Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Sayın Basın Mensupları, Değerli Dava Arkadaşlarım, Mübarek Ramazan ayının rahmet ve bereketiyle müşerref olduğumuz bir dönemde sizlerle bir araya gelmiş bulunuyoruz. Suriye’deki son gelişmeler ağırlıklı olmak üzere, gündemde öne çıkan bazı konu başlıklarını değerlendireceğimiz bugünkü basın toplantısına başlarken güzide heyetinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Hepiniz hoş geldiniz. Manevi vecibelerimizi huşuyla ve gönül huzuruyla yerine getirdiğimiz mukaddes bir zaman dilimindeyiz. Temennim oldur ki, tutulan oruçlar ve edilen dualar ilahi makamda inşallah kabul ve karşılık bulur. Nefsin dizginlenmesi, yardımlaşma ve dayanışmanın daha fazla hatırlanması ve yaygınlaştırılması amacıyla içinde bulunduğumuz kutlu ayın bize öğrettiği ve gösterdiği birçok gerçek vardır. Üzerimize farz olan oruç ibadetiyle darda kalanın, zorda bulunanın ve ihtiyaç içinde olanın sahiplenilerek elinden tutulması bizim açımızdan vazgeçilmez bir yükümlüktür. Gerçi yılın her ayında ve her gününde bu idrakte olmamız ve manevi sorumlulukla hareket etmemiz hem inancımızın hem de insanlık değerlerimizin bize yüklediği bir görev olarak görülmelidir. Ramazan ayında, şüphesiz bolluk ve rahmet kapıları ardına kadar açılmakta, ilahi affın ve ihsanın cömertliği dileyen ve bekleyen herkesi kuşatmaktadır. Bu muazzam lütfun ve keremin sahibi yüce Allah’a hamd ediyor, Ramazan ayının aziz milletimize ve sizlere hayırlara ve güzelliklere vesile olmasını canı gönülden niyaz ediyorum. Diğer taraftan Güneydoğu Asya ülkesi Myanmar’ın batısında yer alan Arakan bölgesindeki Müslümanların yaşadığı dram ve felaketlerin giderilmesi için herkese çağrıda bulunmak istiyorum. Müslüman halka karşı süren şiddet ve saldırıları, mezalimden kaçarak komşu ülkelere sığınanların açlık ve susuzluğa mahkum olmalarını büyük bir üzüntüyle takip ediyorum. Unutmayınız ki temiz suya ulaşamayan, bir dilim ekmeğe muhtaç hale gelen Arakan Müslümanlarının çığlıklarına bigâne kalınmaması hepimizin en temel insanlık vazifesidir.
Değerli Basın Mensupları, Elbette bu kutsal ayın mana ve ruhuna uygun gelişme ve olayların yaşanması hepimizin en temel beklentisidir. Ne var ki karşı karşıya olduğumuz hadiseler zinciri bunun çok da mümkün olmadığını göstermektedir. Asıl üzerinde durmak istediğim Suriye merkezli görüşlerime geçmeden önce, geçtiğimiz günlerde meydana gelen ve milletimizi acıya boğan helikopter kazası ve Hakk’a yürüyen şehitlerimizden duyduğum derin teessür halini ifade etmek istiyorum. 22 Temmuz Pazar günü, Hakkari Yüksekova’dan kalkan Jandarma Genel Komutanlığı’na ait bir S-70 Sikorsky tipi helikopter, Dağlıca’nın12 kmkuzeydoğusundaki Deryan Tepe’ye inişe geçtiği esnada düşmüştür. Bunun sonucunda beş evladımız şehit düşmüş, yedisi de yaralanmıştır. Ramazan ayının üçüncü gününde gerçekleşen bu vaka, yüreklerimizi yakmış ve bizi izahı olmayan bir üzüntüye sokmuştur. Ayrıca, 19 Haziran 2012 günü teröristlerce saldırıya uğrayan ve sekiz şehit verdiğimiz Yüksekova-Dağlıca yolunun güvenliğini sağlayan “Yeşiltaş Jandarma Karakolu”nda, el bombası kazası neticesinde bir evladımız şehit olmuş, sekiz askerimiz yaralanmıştır. Bunun yanısıra 18 Temmuz’da PKK terör örgütünün kurduğu pusuda yaralanan bir Mehmetçiğimiz de tedavi gördüğü hastanede şehitlik mertebesine yükselmiştir. Şehitlerimiz vatanımızın dört bir yanında Fatihalar eşliğinde son yolculuklarına uğurlanmıştır. Samsun, Ankara, Amasya, Manisa, Sakarya İstanbul ve Çanakkale bayrağa sarılı şehit naaşlarını bağrına basmıştır. Teğmen Nuri Akman, Astsubay Mümtaz Çağlar, Uzman Çavuş Muharrem Saygun, Uzman Çavuş Muhammed Şahin, Uzman Çavuş Regaip Şahin, Jandarma Er Ümit Akbaş, Jandarma Er Ali Bozkurt vatan topraklarındaki ebedi istirahat hanelerine gözyaşlarıyla emanet edilmişlerdir. Bu hazin ve tahammülü zor tablonun bizim açımızdan açıklanabilir ve telafi edilebilir bir tarafı olmadığı kuşkusuzdur. Ateş düştüğü yeri değil, hepimizi yakmıştır. Yavrular öksüz, gelinler dul kalmış; analar ve babalar feryada gömülmüştür. Analar ağlamasın korosu bir kez daha yere serilmiştir. Üzülerek görüyorum ki şehitlik tartışılırken, “Neden bizim çocuğumuz” sorgulaması sürekli artış göstermektedir. Bu tehlikeli ve vahim bir sürecin işaretidir. Bizi biz yapan milli ve manevi değerlerin sulanması ve yıpranmasıdır. Bu paralelde Sakaryalı şehidimiz Uzman Çavuş Regaip Şahin’in muhterem babası Hayrettin Şahin’in "Hiçbir şehit ailesi bizim kadar sabırlı değil. Ama garibanız, fakiriz" sözleri herkesi derinden sarsmış ve düşündürmüştür. Bu sözler; haklı ve meşru bir yakarışın itiraz dolu seslenişidir. Duyulması ve dikkate alınması gereken masum ve içten insani çıkışıdır. Hiç kimse evladını gencecik yaşta kaybetmeyi, mürüvvetini bile görmeden elleriyle toprağa koymayı istemeyecektir. Şehitlik ne kadar aziz ve yüce bir makam olsa da, sebebi ne olursa olsun kayıplarımıza dayanmak ve katlanmak bir aşamadan sonra mümkün olmamaktadır. Vatan görevini icra eden her bir evladımızın sağ salim bir şekilde evlerine dönmeleri devlet ve hükümet olmanın bir gereğidir. Davulla uğurlananların ağıtlarla karşılanması bir kader ve tek seçenek olmamalıdır. Ellerine kına yakılarak askere gönderilen evlatlarımızın kana bulanmalarına mani ve engel olunmalıdır. Fakirin, fukaranın çocuğu şehit; zenginin, hatırlının ve tanınmış kişilerin çocuklarının her türlü riskten muaf oldukları ima ve imajı da mutlaka silinmelidir. Hiç kimsenin kimseden üstünlüğü ve ayrıcalığı elbette yoktur. Hele hele vatan nöbetinde ahlaki ve manevi anlamda mutlak bir eşitlik sağlanması hususunda sorumluluk sahibi herkes titizlik göstermelidir. Bu duyarlılık Türk milletinin her ferdinin saygıdeğer ve yeri doldurulamaz özelliğinden ve vasfından ilhamını almalıdır. Mesele önemlidir ve Türkiye’nin artan sıkıntılarının karşılanmasında önemli bir rol oynayacaktır. Diğer taraftan 23 Temmuz 2012 günü yaptığımız basın açıklamamızda da değindiğimiz gibi, Dağlıca’nın12 kmkuzeydoğusundaki Deryan Tepe’ye inişe geçtiği esnada düşen helikopterle ilgili kuşku ve muammalar netlik kazanmalıdır. Açıklamalar helikopterin güç kaybına bağlı olarak kaza kırıma uğradığını noktasında toplanmıştır. Ancak yazılı ve görsel basındaki bazı haberlerde, sözü edilen helikopterin bölücü terör örgütünün mayınlı saldırısıyla düşürüldüğü iddia edilmektedir. Bizim açımızdan her iki nedende de sonuç değişmemekte ve şehitlerimizle ilgili akıbette bir farklılık olmamaktadır. Buna rağmen kamuoyunun daha sağlıklı ve berrak aydınlatılabilmesi için helikopterin düşmesine neden olan her ne ise eğmeden, bükmeden ve sumen altı yapmadan ortaya çıkarılmalıdır. Bu nedenle başlatılan adli ve idari soruşturma süreci kısa süre içinde açıklığa kavuşturulmalıdır. Konuşmamın bu aşamasında bu mübarek günlerde şehit olan kahramanlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet dilerken; ailelerine, silah arkadaşlarına ve büyük milletimize sabırlar ve başsağlığı niyaz ediyorum. Ruhları şad olsun, kabirleri nur dolsun.
Kıymetli Basın Mensupları, Endişeyle takip ediyoruz ki, Arap Baharı diye takdim ve servisi yapılan kaos ve isyan dalgasının boyu ve çapı gittikçe genişlemektedir. 17 Aralık 2010 tarihinde Tunus’tan esmeye başlayan başkaldırı rüzgârı, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı lime lime etmiş, deyim yerindeyse taş üstünde taş bırakmamıştır. Komşu coğrafyalar Tunus’dan yayılan ateş topuyla yanmış, yakılmış ve yıkılmıştır. İstikrarsızlık ve düzensizlik halleri ülkeleri alabora etmiş, yüzyıl önce çizilen haritalar tekraren belirlenmek üzere küresel emperyalizmin masasına serilmiştir. Toplumsal dinamiklerle beslenmeyen, sosyolojik gerçeklerle desteklenmeyen ve kalıcı taleplerle güçlendirilmeyen Arap Bahar’ı denilen süreç, birçok ülkenin çatısını uçurmuş, sokakların kontrolsüz çıkışına ön ayak olmuştur. On yıllarca uzaktan kumandayla idare edilen diktatörler emperyalizmin yeni konsept ve politikası doğrultusunda koltuklarından savrulmuşlardır. Dün zalimlerin zalimliklerine gözünü ve vicdanını kapatan küresel akıl ve güç bileşkesi, bugün temelsiz demokrasi ve özgürlük kışkırtıcılığıyla yeni oyununu sahneye koymuştur. Geçmişte bölgesel diktatörlere istikamet çizen acımasız düzen kurucuları, bugün mevcut pozisyonlarından ayrılmışlar ve dolaylı kolonyal zihniyetin karanlık kulvarındaki yerlerini almışlardır. Binlerce kilometre uzaktan gelerek kendi siyasi, ekonomik ve stratejik ikballerini sağlama alma adına insanlık değerlerini istismar etmekten zerre utanç duymamışlardır. Aslında bu eğilim ve tercihin, yeni sömürgeci felsefenin doğası ve fikrinden başka bir şey olmadığını biz gayet net olarak biliyor ve tecrübelerimizle de teyit ediyoruz. Bitmeyen küresel paylaşım mücadeleleri, enerji ve ulaştırma koridorları üzerinde dinmeyen hâkimiyet kavgaları yüzyıllardan beridir var olan vahşi bir hakikat olarak hepimizin hafızalarında yer edinmiştir. Jeostratejik ve jeopolitik çekişmelerin masum ve günahsız milyonlarca insanın hayatını kararttığı, aynı zamanda değersiz ve işlevsiz bir meta haline getirdiği insanlık tarihinin dramla dolu sayfalarında mevcuttur. Dur durak bilmeyen daha fazlasını elde etme istek ve arayışı çatışmaları, savaşları, kanlı tertipleri, işgalleri ve yok oluşları çığ gibi insanlığın üzerine çöreklendirmiştir. Yerkürede kurulan her denge, zorun kılavuzluğuyla tesis edilen ittifaklar eşliğinde belirlenen her yeni küresel ilişkiler ağı kaybedeni ve kazanını önceden belli olan çirkin ve insanlık dışı bir ortamın mimarisini inşa etmiştir. Haklının ve galibin değişmediği, mağlubun ve ezilenin her zaman aynı olduğu bu adaletsiz, ahlaksız ve üstelik bir o kadar da ilkel kurgunun insanların canı ve kanı pahasına kendisini yeniden üretmesi ve yenilemesi bir yönüyle bugünkü yaşananların da özeti niteliğindedir. Paris’ten, Londra’dan, Berlin’den, Brüksel’den, Moskova’dan, Vasgington’dan; Kabil’in, Mogadişu’nun, Trablus’un, Kahire’nin, Bağdat’ın, Tahran’ın, Bosna’nın, Şam’ın, Üsküp’ün, Gazze’nin ve hatta Ankara’nın geleceğini asırların fanusunda şekillenmiş çıkarlarıyla örtüştürmeye çalışanlar amaç ve emellerinden hiçbir zaman vazgeçmemişlerdir. Kaldı ki kendi projelerine yerli işbirlikçi ve taşeron bulma konusunda da kesinlikle sıkıntı çekmemişler ve bu konuda da dara düşmemişlerdir. Para, zenginlik, şöhret, iktidar ve her neviden menfaat kapanına gönüllü bir şekilde atlamaya hazır bedbahtlar küresel baronların elini rahatlatmış ve işlerini kolaylaştırmıştır. BOP’a eşbaşkan olarak katılanlar, bu bölgesel bölünme projesine talip olmada pervasız olanlar bu söylediklerimin yalnızca bir bölümü ve ibretlik simaları olarak bizlerin fazlasıyla bilgisi dâhilindedir. Öyle ki, küresel vampirliğin makyaj odasındaki demokrasi ve özgürlük boyaları bu ellerde hemen kullanıma hazır hale getirilmekte ve şeytani yüz hatları böylelikle kapatılmaktadır. Kimi zaman baskıyla, kimi zaman sonucu önceden malum olan sözde demokratik tezgâhlarla modern tiranlar, şahlar, sultanlar ya da bunlara özenenler küresel simsarlığın kollarına düşmüş ve kendilerine verilen ödevlerin yapılması için yönlendirilmişlerdir. Ve son kullanım tarihleri geçince de kurumuş yaprak gibi veya eskimiş kağıt parçası halinde atılmışlar ve tasfiye edilmişlerdir. Nitekim sömürgeci seferlere, kanlı organizasyonlara, zorba emellere kılavuzluk yapan ısmarlama otoriter isimler, şartlar ve politikalar değişince birden bire yerlerinden olmuşlardır. Batının dönemsel çıkarlarına meşruiyet kazandıran tek adam figürleri görevleri bitince ya ülkelerinden kaçmışlar, ya linç edilmişler ya da kafes içinde yargılanmak durumunda kalmışlardır. Benzer akıbetlerin rezervasyonu birçokları için şimdiden yapılmaktadır. Hepiniz şahitsiniz ki, bu söylediğim hususların çoğu kısa sayılabilecek bir zaman zarfı içinde yanı başımızdaki coğrafyalarda vasat bulmuş ve halen de bulmaya devam etmektedir. İçinden geçtiğimiz bugünkü süreçte, Ortadoğu ve Kuzey Afrika sanal ve sahte bahar pompalanmasıyla uyutulmakta ve küresel hesaplara malzeme yapılmaktadır. Doymak, dinmek ve durmak bilmeyen küresel emperyal mide önüne geleni yutmakta, önüne geleni eritmektedir. Şu sıralar Suriye, aynı makûs talihin yolcusu olarak kendisini tümüyle göstermektedir. Suriye’deki gelişmeler, bu çerçevedeki şiddet ve vahşet manzaraları, bunun beraberinde meydana gelen tehlikeli oluşumlar gündemin en üst sıralarını haklı olarak işgal etmektedir. 15 Mart 2011 tarihinde Deraa kentinde Esad yönetimini protesto etmek amacıyla toplanan küçük bir kalabalık bugün yerini tam anlamıyla iç savaşa bırakmıştır. Bu ülkede akıl, teenni ve sağduyu tamamen kaybolmuştur. Barış Ortadoğu’nun kör kuyularında can çekişmeye terk edilmiştir. Özgür Suriye Ordusu ile Şam yönetimi düşman kamplara bölünmüş halde birbirine ölüm kusmaktadır. Suriye’nin toprak bütünlüğü, bu ülke halkının can ve mal güvenliğiyle insanlık onuru tesadüflere bırakılmıştır. Her gün ortaya çıkan kıyımlar, saldırılar ve cinayetler Suriye’yi kördüğüm haline sokmuştur. Görülmektedir ki, Esad ve muhalif unsurlar tüm hatlarıyla birbirlerine girmişlerdir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin hedefindeki bir eşik de böylelikle aşılmak üzeredir. Artık Esad yönetiminin idealize ve sistematize ettiği ne varsa çaptan ve gözden düşmektedir. Bununla birlikte Başkent Şam kısa vadeli politik ve aktüel gelişmelere sıkıştığından önünü görmekten aciz bir duruma gelmiştir. Periyodik çatışmalar kronikleşerek ve toplumsal hücrenin çeperlerine tutunarak Suriye’nin yönünü kriz ve karamsarlık güzergâhına kilitlemiştir. Hassasiyetle ve tedirginlikle izliyoruz ki, Suriye rejimindeki kırılma, çatırdama ve yarılmalar ucu her tarafa dayanan etnik ve mezhep temelli fitili her an tutuşturma riski taşımaktadır. Kabul edilmelidir ki, bu ülke içinde bulunduğumuz coğrafyanın siyasi ve sosyal içerikli denge unsurlarından birisi, belki de en önemlilerindendir. Şam’da devrilen umutların, kopan kardeşlik halkasının, çöken dostluk ve muhabbet köprülerinin her tarafa olumsuzluk çarpanıyla sıçrayacağı mutlak anlamda anlaşılmalıdır. Bu açıdan Şam’ın istikrarı ve emniyeti en başta başkent Ankara jeopolitiğini temelden ilgilendirmekte ve yönünü çizmektedir. Menşei muğlâk fikir ve görüşlere itibar etmeksizin diyebiliriz ki, Suriye’den atılan taşın genişleyen dairesel döngüsü eninde sonunda ülkemizin sınırlarına intikal edecektir. Gerçekleri arama gayret ve arayışımıza ışık tutabilecek bu stratejik hakikati bir an olsun aklımızdan çıkarmamak millet ve devlet bekamız açısından hayati özelliktedir. Suriye sorunu veya bu ülkedeki alarm zilleri çalan çalkantılar, küresel güç dengelerine uzanan çok farklı boyutları nedeniyle çözüm ve çıkış yolunu her şeye rağmen bulamamıştır. Bugüne kadar Annan Planı bir işe yaramamıştır. Birleşmiş Milletler gözlemci heyeti beklenen çareleri üretememiştir. Muhalif unsurların tahrik ve teşviki, rejimin tahammülsüz ve sert tedbirleri Şam’ın huzur duvarını çoktan yıkmıştır. Bildik oyuna dönüşen dostlar toplantıları Suriye’deki gerilimi tırmandırmış ve muhaliflere can simidi uzatmıştır. Yönetim aleytahtarlarına silah ve mühimmat destekleri, basın ve propaganda kanalıyla Şam idaresinin kötülenmesi konusunda sağlanan imkanlar sadece yangının körüklenmesine hizmet etmiştir. Yabancı istihbarat operasyonları, uluslararası toplumun düzenekleri ve Esad’ı peşinen tasfiye etmeye ayarlı hedef ve niyetler Suriye’yi alacakaranlık bir çembere adım adım sürüklemiştir. AKP hükümeti bu süreçte fazlasıyla efor sarfetmiş ve üzerine düşeni haddinden fazla yerine getirmeye çalışmıştır. “Bıçak kemiğe dayandı, hesabı sorulacak, Esad artık bırakmalı, zalimler hak ettikleri karşılığı alacak, en kötü senaryoya hazırlıklıyız” sözleri Başbakan Erdoğan’dan devamlı işitilmiştir. Bu siyaset anlayışı nedense Şam yönetiminin döktüğü kanları yerinde bir şekilde eleştirirken, aynı yaklaşımı muhalif saldırı ve tahriklere göstermemiştir. Muhalifler her ne yaptıysa Başbakan Erdoğan’dan hoşgörü ve yardım görmüşlerdir. Hatta ülkemiz sınırlarında ağırlanmışlar, karargâh kurmalarının önü açılmış, yabancı istihbaratlar kanalıyla silahlandırılmışlar, eylem yapacak imkan ve kabiliyetleri sürekli genişletilmiştir. Ülkemiz sınırlarındaki mülteci kamplarında Türk bayrağına yapılan alçak saldırılara, polislerimize yönelik ahlaksız muamelelere ve Türkmenlere gösterilen aşağılık saldırganlıklara bile sessiz kalınmıştır. Başbakan Erdoğan Suriye’de indirilen Türk bayrağına tepki gösterirken, İslahiye mülteci kampında şerefsiz ellerce tecavüze uğrayan milli sembolümüzü hatırına dahi getirmemiştir. Suriyeli sığınmacıların arasına sızmış art niyetlilerin ve bölücü grupların taşkınlıklarına ve densizliklerine müsaade edilmemesi, buna yeltenenlerin acilen sınır dışı edilmesi hususunda hükümeti göreve davet ediyorum. Sayıları fazla olmayan şuursuzların, bir yanda ekmeğimizi yerken ve suyumuzu içerken; diğer tarafta şeref ve namus simgemiz Türk bayrağına saldırmaya cüret etmeleri terbiyesizlik ve şirretliktir. Buna asla izin verilememeli, buna asla müsamaha gösterilmemelidir. Herkes aklını başına almalıdır. Milliyetçi Hareket Partisi Müslüman mahallesinde salyangoz satmaya çalışanların her zaman karşısında olacaktır.
Değerli Basın Mensupları, AKP çok faktörlü ve girdili dış politikayı tek değişkene indirgemiş ve tüm politikalarını Esad’sız bir yönetim sürecine bağlamıştır. Bu körlük bir zamanların kardeş Esad’nı anında kanlı Esad haline sokmuştur. Komşularla sıfır sorun iddiası da bu kapsamda dış politika mezarlığına defnedilmiştir. Küresel projelerin alt yüklenicilerinden olan Dışişleri Bakanı’nın; “Komşularla sıfır problem ilişkisi dediysek biz Suriye halkıyla sıfır problem peşindeyiz.” tevilinin de bize göre hiçbir inandırıcılığı ve karşılığı bulunmamaktadır. Suriye yönetimiyle birlikte düzenlenen bakanlar kurulu toplantıları yerini karşılıklı kutuplarda tehditler sıralayan düşmanlıklara bırakmıştır. Rusya dahi bir yanda Şam yönetimiyle görüşürken, diğer yanda muhaliflerle temas kurmuş, ayakları yere sağlam basan dış siyasetiyle varlığını göstermiştir. AKP zihniyeti ise Batı’nın “Donkişot”u olarak dış politika çatısını Esad’sız bir Suriye’ye göre kurmuştur. Suriye sorununda Birleşmiş Milletler Teşkilatı’nın yaptırım talepleri her defasında Rusya ve Çin bariyerine takılmıştır. Cenevre görüşmeleri Suriye’deki yönetim yapısının nasıl olacağı üzerine odaklanmış, Esad’lı veya Esad’sız geçiş modelleri belirli aralıklarla ele alınmıştır. Başbakan Erdoğan ile Rusya Devlet Başkanı Putin arasında geçtiğimiz hafta yapılan görüşme trafiğinin esasını bu husus tayin etmiştir. Bu sırada 18 Temmuz tarihinde Şam’ın kalbinde patlayan bomba ve rejimin kritik isimlerinin öldürülmesi Suriye’deki dengeyi tümüyle bozmuştur. Son derece samimi ifadelerle söylemek isterim ki, başkent Şam’daki Ulusal Güvenlik Binası’na yapılan bu saldırının terörist bir faaliyetten başka tanım ve adlandırması asla olamayacaktır. Kimden ve nasıl gelirse gelsin, bu suikastın uluslararası çevrelerce kınanmaması ikiyüzlülüğün aldığı mesafeyi göstermesi bakımından dikkate değerdir. Türkiye’nin terörle boğuştuğu bir ortamda, AKP’nin bu saldırıya insani olarak bile tepki göstermekten kaçınması anlaşılır gibi değildir. Suriye’deki bu gelişmeler karşısında çatışmalar bilhassa Şam ve Halep’te temerküz etmiştir. Bunlar olurken Suriye’nin kuzeyinde peşmerge, PKK ve Suriye’deki uzantısı PYD insiyatif alarak bazı şehirleri ve yerleşim birimlerini kontrol altına almıştır. Barzani ve PYD güdüm ve idaresinde “sivil savunma güçleri” adıyla örgütlenen teröristler, Afrin’den Doğuda yer alan Derik’e kadar uzanan sınır hattında oluşan boşluktan faydalanarak yönetimi fiilen ele geçirmiştir. Halep’e bağlı Afrin, Kobani, Cinderis başta olmak üzere, Amude ve El Ayna gibi yerlerde PKK-Peşmerge koalisyonu açıkça işgal ve müdahalede bulunmuştur. Kamu binalarına örgüt paçavraları asılmış, Irak’ın kuzeyinde eğitildiği anlaşılan Suriye peşmergeleri ve PKK’lı militanlar yürüyerek sınırdan Suriye’ye ellerini kollarını sallayarak girmişlerdir. Sınır kapıları da gerek El Kaide gerekse de PKK’lılar tarafından denetim altına alınmıştır. Bu gelişmeler Türkiye için en üst seviyede ve sırada değerlendirilmesi gereken bir tehdit algılamasıdır. Buna rağmen olanlar ve ortaya çıkan son görüntüler bizim açımızdan sürpriz değildir. Uzun bir süredir biz muhtemel risklerle ilgili yorum ve öngörülerimizi aziz milletimizle paylaştık ve bununla da siyasi iktidarı ısrarla ikaz ettik. Bu itibarla güney sınırlarımızdaki vahim gidişat üzerine Başbakanlık düzeyinde ardı arkasına gecikmiş güvenlik toplantılarını ciddiyetten ve basiretten uzak olarak görüyoruz. Bizim söz, tespit ve düşüncelerimiz her şeyiyle ortadadır. Özet halinde bunları hatırlatacak olursam şu tarihi tespitler belirginlik kazanacaktır: 8 Aralık 2011 tarihinde, TBMM Genel Kurulu’nda 2012 Yılı Bütçe Kanun Tasarısı hakkında yapmış olduğum konuşmada; “Bölgemizde Doğu Sorunu kapsamında; İran, Türkiye, Irak ve Suriye topraklarında dört parçalı Büyük Kürdistan planlanmaktadır ve bu adım adım ilerletilmektedir.” Demiştim. 31 Ocak 2012 tarihli Meclis grup konuşmamda; “Peşmerge reisi Barzani’nin, Suriyeli Kürtleri bir araya getirerek toplantı tertip etmesi ve birleşin çağrısında bulunması yanı başımızdaki zaman ayarlı bombanın her an patlayacağını işaret etmektedir. 2012 yılı içinde geniş kapsamlı bir Kürt Konferansı için tüm hazırlıkların yapıldığı dikkate alındığında, Türkiye’nin etnik bir fırtınanın kapısında durduğu fark edilecektir. Erbil’in, Kürdistan’ın kurulması için kuluçka faaliyeti yürüttüğü ve AKP’nin de buna sessiz durduğu görülmektedir.” Demiştim. 28 Şubat 2012 tarihli Meclis grup konuşmamda; “Irak işgalinin ardından oluşan peşmerge yönetiminden sonra, Suriye’nin de benzer bir akıbete uğraması güney sınırımızda yeni bir özerk yönetimin ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Kamışlı, Cezire ve Halep bölgelerindeki Kürtlerin Irak’ın Kuzeyine eklenme istek ve çağrıları; Erbil’i, Lazkiye limanıyla denize bağlayacak koridoru açacak, bu kapsamda dört parçalı büyük Kürdistan’ın inşa faaliyeti tam kıvamına gelecektir.” Demiştim. 27 Mart 2012 tarihli Meclis grup konuşmamda; “Geldiğimiz bugünkü süreçte nasıl ki, Irak’ın toprak bütünlüğü korunamadıysa, Suriye’nin de aynı akıbete uğrama riskiyle yüz yüze kaldığını görmek ve anlamak gerekmektedir. Irak’ın kuzeyine benzer bir Kürt yönetiminin kurulması ve bir nevi peşmerge yönetiminin bu kez de Suriye’de ilan edilmesi kaçınılmaz gibi durmaktadır. Ve titizlikle üzerinde düşünülmesi gereken konu, Irak’tan sonra Suriye’nin doğusunda ve ülkemizin güney sınırında ortaya çıkabilecek bir özerk Kürt idaresinin nelere mal olacağı hususudur. Bundan sonra büyük Kürdistan’ın inşa edilmesi için çözülmesi gereken iki ülke sıraya girecektir: Bunlar da hepinizin bileceği üzere İran ve Türkiye’den başkası olmayacaktır. Bu itibarla Arap Baharı’nın küresel mahfillerce tutulan gizli namlusu önce İran’a ve arkasından da ülkemize çevrilmiş durumdadır.” Uyarısını yapmıştım. 17 Nisan 2012 tarihli Meclis grup konuşmamda; “Suriye’yle olan sınır bölgemizde Irak’ın kuzeyine benzer bir yapılanma için geri sayım başlamıştır. Türkiye’nin bölünmesini, Türk milletinin parçalanmasını bekleyenlere bu kapsamda gün doğmuş, dört parçalı Kürdistan için başkent isimleri bile gündeme getirilmiştir. AKP, musibetleri başımıza sarmıştır. Bölücülük kanserini enjekte etmiş ve batılı dostlarının yanında dağılmamızı seyretmek için ön sıralardan rezervasyon yaptırmıştır. Bu kelimenin tam anlamıyla hıyanettir, melanettir ve rezaletin daniskasıdır.” Diyerek endişelerimi sıralamıştım. Şimdi bunların hepsi maalesef bir bir gerçekleşmektedir. Bizim sözlerimize aldırmayan AKP hükümeti peşmergeyle ve bölücü çevrelerle sarmaş dolaş olmayı tüm itirazlarımıza rağmen devam ettirmiştir. Bu arada aklımıza takılan ve üzerinde mutlaka itinayla durulması gereken ve açıklanması lazım gelen bazı şüphelerimiz bulunmaktadır. Acaba Suriye’nin kuzeyindeki peşmerge oluşumuyla ilgili AKP hükümetine daha önceden bir bilgi verilmiştir de ardından bunun zamana yayılması mı temenni edilmiştir? Irak’ın kuzeyindeki peşmerge reisi son bir yıl içinde iki defa ülkemize gelmiştir. Bu gelişlerinde ABD’nin görüşlerini ve yaklaşımlarını AKP’ye taşıması kuvvetli bir ihtimaldir. Bu ziyaretler sırasında Suriye’deki muhtemel olaylar karşısında nasıl bir pozisyon alınacağı konuşulmuş mudur? Barzani’nin Suriyeli Kürt guruplara askeri eğitim vermesinden AKP hükümeti nasıl olurda haberdar olmamıştır? Fellik fellik dünyayı dolaşmaktan bahseden Başbakan kardeşi Barzani’nin bu sinsi faaliyetinden malumat sahibi olmaması nasıl mümkündür? Bize göre Kürdistan’ın kurulması konusunda AKP ya ikna olmuştur ya da Suriye’ye girmek için önceden tezgahlanmış bir tertibin ana aktörü haline gelmiştir. Başbakan Erdoğan’ın Suriye’ye yönelik sıcak takipten bahsetmesi, sınırlarımızdaki PKK varlığına “eyvallah etmeyiz” sözleri tam olmasa da bunlara delil teşkil etmektedir. Dikkat ediniz, Başbakan Kürdistan’a değil, PKK’nın faaliyetlerine tepkilidir. Dört bir taraftan kuşatmaya alınan ülkemiz vahamet derecesi yüksek bir noktaya gelmiştir. Şam’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceği, içimizdeki bölücülerin komşu coğrafyalardaki hadiseleri emsal alacağı neredeyse kesine yakındır. Gerçekçi temele oturmayan demokratikleşme ve özgürleşme hamleleri de yanlış ve yanıltıcı yorumlara neden olmaktadır. Bu kapsamda uzun bir süredir vurguladığımız gibi, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygı duyulmalı ve bunun için sözde değil sahici çabalar sergilenmelidir. Bundan sonra Esad yönetiminin ayakta kalması zor görülmektedir. Suriye’nin kontrollü bir şekilde demokrasiye adım atması ve iç huzuruna kavuşması için AKP hükümeti en başta muhalifler üzerinde baskı kurmalıdır. Sınırlarımıza yakın alanlarda bölücü terör yuvalanmasının devletleşmesine müsaade etmeyecek ataklık ve proaktiflik gösterilmelidir. Bununla birlikte; 1- Şam yönetimi ile muhalif unsurlar arasında hemen gerçek bir ateşkes sağlanmalıdır. Esad’a bağlı askeri unsurlar bazı şehirlere uyguladığı kuşatmaları ve saldırıları kaldırmalı ve bu şehirlerden çekilmelidir. 2- Hiçbir ayrım gözetmeksizin Suriye halkına kesintisiz insani yardım akışı sağlanmalıdır. 3- Suriyelilerin meşru çıkarlarını dikkate alan, kapsayıcı bir demokratik değişim ve dönüşüm süreci derhal harekete geçirilmelidir. Halkın özgür iradesiyle seçeceği yöneticileri demokratik süreci tabana yaymalı, bu şekilde barış ve uzlaşı atmosferi kurulmalıdır. 4- Esad yönetimi kademeli bir şekilde ve açıklayacağı takvim eşliğinde ülkeyi seçimlere götürmeli, halkın iradesi neticesinde Suriye nefes almalıdır. 5- Suriye’nin etnik ve mezhep bölünmelerine konu olmaması için tüm kesimlerin yönetimde yer almalarını temin edecek geniş ölçekli bir demokratik katılım ortamı oluşturmalıdır. 6- Bu ülkeye dönük işgal ve müdahaleye karşı çıkılmalı ve düşürülen uçağımızla ilgili gerekli girişimler inat ve kararlılıkla sürdürülmelidir. 7- Suriye’nin kuzeyinde hiçbir şart altında özerk, federasyon ve bağımsız bir Kürdistan kurulmasına fırsat verilmemeli, caydırıcılık ve milli güç unsurları seferber edilmelidir. Irak’taki gaflet ve bu ülkede delinen ve aşılan kırmızıçizgiler Suriye’de tekrarlanmamalıdır. Bilinmelidir ki Şam düşer ve Suriye bölünürse bu Türkiye ve bölge ülkeleri için bir felakete dönüşecektir. Yaklaşık bir asır evvel Suriye’nin başına Mekke Şerifi Hüseyin’in oğlu Faysal’ı getiren, sonra da oradan alıp Irak’a kral yapanlar hiç boş durmamaktadır. Yine bir zamanlar Suriye’yi altıya bölenler yine benzeri bir amacın içindedir. Önemle hatırlatmak isterim ki, Fransa geçmişte Suriye’yi etnik, dini, mezhebi özelliklerine binaen altı parçaya ayırarak otonom devletçiklerin kurulmasının yolunu açmıştı. Bunlar; √ Fransız Şam Devleti, √ Fransız Halep Devleti, √ Fransız Alevi Devleti, √ Fransız Hatay Devleti, √ Fransız Büyük Lübnan Devleti, √ Fransız Cebel-i Dürzi Devleti’dir. Bu ülkeyi benzeri bölme ve parçalama arayışına bugün de müracaat edilmekte, bugün de sömürgeci mirasın gerekleri insafsızca yerine getirilmektedir. Öncelikle Kürt, Sünni ve Nusayri devletlerine taksim edilmesi için yoğun mesai harcanan Suriye’nin kaderi, aynı zamanda bizim de kaderimizdir. Yüz yıl önce bu ülkede oynanan oyunlar değişik ad ve sıfatlarla tekrarlanmaktadır. AKP hükümeti tarihten ders çıkarmalı, peşine düştüğü sömürgeci heveslerin gün gelip yakasına yapışacağını anlamalıdır. Türkiye’nin yüz yüze kaldığı çok ciddi yakın tehditler karşısında; milletimizin birliği, esenliği ve vatanımızın dirliği amacıyla tüm eksik ve yanlışlarına rağmen AKP hükümetinin alacağı milli nitelikli kararların destekçisi olacağımızı da bildirmek istiyorum. Bu duygularla basın toplantımıza katılan her bir değerli basın mensubuna ve aziz dava arkadaşıma teşekkür ediyor, hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Sağ olun, var olun. |