04.06.2002 - TBMM Grup toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Konuşması
04 Haziran 2002

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Sözlerime başlarken yüksek heyetinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Öncelikle çok yönlü bir öneme sahip olduğuna inandığım uzun Çin seyahatimizin ardından sizlerle birlikte olmaktan duyduğum mutluluğu ifade etmek istiyorum.

Konuşmamda kısaca da olsa Çin seyahatimize değinmek, daha sonra da ülke gündemini bir süredir meşgul eden ve ileride de gündemde kalacağı aşikâr olan sorunlar ve tartışmalar üzerinde ayrıntılı bir değerlendirmede bulunmayı gerekli görüyorum.

Bakan, milletvekili ve bürokrat arkadaşlarımızla birlikte gerçekleştirdiğimiz ziyaretin, son 20 yıldan beri dışa açılma ve yeniden yapılanma sürecinde önemli atılımlar yapan Çin Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerimizin daha da gelişmesine; ekonomik ve ticari işbirliğinin genişlemesine vesile olacağını ümid etmekteyim.

Heyetimiz, Pekin ve Şanghay'daki resmi temasların yanı sıra bizler açısından tarihî ve manevî önemi bulunan Urumçi, Turfan ve Kaşgar vilayetlerinde de incelemelerde bulunmak; Yusuf Has Hacib'in, Kaşgarlı Mahmut'un mekânlarını görmek ve Uygur Türkleri ile bir arada olabilmek gibi çok önemli fırsatlarda bulmuştur.

Huzurlarınızda heyetimize sıcak ve dostane ev sahipliği yapan Çin Başbakanı Sayın Rongji, Başbakan Yardımcısı Sayın Qichen ile Pekin ve Şanghay illerinin ve Sincan-Uygur Bölgesi'nin değerli yöneticilerine teşekkür ediyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bilindiği üzere, 57. Hükümetin üçüncü yılını doldurduğu tarihte Pekin'de bulunduğumuz sırada yaptığımız değerlendirmeler, kamuoyunda geniş bir yankı uyandırmış, ilgili ilgisiz pek çok çevre tarafından değişik yorumlar gündeme getirilmiştir. Bunlar arasında ilginç, ilginç olduğu kadar da düşündürücü yorum ve değerlendirmeler göze çarpmıştır.

Her şeyden önce vurgulamak isterim ki, bizim Pekin'de yaptığımız açıklamalar, Türk toprağı olan büyükelçilik binamızda yapılmış ve gıyabımızda dillendirilen çeşitli haber-yorumlar karşısında bir gerekliliği ifade etmiştir.

Şimdi huzurlarınızda, Milliyetçi Hareket Partisi'nin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinde bugün gelinen noktayla ilgili yaklaşım biçimini özetlemek ve milletimizi tek yanlı ve yanlış yönlendirme girişimlerine temas etmek istiyorum.

Ülkemizde, Avrupa Birliğiyle olan ilişkilerimizin aşamaları, sorunları ve geleceği üzerine yapılan tartışmalarda, zaman zaman ürkütücü boyutlara varan çarpıklıklar ve yanlışlıklar dikkati çekmektedir.

Türkiye, her kritik aşama öncesinde bir "yol ayrımı sendromu" içine sokulmakta, ilişkilerin her önemli aşamasında tam üyeliğe bir adım kalmış beklentisi yaratılmaktadır.

İlişkilerin çok değil, 10-15 yıllık seyrine dikkatlice bakıldığında bugün kopartılmak istenen fırtınaların, aşırı ama planlı iyimserlik rüzgârlarının benzerlerine rastlanmaktadır.

Tam üyelik başvurusu zamanında, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru hakkının kabulünde, Gümrük Birliği anlaşması sürecinde, hükümetimiz dönemindeki 1999 tarihli Helsinki Zirvesi ve Katılım Ortaklığı Belgesinin açıklanması sırasında yapılan tartışma ve değerlendirmelerde zihniyet ve üslûp benzerlikleri dikkat çekicidir.

Yine, 2001 yılının son günlerinde gereksiz yere açılan Kıbrıs, idam ve 312 tartışmalarında da, benzer çevreler benzer söylemleri dile getirmişlerdir. Son günlerde ise, Kopenhag kriterleri ve Kıbrıs sorunu çerçevesinde yine fırtınalar kopartılmaya çalışılmakta, Türk Toplumuna yönelik olarak tek yanlı bir propaganda bombardımanı uygulanmaktadır.

Böylelikle, çoğu kez de yersiz ve zamansız bir şekilde meselelerin çarpıtılmasına ve abartılmasına yol açılmaktadır. Sonuçta ise, Türkiye, bu konular etrafında yürütülen tartışma anaforuna saplanıp kalmaktadır.

Türkiye Avrupa Birliği ilişkilerinin serinkanlı bir yaklaşımla ve sağlıklı bir zemin üzerinde ilerlemesini temin etmek yerine, daha çok günlük siyasî manevraların ve çıkar hesaplarının sıradan bir tüketim unsuru haline getirilmesi yeğlenmektedir.

İşte, birinci temel yanlış budur ve Milliyetçi Hareket Partisi de hiçbir biçimde bu yanlışa ortak olmayacaktır.

Bilinmelidir ki, bu doğru, millî ve gerçekçi yaklaşımı Avrupa Birliği karşıtlığı gibi kolayca ve basit bir mantıkla karalamaya çalışmak, sonucu değiştirmeyecektir.

Bu zamana kadar ülkemizin Avrupa Birliği'ne üyeliği sürecinde somut adımların atılmasını temin edemeyenler, ülkemizin çıkarlarını yeterince gözetemeyenler, artık başkalarını suçlamak, geçmişteki kutuplaşmacı anlayışları çağrıştıran söylemler geliştirmek yerine, konu üzerinde ciddi ciddi düşünmek ve özeleştiri yapmak zorundadır.

Türkiye'yi, Avrupa Birliği'ne karşı olanlarla olmayanlar şeklinde ikiye bölmenin, yine değişimcilerle statükocular arasında mücadeleyle kilitlemenin, Avrupa trenini kaçırırsak ülkenin geleceği karanlık gibi söylemlerin hiç kimseye bir yararı yoktur. Özü ve mantığı itibarıyla laik-anti laik kutuplaşmasını çağrıştıran bu tür anlayışların, şüphesiz üyelik süreci üzerinde de olumlu bir katkısı bulunmamaktadır.

Bütün bunlar, sonuçta ülkemizin konumunu zayıflatmakta, sağlıklı ve gerçekçi tartışmaların yapılmasını engellemektedir.

Aynı şekilde, Avrupa Birliği'ne girmezsek millî bütünlüğümüz şu kadar yıl sonra tehlikeye girer ya da ülke olarak ikinci, üçüncü sınıf ülke durumuna düşeriz, ekonomik krizden çıkamayız söylemleri de birçok açıdan yanlış ve tehlikeli bir anlayışı yansıtmaktadır.

Bu tür söylemler, en başta Türk Milleti'ne ve devletine derin bir güvensizliğin ve saygısızlığın ifadesidir.

Ancak, Türkiye'nin gücüne ve imkânlarına güvenmeyenlerin, ülkemizin Avrupa Birliği'ne eşit ve onurlu bir üyeliği öngörmesi ve temin etmesi mümkün değildir.

Bilinmelidir ki, herhangi bir hedef ve niyet için, ülkemizin ve milletimizin geleceğini acz içinde göstermeye kimsenin hakkı yoktur.

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bugün, Avrupa Birliği'ne üyelik hedefimizin yanında, birçok devlet politikamız, millî hedefimiz ve duyarlılıklarımız vardır.

Bunlar arasında, Türk Cumhuriyetleriyle olan ilişkilerimizin çok yönlü olarak zenginleştirilmesi, Kıbrıs davamız, Türkiye'nin millî birlik ve bütünlüğünü muhafaza ederek lider ülke olması, hayatî bir dava, bir büyük hedef olarak önümüzde durmaktadır.

Kıbrıs'ta adil ve kalıcı bir çözümden yana olan Türkiye'nin, Kıbrıs Türk Toplumunun varlığını ve haklarını, hiçbir konum ve hedef için peşkeş çektirmeyeceğini herkes iyi bilmelidir.

Unutulmamalıdır ki, Kıbrıs'ta hem tarihî ve insanî, hem de hukukî anlamda görev ve sorumlulukları bulunan bir Türkiye'nin bütün bunları bir kenara iterek elde edeceği bir başarı, alacağı hiçbir mesafe bulunmamaktadır.

Bunları kavramadan yapılan değerlendirmeler sadece Türkiye'ye zarar vermekte, Rum-Yunan ikilisinin konumunu ise güçlendirmektedir.

Son zamanlarda, millî bütünlüğümüz ile birlikte Kıbrıs'taki oldu bittiye ve adaletsizliğe göz yumarak ses çıkartmamamız gerektiğini öğütleyenlerin, yakın tarihi geçmişe ve Yunan yetkililerinin yaklaşımlarına göz gezdirmesi gereklidir. Bu asgarî bir vatanseverlik ve vatandaşlık görevidir.

Türkiye'ye yönelik olarak en üst düzey Yunan yetkililerin yaptığı açıklamalar ile Pontus senaryolarının tekrar tedavüle sokulması gibi gerçekler, ne yazık ki ülkemizdeki bazı çevrelerin dikkatini hiç çekmemektedir.

Yine, ne pahasına olursa olsun Avrupa Birliği'ne girelim diyen çevreler, Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikasında ilerleme kaydedilip kaydedilmediğiyle hiç ilgilenmemektedir.

Daha hâlâ, Yunanistan veto silahıyla Birlik yönetimini etkilemekte, Türkiye'ye akılcı ve dostane bir yaklaşım geliştirmenin çok uzağında bulunmaktadır.

Bizlerin, partimize sürekli dil uzatmayı marifet zanneden teslimiyetçi zihniyet sahiplerinden beklentimiz, çok fazla değildir. Bunların uluslararası gelişmelere çok yönlü bakmaları ve Türkiye'nin haklarını asgarî düzeyde de olsa gözetmeleri yeterlidir.

Ancak, bu anlayışın uzağında oldukları için, kendileri gibi düşünmeyenleri değişim ve Avrupa Birliği karşıtı gibi göstermeleri, Milliyetçi Hareket'e dil uzatmaları tek kolay ve çıkar yol olmaktadır.

Ancak, böyle bir çıkar yol, sadece partimiz açısından değil, Türkiyemiz bakımından da üzerinde durulması gereken bir yolun başlangıcı olmaktadır.

Bazı medya ve siyaset çevrelerinin, Milliyetçi Hareket'i zaman zaman Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyelik sürecinde gerekli reformlara engel olarak göstermeye çalıştıkları bilinmektedir.

Şimdi sormak lazımdır. Milliyetçi Hareket Partisi tarafından engellendiği iddia edilen ve adına reform denilen konular nelerdir? Son üç yılda tam on yıldır konuşulan reformlar hangi partilerin ortaklığında hayat bulmuştur?

Bir kez daha vurgulamak isterim ki, Türkiye'de hiçbir kurum, kesim ve parti, Avrupa normları ya da çağdaşlaşma çerçevesindeki herhangi bir reforma veya ileri bir adıma engel değildir.

Ülkemizde, maalesef, engellendiği, bloke edildiği söylenen konular, birinci olarak etnik ayrılıkçılık zeminini güçlendirecek yasal ve kurumsal düzenlemelerdir. İkinci olarak, zaten büyük ölçüde sınırlandırılan idam cezasının hem tamamen hem de biran önce kaldırılmasıdır.

Aslında olan biten çok basittir. Tam 15 yıl boyunca bölücü ve yıkıcı terörizm karşısında çok önemli manevî ve maddî kayıplar veren bir Türkiye'nin göstermek istediği titizliği ve temkinli tavrı, ısrarla anlamak istemeyenler sürekli kampanyalar açmakta, demokratikleşme atılımlarını ve Avrupa Birliği üyeliğimizi belirli ve kritik bir alana hapsetmektedir.

İşte üzücü ve düşündürücü olan, Türkiye'nin Avrupa Birliği üyelik sürecini sulandıran ve toplumda haklı tereddütlerin doğmasına yol açan yaklaşımlar bunlardır.

Bugün, bölücü-yıkıcı terör odakları ülkemiz için bir tehdit unsuru olmaya devam etmektedir. Türkiye tabiî ki, Avrupa'dan da destek alan siyasallaşma oyunlarına karşı uyanık olmak, teröristbaşı etrafında odaklanan çeşitli kampanyaların gelecekte alabileceği muhtemel biçimleri hesaba katmak zorundadır. Yine, mahalli ağız ve dillerde yapılacak yayın ve eğitim meselesi üzerinde, en az üç kere düşünmek durumundadır.

Bu anlayış ve yaklaşımlarda, ne şaşılacak, ne de rahatsız olunacak bir yön vardır. Esas üzücü ve düşündürücü olan, bu tür meselelere Türkiyemizin zorlu jeopolitik konumu, tecrübe birikimi ve millî varlığı yerine; siyasî hesaplar ve değişik angajmanlar çerçevesinde yaklaşılmasıdır.

Bu bağlamda, önemli sanayici ve işadamları örgütlerinden biri olan TÜSİAD'ın bazı gazetelere verdiği tam sayfa ilânı da ele almak gerekmektedir.TÜSİAD, Avrupa Birliği-Türkiye ilişkilerinin düzeyi ve geleceği hakkındaki bilinen görüşlerini bu kez değişik bir yöntem ve üslûpla dile getirme yolunu seçmiştir.

TÜSİAD'ın ilânında, örtülü bazı suçlamalar da yer almakta ve Birlik yönetiminin taleplerinin bir an önce tartışmasız yerine getirilmesi çağrısı yapılmaktadır. Yine, ülkemizin geleceği tamamen bu konuya endekslenmek istenmektedir. Diğer bir deyişle, bazı siyaset ve medya çevrelerinin yaptığına benzer şekilde, muhtemel AB üyeliğimiz "mahkumiyet ve mecburiyet denklemi"nin içine hapsedilmeye çalışılmaktadır.

Biraz önce de ifade ettiğim gibi, meselenin yandaşlık ve karşıtlık ikilemine indirgenmesini hiçbir biçimde doğru bir yaklaşım olarak kabul etmemiz mümkün değildir. Bu yaklaşım, herşeyden önce, hem çoğulculuğa ve demokratik prensiplerin özüne, hem de pazarlık ve müzakere sürecinin doğasına aykırıdır.

Türkiye'nin Avrupa Birliği trenini kaçırmaması için gösterilen aşırı hassasiyet, millî bütünlüğümüz ve çıkarlarımız için de gösterilmelidir.

Bu çerçevede şu soruların sorulması ve cevaplandırılması çok önem arzetmektedir. Türk kamuoyunu etkilemeyi öngören, hatta baskı altına alma mânâsına gelen tam sayfa ilânların, bu zamana kadar Avrupa Birliği üyesi ülkelerde verilmesi gerekmez miydi?

Benzeri bir kampanyanın, Türkiye aleyhinde güçlü bir direncin bulunduğu ve olumsuz kanaatlerin yaygın olduğu Avrupa kamuoyunu bilgilendirmek ve Birlik yönetimini etkilemek amacıyla planlanması ve düzenlenmesi ülkemizin üyelik sürecine daha fazla katkı sağlamaz mıydı? Örneğin, terörizmle mücadele konusunda Türkiye'nin haklı duyarlılıklarının ve beklentilerinin anlatılması, Avrupa Birliği politikalarının eksikliği ve yanlışlığının giderilmesi bakımından yararlı olmaz mıydı?

Bu ve benzeri kuruluşları, Türkiye'de Avrupa Birliği karşıtları avcılığını terkederek bu tür konular üzerinde çok yönlü düşünmeye davet ediyorum.

İşte o zaman ülkemize daha fazla iyilik yapılacak, kendi enerjimizi boş yere heba etmekten vazgeçilecektir.

Kıymetli Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Ülkemizde, son günlerde idam cezasının biran önce tamamen kaldırılması ve terörist başının durumuyla ilgili hararetli bir tartışma yürütülmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi diğer meselelerde olduğu gibi, bu konuda da yegâne tutarlı ve açık politika izleyen parti konumundadır.

Son üç yıl boyunca idam tartışmalarıyla ilgili olarak dile getirilen bütün görüşlere bakıldığında bu farklılığımız hemen görülecektir.

Bugün, idam cezasının tamamen kaldırılması gerektiğini, partilerinin iç dengeleri ve temel söylemleri açısından savunmak isteyenler, Milliyetçi Hareket'in konuyu istismar edeceği görüşünü ileri sürerek net bir tavır sergilemekten kaçınmaktadırlar.

Konunun istismar edileceği korkusunu dışa vuranlar, acaba dün ne yapmışlardır? Türkiye'nin uluslararası yükümlülükleri gereği, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki sürecin tamamlanmasını bekleme kararında uzlaşıldığında ortalığı ayağa kaldırmaya çalışanlar kimlerdir? O dönemde aylarca Partimize karşı, haksız ve insafsız eleştiriler yöneltenler kimlerdir? Partimize oy vermiş insanlara yönelik olarak akıl almaz kampanyalar açanlar, bugün Milliyetçi Hareket'in konuyu istismar edeceği korkusunu yaşayanlar değil midir?

İdam cezasının kaldırılması tartışmalarında altının çizilmesi gereken bir başka husus da şudur. İdam cezası tartışmaları, diğer konularda olduğu gibi, çarpıtılmış bir şekilde ve tek yönlü olarak ele alınmakta ve sürdürülmektedir. Bugün tartışılması gereken, idam cezasının kaldırılıp kaldırılmaması değildir.

Zaten idam cezası büyük ölçüde kaldırılmış ve bu konuda partimizin de katkılarıyla bir anayasa değişikliği yapılmıştır. İdam cezasının, savaş, yakın savaş tehlikesi dönemlerinde ve terör suçlarında uygulanması prensibi getirilmiştir.

İdam cezasının kaldırılmasını isteyenler, aslında meclisteki bütün partilerin katılımıyla şekillenmiş olan bu prensibin uygulanmasına karşı çıkmaktadırlar. Cezanın tamamen kaldırılmasının, bazı Avrupa Birliği yöneticilerinin sık sık dillendirdikleri gibi, biran önce olmasını talep etmektedirler. Bu durumda, açıkça ifade edilmese de, teröristbaşının konumu göz önüne alınmaktadır.

Kopenhag kriterlerinin ve hatta Türkiye'nin Birliğe üyeliğinin bu konuyla ilişkilendirilmek istendiği dikkat çekmektedir. Terör örgütünün yeni yüzüyle dile getirdiği taleplerle Kopenhag Kriterleri'nin bazı yorumları arasında maalesef paralellikler göze çarpmaktadır.

Unutulmamalı ki, Kopenhag Kriterleri'nin bu şekilde yorumlanmasının ve terör örgütünün amaçlarına ulaşabilmek için bu durumu bir araç olarak kullanmasının önüne geçmek herkesin görevidir.

Bizim, Milliyetçi Hareket Partisi olarak böyle bir ayrıma özen göstererek çarpıklığa meydan vermememiz, hem gerekli hem de önemlidir. Türk Milleti'nin ve devletinin birlik ve dirliğine musallat olmuş örgütler ve caniler hak ettikleri sonuca katlanmak zorundadır.

Bunun için de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki yargılama tamamlandığında, infaz süreci işlemeli ve dosya Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne gelmelidir.

Çünkü , nihâi kararı verecek olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi'dir.

Daha şimdiden, terör örgütünün siyasallaşma projelerinin hayata geçirilmeye çalışıldığı, terörist başını kurtarma düşüncelerinin açığa vurulmaya başlandığı görülmektedir.

Terör örgütünün bütün unsurlarıyla Türk adaletine teslim olması ve terörist başının F tipi cezaevine nakledilmesi gerektiğini ifade etmemiz karşısında gösterilen tepkileri anlamak ise mümkün değildir. Özel muamelenin son bulmasının ve terörizm tehdidinin tamamen ortadan kalkmasının birçok açıdan hayatî öneme sahip olduğu gözden uzak tutulmamalıdır.

Ayrıca, yurt içinde ve dışında çeşitli oyunların tezgahlanmaya çalışıldığına dair göstergeler ciddiyetini muhafaza etmektedir.

En son, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası önerisi bağlamında yapılan bazı yorumlar, Türkiye'nin önüne ileride çıkması muhtemel gelişmeler açısından da aydınlatıcı olmaktadır. Teröristbaşının kurtarılması için kampanyalar açılması, terör örgütünün siyasallaşma sürecinin yeni bir aşaması olarak ülkemizin gündemine sokulabilecektir.

Türkiye'nin, bu oyunlara fırsat anlamı taşıyan ve ileride telafisi mümkün olmayan yanlışlara ortam hazırlayacak adımlarla bir yere varması imkânsızdır. Yüce meclis, meseleyi kendi iradesiyle ele almalı, tartışmalı ve Türk Milleti adına karar vermelidir.

Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak dün olduğu gibi bugün de aynı görüşü savunuyoruz. Yarın da aynı görüşü savunmaya devam edeceğiz.

Yine unutulmamalı ki, Ulusal Program'da takvime bağladığımız taahhütler arasında, idam cezasının şekil ve kapsamının Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından orta vadede belirlenmesi hükmü yer almaktadır.

Bunun aksini iddia etmenin, ciddi bir inandırıcılık ve güvenilirlik sorunu yaratacağı unutulmamalıdır.

Sonuç olarak vurgulamak isterim ki; Türkiye kendi taahhütlerine sadıktır ve üyelik yolunda bir çok somut ve önemli adım atmış bulunmaktadır. Ama maalesef, aynı somut adımları ve iyi niyeti, Avrupalı muhataplarımızdan görmek mümkün olmamaktadır.

Türkiye'de Birliğe ne pahasına olursa girelim söylemini dillerinden düşürmeyenlerin dikkat etmesi gereken öncelikli ve hayati mesele budur.

Bu çarpık durumun düzelmesi için de ellerinden gelen gayreti göstermek zorundadırlar.

Aksi takdirde, Türkiye sonu belirsiz bir süreç için en hassas konularda alelacele adımlar atan, bunun karşılığında Avrupalı muhataplarımızdan aynı ilgiyi ve iyi niyeti göremeyen bir ülke konumuna sokulacaktır.  

Bunun için diyoruz ki, Türkiye'nin böyle bir duruma düşürülmesine seyirci kalınması ve rıza gösterilmesi mümkün değildir.

Türkiye - Avrupa Birliği ilişkilerinde kabul edilebilir ve gerçekçi tek bir yol bulunmaktadır. Bu yol da, üyelik sürecinin hakkaniyetli ve onurlu bir ilişki zemininde ilerlemesi ve sonuca varmasıdır.

Bunun dışındaki herhangi bir yol, Milliyetçi Hareket Partisi tarafından, tek yanlı bir bağımlılık ve sonu belirsiz bir macera olarak kabul edilmektedir.

Bilinmelidir ki, Türkiye'nin böyle bir maceraya atılmaya, ne niyeti ne de ihtiyacı vardır.

Bu gerçek, hem ülkemizdeki lobiciler, hem de Avrupalı muhataplarımız tarafından böyle bilinmelidir.

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bilindiği üzere, önümüzdeki Cuma günü Sayın Cumhurbaşkanımızın başkanlığında mecliste grubu bulunan siyasi partilerin genel başkanlarının katılımıyla bir toplantı yapılması düşünülmektedir. Bu toplantı, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin seyrinde ortaya çıkan sorunların ve muhtemel gelişmelerin çok yönlü olarak ele alınacağı ve siyasi partilerin bakış açılarını gündeme getirip görüş alışverişinde bulunacağı bir platform olmalıdır.

Bunun için, siyasi parti liderlerinin görüş ve önerilerini bütün açıklığıyla ve net biçimde ortaya koymaları gerekmektedir. Ayrıca, zirvede yapılan görüşmelerin tutanak altına alınması ve daha sonra yayınlanarak Türk kamuoyunun doğru bilgilenmesinin temin edilmesi de önem taşımaktadır.

Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, liderler zirvesini bu bakımdan önemsiyor, Türkiyemizin dirliği ve geleceği açısından yararlı bir adım olması gerektiğini düşünüyoruz.

Bu vesileyle vurgulamak gerekir ki, zirve, ülkemizde yönetim boşluğu bulunduğuna dair bir izlenimin oluşmasına hizmet etmemeli, amacı dışına taşırılmamalıdır.

Daha önce çeşitli zeminlerde ifade ettiğim gibi, Sayın Başbakan'ın sağlık sorunları yeni bir istismar ve tartışma konusu oluşturmamalıdır. Tecrübeli bir siyaset adamı olan Sayın Başbakan görevini sürdürüp sürdüremeyeceğine dair kararı kendisi vermelidir.

Ancak, son günlerde hem ülke içinde hem de dışında birçok çevre tarafından muhtemel hükümet senaryoları üretilmekte ve siyaset terziliğine soyunanların sayısı hızla artmaktadır.

Buna karşılık, bizim halisane dileğimiz, Sayın Başbakan'ın sağlığına bir an önce kavuşarak görevini etkin bir şekilde sürdürmesidir. Bunun dışındaki bir tartışmaya ortak olmayı, siyasi nezaket kuralları ve koalisyon hukuku açısından doğru bulmadığımızı bir kez daha belirtmek istiyorum.

Sayın Başbakan'ın sağlık durumunun görevini sürdürmesine imkân vermeyeceği kararına varması halinde ise, tabii olarak demokratik teamüller ve anayasal prosedür işleyecektir. Yeni hükümet kuruluncaya kadar da, bugünkü hükümet koalisyon protokolündeki esaslara uygun olarak görevini sürdürecektir.

Yeni hükümetin normal seçim tarihi olan Nisan 2004'e kadar icraat hükümeti olarak görev yapması ve oluşumunun buna uygun olması öncelikli tercihimiz olacaktır. Çünkü, sosyo-ekonomik sorunların çözüm sürecinde alınan mesafelerin tamamlanması ve ekonomik programın hedefine ulaşması önem taşımaktadır.

Şartların ancak böyle bir hükümetin şekillenmesine imkân vermemesi halinde teknik anlamda seçim hükümeti yerine, belirli bir vadede Türkiye'yi seçime götürecek ve meclis desteğine sahip bir hükümet üzerinde durulmalıdır.

Bunların dışında üretilen senaryoların ülkemize ve demokrasimize bir yararının dokunmayacağı bilinmelidir. Yüce Meclis'in iradesine ipotek koyma anlamına gelecek çeşitli yönlendirmelere ve çıkar hesaplarına fırsat verilmeyeceği açıktır.

Sözün kısası, yaşadığımız süreç birçok açıdan önem taşımakta; Türk aydını, medyası ve siyasetçisi için kritik bir sınav mahiyeti arzetmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi, hiç şüphe yok ki, her zaman Türkiyemiz ve milletimiz için en doğru ve faydalı olanın arayışında olacaktır.

Çünkü Milliyetçi Hareket, büyük Türk milletine ve Türkiyemize her alanda ve her şart altında hizmet etmekten onur ve şeref duymaktadır.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyor, saygılar sunuyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı