ve bunu temel siyaset haline getirmenin, Türkiye'nin elini zayıflatmak dışında bir sonuç doğurması beklenemez. Bir yanda Avrupa Birliği'nin, diğer yanda Türkiye'nin siyasi hedefleri ve idealleri vardır. Bunların araya karbon kağıdı konularak şekillendirilmediği de açıktır. Bu basit gerçeği bile idrak etmeden, herhangi bir müzakere sürecini ülkemizin milli çıkarlarının gerektirdiği bir şekilde, sağlıklı ve gerçekçi sonuçlar üretecek bir doğrultuda sürdürmenin imkanı var mıdır? Türkiye resmini alıp karşımızda duran Avrupa resmine tıpatıp benzetmeye kalkışmak, bunun dışında bir yol olmadığını ilan etmek, ortaya olsa olsa siyasî ve kültürel bir hilkat garibesi çıkaracaktır. Türkiye ve Avrupa Birliği böyle hayallere kapılmayacak, ortak ve gerçekçi bir tabloda uzlaşacak kadar "akla dayalı olarak işleyen" iki varlıktır. Böyle değilse bile olmak zorundadır. Siyasi sağduyunun bunun dışında bir formülü kabullenmesi beklenemez. Oysa Avrupa Birliği'nin bazı yaklaşımları bizi bu sağduyu konusunda şüpheye düşürmekte, Avrupa'nın zaman zaman "siyasi akıl" üretmek konusunda çok ciddi sıkıntılar yaşadığı izlenimini vermektedir. Bu durumda, uluslararası terörizmle mücadele konusunda sergilenen tutarsızlık ve isteksizliği başka türlü izah etmek mümkün müdür? Yine, yarım yüzyıl boyunca Avrupa'nın da stratejik güvenliği için büyük fedakârlıklar yapan Türkiye'ye bakış açılarındaki belirsizlikler karşısında haklı tereddütlerin uyanması kaçınılmaz değil midir? İşte hem Türkiye'ye sürekli akıl veren ve sık sık önşartlar ileri süren Avrupa Birliği yöneticileri, hem de ülke içindeki duyarsız çevrelerin bu hususları da dikkate alması lazımdır. Unutulmamalı ki, havanda su dövmekten vazgeçmenin başka yolu yoktur.
Kıymetli
Arkadaşlarım, Türkiye'nin, Avrupa Birliği üyeliğini ciddiye aldığı, belli bir dönüşüm geçirmekte olduğu, bunun için bütün imkanlarını seferber ettiği açıktır. Fakat Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi tam üye olarak bünyesine katmak konusunda hiçbir dönüşüm isteği taşımadığı da o kadar açıktır. Buna karşılık, Avrupa Birliği 1981'de başta Batı Trakya olmak üzere, 1993 tarihli "Kopenhag kriterleri" ile karşılaştırılamayacak kadar ağır insan hakları ihlallerinin gerçekleştiği Yunanistan'ı tam üye olarak bünyesine katarken böyle bir dönüşümü gerçekleştirmeyi, böyle bir isteklilik sergilemeyi başarmıştır. Aynı Avrupa Birliği, Kıbrıs sorunu uluslararası hukuk planındaki belirsizliğini koruduğu sırada, Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin tek taraflı, meşruiyetten mahrum ve hukuka aykırı tam üyelik başvurusunu değerlendirmeye alırken ve Yunanistan'ın "genişleme programı"nı veto etmesini engellemek amacıyla, öngörülen tarihte bu üyeliğin gerçekleşeceği tehdidini savururken de aynı dönüşümü ve istekliliği sergilemeyi başarmaktadır. Avrupa Birliği, şimdi, "Avrupa İdeali"nin ham bir hayal olmadığını, coğrafi, kültürel ve siyasî sınırlarla kısırlaşmadığını, içinde barındırdığını iddia ettiği "evrensel öze" uygun bir açılım olduğunu kanıtlamak için, Türkiye'ye yönelik tutumunu gözden geçirmek, aynı dönüşümü, aynı istekliliği sergilemek durumundadır. Türkiye tercihini yapmış, Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefini bir "devlet politikası" haline getirmiş, iç dinamiklerine ve hassasiyetlerine uygun bir programı belli bir takvim dahilinde uygulamaya başlamıştır. Avrupa Birliği de Türkiye konusundaki tercihini artık netleştirmeli, bunu mevcut kaygıları ve güven sorununu giderecek şekilde açıkça ortaya koymalı ve "Türkiyeli bir Avrupa Birliği" için akılcı ve gerçekçi yaklaşımlarla karşımıza çıkmalıdır. Bu büyük siyasi tecrübeyi, bu önemli siyasi fırsatı anlamsız ve tek taraflı bir uyumlanma sürecine çevirmeye kimsenin hakkı yoktur. Yapısal bir dönüşüm hazırlığında olan ve bunun için Avrupa Kurultayı gibi bir organ tesis eden Avrupa Birliği'nin, Türkiye karşısında bu kadar statik bir tavra saplanıp kalmasını anlamamız imkansız olacaktır. Ülkemizde bazı çevreler Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini bir "ev ödevi" mantığına indirgemekte, müzakere sürecini tahrip edecek ölçüde "teslimiyetçi" bir anlayışın savunuculuğunu yapmaktadırlar. Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, bu zihniyet sahiplerini, Avrupa Birliği'ni de aynı gayret ve merakla sorgulamaya, Avrupa'nın genişleme sancıları ve ürettiği iç çelişkiler üzerinde kafa yormaya davet ediyoruz. Söz konusu çevreler böyle bir zihin etkinliği içine girerlerse, Türkiye için daha sağlıklı bir üyelik perspektifine katkıda bulunabilecek, Türkiye'nin dinamiklerini gerçekçi bir açıdan kavramayı başarabileceklerdir. Aksi takdirde, bugünküne benzer bulanık ve belirsiz tartışmalar Türkiye'ye zaman kazandırmak şöyle dursun, düşünülenden daha çok zaman kaybettirecektir. Mevcut durumun yol açtığı perspektif kargaşasının ve niyet belirsizliğinin ilginç bir yansımasını da bugün "idam cezasının kaldırılması, Kürtçe eğitim ve televizyon yayını" gibi tartışma başlıklarıyla, terör örgütüne siyasallaşma zemini yaratma gayretlerinin birbiri içine girmesinde, birbirine karışmasında görüyoruz. Unutmamak gerekir ki, Anayasal ve yasal özgürlükler terör örgütlerinin sözde-siyasi projeleri için değil, toplumun tek tek her bireyinin refah, huzur ve güvenliği için mevcuttur. Demokratik anayasal düzen tek odaklı, tek hedefli, tek merkezli çıkar gruplarının taşıdığı eğilimlerin yerini, millet iradesinin aldığı rejimdir. Dolayısıyla, anayasal demokratik düzenin sağladığı meşruiyet zeminini istismar etme girişimi, bazılarının sandığı gibi siyasi sistemin sağlıklı işleyişine yönelik olumlu bir vasat oluşturmak şöyle dursun, bu işleyişi tahrip etmek ve akabinde ülkemizi dış merkezli tartışma ve arayışların alanı içine çekmek gayretinden başka bir şey değildir. Milli iradeye dayalı demokratik rejimlerin temel vasfı, istikrarı bozmaya yönelik bu tür girişimler karşısında soğukkanlılığını ve kararlılığını muhafaza etmektir. Bu son derece önemli bir husustur. Çünkü meselelere soğukkanlı ve kararlı bakış, bunlardan murâd edilen sonuçları çok-yönlü bir yaklaşımla, iç ve dış dinamikler açısından taşıdıkları ihtimal senaryolarıyla ele almayı mümkün kılar. Bilinmelidir ki, uluslararası konjonktürün Türkiye açısından önemli müzakere ve tartışma alanları açtığı, Türkiye'nin bu konularda aktif ve yapıcı bir rol sergilediği bir dönemde, demokrasinin istikrarını ve toplumsal barışı tehlikeye atacak eğilim ve kurnazlıklar hiç kimsenin yararına değildir. Değerli Dava Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin hangi temeller üzerinde tanımlandığı, uluslararası normlar ve evrensel değerler açısından gayet açık, net ve tartışmasızdır. Dolayısıyla, ülkemizde asıl sorun, belli tartışma başlıklarının tek tek ele alınması ve kendi içlerinde değerlendirilmesinin değil, bunlar hakkındaki mevcut siyasi tavır ve duruşların neye karşılık geldiğidir. Bugün Türk kamuoyunda Avrupa Birliği'ne tam üyelik yönünde ciddi bir beklenti oluşmuş bulunmaktadır. Bu beklentiyi iç siyaset dinamiklerinin temel öğesi haline getirmek, Avrupa Birliği'ni Türk insanı için "refah, bolluk ve rahatlık" ambalajından ibaret basit bir hedefe indirgemek bazı siyasi kurum ve anlayışlara yarar getirecek olsa da, Türkiye'nin istikrarı ve milli çıkarları açısından anlamsız ve tehlikelidir. Türk insanının mevcut ekonomik sıkıntılarına böyle içi boş ve üzerinde yeterince düşünülmemiş bir "sihirli formül" sunmak, Milliyetçi Hareket'in gözünde, Avrupa beklentisinin sömürülmesinden başka bir şey değildir. Ancak bu tür manevraları basit bir siyasi rekabetin ötesine taşıyan ve Türkiyemiz açısından ciddi bir soruna dönüştüren asıl tehlikeyi görmemiz gereği vardır. Türkiye'ye bir "Avrupa vizyonu" sunuyorum derken, üyelik beklentisini ayrılıkçı terör örgütünün umut ve beklentileriyle aynı zeminde buluşturmak ve bunları terör örgütünün kendi "başarı" hanesine kaydedeceği siyasi projeler haline dönüştürmek, eğer siyasi bir fırsatçılık değilse bile, tam bir sorumsuzluktur. Bugün Avrupa Birliği'ne tam üyelik yolunda "başarılı birer adım" olarak sunulacak girişimler, yarın Türkiye'nin istikrarını ve iç yapısını geri dönülemez biçimde tahrip edecek sonuçlar doğurabilir. Bugün "umut tacirliği" siyaseten hayatta kalmanın zekice bir yoluyken, yarın tüm ülkeyi cendereye sokan bir açmaza dönüşebilir. Umut tacirliği bıçak sırtı bir girişim, tehlikeli bir oyundur. Huzurlarınızda şu uyarıyı yapma gereğini duyuyorum: Ülkemizdeki medya, siyaset ve ekonomi çevreleri mevcut tartışma başlıkları üzerinde bir kere değil, iki kere, üç kere düşünmek zorundadır. Bu yalnızca Türkiye'nin sorunlarına etraflıca kafa yormak gereğinden değil, Türk siyaset hayatında Milliyetçi Hareket Partisi'nin bulunuyor olmasından dolayı böyledir. Türk siyasetinde popülizm, göz boyama, oy avcılığı, konjonktürden yararlanma, her ağza bir parmak bal çalma dönemi artık sona erecektir. Çünkü siyasette, artık ağırlığını iyice hissettiren bir ilke ve tutarlılık anlayışı bulunmaktadır. Çünkü siyasette hergün büyüyen ve gelişen bir Milliyetçi Hareket Partisi vardır. Bu önemli gerçeğin somut delilini de, güncel tartışma başlıkları üzerine söz alan pek çok çevrenin ortak hedef olarak Milliyetçi Hareket Partisi'ni seçmiş olmaları oluşturmaktadır. Bütün bu çaba, eleştiri ve hatta kara çalmalar Milliyetçi Hareket Partisi'nin demokrasimiz ve istikrarımız açısından eşi benzeri olmayan bir konumda bulunduğunun teyidinden başka bir anlama gelmemektedir. Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinden uyum yasalarına, idam cezasının tamamen kaldırılmasından Kürtçe eğitim ve televizyon yayını meselesine kadar pek çok tartışma başlığını ve söz konusu hususlarda bazı çevrelerin takındığı tutumu, sahip olduğumuz bu konumun idrâki içinde değerlendirmekteyiz. Bu hususlarda, kimileri kasıtlı, kimileri iyi niyetli, kimileri de safça bir tutum içinde olabilir. Bizi, kişilerin ve kurumların kasıt ve niyetleri değil, bunlardan doğan siyasî ve toplumsal sonuçlar ilgilendirmektedir. İşte bu sebeple, artık siyasî konumları Türkiye'nin çıkarları açısından iyice belirsizleşmiş bazı çevrelere şu soruları yöneltme hakkını kendimizde buluyoruz. Türkiye'nin milli çıkarları ve duyarlılıkları konusunda aralıksız kafa yoran, düşünce ve projeler üreten ve bunları ham hayalcilikten uzak bir şekilde dünya gerçekleriyle bağdaştırmaya çalışan siz misiniz, yoksa Milliyetçi Hareket midir? Türkiye'yi olduğu kadar Avrupa'yı da sorgulayan, Avrupa'nın iç dinamikleri üzerine düşünen, Avrupa'nın iç çelişkilerini ve geçirdiği yapısal dönüşümü Türk kamuoyuna doğru ve gerçekçi bir şekilde sunmaya çalışan siz misiniz, yoksa Milliyetçi Hareket midir? "Haysiyetli ülkeler seçeneksizlik üzerinden pazarlık yapmaz" diyen, her türden uluslararası müzakerede onurlu, hakkaniyetli ve akılcı bir anlayışın sözcülüğünü yapan, "gizli Avrupa Birliği karşıtları" kolaycılığına sığınmaktansa, Türkiye'nin haklarını sonuna kadar savunmakta kararlı olan siz misiniz, yoksa Milliyetçi Hareket midir? Eminiz ki bu sorular milletimizin hür vicdanında çoktan cevaplanmış bulunmaktadır. Milliyetçi Hareket dürüst, samimi ve tutarlı siyaset anlayışıyla, bugüne kadar siyaset dünyasına hakim olmuş basmakalıp taktiklerin ve hamasetin bir daha geri dönmemek üzere tedavülden kalkmasını temin edecektir. Kolaycılığın, hesapçılığın, düşüncesizliğin ve bu topraklara yabancılığın önündeki en büyük engel, geçmişte olduğu gibi, bugün de yine Milliyetçi Hareket'tir. Milliyetçi Hareket bu ülkenin dinamik, akılcı, üretken ve geleceğe dönük yüzüdür. Çünkü Milliyetçi Hareket'in temel güvencesi bu ülkenin insanı, bu ülkenin girişim gücü, bu ülkenin sağduyusudur. Sözlerime burada son verirken, Türk insanının düşünerek, çalışarak ve üreterek Lider Ülke Türkiye hedefine doğru süratle ve emin adımlarla yol alacağına olan inancımı bir kez daha ifade ediyor, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |