Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Sayın Basın Mensupları, Değerli Dava Arkadaşlarım, Türkiye’nin endişe verici son gündem konularını değerlendireceğimiz basın toplantımıza hoş geldiniz. Sözlerimin başında hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum. Ülkemiz adı konulmamış ve ilanı da yapılmamış sosyal, siyasal ve ekonomik mahiyetli bir buhranı yaşamaktadır. Her alanda sancı, her alanda belirsizlik ve her kesimde kaygı hali tırmanış göstermektedir. Sentetik fikirler, samimiyetten uzak hedefler ve nefsi adım ya da kararlar gün geçtikçe irileşmekte ve ilerlemektedir. Pıtrak gibi artan skandallar milletimizin beklentilerini yaralamaktadır. Ardı arkası kesilmeyen şoklar ve şaibeler insanımızın ümitlerini köreltmektedir. Hem içte hem de dışta beliren yoğun ve yıpratıcı olaylar zinciri, millet ve devlet hayatının enerjisini fazlasıyla azaltmaktadır. AKP hükümeti tarafından, ülkemizin sorumsuz ve ahlaksızca içine sokulduğu türbülans hali genişlemekte ve etkinlik kazanmaktadır. Tarafları ve iştirakçileri belli olan karanlık bir oyun hepimizin gözü önünde cereyan etmektedir. Art niyetlilerin estirdiği dağıtıcı nitelikteki rüzgâr nihayetinde fırtınaya dönüşmüş ve herkesi tehdit etmeye başlamıştır. Aklın, izanın ve mantığın reddettiği ne varsa hükümetin elinde masum ve meşru görülmüş, bu çerçevede doğrular bükülmüş, gerçekler eğilmiş ve yalan kutsanmıştır. Siyasi ahlak; muhterislerin ve yabancılara muhiplikte karar kılanların elinde tahrip olmuş, ideal ve iddialarından kopma raddesine getirilmiştir. Bilhassa demokratik mücadele içinde müsamahakârlık tonu eksilmiş, münasebetsizlik eğilimi doğru orantılı bir şekilde artmıştır. Millet ve milliyet muhalifleri, köksüz aydın taifesi, kıblesini kilise çanlarının sesinde arayan yabancı hayranları ve tetikçileri, kendilerine verilen imkânları kullanarak içimizi kanatmışlar ve karıştırmışlardır. Bunların Türkiye’nin huzuru ve istikrarı gibi bir arayışı yoktur. Milletimizin dinginliği ve esenliği gibi beklentileri de görülmemektedir. Varsa da yoksa da, ülkemizin uyduruk kavramların kılavuzluğuna, maksatlı ve melun hesapların bilirkişiliğine teslim ve amade olmasını tavsiye etmişler, bunun için tertibatlar yapmışlardır. Gelişmelerin özeti, ortaya çıkan hadiselerin kısa bilançosu bize bunları göstermektedir. Ne yazık ki; √ Maneviyat kaçakçılığı yapan münafıklar zümresi devamlı güçlenmektedir. √ Demokrasi karaborsacılığından geçinen ikiyüzlüler koalisyonu şimdilik kazanmaktadır. √ Sahte özgürlük pazarında avaz avaz bağıran gafiller sürüsü içinden geçtiğimiz şu günlerde itibar görmekte ve pohpohlanmaktadır. √ Ve gerçek manasından koparılmış barış sözünün ucuz tellalları alkışlanmakta, ağırlanmakta ve ilgi görmektedir. Bunların hepsi AKP’nin inşa ettiği korunakta kendilerine ayrıcalıklı yer bulmuş ve yer açmıştır. Üstelik bu çevrelerin kirli ve savruk emelleri AKP’nin besin ve enerji kaynağı haline gelmiş ve Türkiye’nin çözülmesine giden cümle kapısını aralamıştır. Objektiflik kabiliyetini yitirenler, insani ve vicdani ölçülerini kaybedenler, kin ve nefretten dolayı gözleri kararanlar aynı yolun yolcuları olarak varlıklarını bu dönemde daha da teminat altına almışlardır. Özellikle üçüncü yargı paketinin yürürlüğe girmesiyle 12 Eylül öncesindeki olaylardan dolayı cezaevinde tutulurken tahliyelerine karar verilen bazı ülkücülerin maruz kaldıkları muameleler ve hakaretler bu çevrelerin nasıl haddi ve seviyeyi aştıklarını gayet net olarak göstermiştir. Bu kapsamda adaletin sağlanmasına ve hukuktaki eşitlik ilkesinin hayata geçirilmesine tahammül edemeyen malum mihrakların, geçmişin kabuk bağlamış yaralarını kaşıyarak tekraren ideolojik saflaşmayı teşvik etmeye çalıştıklarını kaygıyla izlemekteyiz. Öz ve özet olarak, 12 Eylül öncesinde Marksist ve bölücü kesimin sayısız cinayetleri anayasal düzene karşı işlenen tek suç kategorisine sokularak yalnızca bir cezaya çarptırılması, buna karşılık ülkücülerin suçlanmasına neden olan her olayın adli suç kapsamına alınarak ayrı ayrı değerlendirilmesi geçmişte haksız ve eşitsiz bir uygulamanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu adaletsizliğin ve eşitsizliğin düzeltilmesi için Meclis’te saygı duyulması gereken bir karar alınmış ve bu doğrultuda irade tecelli etmiştir. Ve geçmişteki üzücü hadiselerden dolayı demir parmaklıklar ardında tutulan bazı kişilerin cezalarının infazı durdurularak serbest kalmaları mümkün olmuştur. Ne var ki bu gelişme karşısında birden bire tartışma ve eleştiriler zirve yapmıştır. Eski tüfekler, anamuhalefet CHP’nin sözcüleri, medya ve değişik sivil toplum kuruluşlarına yuvalanmış 12 Eylül öncesinin aşırı uçları hezeyan içinde ortalığı velveleye vermiş ve ayağa kaldırmıştır. Özellikle CHP’nin bölücülük konusunda heyecanlı ve istekli bir genel başkan yardımcısının, Meclis’i sözüm ona katilleri kurtarma yeri olarak göstermeye çabalaması asıl ve gizli çarpık anlayışını deşifre etmesi bakımından anlamlı olmuştur. Bu kapsamda nefret dehlizinde insanlıklarını kaybeden güruh, ülkücülerin ne katilliğini ne de faşistliğini bırakmıştır. Manşetler Bahçelievler’deki yedi TİP’linin öldürülmesini tekrar ısıtmış, bunun üzerinden ülkücü düşmanlığı yeniden hortlatılmak istenmiştir. Klasikleşmiş ve klişe haline gelmiş bu bayat taktiklerin, ajitasyona dayalı bu tahrik kampanyasının milletimizin gönlünde makes bulması elbette mümkün değildir. Bu itibarla bizim içimiz rahat, vicdanımız müsterihtir. Ancak yıllardan beridir devamlı surette 12 Eylül’den önce Marksistlerin, devrimcilerin ve bölücülerin mağdur, milliyetçi-ülkücü hareketin ise saldırganlığın adresi olduğu tezi ve iftirası gündemde tutulmuştur. Sanki devrimciler sütten çıkmış ak kaşık gibi takdim edilmiştir. Bu hayâsız, vicdansız ve insafsız propaganda medyada hasbelkader yer bulmuş eski militanlar tarafından sürekli servis edilmiştir. Milliyetçi-ülkücü hareket yargısız infazlarla her fırsatta yüz yüze kalmış ve sınanmıştır. Son günlerdeki bazı gazete ve ekranlardaki yayınların muhteviyatına bakıldığında ne demek istediğimiz kolaylıkla anlaşılabilecektir. Nitekim kısaca belirtmek gerekirse; √ Katilleri kurtarıyorlar, Aydınlık, 11 Temmuz 2012 √ Hiç mi vicdanınız sızlamıyor? Milliyet, 11 Temmuz 2012 √ Katliamcılar dışarıda, Sözcü, 11 Temmuz 2012 √ Katiller özel reformla serbest, Taraf, 11 Temmuz 2012 √ Katiller demokrasisi, Yurt, 12 Temmuz 2012 Gibi söz ya da başlıklar bazı gazete sütunlarında yer bulmuştur. Bir defa katillik gibi kabul edilemez bir hakaret ve suçlamayla ülkücüleri yan yana getirmeye çalışanlar önce sicillerine bakmalı ve kanına girdikleri milliyetçilerin vebalini ödemelidir. Bahçelievler olayının üzerinde tezgâh kurarak ülkücü avına çıkan ahlaksızlar, 1980 öncesinde binlerce milliyetçi-ülkücüye nasıl kıyıldığını insanlıkları az da olsa iflas etmemişse hatırlamaya çalışmalıdır. Meydana çıkan şu çelişki abidesine bakınız ki, Bahçelievler’deki yedi TİP’linin ölümünü istismar ederek bitmeyen bir husumetin temsilciliğine soyunanlar, mesela 18 Eylül 1979 tarihinde Adana Endüstri Meslek Lisesi Lojmanlarında altı ülkücü öğretmen kardeşimizin canice katledilmesini nedense hiç ağızlarına almamışlardır. Ayrıca 15 Mart 1978 tarihinde Ümraniye’de, beş ülkücü işçiye insanlık dışı yol ve yöntemlerle canavarca düzenlenen saldıranları kimse ikrar etmemiş ve bunu da kınamamıştır. Bu hunhar olayların failleri hukukun yanlış yorum ve değerlendirmesinden dolayı idam ve müebbet cezası almadan belli bir süre cezaevinde kaldıktan sonra salıverilmişlerdir. Bu aşamada sormak lazımdır ki, Bahçelievler’de ölenler insandır da, Adana, Ümraniye ve daha bir çok yerde canları alınan dava arkadaşlarımız önemsiz ve değersiz varlıklar mıdır? Ölümde bile taraf tutan, kinlerini dökülen kanlarla bileyen merhametsiz ve sevimsizler üzülerek görüyorum ki her fırsatı değerlendirerek milliyetçi-ülkücü hazımsızlığı zinde ve diri tutmaktadırlar. Bunlar için 30 bin kişinin katili İmralı canisi bile özgürlük ve hak mücadelesi veren ve serbest kalması gereken birisidir; ama geçmişte yalnızca meşru müdafaasını yapan ülkücüler katildir. Aslına bakarsanız çifte standartçı bu bakışın Türkiye’deki demokrasi ve özgürlük konularını dillendirmesi, bu alanlardaki geriliğimizin ve yetersizliğimizin önemli nedenlerinden bir kısmı olarak karşımızdadır. Bahçelievler edebiyatının çığırtkanlığını yapanların, nedense Adana ve Ümraniye’de yaşanan dramları ve katliamları en azından insanlık adına bile itiraf edememeleri kendileri adına utanç vesikasıdır. Etnik temeldeki bölücülük hızla mesafe alırken, tesis edilen sosyal barışın, hoşgörü zemininin ve karşılıklı toleransın tekrar bozulmaya gayret edilmesi hiç kimseye bir fayda sağlamayacaktır. 12 Eylül öncesindeki hadiselerden belli bir süre sonra bölücü ve yıkıcı militanlar zaman aşımından yararlanarak serbest kalırken, hukuki yaptırıma uğramış olan dava arkadaşlarım yıllardan beri cezaevinde kalmak durumunda kalmışlar ve cezalarını çekmişlerdir. Bundan sonra bu kişilere hala katil yaftası vurulması büyük bir izansızlık ve vicdansızlıktır. Bu marazi, sakil ve sefil bakışın yanlılığı demokrasinin, insan hak ve özgürlüklerinin tahrip edilmesine de ortam hazırlamıştır. Hükümetin ideolojik nakille monte edilmiş bir bakanın serbest kalanlar için dile getirdiği; “vicdan azabı çekiyorum” ifadeleri gerçekten de samimiyse, bu şahsın gereğini yapıp görevinden istifa etmesi erdemli ve makul bir davranış olarak değerlendirilecektir. Şayet geçmişin acı hadiseleri üzerindeki kapakların kaldırılması konusunda ısrar ve niyet varsa muhataplarına çağrım şu olacaktır: 1960 sonrasında meydana gelen tüm olaylar neden ve sonuçlarıyla masaya yatırılmalı ve tarafsızca ele alınmalıdır. Kimin şiddet yanlısı, kimin saldırı meraklısı ve kimin elinde silahlarla olayların başlatıcısı olduğu tespit edilmelidir. Sosyal ve siyasal nitelikli suçların, hangi ideolojik mahzenlerde mayalandırıldığı, bunun karşılığında hangi amaç ve emellerin izlendiği belirlenmelidir. Gerekirse Meclis’te kurulacak bir komisyon marifetiyle 1980 öncesinin tüm olayları incelemeye tabi tutulmalıdır. Biz geçmişin muhasebesini ve kapsamlı analizini yıllardan beri yapıyoruz ve yapmaya da devam edeceğiz. Bu itibarla lazım gelen sonuç ve dersleri çıkardığımızı herkes bir kez daha anlamalıdır. Şu da unutmamalıdır ki, bizim mazimizde pişmanlıklarımız değil, bir davaya inanmışlığın ve adanmışlığın aziz hatıraları vardır. Bunun için malum hiç kimse bize, kendi tortulu ve küflü akıllarınca yol göstermeye, suçlamaya ve itham etmeye kalkışmamalıdır. Böyle bir niyetleri varsa kendilerine bakmalı, geçmişi bugüne taşıyarak yeni düşmanlık tohumları ekmekten uzak durmalıdırlar. Ancak bunda da ısrarlı olurlarsa bu kendi bilecekleri bir şeydir ve milliyetçi-ülkücü hareketin herhangi bir şeyden korkması ve çekinmesi hiçbir şart altında söz konusu olmayacaktır.
Değerli Basın Mensupları, 22 Haziran Cuma günü, keşif görevi amacıyla Malatya’dan havalanan RF-4E Fantom tipi askeri uçağımızın düşürülmesinin üzerinden 26 gün geçmiştir. Bu süre zarfında uçağımızın nasıl ve ne şekilde düştüğüyle ilgili beyanatlardaki kabarıklık ve kafa karışıklığı son derece dikkat çekicidir. Hatırlanacağı üzere, evvela Suriye’nin uçağı bir füze saldırısıyla düşürdüğü açıklanmıştır. Bu ülkenin hava sahasının ihlal edilip edilmediğiyle ilgili görüşler sürekli olarak kamuoyunda tartışılmıştır. Ancak uçağımızın uluslararası hava sahasında vurulduğu konusunda bir mutabakatın varlığı bazı şüphe ve imalara rağmen baştan beri varlığını muhafaza etmiştir. Uçakta görevli iki pilotumuzun şehit düşmesi de bizi derinden üzen en önemli husus olmuştur. Bilindiği üzere aziz naaşlarına yaklaşık 1200 metrede ulaşılmıştır. Uçağın nasıl düştüğü veya düşürüldüğüyle ilgili kesin ve herkesi teskin edecek bulgu ve tespite henüz ulaşılamaması da sabırları zorlamaya başlamıştır. Biz başından beri konunun milli bir mesele olması hasebiyle hükümetin çalışmalarına ve sürecin akışına destek olduk, destek verdik. Özellikle savaş çıkması yönünde dilek taşına sırtını yaslayanlara itiraz ettik ve diplomasinin çizdiği yoldan çıkılmaması için önerilerde bulunduk. Ayrıca Suriye tarafından özür dilenmesi ve tazminat ödenmesi için gerekli girişim ve çabaların başlatılmasına vurgu yaptık. Dahası bu mesele etrafında hükümetin zor durumda bırakılarak elinin zayıflatılmasını doğru ve meşru görmedik. Bu itibarla resmi makamlar tarafından açıklanan görüş ve bilgilere itibar ettik, itibar edilmesini bekledik. Nihayetinde yabancı ülkelerin vereceği bilgilerin teyit ve doğrulamasını yapılmadan kabul edilmesi büyük badirelere zemin teşkil edebilecektir. Her şeyden önce sızdırılan bilgilerin hangi amaca dönük olduğu, neyi hedeflediği iyi hesaplanmalıdır. Bunun için temkinli olunmalı, kirli ve yanlış bilgi kuşatmasına dikkat edilmelidir. Ne var ki gösterdiğimiz hassasiyet, verdiğimiz destek neticesinde arzuladığımız gelişmelerin ortaya çıkmadığını yaşayarak gördük. Bir defa henüz, uçağımızın nasıl düştüğü belirsizliğini korumaktadır. Füze mi, uçaksavar mı bilmecesi devam ederken, “Suriye tarafından düşürüldüğü” ifadesinden, “Suriye tarafından düşürüldüğü iddia olunan” noktasına gelinmiştir. Genelkurmay Başkanlığı tarafından yapılan en son açıklamada ise, uçağın Suriye tarafından ileri sürüldüğü gibi bir uçaksavar ateşi ile düşürülme ihtimalinin ortadan kalktığı dile getirilmiştir. Kaldı ki deniz dibinde kalan parçalar çıkarılıp teknik incelemeleri tamamlandıktan sonra uçağın Suriye tarafından nasıl düşürüldüğünün de açıklığa kavuşacağı belirtilmiştir. Elbette yapılan her açıklama söz konusu elim uçak hadisesini aydınlatmaktan ziyade kafaların daha çok bulanmasını sağlamıştır. Senaryolar, komplo teorileri, sözde uzman müşahedeleri meseleyi içinden çıkılmaz bir hale sokmuştur. Verilen her demeç ve yapılan her açıklama şüphe ve soruları da beraberinde getirmiştir. Pilotlarımıza deniz dibinde ulaşıldıktan sonra, yabancı basın kaynaklı haberler, siyasi ve askeri kesimlerden gelen çelişkili beyanlar işin suyunu çıkarmıştır. ABD’nin ve Rusya’nın tüm detayları bildiğini ilan etmesi, sanki saklanan ve öğrenilmesi istenilmeyen bazı şeylerin varlığına delil teşkil etmiştir. AKP hükümeti başından iyi idare ettiği krizin ortasında tökezlemiş ve şaşkına dönmüştür. İşin bir diğer hazin tarafı ise, Doğu Akdeniz’deki bir enkazımıza ulaşacak teknik güç ve imkâna hala sahip olamayışımızdır. Sözde Türkiye’nin büyüdüğünü, geliştiğini ve güçlendiği iddia eden AKP hükümeti ve Başbakan bu hazin manzara üzerine düşünmeli ve gerekli tedbirleri almalıdır. Denizde kalan son parçaların çıkarılması için ABD’den bir şirketle anlaşılması ve tek başımıza bu sorunun üstesinden gelemeyişimiz bir zaaf ve handikaptır. Ve Türk milletine yakışmamaktadır. Yani yabancı yardım ve müdahalesi olmamış olsaydı, deniz dibindeki uçağımıza ulaşamayacağımız gerçeği bizim anlayışımıza sığmayan bir acizliktir. Başbakan Erdoğan IMF’ye 5 milyar dolar para aktarmakla övüneceğine, bunlar üzerine eğilmeli ve kaynaklarımızı önce kendi ihtiyaçlarımıza yönlendirmelidir. Hala Piri Reis araştırma gemisiyle ilgili tartışmalar bitmemiştir. Bu nedenle AKP hükümeti hayal borsasında açığa satıştan vazgeçmeli ve gerçeklere başını çevirmelidir. Düşürülen uçakla ilgili her ayrıntıya önem verilmeli, konunun üzerindeki sis ve şüphe perdesi aydınlatılmalıdır. Biz bir uçağına bile sahip çıkamayan, hakkını arayamayan ve nelerin yaşandığını belirleyemeyen çadır devleti değiliz ve hiç de olmaya niyetimiz yoktur. Çok tehlikeli bir sınıra dayanan Suriye’yle ilişkiler konusunda da aklıselimin ve sağduyunun yörüngesinden ayrılmamak, başkalarının kışkırtmalarına gelmemek AKP’nin öncelikli hedefi olmalıdır. Başbakan Erdoğan’ın bugünkü Rusya seyahati de bu eksende önemlidir. Türkiye’yi Suriye çıkmazına küresel güç merkezlerinin iştahı ve telkinleriyle getiren Başbakan’ın, Rusya’dan ne alacağı, ne duyacağı ve hangi mesajları götüreceği de kısa zaman içinde daha iyi anlaşılabilecektir. Komşu coğrafyalarda zamanın hızla aktığı ve ittifakların güncellendiği düşünüldüğünde yakın vadede birçok sarsıcı ve sıcak gelişmeye tesadüf etmek mümkün olabilecektir. Bu itibarla Başbakan Erdoğan ve hükümeti, ezbere hareket etmekten kaçınmalı, yüksek perdeden konuşmayı bırakmalı ve önce Türk milletinin emniyetine ve varlığına halel getirmemelidir. Parti olarak, Suriye merkezi yönetimi ve muhalifler arasındaki mücadelenin tarafı olmaktan vazgeçmesi için AKP’ye çağrıda bulunuyor; piyon, taşeron ve figüran rollerinden sıyrılarak gerçek ve inandırıcı bir güç olmak için harekete geçmesini öneriyoruz. Suriye’de kan döken, vahşiyane bir biçimde masum insanların canına kast eden zalimlikleri kınıyor ve bunların bir an önce son bulmasını temenni ediyoruz. Önümüzdeki mübarek günlerde merkezi yönetimle muhalifler arasında süren kardeş kavgasının durmasını ve fırsattan istifade ederek Ramazan barışının hayata geçirilmesini samimiyetle diliyor ve bekliyoruz. Bu kapsamda bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi tüm gelişmeleri titizlik ve itinayla izlemekte ve gerekli notlarını da günü gününe almaktadır.
Sayın Basın Mensupları, Aziz Dava Arkadaşlarım, Geçtiğimiz hafta sonunda Diyarbakır’da vasat bulan isyan ve başkaldırı mahiyetli olaylar, bize göre AKP’nin çatırdayan ve çökmeye yüz tutmuş politikalarının eseridir. İmralı canisine özgürlük kampanyaları hükümetin müsamahakâr tavrı altında sürdürülmektedir. Bu sürecin milletimize artan dozlarla kabul ettirilmesi, sıradan görülmesi ve kanıksanması için her çirkinlik sergilenmektedir. Nihayetinde AKP, BDP, PKK ve Zana arasındaki paslaşmalar buna dönüktür. Amaç bebek katili üzerindeki tecridin kaldırılması ve serbest kalmasıdır. Bu uğurda işbölümü yapılmıştır. Aslında her şey belli ve nettir. Kimin neyi istediği ve kimin nerede durduğu açıktır. PKK’nın meşrulaşması, teröristlerin affedilmesi ve terörün devlete üstünlük kurması için yoğun bir rekabet vardır. Bölücülük gittikçe derinlere kök salmakta ve cüret kazanmaktadır. Türkiye’nin çöküş ve yıkım sürecine tam olarak geçmesi konusunda bizim dışımızda bir mani hal de kalmamıştır. Başbakan Erdoğan bölücü milletvekili Leyla Zana üzerinden sinsi niyetlerine kılıf aramaktadır. Türk milletinin kritik bir eşikte olduğunu görmekten aciz olan Başbakan’ın, Zana’ya mahalle baskısı var diyerek arka çıkması aslında her şeyi tekrar vuzuha erdirmiştir. Bu bölücü zihniyete sahip ve destek çıkan Başbakan, Zana’nın fikirlerini ve hedeflerini de bir yönüyle onaylamakta ve kabul etmektedir. Yoksa Başbakan’ın Zana merakı anlık ve laf olsun diye belirmiş ve ortaya çıkmış bir husus değildir. Anlaşıldığı kadarıyla, 30 Eylül’den itibaren son dönemini yaşayacak olan Başbakan Erdoğan’ın, gelecek planlarının arasında İmralı mahkûmundan Zana’ya kadar geniş bir bölücü isim safını ve yerini alacaktır. Küçük partileri yutarak Cumhurbaşkanlığı seçimine cephe kazan bu zihniyetin, bölücü halkayı da yanında tutmak için hazırlıklar yaptığı görülmektedir. Yeni yargı düzenlemesi kapsamında KCK tutuklarının salıverilmesi, ama milletin vekillerinin hala ve inatla içeride tutulması Başbakan Erdoğan’ın bu çerçevedeki kurnaz adımlarının sonucu olarak ele alınmalıdır. Bize akıl vermeye çalışan ve tutuklu milletvekillerinin hakkının çiğnenmesine önayak olan Başbakan Erdoğan, zannederim İstanbul milletvekilimiz Sayın Engin Alan’ın partimize katıldığında serbest ve özgür birisi olduğunu unutmuştur. Bunun için kendisinin hafıza tazelemesine ihtiyacı vardır. Bir taraftan her gün şehitlerimiz bayrağa sarılı halde sonsuzluğa uğurlanırken, diğer taraftan bölücülerin siyasi hırs ve hesaplar nedeniyle el üstünde tutulması ayıp ve ahlaksızlıktır. Daha birkaç gün önce Şırnak’ta PKK’lı canilerin açtığı ateş sonucunda uzman çavuşlarımız Hasan Erzi ve Cevdet Özdemir şehit düşmüştür. Bu vesileyle şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, ailelerine, silah arkadaşlarına ve milletimize başsağlığı dileklerimi iletiyorum. Bu acı verici kayıplara katlanmak ve tahammül göstermek milli vicdanların yapabileceği bir şey değildir. Bununla birlikte KCK tutuklularının salıverilmesinden önce, hükümetin bazı üyelerinin ağzından yargıyı yönlendiren ifadelerin çıkması talihsizlik olmuştur. Terörist olmadığı yönünde kefaletler ileri sürülenler bir çırpıda serbest kalırken, Türk Silahlı Kuvvetleri’ne komuta etmiş kişiler terör örgütü kurmak ve yönetmek suçundan hala içeride tutulmaktadır. Bu yanlış ve siyasallaşan hukukun çırpınışlarıdır. Ve tabii olarak AKP engeline takılan adaletin hüsran verici sonucudur. Kıymetli Basın Mensupları, AKP iktidarı döneminde yolsuzluk, kayırmacılık, haksızlık ve usulsüzlük çemberi giderek genişlemiş ve maalesef her alana sirayet etmiştir. Ortaya çıkan gelişme ve belirtiler dürüst, şaibesiz ve adil bir yönetimden bahsedilemeyeceğini net olarak göstermiştir. AKP döneminde; yandaşların, menfaat ve rant çetelerinin her türlü imkan ve nimetlere alın teri dökmeden ve herhangi bir emek sarfetmeden ulaştıkları inkar edilemeyecek bir gerçek haline gelmiştir. İktidarın verdiği imtiyaz ve siyasi vesikayla ahlaki ve insani değerlerden azade tutulan, hukuk kurallarından muaf hale getirilen kişiler her türlü kuralsızlığı kendilerinde hak görmüşlerdir. Bu bağlamda sınav yolsuzlukları vuku bulmakta ve gerçekleşmektedir. En son yapılan KPSS sınavındaki şayialar ve şaibeler artık her şeyin kokuştuğunu tekrar gözler önüne sermiştir. ÖSYM adeta usulsüzlüğün ve haksızlığın ağırlık merkezi olmuştur. Yandaşların kurduğu sınav çeteleri, bölücü odakların çevirdikleri dolaplar KPSS rezaletinin adeta kısa hikâyesidir. Bize göre sınavlarda kanunsuzluklara ve ahlaksızlıklara müsaade etmeyen bir irade mutlak anlamda hayata geçmeli ve geçirilmelidir. Milyonlarca kardeşimizin hakkını yemek kimsenin haddi değildir. AKP hükümetinin buna seyirci kalması ise daha büyük bir felakettir. Kopyacılar bulunmalı, sınav yolsuzlukları bertaraf edilmeli ve çalışanın hakkı gasp edilmemelidir. Bizim parti olarak ÖSYM’yi yakında takip edip gerekli mücadele, müdahale ve eleştirileri meşru ve hukuki zeminlerde mutlaka yapacağımızı herkes bilmelidir. Bu duygularla basın toplantımıza katılan herkese teşekkür ediyor saygılarımı sunuyorum. Ve Cuma gününden itibaren idrak edeceğimiz Mübarek Ramazan ayının aziz milletimize ve sizlere hayırlara vesile olmasını Cenab-ı Allah’tan diliyorum. Sağ olun var olun. |