Genel Başkanımız
Dr. Devlet Bahçeli'nin
Değerli Dava Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Grubumuzun bu haftaki toplantısına başlarken, hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Huzurlarınızda, ülke gündeminde yer alan birkaç husus üzerinde özellikle durmayı gerekli görüyorum. Fakat, öncelikle Kazakistan'a yaptığımız resmi ziyaret hakkında bilgi vermek istiyorum. Bilindiği üzere, 18-22 Mart tarihleri arasında, Kazakistan'ın değerli Devlet Başkanı Sayın Nursultan Nazarbayev'in resmi davetlisi olarak Sağlık Bakanı, Sanayi ve Ticaret Bakanı ve Türk Devlet ve Topluluklarından sorumlu Devlet Bakanı arkadaşlarım ve üst düzey bürokratlarımızla birlikte Kazakistan'da bulunduk. Astana, Almatı, Çimkent ve Türk Dünyasının manevi merkezi Türkistan şehirlerinde, başta Sayın Nursultan Nazarbayev olmak üzere, Kazakistan Devlet ve Hükümeti yöneticileriyle en üst seviyede bir çok görüşme gerçekleştirilmiştir. Burada, Sayın Nursultan Nazarbayev'e, başbakan İmangali Tasmagambetov'a ve Kazakistan'ın bütün değerli yöneticilerine, şahsımızda ülkemize ve Türkiye'ye karşı göstermiş oldukları alicenaplık için teşekkürlerimi sunuyorum. Aramızda, tarih boyunca var olan dil, din, soy ve kültür bağlarının yanısıra, tıpkı diğer Türk Cumhuriyetleri gibi Kazakistan'ı da ilk tanıyan ülke olma gururuna sahip Türkiye'ye karşı, bu ülkede çok büyük bir teveccüh ve ilginin olduğunu görmekten ayrıca büyük bir mutluluk duyduğumu ifade etmek istiyorum. Bağımsızlığının 10. yılında, hızla gelişip kalkınma mücadelesini sürdüren atayurtlarımızdan Kazakistan'ın dört bir yanında anayurdumuz Anadolu'dan esintilerin olduğunu, ülkenin hemen her yanına dağılmış yüzlerce işadamı ve yatırımcımızın Kazakistan'ın yeniden inşa sürecinde büyük katkıları bulunduğu görülmektedir. Gerek eski başkent Almatı ve gerekse yeni başkent Astana'nın bağımsızlık sonrası girdiği imar sürecinde Türk müteahhit ve müteşebbisleri, yüzakımız diyebileceğimiz ölçüde büyük işlere girişip başarıyla neticelendirmişlerdir. Dost ve kardeş Kazakistan ile son on yılda kurumsallaşmış olan ilişkilerimizin, ortak çıkara dayalı bir stratejik işbirliği düzeyine yükselmesi en büyük dileğimizdir. Hiç şüphe yok ki, küreselleşmenin bütün ülkeler, milletler ve medeniyetler üzerindeki etkisini gözden uzak tutmak mümkün değildir. Bu nedenledir ki, bütün milletlerin, dünyanın ortak geleceği üzerinde söz sahibi olabilmelerinin, kendilerine ait olan değerleri koruyup geliştirebilmeleri ve küresel süreç içerisinde etkin kılmalarına bağlı olduğu unutulmamalıdır. Bu çerçevede, bizim Kazakistan'daki temaslarımız esnasında öne çıkardığımız hususların başında, kültürde, sanatta işbirliği ortamlarının yanısıra bilim ve teknolojide, ekonomik ilişkilerde de daha hızlı ve etkin adımlar atabilmenin mümkün hale gelmesi olmuştur. Zira, tarihi ve kültürel bağlarımız bütün bu ilişkileri kolaylaştırmak için bizlere diğer milletlerin birbirleriyle ilişkilerine oranla çok daha elverişli bir zemini zaten sağlamaktadır. Öyleyse, varolan bu zemini, bilim ve teknolojide, dolayısıyla üretim süreçlerinde dışa bağımlı olmaktan kurtulmak, bunun da ötesinde anlamlar taşıyan işbirliği alanları oluşturabilmek için çok iyi değerlendirmemiz gerekmektedir. Gerek Türkiye ve gerekse Kazakistan'ın jeopolitik ve jeostratejik avantajlarının da dikkate alınması, aslında bizler için ne kadar geniş bir ufuk bulunduğunu göstermektedir. Doğu ile batı arasında tabii ve tarihi bir köprü durumundaki Türkiye ile, Asya'nın en önemli ülkelerinden biri olan Kazakistan'ın yatırım, üretim ve pazarlama süreçlerinde entegre bir işbirliği sistemi geliştirmesi, elbette ki, hem ülkelerimizin ve hem de Avrasya'nın refahı ve istikrarı açısından büyük bir önem ve değer taşımaktadır. Bütün bunlardan dolayıdır ki, gerek ikili görüşmelerde ve gerekse işadamlarımızın ve sektör temsilcilerinin de bulunduğu ortamlarda üzerinde durduğum bir önemli husus, bu gerçeklere ve gelişmelere rağmen, ülkemizin Kazakistan'la ilişkilerinde almış olduğu mesafeyi olumlu bulmakla birlikte yetersiz olarak değerlendirdiğimizdir. Nitekim, Kazakistan'ın değerli devlet başkanı Sayın Nursultan Nazarbayev'le yapmış olduğumuz görüşmede, bu konu üzerinde de hassasiyetle durulmuştur. Sayın Nazarbayev, iki ülke arasındaki ticari ve ekonomik ilişkilerin daha da geliştirebileceği üzerinde bizimle hemfikir olmuştur. Ümid ediyorum ki, bu gelişmeler ışığında hem Türkiye'den ve hem de Kazakistan'dan müteşebbisler, batıdan doğuya bütün dünyayı kuşatacak geniş bir perspektife dayalı projelerle mevcut ticaret hadlerini en kısa zamanda katlayacak performansı yakalayacaklardır. Kısacası, Türk devlet ve topluluklarının, büyük fikir ve aksiyon adamı İsmail Gaspıralı'nın sözleriyle, dilde, işte ve fikirde birliğin tesisi şarttır ve vazgeçilmezdir. Şimdi, milletimize ve devletimize düşen görev, bu birliktelikleri bütün gerekleriyle ileri götürebilmek için daha fazla çaba göstermektir. Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları,Yine Kazakistan'a yapmış olduğumuz resmi ziyaret esnasında paylaştığımız bir diğer güzellik ise 21 Mart Nevruz Bayramı kutlamaları olmuştur. Yüzlerce yıldan beri, geniş Türk kültür coğrafyasında bir "milli bayram" coşkusuyla idrâk edilen bu günün, Türkiye ve dünya kamuoyunca iyi bilinip tahlil edilmesinde yarar olduğunu düşünüyorum. Bütün Türk coğrafyasında barış, kardeşlik ve dayanışma duygularını ifade eden, bayram havasında kutlanan Nevruz Günü'nün Kazakistan'da da aynı anlayış içinde yaşandığını gördük. Bu gün, ülkemizde de bin yıldır kardeşlik ve birlik duyguları içinde kutlanan Nevruz'u kin ve nefret duygularıyla, kardeş kanı dökmeye yönelik düşmanlık histerisi içinde yaşamaya çalışanlar ancak ve ancak bu topraklarda toplumsal barışı istemeyenlerdir. Şiddet ve kargaşadan başka bir yol bilmeyenlerin, terörün kanlı yüzünü görmezden gelerek onunla işbirliği yapan dış unsurların Türkiye karşıtlığında birleşmesi şaşırtıcı değildir. Ülkemizde demokratik değerlerin yerleşmesi ve gelişebilmesi için öncelikle insanlarımız üzerindeki terör kaynaklı her türlü baskı ve şiddet ortamının ortadan kalkması gerekmektedir. Devlet olarak, görevimiz öncelikle insanlarımızın huzur ve güvenliğinin teminidir. Bilinmelidir ki, huzur ve güvenlik ortamının olmadığı hiçbir memlekette, demokratik değerlerin ve mekanizmaların yerleşip gelişmesi mümkün değildir. 11 Eylül trajedisi, Dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkan ve büyüyen şiddetin bir süre sonra, habis bir ur gibi başka bölgelere, özellikle de dünyanın refah paylaşımını yönlendiren ülkelere doğru yol aldığının en büyük kanıtı olmuştur. Hal böyle iken, Türkiye'de 1 Mayıs kutlamalarını bahane edip çiçeklere bile saldıran, 21 Mart Nevruz Kutlamalarını bir dehşet ortamına çeviren terör odakları ve destekçilerinin, ortak güvenlik ve işbirliği sorumluluğumuz olan müttefik ülkelerden himaye görüyor olmaları Türk milletini derinden yaralamaktadır. Bu tür yaklaşımları, ne kabul etmek ne de herhangi bir gerekçeyle izah etmek imkânsızdır. Unutulmamalı ki, ülkemizin Avrupalı dostları, sadece Türkiye'ye karşı sorumluluklarını değil, aynı zamanda uluslararası hukukun ve işbirliği anlayışının gereğini yerine getirmek zorundadır. Aziz Dava Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları,Pek çok kültürün farklı saiklerle kutladığı ve asla etnik bir aidiyet öğesine indirgenemeyecek bir günde Mersin ve İstanbul'dan kamu oyuna yansıyan tablo, bugüne kadar dile getirdiğimiz hassasiyetlerin ne anlama geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. "Değişim" sloganıyla ya da "Avrupa Birliği yandaşlığı veya karşıtlığı" formülüyle kamuoyunun geleceğe ilişkin beklentilerini siyasete tahvil etme çabasının, bölücü örgütün yeni bir zemin kazanma yönündeki beklentileriyle çakışması düşündürücüdür. Bugün Türkiye'deki "değişim" ve Avrupa Birliği'ne üyelik tartışmaları, tıpkı eskiden olduğu gibi, gene yanlış bir yöne kaydırılmaktadır. Türkiye'de çok uzunca bir dönem değişime ve gelişmeye direnenlerin aslında statükocu olduğu bilinmektedir. Şimdi bunların büyük kısmı karşımıza değişimci olarak çıkmış bulunmaktadırlar. Bugün "değişim" adı altında bize, Türkiye'nin milli çıkarlarının göz ardı edildiği, yeni bir tür statüko dayatılmak istenmektedir. Aslında bunların temel amaçları, kendi siyasî zeminleri dışında kalan herşeyi değişmeden öylece bırakmaktır. Türkiye'nin son 10-12 yılında özellikle ekonomik ve siyasi atılım sürecini tıkayanlar arasında bu zihniyetin önemli bir payı vardır. Neden böyle olmaktadır? Çünkü ülkelerin gelişiminde rol oynayan çok önemli ve temel bir unsur bazı siyasi anlayışlarca yeterince idrak edilememektedir. Özgürlüğün ve refahın iki bayrağı vardır. Bunlardan biri bir ülkedeki bireylerin tek tek özgürlüğü ve refahıdır. Diğeri ise, bir bütün olarak milletin özgürlüğü ve refahıdır. Bu bayraklardan birini elinize alır, diğerini bırakırsanız olmaz. Bayraklardan yalnızca birini taşımak ülkeyi toplumsal bir kaosa ve bireysel anarşizme, yalnızca diğerini taşımak ise totaliter bir anlayışa götürür. İşte, Milliyetçi Hareket'in üzerinde özenle ve endişeyle durduğu husus budur. İşte, özgürlükler ve refah ile milli çıkarların kesiştiği hassas nokta budur. Bugün bazı çevreler, yalnızca bunlardan birini yükseltmekte, diğerini göz ardı etmektedir. Bu yaklaşım, etnik ayrımcılığa yaslanan terör örgütünün yeniden umuda kapılması yönünde de tehlikelere kapı aralamaktadır. Söz konusu anlayışların ortak hedefinin Milliyetçi Hareket olması bu açıdan çok manidardır. Çünkü Milliyetçi Hareket her iki bayrağı da gurur ve onurla taşımaktadır. Bu onuru Avrupa Birliği'yle bütünleşme sürecinde, o yaşlı ve olgun kıtanın içlerine kadar da taşıyacaktır. Türk milletinin bugün en büyük sıkıntısı, uzun yıllar boyunca uygulanmış hatalı ekonomik politikaların sonucu olarak girdiğimiz kriz ortamında, kendisini dünyanın en dinamik milletlerinden biri kılan "heyecanı"nı kaybetmiş olmasıdır. Türk milleti aynı heyecanla, aynı girişimci ruhla, dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer almak yolunda yeni bir mücadeleye başlamalıdır. Bir milletin onurunu ayakta tutacak, geleceğini görünür ve yaşanır kılacak temel yollardan biri budur. Millet heyecanını korursa, onurunu her yana taşır. Türk vatandaşı başı dik, sırtı pek oldukça, milli hedefleri köreltilmedikçe üstesinden gelemeyeceği zorluk, alamayacağı netice yoktur. Bazı kesimler, Türkiye'nin, kurulduğu yıllardan bu yana gönül verdiği "modernleşme projesi"nin aynı zamanda "milli imkân ve güçlerin en üst düzeye çıkarılması projesi" olduğunu idrak etmekten mahrum görünmektedir. Bunu anlamamak, Türkiye'nin hedef ve iddialarını anlamamaktır. Bunu anlamamak, Türkiye'nin milli varlığını, onurunu ve önemini anlamamaktır. İşte biz, Milliyetçi Hareket olarak, Avrupa Birliği yönetimini ve kamuoyunu da meseleye bu yönden yaklaşmaya çağırıyoruz. Türkiye'nin kendi iç dinamikleriyle çözeceği hususları, önce uzun yıllar boyunca bir "yara"ya dönüştürmek ve bir müzakere sürecinin arefesinde sürekli "yarayı kaşır" bir tutum içinde olmak, hem bu ülkenin tek tek bütün yurttaşlarının, hem de bir bütün olarak Türk toplumunun özgürlük ve refahı karşısına duvar örmekten başka bir anlam taşımaz. Hedeflenen bu ise, bilinmelidir ki, bu hedefe asla ulaşılamayacaktır. Eğer Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye yaklaşımında böyle bir olumsuzluk ve şartlanmışlık yok ise, Birlik yönetimi Türkiye'nin gerçeklerini anlamak konusunda daha çok çaba sarf etmek durumundadır. Kıymetli Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Türkiye'nin, bu coğrafyanın, bu milletin Avrupa'yla tarihî bağları çok eskilere dayanmaktadır. Hafızamızı biraz zorlayacak olursak, Türkiye-Avrupa ilişkilerinin zaman zaman çok sıkıntılı dönemlerden, çok önemli dönüm noktalarından geçtiğini hatırlayabiliriz. Türkiye'nin aday ülke statüsüne alınmadığı 1997 tarihli Lüksemburg Zirvesi ve teröristbaşının yol açtığı "Roma Krizi"hassasiyet, gereken sonucu almamızı sağlayan en önemli faktörlerden biri olmuştur. Türkiye'ye karşı sergilenen önyargılı ve saygısız tutumların karşılığında ortaya çıkacak bedelin iyice anlaşılması da bu sayede gerçekleşmiştir. bunun çok yakın bazı örnekleridir. İşte böyle dönemlerde, Türk Milleti'nin üst düzeyde sergilediği Örneğin terör örgütünün kuklabaşı nedeniyle yaşanan "Roma Krizi" döneminde Türkiye-Avrupa ekseni büyük bir kırılma tehlikesinin eşiğinden dönmüştür. Türkiye ile Avrupa, bu süreçte, karşılıklı olarak birbirini anlama ve pozisyonunu belirleme açısından çok değerli tecrübeler yaşamıştır. Bunun neticesinde, Türkiye son dönemde Avrupa Birliği yönünde siyasi ve stratejik açıdan sürekli daralma belirtileri gösteren yolun yarattığı baskıdan kurtulmayı başarmış, Avrupa ise kendisi için "siyasi intihar" anlamına gelecek bir yönelimin tehlikelerini görme şansını yakalamıştır. Türkiye-Avrupa ekseni aslında çok daha uzun ve tarihi bir Doğu-Batı eksenini açık tutan kanaldır. 21. Yüzyıl'ın çok-merkezli dünyasında bu kanalın açık tutulması, hem Türkiye, hem Avrupa, hem de bütün insanlık açısından hayati bir önem taşımaktadır. Türkiye, bulunduğu konum ve etki alanı itibariyle Avrupa Birliği için önemlidir. Avrupa'nın en büyük siyasi-stratejik "fay hatları"ndan biri Türkiye'den geçmektedir. Helsinki Zirvesi'ne kadar yaşanan öğretici tecrübeler bu gerçeğin daha da netleşmesini sağlamıştır. Türkiye-Avrupa ekseninin geleceği, içinde Türkiye'nin de yer alacağı Avrupa Birliği'nin 21. Yüzyıl'ın saygın ve etkin küresel aktörlerinden biri olmasını doğrudan etkileyecek faktörlerden biridir. Bu sonucun ortaya çıkması, bütünleşme sürecinde Avrupa Birliği'nin Türkiye'nin, Türkiye'nin de Avrupa Birliği'nin siyasî-stratejik koordinatlarını karşılıklı değerlendirme ve bunları yeniden formüle etme arayışı sayesinde gerçekleşecektir. Bu arayış belli bir stratejik adaptasyonu gerektirmekte ve bu "yeni dönem"in ortaya çıkmasında en büyük katkı da ülkemizden gelmektedir. Türkiye, gerçekçi bir "Ulusal Program" eşliğinde, bu sürecin sağlıklı işlemesi yönündeki akılcı ve dinamik politikaları kararlılıkla uygulamayı sürdürmektedir. Helsinki Zirvesi'nden bu yana, gerek Türkiye'nin gerekse Avrupa Birliği'nin dinamikleri açısından tarihî bir fırsat yakalanmış bulunmaktadır. Bu düzlemde, hiç şüphe yok ki, Türkiye kadar, Avrupa'ya da büyük sorumluluklar düşmektedir. Avrupa'yı "Avrupa" kılan temel değerlerden birisi, yöneldiği hedefe ulaşma kaygısıyla aceleciliğe kapılıp akılcı ve soğukkanlı bir tutumu terk etme gibi bir yanlışa asla düşmemesi, bir diğeri de hem kendisine hem muhatabına karşı her zaman eleştirel ve sorgulayıcı olabilmesidir. Avrupa, bu temel değerini korumayı başardığı dönemlerde gelişme iradesi sergilemiş, bunu kaybettiği dönemlerdeyse en kanlı ve kapsamlı çatışmaların merkezi olmuştur. Avrupa Birliği yönetimi, Türkiye konusunda bu temel değeriyle hareket etmeyi sürdürmelidir. Bilinmelidir ki, Milliyetçi Hareket Partisi de aynı eleştirel, sorgulayıcı ve gayretli tutumu Avrupa Birliği karşısında sürdürme kararlılığındadır. Ülkemizi akılcı yaklaşımlardan uzaklaştıracak senaryo ve seçenekler bazı çevrelere ne kadar cazip görünüyor olursa olsun, işin doğası da mantığı da böyle bir tutumu gerektirmektedir. Milliyetçi Hareket tam da bu eleştirel ve sorgulayıcı tutumu nedeniyle ülkemizin en modern ve çağdaş partisidir. Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecine kör bir iradeyle değil, özgür ve çok-yönlü bir kavrayışla yaklaşmaktadır. Pek çok parti, kurum, kuruluş, makam ve organın "Batılı" olmaktan ziyade "Batıcı" olduğu bir ortamda Milliyetçi Hareket Partisi'nin sorumluluğu şüphesiz bir kat daha artmaktadır. Değerli Dava Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne ciddi katkıda bulunmasının öncelikli şartı, ülkemizin kendi özgün yapısı içinde Batı dinamikleriyle bütünleşmesidir. Burada anlamsız bir "kültürel tez"den ya da hayalcilikten söz etmiyoruz; burada gerçekçi bir siyasî programdan söz ediyoruz. Bu siyasî programın yansıması olan "Ulusal Program"ın kısa vadeli hedeflerinin büyük kısmı gerçekleştirilmiştir. Kalan hedefler de en kısa zamanda gerçekleştirilecek ve orta vadeli hedefler değerlendirmeye alınmaya başlayacaktır. Kısacası, Türkiye Avrupa Birliği'ne girme konusundaki iradesini ortaya koymuştur. Biz, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yle müzakere sürecini bu yıl başlatacağına samimiyetle inanıyoruz. Çünkü Avrupa'nın aklı bunu gerektirmektedir. Çünkü Avrupa'nın aklı "Müzakere süreci başladıktan sonra ya bu hedeflerden vazgeçerseniz? Biz sizin bu konuda sergilediğiniz iradeye güvenmiyoruz!" türünden "gülünç bir gerekçe"yle karşımıza çıkmayacaktır. Bugünün "ekonomik devi" Avrupa Birliği, geçmişte çok sık eleştirildiği gibi, bir "siyasi cüce" olarak kalmama iradesini taşıyor ise, bunun ilk kanıtını Türkiye ile müzakere sürecini başlatarak verecektir. İnanmak istiyoruz ki, Avrupa'nın aklı Türkiye'nin kendisi için taşıdığı önemi kavrayabilecek ve kendisine yapıştırılmak istenen "siyasi cüce" yaftasından kurtulmayı başarabilecek bir esnekliğe sahiptir. Yakın bölgedeki sorunların çözümünde bugüne kadar sergilenen zaaf ve etkisizlik, Türkiye'nin iradesini de yanına alan bir Avrupa Birliği sayesinde büyük ölçüde giderilmiş olacaktır. İşte bu çerçevede, konunun hassasiyetini somut bir örnekle açıklığa kavuşturmakta, bu akılcı anlayışa aykırı düşebilecek tutumların bizi nereye götüreceğini belirtmekte, uluslararası meselelerde söz alanlara ne tür sorumluluklar düştüğünü vurgulamakta yarar bulunmaktadır. Avrupa Birliği Komisyonu'nun Genişlemeden Sorumlu Yöneticisi Günther Verheugen'ın Kıbrıs sorunu konusunda takındığı ve ısrarla sürdürdüğü tutumu anlamak mümkün değildir. Yoksa sayın yetkili, daha hâlâ Türkiye'nin de Avrupa Birliği'ne aday ülkelerden biri olduğunun farkında değil midir? Öyle görünüyor ki bazı gerçeklerin altını sürekli çizmek zarureti bulunmaktadır. Hatırlanacağı üzere, Helsinki Zirvesi'yle birlikte Türkiye-Yunanistan ilişkileri ve Kıbrıs Sorunu açısından da yeni bir dönem başlamıştır. Kıbrıs açısından en sağlıklı ve kalıcı çözüm, adada mutlaka ama mutlaka hakkaniyete dayalı bir şekilde yapılanması gereken, iki toplumlu, iki bölgeli modele dayalı bir Kıbrıs ile Türkiye'nin aynı anda Avrupa Birliği'ne tam üye olmasıdır. Türkiye'nin Avrupa Birliği ile bütünleşmek konusunda bugün izlediği program ile Avrupa Birliği'nin Kıbrıs'ta hakkaniyete dayalı muhtemel bir çözüm sonucunda ortaya çıkacak yapı nedeniyle ihtiyaç duyacağı revizyon gereği, zaten her iki aday ülkenin takvimlerini birbirine yaklaştıracaktır. Bu formülün Türkiye-Yunanistan ilişkilerindeki diğer sorun başlıkları için de kendiliğinden bir normalleşme ve çözüm süreci başlatacağı açıktır. Üstelik bu formül Yunanistan'ın Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye konusundaki samimiyetini sınamak için de akla uygun bir ortam sunacaktır. Avrupa Birliği, hiç kuşku yok ki, Kıbrıs Sorunu'nun ve Kıbrıs'ın üyelik sürecinin sadece kendi "siyasi ve ekonomik ölçütleri"yle sınırlı olmadığının bilincindedir. Bu farkındalık üzerine samimi biçimde düşünmeyi başarabilirse, mevcut zemini tahrip etmenin ne anlama gelebileceğini de anlayacak, Türkiye'nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin bu konuda da gerçek bir "çözüm süreci"nin takipçisi olduklarını görebilecektir. Avrupa Birliği yönetiminin de bundan böyle hakkaniyet ve adalet ilkelerine dayalı bir "çözüm süreci"ni gözetmesi, sadece Milliyetçi Hareket Partisi'nin değil, Türk Milleti'nin temel beklentisidir. Avrupa Birliği yönetimlerinin Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin, ne olursa olsun, öngörülen takvim içinde "tam üye" yapılacağı yönünde açıklamalarda bulunma ısrarını sürdürmesi, bundan sonra da Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözüme ulaşmanın önündeki en büyük engeli oluşturacaktır. Kıbrıs Sorunu'nun çözümü konusunda ikircikli ve sıkıntı yaratacak yaklaşımlara, Avrupa Birliği'nin iç denge ve dinamiklerini gözetmek türünden bir gerekçeyle haklılık kazandırılmaya çalışılıyor olabilir. Oysa bu tarz bir anlayışın, hem Avrupa'nın iç dengelerinde daha da önemli sorunlar yaratacağı, hem de Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerini samimi, gerçekçi ve karşılıklı anlayışa dayalı bir temelden uzaklaştıracağı gerçeği bir an olsun göz ardı edilmemelidir. Türkiye'de "Kıbrıs Sorunu" için tavizkâr ve aşırı aceleci bir yaklaşım içinde olanlar, her şeyden önce bu gerçek üzerinde düşünmeyi başarmalıdırlar. İnanıyoruz ki, Avrupa Birliği Türkiye'ye ilişkin tutumunu "Kıbrıs'ta Yunanistan'a uygun çözüm"e bağlayacak kadar "akıldışı bir tutum" benimsemeyecektir. Çünkü, bu tür bir yaklaşım ve beklenti, Avrupa'nın saygınlığı ve etkinliği açısından ciddi bir "siyasi basiretsizlik" anlamına gelecektir. Bilinmelidir ki, Türkiye, bu gibi konularda aklın sesi olmakta ısrar ettiği, onurunu, sorumluluğunu ve uluslararası strateji konusundaki önceliklerini koruduğu ve zaafa uğratmadığı sürece, "Lider Ülke" olma hedefine sadık kalacak, bölgesindeki her tür anlaşmazlık ve uzlaşmazlığın çözümünde öncü rol üstlenecektir. Yine millî çıkarlarını en üst düzeyde korumayı başaracak ve sergilediği tutumla diğer ülkelere örnek olacaktır. Bu duygu ve düşüncelerle, Milliyetçi Hareket'in önderliğinde Türkiye'nin bu hedeflere tek tek varacağından emin olduğumu belirtiyor, yüksek heyetinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |