Genel Başkanımız
Dr. Devlet Bahçeli'nin
Değerli Dava Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın mensupları, Konuşmama başlarken yüksek heyetinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bilindiği üzere, İsrail-Filistin meselesinin bugün geldiği aşama bölgedeki insanlık dramını kabul edilemez kılmakta, sağduyuya dayalı bir çözüm imkânını ortadan kaldıracak tehlikeler barındırmaktadır. Sorun iç politika malzemesi yapılamayacak kadar ciddi, dünya barışı ve istikrarı açısından birinci derecede önem arz eden bir sorundur. Bu sebepten dolayıdır ki, huzurlarınızda, mevcut duruma ilişkin kapsamlı bir değerlendirme yapma gereği ve sorumluluğunu duyuyorum. Öncelikle vurgulamak istediğim husus şudur: İsrail'in artık bu askeri harekatı sona erdirmesi ve Filistin kentlerinden çekilmesi bir zaruret halini almıştır. Egemen bir devletin sınırları içinde gerçekleşen insan hakları ihlalleri bir an önce son bulmalıdır. Bölgede, en kısa sürede, müzakere zemini açısından anlam taşıyacak bir ateşkesin ilan edilmesi şarttır. Askeri harekatın uzadığı her dakika bölgeye ilişkin umutları biraz daha yok etmektedir. "Her dakika" diyorum, çünkü bu "yüzyıllık sorun"da her bir dakikanın önemi vardır. Boşa geçen her dakika, insanlığı biraz daha tarihin karanlığında bırakmaktadır. Dünya üzerinde 19. yüzyıl sonlarında ortaya çıkıp 21. yüzyılın başına taşınmış bu çapta bir başka sorun daha yoktur. 1516'da başlayan dört asırlık bir adalet ve istikrar döneminin ardından, Osmanlı'nın dengeleyici yönetim anlayışı bölgeden dışlanmış, ancak yerine aynı görev ve sorumluluğu icra edecek bir irade konamamıştır. Osmanlı coğrafyasında doğmuş olan bu sorun, iniş ve çıkışlarla, acı ve gözyaşıyla dolu bir sürecin ardından bugünkü halini almıştır. Dünyanın siyasi coğrafyası ve güç dengeleri değiştikçe, İsrail-Filistin sorununun değerlendirilme şekli de değişmiştir. Mevcut tablonun temelini 1930'larda tırmanmaya başlayan gerilim, İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı trajediler ve 1947'de Birleşmiş Milletler'de kabul edilen Çoğunluk Kararı oluşturmuştur. 1948-1973 arasında meydana gelen dört ayrı savaş, İsrail'in, kendisine 1947'de Birleşmiş Milletler'in verdiği toprakları tam dört katına çıkarma imkânını sağlamıştır. İngiltere ve Fransa'nın bölgedeki etkinliklerini kaybetmeleri sonrasında, Soğuk Savaş'ın kızıştırdığı Amerika Birleşik Devletleri - Sovyetler Birliği rekabetinin bölgeye kamplaşmalar yaratacak şekilde yansıması, dengeleri daha da içinden çıkılmaz kılmıştır. Söz konusu dönem, bugün dünya için, bir kargaşa ve bölünmüşlüğün ibret vesikası niteliğindedir. Sonraki dönem ikili anlaşmaların belirsizlikleri beslemesiyle, işgal ve çatışmalarla, örneğini Sabra ve Şatilla trajedisinde gördüğümüz acı tecrübelerle tüketilmiş; bölge uzun yıllar, sonuçsuz kalan bir "Barış Planları" dönemiyle meşgul edilmiştir. 1988'de doğan ve Türkiye tarafından da tanınan Bağımsız Filistin Devleti'nin çözüm sürecini hızlandırma ihtimali ve aynı dönemde İsrail Devleti'nin sergilediği yeni yaklaşımlar, bölgede kısa süreli de olsa iyimserlik rüzgarlarının esmesini sağlamıştır. Ne yazık ki, bugün geldiğimiz nokta ortadadır. Bir "sorunlar yumağı" halini almış olan bu tarihî süreci ayrıntılarıyla inceleyip öğrenmek, bölge gerçeklerini her yönüyle ve derinlemesine kavramak gereği vardır. Sorunun yapısı, siyasî sonuçları, uluslararası strateji ve ilişkilere etkisi dikkatle ele alınmalıdır. Sözün kısası, sorun, hamasetin çok ötesindedir ve "devlet ciddiyeti" gerektirmektedir. Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Şimdi, bu gerçeklerin ışığında, bazı doğruları tespit etmek durumundayız. 1990'lı yıllarda ortaya çıkan yeni konjonktürün bir "nihaî barışı" temin edememesi çok düşündürücüdür. Herkesi bu konuda tarihî, siyasî ve uluslararası gerçekler çerçevesinde düşünmeye çağırıyoruz. Son birkaç yıla kadar Ortadoğu'da "tarih yeniden yazılıyor" denirken, barış umutları yeşeriyor sanılırken, bugün, ne yazık ki, tarihin eskiden olduğu gibi, hiç değişmeden yazıldığına tanıklık ediyoruz. Bölgede, barış müzakereleri iyi değerlendirilememiş, barış beklentileri ve süreci yanlış hamlelerle tahrip edilmiştir. Bunun için, Ortadoğu'nun yeni bir yanlış hamleyle varlığını ve bir arada yaşama iradesini koruma şansı yoktur. Bu hayatî gerçeğin bölgenin tüm aktörlerince idrâk edilmesi gerekmektedir. Bu çağrı acîldir ve kulak verilmesi şarttır. Bu çağrı, Türkiye Cumhuriyeti'nin bugüne dek izlediği tutarlı ve ilkeli politikanın bir yansıması olarak görülmelidir. Belli başlı bütün uluslararası aktörleri, bir kez daha "sorumluluk bilinci"ne davet ediyor ve "istikrar"ın sadece sözlüklerde geçen içi boş bir kelime olmadığını, milletleri var eden temel unsurlardan birini oluşturduğunu hatırlatmak istiyoruz. İstikrarın anahtarı "barış süreci"dir. Barış müzakereleri sürecinin bugüne kadar anlamlı bir zemin yaratamamasının temel nedeni, bölge ve dünya ülkelerinin, Ortadoğu'nun siyasî, tarihî ve toplumsal yapısına uygun gerçekçi bir bakış açısı geliştirememiş olmalarıdır. Dünyanın mevcut konjonktürü böyle bir bakış açısını daha da zarurî kılmaktadır. Soğuk Savaş'ın sona ermesiyle çift-kutuplu dünya tarihe karışmış, yerini yeni bir arayış dönemine bırakmıştır. Bugün tek-kutuplu değil, çok-merkezli bir dünyada yaşadığımızın bilincinde olmak gereği vardır. Bu gerçeğin farkında olmamak, çözüm arayışını tek bir aktörün sırtına yıkmak gibi bir kolaycılığın da, soruna ilişkin sağlam bir bakış geliştirme zorluğuna katlanmamanın da mazereti olamaz. Çünkü, bugün Ortadoğu'da, eskiden olduğu gibi "anlaşma içinde anlaşmalar" icat etmek yerine, "anlaşma üzerinde anlaşma" temin etmenin zamanı çoktan gelmiş bulunmaktadır. İçinden çıkılmaz söz oyunlarına, taktik manevralara değil, gerçek bir "barış ruhu"na ihtiyaç vardır. Bütün dünya bunu böylece kavramalı, buna uygun adımlar atılmasını teşvik etmelidir. Türkiye, bütün insanlığın "ortak vicdanı" olmasını istediği "adalet ülküsü"yle, en uygun çözüm yolunun bulunması için sonuna kadar gayret gösterecektir. Unutulmamalıdır ki, konuya, tarih bilincinden ve diplomatik çözüm arayışından yoksun bir şekilde, salt duygusal açıdan bakmak, sorunun akıl ve sağduyuyla aşılmasına, Filistin halkının acılarının dinmesine hiçbir katkıda bulunmayacaktır. Uluslararası ilişkiler temenni ve hayallerin değil, gerçeklerin alanıdır. Ancak, maksimum kazancı elde etmek için her yolu mûbah saymak, uzun vadede akılcı değildir ve bunu seçen tarafa zarar verecektir. Hiç şüphe yok ki, uluslararası sorunlar iç politikanın sıradan bir tüketim malzemesi de değildir. Türkiye'de de bu sorun bir iç politika malzemesi olmanın ötesinde anlam taşımak durumundadır. Yoksa, hiçbir vizyon, proje ve çözüm yaklaşımı geliştirmeden, salt hamasetle bu sorunun çözümüne ne ölçüde katkı sağlanabilir? Türkiye, uluslararası siyaset sahnesinde, yüzü sadece Ortadoğu'ya dönük olarak kalamayacak kadar güçlü ve etkin bir ülkedir ve böyle güçlü ve etkin bir ülke olduğu içindir ki, Ortadoğu'dan yüz çevirmesi de beklenmemelidir. Sahip olduğumuz tarihî ve toplumsal bağlar bize bir siyasî misyon yüklemektedir. Bu misyon, hakkaniyet ve eşitliği gözeten, sağlam bir yerde durmak demektir. O yer, Türk milletini millet kılan temel hasletin, "Adalet ülküsü"nün durduğu yerdir. O yer "Vefalı Türk"ün tarih boyunca durduğu yerdir. Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Konuşmamın bu bölümünde ülkemizin ve dünyanın karşı karşıya bulunduğu diğer bazı uluslararası gelişmelere değinmek istiyorum. Türkiyemizin merkezinde yer aldığı dünyanın en sorunlu ve karmaşık jeopolitik alanı, 21. yüzyılın başında da ilgi odağı olmayı ve önemini korumayı sürdürmektedir. Balkanların nispi bir istikrara kavuşmasının ardından Türkiye merkezli üçgenin Kafkasya ve Ortadoğu uçlarında, biraz önce vurguladığımız Filistin-İsrail sorununda olduğu gibi yeni ve sıcak gelişmeler yaşanmaktadır. Asya ile Avrupa'nın, "Doğu" ile "Batı"nın buluştuğu ve hatta iç içe geçtiği bu alanların kaderi, dünyanın istikrarını ve geleceğini de doğrudan etkileyen bir özelliğe sahiptir. Gerçekten de, bir yandan farklı dinlerin ve kültürlerin yoğun olarak bir arada bulunduğu, diğer yandan da enerji kaynaklarının üretim ve dağıtım merkezlerinin yer aldığı bu bölge, gelecekte de ayrıcalıklı konumunu korumaya devam edecektir. Coğrafyanın jeoekonomik ve jeokültürel vasfı, ister istemez karmaşık jeopolitik denklemleri de beraberinde getirmektedir. Terörizmin giderek küresel bir olgu haline gelmesi, birçok ülkenin terör örgütlerini doğrudan ya da dolaylı bir şekilde uluslararası politika aracı olarak kullanması, "Avrasya denklemi"ne süreklilik kazandırmakta ve çözümü zorlaştırmaktadır. Bilindiği üzere, ABD'ye yönelik 11 Eylül saldırısından sonra bu konu giderek daha çok ön plana çıkmış ve önem kazanmıştır. 11 Eylül trajedisinin, terörizmle uluslararası mücadele gerçeğinin kavranmasında bir dönüm noktası olduğuna şüphe bulunmamaktadır. Ancak, 11 Eylül trajedisi ve sonuçları, dünya barış ve istikrarının çok hassas dengeler üzerine oturduğunu göstermesi bakımından da önem taşımaktadır. Bunun yanında, küreselleşme sürecinin, sadece ekonomilerin karşılıklı bağımlılıkları açısından değil, yoksulluk ve eşitsizlik sorunu bakımından da hayatî sonuçlar ürettiği gerçeği daha çok görünür olmaya başlamıştır. Bütün bunlardan çıkartmamız gereken iki genel netice vardır: ilk olarak, temel dinamiğini teknolojik ve ekonomik gelişmelerin oluşturduğu küreselleşme süreci, dünyayı ve insanlığı birbirine yaklaştırdığı kadar birbirinden de uzaklaştırmaktadır. İkinci sonuç ise, birincisini tamamlayan uyarıcı bir nitelik taşımaktadır: Küreselleşme süreci, dünyanın yönetimini kolaylaştırdığı kadar da zorlaştırmaktadır. Bu durum, dünyanın yeni yüzyılda bir riskler ve çelişkiler çağının derinliklerine doğru ilerlediğine işaret etmektedir. Medeniyetler arası çatışma tezleri ve endişeleri ile, uluslararası terörizmin vahşi yüzünü göstermesinin aynı zaman diliminde gündeme gelmesi, ortak geleceğimiz üzerindeki soru işaretlerinin artmasını beraberinde getirmektedir. Bunun için, insanlığın yeni bir "barbarlık çağı"ndan kendini koruması gerekmektedir. İşte, yeni bir "sorumluluk kültürü" ile "yeni çağın insanlık çağı olması çağrımızın" temelinde bu gerçekler ve endişeler yatmaktadır. Ülkemizin Filistin ve Afganistan meselelerine yaklaşımında bu tür gelişme ve endişelerin de rol oynadığı gözden uzak tutulmamalıdır. Bilindiği gibi, Türkiye önümüzdeki ayın başından itibaren Afganistan'da görev yapan Uluslararası Güvenlik Destek Gücü ISAF'ın komutanlığını İngiltere'den alarak 6 ay boyunca yürütecektir. Ülkemizin, böylesine kritik ve önemli bir uluslararası göreve talip olmasının belli başlı üç sebebi bulunmaktadır. İlk olarak, bu görev, Türkiye'nin uluslararası toplumu ve devletleri terörizm ile daha aktif ve ilkeli mücadeleye davet eden tutumunun bir gereğidir. Millet ve devlet olarak bu konuda tutarlı ve kararlı bir politika izlememiz gerektiği açıktır. İkinci olarak, Afganistan ile aramızda var olan tarihi kardeşlik bağlarımız böyle bir ilgiyi ve yardımı zorunlu kılmaktadır. Ayrıca, Afganistan'ın istikrarı ile Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin huzur ve istikrarı arasında yakın bir ilişki bulunmaktadır. Son olarak, Batı ve Doğu dünyasında medeniyetler çatışmasından medet uman çevrelerin başarıya ulaşmamasında, Afganistan sorununa kalıcı bir çözüm bulunmasının katkısı büyük olacaktır. Tabii bütün bu noktalarda başarıya ulaşılması, kendiliğinden ve kolay gerçekleşecek bir husus değildir. Başka bir deyişle, Türkiyemizi, diğer uluslararası koalisyon güçleri ile birlikte çok zorlu bir dönem ve görev beklemektedir. Her şeyden önce, Afganistan'da barış ve istikrarın tam manasıyla sağlandığını söylemek mümkün değildir. Etnik ve dini ayrışmalar üzerine yaslanan silahlı derebeyliklerin gücü yeterince kırılmamış ve ortak bir yönetim anlayışı gelişmemiştir. Çünkü, Taliban ve El-Kaide unsurları savaş yeteneğini tamamen kaybetmedikleri gibi, Afganistan operasyonuna destek veren gruplar arasında da siyasi ihtilaflar ve çıkar çatışmaları varlığını korumaktadır. Kısacası, Afganistan'da Türkiye'nin liderliğindeki ISAF komutanlığının başarılı olması, şartların olumsuzluğuna rağmen gerekli ve önemlidir. Çünkü, başarıya ulaşıldığında ülkemizin Avrasya coğrafyasındaki saygınlığı daha da artacak, uluslararası istikrar ve dengenin vazgeçilmez unsurlarından biri olduğu, bir kez daha teyit edilecektir. Afganistan'da barış ve istikrarın temini, dünyayı yeni bir kaosa sürüklemekten başka anlama gelmeyecek olan medeniyetler ve dinler çatışması tezinin geçerliliğini kaybetmesine hizmet edecektir. Bunlara ilave olarak, terörizm ile uluslararası mücadelede önemli bir başarının altına imza atılacaktır. Bizim, temel dileğimiz ve beklentimiz, Afganistan'ın biran önce huzura ve istikrara kavuşmasıdır. Yine, müşterek bir düzen ve millet fikrinin hayata geçirilmesi ve bütün etnik unsurların ülkenin geleceği ortak paydasında birleşmesidir. Unutulmamalı ki, Afganistan'ın gerek uluslararası çıkar çatışmalarının arenasına dönüşmemesi, gerekse uluslararası terörizmin ikâmet adreslerinden biri olarak kalmaması buna bağlıdır. Gönlümüz ve dualarımız terörizmi reddeden ama insanca yaşamak isteyen Afgan ve Filistin halklarıyla beraberdir. Bu vesileyle, merhum Başbuğumuzun Hakk'ın rahmetine kavuşmasının 5. yıl dönümü münasebetiyle düzenlenen anma töreninde ifade ettiğim bir sözü huzurlarınızda tekrarlamak istiyorum: İnsan hakları, sadece bazı ülke ve toplumlar için değil, bütün insanlık içindir. Aziz Dava Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları,
Konuşmamı, dikkatlerinizi uluslararası istikrar ve terörizm ile ilgili bir başka noktaya çekerek tamamlamak istiyorum. Bilindiği gibi, İsrail ordusunun Filistin topraklarını işgal etmesi ve sivil halka karşı kabul edilemez saldırılarda bulunması üzerine, terörizmle mücadele konusu İslâm ülkelerinin gündeminde de ağırlıklı olarak yer etmeye başlamıştır. Ancak, özellikle Arap ülkelerinin hem İsrail işgali, hem de terörizm konusunda bir anlaşmaya varamadıkları ve ortak bir politika geliştiremedikleri bilinmektedir. Bu durumun, içinde bulunduğumuz ayın başında Malezya'da yapılan İslâm Konferansı Örgütü Dışişleri Bakanları toplantısında da devam ettiği görülmektedir. Adı geçen konferansta, 11 Eylül saldırıları ve Filistin'de yaşanan dram, uzun boylu tartışılmış, ama tatminkâr bir sonuca ulaşılamamıştır. Özellikle de terörizmin uluslararası düzeyde genel kabul görecek bir tanımının yapılması çabaları sonuçsuz kalmıştır. Sadece, toplantı sonucunda yayınlanan nihaî bildiride, terörizmle mücadelenin ele alınacağı bir "Birleşmiş Milletler Konferansı"nın düzenlenmesi çağrısında bulunulmuştur. Hatırlanacağı üzere, bu konuda dünya kamuoyuna ilk çağrıda bulunan siyasi kuruluş Milliyetçi Hareket Partisi'dir. Partimizin Eylül ve Ekim 2001 tarihlerinde yapılan basın açıklamaları ile meclis grup konuşmalarında, üç maddelik "terörizmle uluslararası mücadele programı"nın yer aldığı bilinmektedir. Programın üç maddesinden birini, terörizmle uluslararası mücadelenin etkinliğini ve meşruluğunu arttırmak, kavramlar ve yöntemler üzerinde geniş bir uzlaşmayı temin etmek amacıyla Birleşmiş Milletler'in öncülüğünde "Uluslararası Terörizmle Mücadele Konferansı"nın toplanması çağrısı oluşturmaktadır. Böyle bir konferansa ve uluslararası işbirliğine duyulan ihtiyaç, şüphesiz bugün de devam etmektedir. Bu vesileyle bir kez daha vurgulamak isterim ki, devletlerin terörizme çeşitli şekillerde verdiği destekler, sadece siyasi ve ekonomik kalkınma sürecini tamamlayamamış ülkelerde görülmemektedir. Birçok gelişmiş Batı ülkesi de, terörizme doğrudan ya da dolaylı olarak hizmet edecek uygulamalar içine girebilmektedir. Bu tür politikalar, terörizm ve terör örgütü kavramlarında gözlenen çifte standartlardan örgüt mensuplarına sağlanan lojistik desteklere kadar çeşitlilik arzetmektedir. Avrupa Birliği yönetiminin bu çerçevede Türk milletine karşı sergilediği tavır, hem yanlış, hem de çirkindir. Bunun için de, hiçbir zaman ve hiçbir şekilde kabul edilemezdir. Türkiye gibi, uluslararası sorumluluklarının idraki içinde hareket eden önemli bir ülkeyle ortaklık ilişkisi içindeki Avrupa Birliği yönetiminin, bu tür konularda çok daha dikkatli, tutarlı ve saygılı bir yaklaşım içinde olması zorunludur. Birlik yönetiminin gerek kendi tarihini, gerekse politikalarını anlamlı bir özeleştiri süzgecinden geçirmeden ortaya koyduğu söylem ve politikalar, en baştan tartışılır olmaktadır. Daha da önemlisi, Avrupa Birliği'nin uluslararası etkinliğini ve saygınlığını azaltmaktadır. Uzun yıllardır önemli bir uluslararası gündem maddesi olmaya devam eden, bununla birlikte belirli bir güvenlik boyutuna ve istikrara kavuşmuş olan Kıbrıs sorunu da, benzer şekilde yanlış ve aceleci politikalarla daha çok derinleştirilmek istenmektedir. Unutulmamalı ki, stratejik akıldan ve tarih bilincinden yoksun yaklaşımlarla ve tek yanlı oldu bittilerle hiçbir uluslararası soruna kalıcı ve adil bir çözüm bulmak mümkün değildir. Kıbrıs'ta iki bölgeli ve iki devletli yapının çeyrek yüzyılı aşkın bir süredir barış ve istikrarı temin ettiği gözardı edilmemelidir. Yeni arayışların kalıcı ve değerli olabilmesi ise, mevcut durumdan daha arzulanabilir, kabul edilebilir ve sürdürebilir bir çözümü öngörmesine bağlıdır. Aksi takdirde, barış, adalet ve istikrarı temin etmek ve kalıcı kılmak mümkün olmayacaktır. Ortadoğu'da bir türlü aşılamayan güvensiz ve istikrarsız ortam, özellikle de Filistin ile İsrail arasında sonu gelmeyen çatışmalar, bu açıdan çok öğretici dersler içermektedir. Sözün kısası, Avrupa Birliği yönetiminin, Kıbrıs'ta çözüme, varolan dengeleri bozarak ve ülkemizin haklı hassasiyetlerini gözardı ederek ulaşılamayacağını idrak etmesi önemlidir. Bilinmelidir ki, terörizmle mücadele gibi, Kıbrıs sorununa yaklaşım biçimleri de, Birlik yönetiminin stratejik öngörü ve çözüm üretme yeteneğinin test edildiği kritik bir alanı ifade etmektedir. Ancak bu alan, hiçbir zaman Türkiye'nin kararlılığının test edileceği bir alan olmamalıdır. Hepinize saygılar sunuyor, bir kez daha en iyi dileklerimle selamlıyorum
Dr. Devlet Bahçeli |