11.05.2002 - Büyük İstanbul Buluşması Mitinginde Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
Büyük İstanbul Buluşması Mitinginde
Yapmış Oldukları Konuşma
11 Mayıs 2002

 

Aziz İstanbullular,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bugün bu anlamlı ve özel toplantıda sizlerle bir araya gelmekten duyduğum sevinç ve heyecanı belirterek, hepinizi en derin saygılarımla, sevgilerimle selamlıyorum.

Hepiniz hoş geldiniz, şeref verdiniz.

Bütün Türkiye'yi il il, bölge bölge dolaşan Türkiye Sevdalıları, bugün İstanbul'da buluşmakta, İstanbul'la buluşmaktadır.

Türkiye Sevdalıları, bugün İstanbul'la Türkiyemizi buluşturmaktadır.

Partimizin Başkanlık Divanı ve Merkez Yönetim Kurulu üyeleri, bakanlarımız, milletvekillerimiz ve belediye başkanlarımızla birlikte siz değerli İstanbullu hemşehrilerimizle bir araya gelmiş bulunmaktayız.

"Türkiye Sevdalıları Türkiye'yi Konuşuyor" programı, Türk milletinin kader arkadaşı Milliyetçi Hareket'in bir siyasi parti olarak, sadece muhalefette iken veya sadece seçim zamanlarında değil, her zaman, her şekilde milletimizle iç içe olduğunun en canlı şahididir.

İşte bu programın, hem bir devamı hem de yeni ve önemli bir aşamasını ifade eden "Büyük İstanbul Buluşmamız" ülkemiz, demokrasimiz ve İstanbulumuz için kutlu ve uğurlu olsun.

Bilindiği gibi, 18 Nisan seçimlerinin ve akabinde 57. Hükümet'in kuruluşunun üzerinden tam üç yıl geçmiş bulunmaktadır. Öncelikle, bu üç yıllık süreçte neler olup bittiğine, Milliyetçi Hareket Partisi'nin Türk siyaset hayatında ne tür bir işlev yerine getirdiğine kısaca değinmek istiyorum.

18 nisan seçimleriyle birlikte Milliyetçi Hareket Partisi'nin yüce meclisimize taşıdığı irade, demokrasimizin artık kronikleşmiş hastalık ve zaafları karşısında yoğun ve kararlı bir mücadele vermeye başlamıştır. Şimdi, bu mücadelenin temelini oluşturan unsurlara tek tek göz atmamız yararlı olacaktır.

Türkiye'de yaşadığımız en büyük sorunlardan birinin "kurumsallaşma eksikliği" olduğunu, bunun devlet, toplum ve siyaset hayatımızda önemli yaralar açtığını, ciddi zaaflara sebebiyet verdiğini, her fırsatta ısrarla vurgulamaktayız.

İşte bu eksiklik Türkiye'de gerçek bir "siyaset kültürü"nün oluşmasını her zaman engellemiş; bununla bağlantılı olarak, "siyasî ahlâk"ın çoğu kez ayaklar altına alınmasında beis görmeyen bir anlayışın egemen olmasına yol açmıştır.

Uzun ve şerefli bir siyasî tarihe, gerçek bir kurumsal kimliğe sahip olan Milliyetçi Hareket Partisi, son üç yıldır bu "siyaset kültürü"nün sağlıklı bir zeminde gelişmesi, "siyasî ahlâk"ın içi boş bir slogandan öteye geçip milletimizin siyasetin her anında hissettiği bir unsur olması için büyük gayret sarfetmiştir.

Unutulmamalı ki, siyaset kültürüne sahip olmak demek, bir "tutarlılık anlayışı"na sahip olmak ve bunu ısrarla savunmak demektir. Bu anlayışımızın en büyük güvencesi de, ilk baştan beri bayrak edindiğimiz ve herkese örnek olmasını istediğimiz "sorumluluk ve uzlaşma kültürü" yaklaşımımızdır.

Tutarlı siyaset, "sorumluluk ve uzlaşma kültürü"nü tavizsiz biçimde yerine getirmenin doğal sonucudur. Milliyetçi Hareket Partisi bu konuda ciddi bir sınav vermiş ve Türk milleti önünde bu sınavdan alnının akıyla çıkmıştır.

Bunun en somut delili de son üç yıllık koalisyon tecrübesidir. Koalisyon kültürüne pek yatkın olmayan ve geçmişte çok sayıda başarısız örnek vermiş olan siyaset hayatımız, hiç de alışık olmadığı bir koalisyon süreci yaşamaktadır.

Milliyetçi Hareket Partisi, tutarlı siyaset anlayışından bir an bile vazgeçmeksizin sergilediği "sorumluluk ve uzlaşma kültürü" ile, bu sürece en önemli katkıyı sağlamış olan partidir.

Koalisyon süreci, bunun içinde yer alan her partinin bazı ilke ve hedeflerinden fedakarlıkta bulunmasını gerektirir. Milliyetçi Hareket Partisi, 57. Hükümet içinde, Türkiye'nin millî çıkarları ve hedefleri açısından tehlikeli gördüğü hususlar dışında hiçbir fedakarlıktan kaçınmamış ve diğer partilere karşı da aynı anlayışla davranmaları yönünde uyarıcı ve yapıcı bir rol yerine getirmiştir.

Milliyetçi Hareket Partisi her zaman, sorumlu bir hükümet ortağı olarak, sadece kendisine prim sağlayacak çatışma ve anlaşmazlıklar icat ederek eski siyaset etme anlayışının hastalıklarını sürdürmeye değil, ortak noktalar bulmaya ve bir uzlaşma zemini tesis etmeye önem vermiştir.

Bu çerçevede, koalisyon ruhuna aykırı her tür girişime, yine koalisyon mantığı içinde ve istikrarı koruyacak şekilde engel olunmuştur. Kimsenin iktidardayken "muhalefet" rolü sergilemesine izin verilmemiş, sorumluluktan kaçma çabalarının önüne geçilmiştir.

Hiç şüphe yok ki, geçmiş koalisyon tecrübeleri, özellikle de birlikte hükümet etme zaafları ve bunların olumsuz sonuçları hatırlandığında, yeni siyaset anlayışındaki ısrarımızın önemi ve değeri çok daha iyi anlaşılacaktır.

Bütün bunları yapmamızı kaçınılmaz kılan husus da "ilkeli ve tutarlı siyaset anlayışımız" olmuştur. Milliyetçi Hareket Partisi ilkesiz siyasetin, popülizmin, göz boyamacılığın, oy avcılığının Türk siyaset hayatından bir daha geri dönmemek üzere sökülüp atılmasında kararlıdır.

Aziz İstanbullular,

Muhterem Arkadaşlarım,

Siyasette ilkeli olmanın ilk ve kesin şartı "samimiyet" sahibi olmaktır. Siyasette rolü yapılamayacak tek şey samimiyettir. Millet kimin samimi olduğunu, kimin olmadığını kolaylıkla görür ve teşhis eder. Üstelik, samimiyetten mahrum olmak siyaseten bir şeyler başarma gücü ve iradesinden mahrum olmak demektir.

İşte bunun içindir ki, siyasette samimiyeti temel ilkelerimizden biri kabul ediyoruz.

İşte bunun içindir ki, göğsümüzü gere gere "Önce ülkem ve milletim" demenin onuru ve huzurunu yaşıyoruz.

"Önce ülkem" diyebilmemizin temel unsurunu da ülkemizin çok ihtiyaç duyduğu "istikrar arayışı"na hassasiyetle kulak vermemiz oluşturmuştur. İstikrarın ve bunun teminatı olan siyasi iradenin zayıflama tehlikesine karşı daima uyanık olunmuş ve popülizm tuzağına düşmekten ısrarla kaçınılmıştır.

Bütün bu saydıklarımızı, uzlaşmayı bir tür atalet ve kolaycılık olarak gördüğümüz için değil, tam tersine, çelik gibi bir iradeye sahip olduğumuz için yapıyoruz.

Bütün bunlar, "siyasi irade"nin ülkemiz açısından taşıdığı anlam ve önemi vurgulamak ve ispat etmek içindir.

Milliyetçi Hareket Partisi'nin siyaset ve toplum hayatında gerçekleştirdiği değişikliklerin, sistemin istikrar ve işleyişine kazandırdıklarının milletimiz tarafından görülüp değerlendirildiğinden eminiz.

Hiç şüpheniz olmasın ki, Milliyetçi Hareket Partisi bu alanlardaki mücadelesini bundan sonra da kararlılıkla sürdürecektir.

Unutulmamalı ki, 18 Nisan seçimlerinden bu yana geçen üç yıllık süre, bu mücadelede sadece bir "ilk safha" teşkil etmektedir. Bunu tamamına erdirmekte de hepimize büyük sorumluluklar düşmektedir.

İşte bugün burada bir araya gelmemizin temel nedeni budur. Burada dile getirmekte olduğumuz hususlar partimizin geleceğine ışık tutacak, bundan sonra yapmamız gerekenlere yeni bir ivme kazandıracaktır.

Kıymetli Arkadaşlarım,

Sevgili İstanbullular,

Milliyetçi Hareket Partisi "sorumlu ve ilkeli siyaset anlayışı"nı ekonomik istikrarın korunması alanında da özenle sürdürmüş ve üzerine düşenleri yapmakta tereddüt etmemiştir.

Uzun yılların stratejik yanlışları ve Türk ekonomisinin taşıdığı ciddi yapısal sorunlar nedeniyle içine girdiğimiz ağır ekonomik kriz sürecinde, partimiz gereken sorumluluğu üstlenmiş; başkalarını suçlamakla oyalanmak yerine, çözüm önerilerinin bir an önce hayata geçirilmesi için elinden geleni yapmıştır.

Bunu yaparken de, her zaman doğruları bulma kaygısı içinde olmuş, "siyasî ahlâk" konusundaki hassasiyetini asla kaybetmemiş ve fedakarlıkta bulunması gerektiğinde siyasî kâr-zarar hesapları içine girmemiştir.

Bugün ekonomik krizin yaralarının sarıldığı, dengelerin yavaş yavaş yerine oturmaya başladığı bir "normalleşme dönemi"ne girilmektedir.

 Sosyo-ekonomik maliyeti çok ağır olan kritik eşiğin aşılmasında, yapısal reformların tamamlanmasının yanında, bütçenin gelir-gider dengesinin tesisi ve güven ortamının gelişerek devam etmesi de önem taşımaktadır. Son zamanlarda bu yönde olumlu işaretler gözle görülür hale gelmeye başlamış bulunmaktadır. Üretim sürecindeki hareketliliğe karşın, enflasyon ve faiz oranları düşmeye devam etmekte ve toplumda bu yöndeki olumlu beklenti düzeyi güçlenmektedir.

 İnşallah, ekonomimizin iyileşme süreci önümüzdeki aylar içinde artarak devam edecek, kriz sendromu tamamen aşılacaktır. Özellikle de, millet olarak yaşadığımız sıkıntılar ve karamsarlık havası süratle ortadan kalkmaya başlayacaktır.

Ancak ekonomi alanında gerçekleştirilmesi gereken daha pek çok husus, atılması gereken bir çok adım bulunmaktadır.

 Bu durumda, önümüzdeki yakın döneme ilişkin temel hedefimiz ve önceliğimiz bellidir: Türk ekonomisini, enflasyonu azdırmadan ve bütçe disiplinini kaybetmeden sürdürülebilir bir büyüme trendine sokmak ve bu süreci kalıcı hale getirmektir. Bunun için de, devlet ve toplum olarak sağlıklı ve dengeli bir ekonomik gelişmeye odaklanmak zorunluluğu bulunmaktadır.

 Bilindiği üzere, enflasyonun denetim altına alınması, bütçe disiplininin devam etmesi, yapısal reformların tamamlanması, makro-ekonomik gösterge ve dinamiklerdeki olumlu gelişmelere işaret etmektedir.

 Bütün bunlar, yani ekonomik ortamın elverişli bir nitelik kazanmaya başlaması, ekonomimizin sürekli ve güçlü bir dinamizme kavuşması için tek başına yeterli değildir. Ayrıca, ekonominin 21. yüzyılın zorlu ve acımasız rekabet şartları içinde etkin bir yapıya sahip olması anlamına gelmemektedir.

Devletin borçlanma ihtiyacının aşağı çekilmesi, yatırım ve üretim sürecinin ivme kazanması, israf ve yolsuzluğun engellenerek verimliliğin arttırılması da gerekmektedir.

Bunları başarmanın yolu, hiçbir zaman, borçlanma ve faiz mekanizmasını işleterek ekonomiye hormon takviyesi anlamına gelen geçici tedbirler uygulamaktan geçmemektedir. Çünkü, bu tür mekanizmaların faturasını, toplum zamanla ve daha ağır krizlerle ödemektedir.

Muhterem İstanbullular,

Aziz Dava Arkadaşlarım, 

Tekrar vurgulamak gerekirse, Türkiye, ancak yatırımların, üretimin ve ihracatın önündeki engelleri süratle kaldırarak, kalkınma iklimini iyileştirerek gerçek bir ekonomik büyümenin ve dinamizmin hayat bulmasını mümkün kılabilir. Fakat, yatırım ve üretim faaliyetlerinin önünde dağ gibi duran bürokratik formaliteler ve karmaşık vergi sistemi ağırlığını büyük ölçüde korumaktadır.

İnanıyorum ki, meclisimizin ve hükümetimizin bankacılık sistemiyle ilgili aldığı kararlar, yakında ekonomik bünyenin dolaşım sistemini rahatlatarak nefes almasını mümkün kılacaktır. Ayrıca hem yabancı, hem de yerli sermayenin yatırım arzusunu körelten ve üretim sürecini uzatan bürokratik engellerin ortadan kaldırılması için başlatılan hazırlıklar da en kısa zamanda tamamlanacaktır.

Makro-ekonomik göstergelerin iyileşme eğilimine girmesine ilave olarak, bu tedbirlerin de ekonomik hayatımıza canlılık kazandıracağına, ekonomik aktörlerin yatırım kararlılıklarının daha fazla karşılık bulacağına inanıyorum.

Fakat, bütün bu tedbirlerin krizlere dayanıklı bir ekonomik yapıyı tek başına temin edeceğini ve toplumsal rahatlamanın arzulanan seviyede gerçekleşmesine yol açacağını düşünmemiz aşırı iyimserlik olacaktır.

Unutulmamalı ki, 2000 yılının başında uygulamaya koyduğumuz Enflasyonla Mücadele ve Yapısal Dönüşüm programıyla, başta enflasyon sorunu ve bütçenin faiz dışı fazla vermesi olmak üzere birçok olumlu sonuç alınmış, ancak aynı yılın sonundaki mali krize engel olunamamıştır.

Bu sebeple, en başta ekonomi yönetimi olmak üzere devlet ve toplum olarak ihtiyat payını elden bırakmamak, çok yönlü pozitif büyüme irade ve politikasını ortaya koymak gerekir.

Başka bir deyişle, ekonomimizin krizlere dayanıklılık yeteneğini daha da geliştirmek, ekonomi pastasını büyütmek, uluslararası rekabet gücümüzü artırmak ve IMF'ye bir daha muhtaç olmamak için, kısa ve orta vadede atılması gereken adımları, hem hızlandırmak hem de zenginleştirmek zorunluluğu bulunmaktadır.

İlk olarak, başta petrol ve elektrik olmak üzere, sanayinin enerji girdi maliyetlerini düşürecek yeni tedbirler geliştirilmesi ve yatırım prosedürünün basitleştirilmesi gerekmektedir.

İkinci olarak, parayla para kazanma devrinin tarihe karışması için güçlü bir kamuoyu oluşturulmalı ve bu çerçevede yatırım ve üretim sürecinin finansman maliyetleri aşağı çekilmelidir.

Üçüncü olarak, büyük bir toplumsal yara haline gelen işsizliğin azaltılması için işletmelerin istihdamı artırmalarına yönelik mali teşvik politikaları geliştirilmelidir.

Dördüncü olarak, ekonomimizin hem kaliteli mal ve hizmet üretimini kolaylaştıracak, hem de uluslararası rekabet gücünü yükseltecek AR-GE ve teknoloji üretimi faaliyetlerine gereken önem verilmelidir.

Son olarak, ülkemizde vergi sistemini rehabilite ederek kayıt dışı ekonomiyi kayıt altına almanın akılcı ve ekonomik yollarını hayata geçirmemiz zorunludur.

Bilindiği gibi, çok uzun dönemdir tartışılmasına rağmen, karmaşık ve çarpık vergi sistemi ülkemizin hem "vergi cenneti" hem de "vergi cehennemi" olgusunu aynı anda yan yana yaşamasına sebep olmaktadır.

Türkiye, artık sürekli yeni vergiler koyarak, vergi oranlarını artırarak ekonomik düzlüğe çıkamayacağını kabul etmek zorundadır. Bu süreç, sadece kayıt dışına kaçışı hızlandırmamakta; aynı zamanda müteşebbislerimizi yatırım ve üretim faaliyetinden caydırıcı bir rol oynamaktadır.

Ülke olarak, kısa vadede "malî barışı" sağlayacak önlemleri devreye sokmamız; orta vadede ise vergi sistemini sadeleştirerek, vergi oranlarını düşürüp vergi tabanını genişletecek bir vergi reformunu hayata geçirmemiz zorunludur.

Yeni, sade ve adil vergi sisteminde, mükelleflerin harcama kalemlerinin genişletilerek masraf yazılmasının temini büyük önem taşımaktadır. Böylece, gerek vergi ödemenin devlet ile toplum arasında sürekli bir sorun olmaktan çıkmasında, gerekse kayıt dışının bütçe sisteminin içine çekilmesinde önemli bir adım atılmış olunacaktır.

Bütün bu tedbirler, ekonomi pastasını büyüterek daha adil paylaşımı mümkün hale getirecek gerçekçi bir bakış açısının birer yansımasıdır. Güçlü Ekonomiye Geçiş Programının başarıya ulaşması ve dolayısıyla borç yükünün aşağılara çekilmesi için de, yeni destekleyici adımların süratle devreye girmesi önem taşımaktadır. Ayrıca, ülkemizin doğrudan yabancı sermaye yatırımı alamadığı için daha çok borçlanma zorunda kaldığı ve hatta yerli sermayenin yurt dışına kaçtığı düşünüldüğünde, ilave tedbirlerin önemi daha iyi anlaşılacaktır.

Kısacası, borç-faiz kısır döngüsünü kırmak, ekonomimizin çarklarını doğru yönde ve gereken hızda döndürmek amacıyla yatırım ortamının iyileştirilmesi ve geleceğe daha güvenle bakabilmemizin şartlarını sürekli geliştirmemiz gerekmektedir.

Hemen her gün güvensizlik ve karamsarlık tohumları eken, kendi toplumunu ve siyasetçisini hor gören nutuklar çekmek, birilerinin hoşuna gidebilir ya da sahiplerini tatmin edebilir. Ancak, bu yolla Türkiyemize iyilik değil, kötülük yapıldığı da çok iyi bilinmelidir.

Sürekli büyük ve iddialı vaatlerde bulunup, daha sonra küçük hesapların peşinde koşanların Türkiye'nin güçlü ve parlak geleceğinde yeri yoktur.

Bilinmelidir ki, kendisine güvenmeyen, hergün kriz ve kaos çığırtkanlığı yapılan ülkelere, başkalarının güvenmesini ve yatırım yapmasını beklemek abesle iştigalden başka bir şey değildir.

Türkiye, iç politikadan dış politikaya, deprem felaketlerinden ekonomik krizlere kadar birçok büyük sorun yaşamasına rağmen önemli bir ülkedir. Türkiye, bir çok sanayileşmiş ülkenin taşımakta sıkıntı çekeceği yükleri taşımakta, Türk Milleti zorlukları yenmesini bilmektedir.

Artık ülkemize ve insanımıza haksızlık etmeyi bir kenara bırakıp, eksikliklerimizi ve hatalarımızı yapıcı bir yaklaşım içinde ve geleceğimizi düşünerek gündeme getirmek lazımdır. Her şeyden önemlisi, gerektiğinde aynaya bakmasını bilmek, özeleştiri yapmasını bir erdem olarak kabul etmek lazımdır.

Unutulmamalı ki, ne Türk Milleti'nin, ne Türk devletinin, ne de Türk ekonomisinin, karamsarlık ve kargaşa yaratma yarışıyla varacağı bir yer bulunmamaktadır.

Biliyor ve inanıyoruz ki, Türkiye, ancak müşterek değer ve hedeflere birlikte sahip çıkacak, yenilikçi ve atılımcı bir ruh ve anlayışla başarıya ulaşabilir.

Milliyetçi Hareket Partisi, işte bu başarıya hem bütünüyle taliptir, hem de bütünüyle hazırdır.

Aziz İstanbullular,

Değerli Arkadaşlarım,

Dünya, çift-kutuplu sistemin yıkılışıyla birlikte, yeni arayışların şekillendiği, bilgi ve teknoloji üretiminde mevcut kalıpları zorlayan atılımların yaşandığı bir süreçte ilerlemektedir.

Küreselleşme olgusu, etkisini dünyanın dört bir yanında göstermekte, artık içe kapalı ve dünyanın geri kalanından kopuk siyasî ve ekonomik sistemlerin ayakta kalması biraz daha zorlaşmış bulunmaktadır.

Bu süreç, bünyesinde pek çok olumluluk ve olumsuzluğu bir arada barındırmaktadır. Bu nedenle, küreselleşmenin getirdiği fırsat ve tehlikeler ile yeni denge ve dengesizlikler üzerinde kapsamlı biçimde düşünmemiz gerekmektedir.

Son yirmi yıldır zorlu bir dışa açılma süreci yaşayan ve bu süreçte pek çok yanlış adımın da bedelini ödemek zorunda kalan Türkiye'nin, artık daha fazla zaman kaybetmek gibi bir lüksü yoktur.

Türkiye'nin sahip olduğu potansiyel, tarihî ve siyasî misyonu, girişim gücü ve atılım ruhu, söz konusu "açılım dönemi"ni eksiksiz ve hatasız gerçekleştirmesini kaçınılmaz kılmaktadır.

Türkiye'nin dünya dinamikleri içinde özgün ve etkin bir konum kazanma zorunluluğu bir milli hedef, bir milli dava halindedir.

İşte Avrupa Birliği de bu özgün ve etkin bir konum kazanma sürecinin önemli boyutlarından birini oluşturmaktadır.

Bir devlet politikası haline dönüşmüş bulunan Avrupa Birliği'ne tam üyelik hedefi, Milliyetçi Hareket Partisi tarafından da bu çerçevede ele alınmış ve değerlendirilmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi bu sürecin ilerlemesine önemli katkılarda bulunmuş, "Ulusal Program"ın mimarlarından biri olmuştur.

Milliyetçi Hareket Partisi'nin dile getirdiği bir çok hususun zaman içinde benimsenmekte olduğu, Avrupa Konvansiyonu başta olmak üzere pek çok platformda seslendirilmeye başladığı görülmektedir.

Bunun yanında, "müzakere süreci"ne ilişkin taleplerimizin de giderek karşılık bulmaya başladığı dikkati çekmektedir. Aynı şekilde, Avrupa Birliği yönetiminden de müzakere süreci konusunda daha esnek, gerçekçi ve akılcı bir yaklaşımın ortaya çıkabileceğine dair, henüz netlik kazanmamışsa da, bazı işaretler belirmektedir.

Ancak, Avrupa Birliği ile ilişkilerimiz düzleminde, geçici iyimserlik rüzgârlarının yarattığı havaya kapılarak, bazı hususlardaki hassasiyetimizi bir yana bırakmamız mümkün değildir.

Bunların başında Kıbrıs sorunu gelmektedir. Avrupa Birliği Kıbrıs'ta kalıcı bir çözüm için doğan beklentileri köreltecek, uluslararası hukuka aykırı ve tek yanlı bir Kıbrıs perspektifini artık terketmelidir.

Güney Kıbrıs Rum Kesimi'nin, herhangi bir çözüm imkânı ortaya çıkmadan, öngörülen takvim içinde birliğe tam üye yapılacağının ısrarla vurgulanması çözümsüzlük dışında bir seçenek doğurmayacaktır. Avrupa Birliği'nin bu konuda sadece kendi iç dinamiklerini gözetecek ve çözümsüzlüğe dayalı bir siyaset üretecek kadar sağduyudan yoksun olacağına inanmak istemiyoruz.

Fakat, maalesef birçok Avrupa Birliği yöneticisinin, en son olarak da Birliğin Türkiye temsilcisinin tavır ve beyanatları ilişkilerimizde sağduyu ve akıldan yoksun anlayışların ağırlığını koruduğunu ortaya koymaktadır.

Sadece dostane ilişkileri değil, diplomatik nezaket kurallarını bile açıkça çiğneyen yaklaşımları kabul etmemiz mümkün değildir.

Türk milleti ve devletinin uluslararası kurallara saygı anlayışı hiç kimseyi yanıltmamalı; herkes haddini bilmelidir.

Değerli İstanbullular,

Kıymetli Arkadaşlarım,

Milliyetçi Hareket Partisi'nin Kıbrıs sorununa yaklaşımını bir kez daha vurgulamakta yarar vardır. Bize göre, Kıbrıs açısından en sağlıklı ve kalıcı çözüm, adada mutlaka hakkaniyete dayalı bir şekilde yapılanması gereken ve iki toplumlu, iki devletli modele dayalı bir Kıbrıs'la birlikte Türkiye'nin aynı anda Avrupa Birliği'ne tam üye olmasıdır.

Türk Milleti'nin temel beklentisini, soruna adalet ve hakkaniyet ölçülerine dayalı bir çözüm anlayışıyla yaklaşılması oluşturmaktadır.

Sözün kısası, Türkiye hakkaniyetli ve kalıcı bir çözümden yanadır. Bunun dışındaki her türlü dayatmaya da sonuna kadar karşı çıkacaktır.

Yine, hiç kimse ülkemizden, bölücülük ve terör karşısında da herhangi bir zaaf sergilemesini beklememelidir.

Teröristbaşının yakalanma sürecinde Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin atlattığı tehlikeler üzerinde bir kez daha dikkatlice düşünülecek olursa, Avrupa'nın bu konuda daha gerçekçi bir perspektif yakalaması da kolaylaşacaktır.

Bununla bağlantılı olarak, bölücü ve yıkıcı terör örgütlerinin "Avrupa Birliği Terör Örgütleri Listesi"ne dahil edilmesi konusunda, hem ülkemizde hem Avrupa'da sergilenen bazı tutumları da yadırgadığımızı belirtmek istiyorum.

Türkiye ile Avrupa Birliği üyeleri dost ve müttefik ülkeler olarak görüldüğü, 11 Eylül hadisesi sonrasında terörün yeniden tanımlanmasının stratejik bir gündem maddesi haline geldiği ve ülkemizin terör konusundaki hassasiyetlerinin bilindiği bir ortamda, söz konusu olayın abartılı değerlendirmelere konu edilmesi oldukça şaşırtıcıdır.

Terör örgütleri listesindeki yeni düzenlemenin bir başlangıç, bir ilk adım olduğuna şüphe yoktur. Ancak, bu durum, liste değişikliğinin neden bu kadar geciktiği ve uygulamanın nasıl seyredeceği konusundaki soru işaretlerini ortadan kaldırmamıştır.

Özellikle vurgulamak isterim ki, iki terör örgütünün listeye dahil edilmesi Avrupa Birliği yönetiminin ülkemize bir lütfu değildir. Birlik yönetimi, müttefiki ve muhtemel ortağı olan Türkiye'ye karşı yapması gerekeni, gecikerek de olsa yerine getirmiştir.

Ayrıca, Birlik yönetimi, terörle mücadele listesine adı KADEK olarak değişen "gerçek PKK" yerine, sadece adı kalan "sahte PKK"yı dahil etmekle neyi amaçladığını bir an önce açıklığa kavuşturmak zorundadır.

Söz konusu şartlarda zaten olması gereken bir gelişmenin bazı Avrupa ülkelerinde "Türkiye'nin zaferi" olarak sunulması, ne kadar hayret vericiyse; ülkemizde bu durumu etnik dillerde yayın ve eğitim konusunu yeniden tartışmak için bir vesile olarak görenlerin yaklaşımı da bir o kadar ibret vericidir.

Benzer şekilde, Birlik yönetiminin terörle mücadele yöntemlerini ve bu sürecin sonuçlarını izlemeden kesin bir yargıda bulunmak, hem yanlış hem de çok erken olacaktır. Birlik yönetiminin, her şeyden önce, terörle mücadele konusunda kararlılığını ve samimiyetini açıkça sergilemesi gerekmektedir.

Ülkemizdeki "kayıtsız şartsız Avrupa Birliği" taraftarı kesimlerin de, Avrupa Birliği yönetimi ve kamuoyunun da, bugün üzerinde çok daha hassasiyetle durmaları gereken bazı gelişmeler yaşanmaktadır.

Le Pen örneğinde gördüğümüz içe dönmeci ve yabancı düşmanı anlayışların geçmişe oranla daha etkin olmaya başladığı bir ortamda, sesimizi ve haklı tezlerimizi daha çok duyurmak varken, bizi pazarlık sürecinde etkisiz kılan bakış açılarına ve kısır tartışmalara takılıp kalınmasını anlamak mümkün değildir.

Uluslararası ilişkiler tarafların hak ve çıkarlarının karşılıklı olarak korunmasının şart olduğu, gerçekçi ve eşitlikçi bir zemin üzerinde şekillenmek durumundadır.

Unutulmamalı ki, millî duyarlılıklarımızı ve çıkarlarımızı bir kenara iterek, çok yönlü ve sorgulayıcı yaklaşımı küçümseyerek hedefe varmanın imkânı da, anlamı da yoktur.

Aziz İstanbullular,

Kıymetli Arkadaşlarım,

Türkiye'nin sergilediği dönüşüm iradesi karşısında, Avrupa Birliği de Türkiye'yi tam üye olarak bünyesine katmak konusunda ciddi ve samimi bir irade beyanı ve kendini sorgulama süreci yaşamak zorundadır.

Avrupa böyle bir dönüşüm isteği göstermekte bugüne kadar kararsız kalmışsa, en azından Fransa ve Hollanda'daki son gelişmeler karşısında etraflıca düşünmeye başlamalı ve Türkiye'nin Birliğin ilkeleri, hedefleri ve geleceği için sunduğu fırsatları iyi idrak etmelidir.

Avrupa idealinin içe kapanmacı, yabancı düşmanı ve ırkçı kâbusların gölgesinde kalması istenmiyorsa, Avrupa Birliği üyesi ülkeler, Türkiye'nin bu ideal için nasıl bir altın fırsat oluşturduğunu görmek ve fedakarlık sırasının artık kendilerine gelmiş olduğunu anlamak durumundadırlar.

Aksi takdirde, Avrupa ideali süslü ama içi boş sloganlardan, gerçeklerden çok temennilerden oluşan bir kağıttan kuleye dönüşecek ve dünyanın siyasî iklimini derinden etkileyecek ilk fırtınada yıkılıp gidecektir.

Bugüne kadar Balkanlar'dan, Ortadoğu'dan, 11 Eylül hadisesinden, Afganistan müdahalesinden esen sert rüzgarların bu yapıyı siyasî açıdan ne denli sarsmış olduğu tekrar hatırlanmalıdır.

Avrupa kendi bünyesinde farklı kültürlere "yaşama hakkı" tanıma iradesini koruyup korumadığını sürekli olarak sorgulamak, bu konuda hep duyarlı olmak zorunluluğu ile yüz yüzedir.

Avrupa Birliği ile siyasî ve stratejik koordinatlarımızı karşılıklı olarak yeniden değerlendirmeden, yeni ve ortaklaşa tanımlar üzerinde uzlaşmadan, karşılıklı olarak birbirini anlama yönünde ciddi bir gayret sarfetmeden, sağlıklı bir yol takip etmemiz mümkün değildir.

Avrupa, işte bu nedenle, sözünü ettiğimiz iradeyi koruduğunu Türk toplumuna da, samimiyetle göstermek durumundadır.

Aksi takdirde, Türk kamuoyunda varolan haklı tereddütlerin ortadan kalkması mümkün olmayacaktır.

Sevgili İstanbullular,

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Huzurlarınızda son olarak, bugün ilk adımını attığımız büyük İstanbul buluşmamızın mana ve önemine temas etmek istiyorum.

Bu buluşma, geçmişten geleceğe uzanan anlamlı bir sürecin yeni bir kilometre taşı, lider ülke Türkiye heyecanının yeni bir başlangıcıdır. Bunun için İstanbul'un geleceğine hep birlikte sahip çıkmak, şanına yaraşır bir gelecek inşa etmek gerekir.

İşte bu çerçevede, İstanbulumuzun Türkiye ve dünya dengeleri açısından taşıdığı değeri doğru tespit etmek önem taşımaktadır.

Çünkü İstanbul, "etki alanı"nın sınırları çok geniş olan bir şehirdir.

Çünkü İstanbul, kıtaların ve medeniyetlerin buluştuğu bir dünya metropolü, küresel gelişmelerde etki ve söz sahibi bir şehirdir. İstanbul potansiyel bir "dünya başkenti"dir.

İstanbul, sadece teknik sorunların çözülmesiyle, altyapı yatırımlarının gerçekleştirilmesiyle, mevcudun makyajlanıp az çok katlanılır hale getirilmesiyle yetinilebilecek bir şehir değildir.

Üzerine düşünce ve proje üretmek, aslında İstanbul'un kendini yeniden üretmesini düşünmek demektir. İstanbul'u düşünmek, bir dünya başkentinin nasıl olması gerektiğini düşünmektir.

Şunu hiç gözden kaçırmamak gerekir ki, İstanbul Türkiye'de "şehir kültürü"nü üreten ana damardır.

İstanbul, ülkemizin dört bir yanından sürekli göç alan yapısıyla, Türkiye'nin temsilî bir modeli halindedir. İstanbul Türkiye'nin bütün kültürel güzelliklerinin bir arada barındığı ve dünyanın çeşitli ülkelerinden katkılarla daha da zenginleştiği bir şehirdir.

İşte bu İstanbul, ortak çabamızla şekillenecek olan "şehir kültürü"yle, bünyesine kattığı insanlarımızı dışlayan ve yabancılaştıran değil, aşama aşama kendine özgü yapısına dahil eden bir ortam sunmak durumundadır.

Şehir kültürü sadece ekonomik üretkenlik ve canlılıkla değil, İstanbul'u kuşatan bir mimari ve estetik anlayışıyla, kültürel zenginliğinin ve sanat üretiminin ortak paylaşımıyla, millî ve küresel öğelerin anlamlı bir karışımıyla var olabilir.

Böyle bir şehir kültürüne sahip olmak, kendiliğinden entelektüel değer üreten ve medeniyetler arası hoşgörüye önderlik eden bir metropole sahip olmaktır. Bundan böyle, özgün düşünce ve proje üretmeyi başaramayan hiçbir şehir, hiçbir ülke, hiçbir uluslararası oluşum, çağın dinamiklerine ayak uydurma yeteneğini uzun süre koruyamayacaktır.

El birliğiyle böyle niteliklere sahip bir İstanbul yaratmak gayretinin ulaşacağı hedef, kendine özgü dinamikleri olan, dünya üzerinde ayrıcalıklı bir yer tutan, kendini hiç durmaksızın yeniden üretmeyi başaran bir şehir olacaktır.

Bu gerçekleri anlamayıp İstanbul'un geleceğini kısır siyaset hesaplarının ve ufuksuzluğun karanlık dehlizlerinde tüketmek, İstanbul'un toplumsal ve siyasî yapısını siyaset matematiğinin ana unsurlarından biri sanmakla yetinmek yanlış ve çarpık bir anlayışın ürünüdür.

Ne var ki bu hata İstanbul karşısında defalarca tekrarlanmıştır. Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, artık bu hatanın tekrarlanmaması için gereken özeni göstereceğiz.

Bu gerçeği bıkmadan, yorulmadan İstanbul'a anlatacak ve İstanbul'un Türk ve dünya siyaseti için ne anlama geldiğini İstanbullularla birlikte keşfedeceğiz.

İnanıyorum ki, bütün bu gayretler sonucunda, İstanbullular, gelecekte dünya ve bölge için çok daha önemli ve etkili konumda bir şehirde yaşıyor olacaklardır.

Kıymetli İstanbullular,

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Bizim temel hedeflerimizden biri de, alışılagelmiş siyaset mekanizmasını İstanbul'un önünde bir engel olmaktan çıkarmaktır.

İstanbul'un girişim potansiyeli, yatırım kapasitesi ve kültürel zenginliği kendini ifade etmek, kendini aşmak, kendini çok ötelere taşımak iradesinde oldukça, siyaset kurumuna bu hedefin destekçisi olmaktan başka bir görev düşmez.

İstanbul ile siyaset birbirinden ayrışmış, birbirine sağır, birbirine yabancılaşmış iki ayrı mekanizma olmaktan çıkmalı, birlikte enerji ve zenginlik üretmeli, bunu kendi potansiyellerini aşacak şekilde gerçekleştirmeli ve dünya ölçeğinde etkin bir ülkenin iki ana motoru olarak işlev görmelidirler.

Bütün bunların ışığında diyoruz ki, İstanbul'un sorunlarını sadece İstanbul'da, sadece İstanbul'la çözmek mümkün değildir. İstanbul gerçekte bir "Türkiye projesi"dir. Hayallerimizi süsleyen, hedefimizi oluşturan Lider Ülke Türkiye idealinin test edileceği alandır.

Güçlü bir İstanbul perspektifine sahip olmak, hem güçlü bir Türkiye'nin hem de huzurlu bir dünya perspektifinin anahtarına da sahip olmak demektir.

Gerçekçi, akılcı ve iddialı bir "Türkiye vizyonu" taşımıyorsanız bir "İstanbul vizyonu" taşımanız da imkânsızdır. Etkin, kuşatıcı ve çağın ruhuna yakışır bir "İstanbul vizyonu" geliştirememişseniz, ülkenin dinamiklerini kavrayıp buna uygun bir anlayışın öncülüğünü yapma şansınız yoktur.

İşte Milliyetçi Hareket Partisi'nin iddiası da tam burada başlamaktadır.

Lider Ülke Türkiye hedefine ulaşmak, özlenen İstanbul'u yaratmaktan; kendini devamlı yenileyen ve üreten bir İstanbul'a sahip olmak da ülkenin dinamiklerine muazzam bir ivme katmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.

Bu hedefleri bir arada gerçekleştirmenin yolu da, İstanbul'un "siyasi irade" önüne dikilmiş engelleri ortadan kaldırmasından, "tutarlı ve kararlı siyaset"in elini kolunu bağlayan tüm zincirleri kırmasından geçmektedir.

Hiç şüphe yok ki, bu büyük hedef doğrultusunda hepimize önemli sorumluluklar, önemli görevler düşmektedir.

Bu hedefin bilincinde olarak, tutarlı ve ilkeli siyaset anlayışımız doğrultusunda, özlediğimiz İstanbul'u şekillendirecek bir siyasi iradenin gerçekleşmesini temel motifimiz haline getirmeliyiz.

Dünya başkenti, Türkiye'nin parlayan yıldızı, akıl, düşünce ve proje üreten bir İstanbul'a ulaşmak için hepimiz el ele verip çalışmak zorundayız.

İşte bunun için, sizin üstün gayretinizi, İstanbul'un desteğini istiyorum.

Milli çıkarlarını en üst düzeyde gerçekleştiren, girişimci güçleri ve atılım ruhuyla dünyada örnek oluşturan bir Türkiye için hepimiz ele ele verip çalışmak zorundayız. Yine, Türk milletinin başarma azmi ve heyecanını yeniden uyandırmak, onurlu, başı dik, sırtı pek insanların milli hedefler doğrultusunda kenetlendiği bir ülkede yaşama mutluluğuna erişmek için hepimiz ele ele verip çalışmak durumundayız.

İşte bunun için, sizin üstün gayretinizi, İstanbul'un desteğini istiyorum.

Siyasî, toplumsal ve kültürel zenginliğiyle herkesin gıpta ettiği, bölge ve dünya sorunlarının çözümünde ağırlığı ve etkinliği hissedilen, adalet ülküsünü dünyanın dört bir yanına taşıyan bir Türkiye'ye kavuşmak için hepimiz ele ele verip çalışmak zorundayız.

İşte bunun için, sizin üstün gayretinizi istiyorum. İşte bunun için, İstanbul'un desteğini istiyorum.

Bunu sağladığımız gün, siyasi iradenin ne anlama geldiğini ve nelere muktedir olduğunu kanıtladığımız gün, güçlü ve etkin Lider Türkiye'ye giden yolu da açmış olacağız.

Bunun için temel hedefimiz bellidir: önce tek başına iktidar, daha sonra da lider ülke Türkiye'dir.

Siz değerli dava arkadaşlarımla her türlü zorluğu aşarak bu kutlu hedefe de ulaşacağımıza olan inancım tamdır.

Büyük İstanbul Buluşması, ülkemiz için, İstanbulumuz için, hayırlı ve uğurlu olsun.

Hepiniz Allah'a emanet olun, kararlılığınız daim, yolunuz açık olsun.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı