Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 16 Ekim 2012
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
16 Ekim 2012

Değerli Milletvekilleri,

Saygıdeğer Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum.

Türk tiyatro ve televizyon ekranlarının usta oyuncusu Sayın Erol Günaydın dün itibariyle Hakk’ın rahmetine kavuşmuştur.

79 yıllık hayatına birçok başarıyı sığdıran bu değerli sanat insanımızın vefatı milletimiz için büyük bir kayıptır.

Merhum Günaydın’a Cenab-ı Allah’tan rahmet dilerken, ailesine, tiyatro camiasına ve aziz milletimize başsağlığı dileklerimi iletiyorum.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Her zaman olduğu gibi bu hafta da, ülke gündemini yönlendiren ve milletimizi yakından ilgilendiren konu başlıklarıyla ilgili değerlendirmelerimi sizlerle paylaşmayı düşünüyorum.

Takip ettiğiniz üzere, iç ve dış sorun alanlarının çapı ve boyutu devamlı surette genişlemektedir.

Ülkemiz her gün yeni bir gündem karmaşasının içine itilmekte, her gün farklı bir tartışmanın ortasına sürüklenmektedir.

Sanal meselelerin peş peşe millet hayatını işgal etmesi bir yandan geleceğe yönelik adımlarımızı örselerken, diğer yandan umutlarımızın da üzerini örtmektedir.

Bu ortam içinde siyaset tıkanma tehlikesiyle, çözüm ve çare yolları kapanma riskiyle karşı karşıyadır.

Ve doğal olarak biriken belirsizlikler, katlanan kaygılar ve kökleşen korkular millet ve devlet hayatının etrafını kalın bir tortuyla örmektedir.

Söz konusu tespitlerimiz elbette bir vehmin ürünü olarak değil, samimi tahlil ve siyasi temyiz vasfımızın bir sonucu olarak görülmelidir.

İç politikada yaşanan tramvaya ve aşınmaya dış politikadaki sıkıntı verici hadiseler eşlik etmekte ve süreç gittikçe içinden çıkılmaz bir aşamaya doğru seyretmektedir.

Hükümetin uluslararası ilişkileri eline yüzüne bulaştırması, bu alanda bocalayarak yalpalaması ülkemize ilave tehdit ve problem yumağı olarak sirayet etmektedir.

Bilhassa Suriye ölçeğinde yaşanan gerilimler, tırmanan ve nerede duracağı belirsiz olan karşılıklı restleşmeler bunun bir göstergesidir.

En son olarak bu ülkeyle yaşanan uçak sorunu sertleşen diyalogların bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.

Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz 10 Ekim akşamı, Moskova-Şam seferini yapan Suriye’ye ait bir yolcu uçağı Ankara’ya indirilmiştir.

Alınan istihbarat doğrultusunda; uçakta Suriye’ye götürülmekte olan askeri malzemelerin olduğu ve bu gerekçeyle de uçağın alı konulduğu hükümet tarafından açıklanmıştır.

Hiç şüphesiz Uluslararası Sivil Havacılık Anlaşması’nın 35. maddesi, silah ve cephane taşıdığından şüphelenilen uçakların ilgili ülke tarafından indirilmesine ve ardından da aranmasına imkan sağlamaktadır.

Bu durum esasen her ülkenin bilebileceği bir husus ve riayetle yükümlü olduğu bir kuraldır.

Uçakta silah veya silah yapımında kullanılan malzemelerin bulunup bulunmadığı, kim ya da kimlerden istihbarat alındığı ayrı bir tartışmanın konusudur.

Yine de şu kadarını ifade etmek gerekir ki, uçakta silah malzemelerinden ziyade, radar aksamlarının bulunduğu bazı uzmanlar tarafından ifade edilmiştir.

Şayet uçakta, silah, mühimmat ve bu kapsamdaki malzemelerin yerine radar aparatları mevcut ise, bu takdirde AKP hükümetinin birileri tarafından yanlış bilgilendirildiği gerçeği ortaya çıkacaktır.

O halde, istihbarat servisini yapan her kim ise, Suriye’yle ilişkilerin daha da katılaşmasına ve kaosa sürüklenmesine hizmet etmekte ve bunu amaçlamaktadır.

Doğaldır ki bizim milliyetçi siyasetimiz, dış politikada Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin beyanlarına daha fazla itibar etmeyi şart koşmaktadır.

Fakat bu irademiz, bazı kuşkuların giderilmemesine ve soru işaretlerinin cevaplanmamasına onay vermek anlamına da gelmemektedir.

AKP hükümeti, ülkemizi Suriye üzerine kışkırtanların, savaş ve silah baronlarının oyununa gelmemek için azami dikkat ve özen göstermelidir.

Unutmamak gerekir ki, başka ülkeler arasındaki hesaplaşmaya ve kavgaya Türk milletini figüran olarak yerleştirme densizliği hiçbir faninin üstesinden gelemeyeceği bir vebal ve izah edemeyeceği bir kötü niyetlilik olacaktır.

Bütün bunların yanında, hava sahamızı kullanan bir uçakla ilgili şüphelerin gereği süratle yapılmalı ve ülkemize çevrilme ihtimali olan silahların sevkiyatına uluslararası sözleşme ve anlaşmalar doğrultusunda fırsat verilmemelidir.

Dün Ermenistan’a ait bir kargo uçağının bu tutumla Erzurum’da inişe mecbur bırakıldığı anlaşılmaktadır.

Ancak bu ve benzeri önleyici müdahaleler dozunda ve ayarında yapılmalıdır.

Karşı tarafı tahrik ve rencide edici eğilimlerden sakınılmalı, özellikle sorunlu komşu ülkeler sayısına yenilerini eklemekten kaçınılmalıdır.

Zira Suriye ile olan vahim ilişkiler, Irakla sürtüşmeler, İran’la gelgitler ve Lübnan’la itişmeler ortadadır.

Bir de Rusya’nın hiç yeri ve zamanı değilken muarız cepheye alınması ne milletimizin menfaatlerine ne de devletimizin saygınlığına bir şey kazandırmayacaktır.

Bakınız Rusya Devlet Başkanı tam da bu gelişmeler cereyan ederken, Türkiye’ye yapacağı ziyareti ertelemiş ve arkasından da ülkesinin güvenlik konseyini toplamıştır.

Yine bu ortam ve gündem içerisinde Rusya ile Irak ciddi sayılabilecek bir miktarda silah anlaşması yapmıştır.

Hem İran’ın hem de Irak’ın, bölgede Türkiye’nin gücünü ve politikalarını dengelemek maksadıyla askeri anlamda silahlanma yarışına girdikleri görülmektedir.

Irak’ın kuzeyindeki PKK destekçisi Barzani’de bu kulvara girmiş, ancak Kürt guruplara yavan ve adet yerini bulsun mealinden yaptığı silahı bırakın çağrısıyla da çelişkiye düşmekten kurtulamamıştır.

Kaldı ki peşmerge yönetiminin İsrail ile milyarlarca dolarlık silah alımı konusunda uzlaşmaya varması titizlikle takip edilmelidir.

Tavşana kaç tazıya tut diyen gizli İsrail müttefiki peşmerge bir tarafta sözde demokratik yolları işaret ederken, diğer tarafta silahın namlusuna elini uzatmakta bir beis görmemiştir.

Bu kapsamda bölgemizdeki gelişmeler sağlıklı ve ümit verici bir çizgide değildir.

AKP hükümeti göz göre göre düştüğü ateş kuşağında sıfır sorundan herkesle soruna doğru tam yol ilerlemektedir.

Bu nedenle devamlı olarak gerginliğin alevine benzin dökmenin, özellikle Suriye merkezli yürüyen sancılı süreci dönülmez bir noktaya taşımanın anlamı olmayacaktır.

Ne var ki, uçak krizi yeni atışmalara, kanamalara ve kararlara kapı açmıştır.

Suriye kendi hava sahasını Türk uçaklarına kapatmış ve misilleme kartını kullanmıştır.

Sınırlarımızda tanklar dizilmiş ve Türk Silahlı Kuvvetleri yüksek hazırlık durumuna geçmiştir.

Ayrıca Türkiye’ye Suriye’den kaçarak sığınan mülteci sayısı 100 bini aşmıştır.

Dışişleri Bakanının yaklaşık iki ay önce, Türkiye'deki Suriyeli sığınmacı sayısının 100 bini geçmesi durumunda, Suriye içinde bir güvenli bölge kurulabileceğine dair sözleri, önümüzdeki günlerde yeni bir durumu ortaya çıkarabilecektir.

Gelen Suriyeli mülteciler Türkiye’nin kaldıramayacağı bir seviyeye çıkmış ve kapasitesini aşmıştır.

Ülke sınırlarımızdaki alarm verici bu yığılmanın durması ve sınırlarımızın emniyete alınması için hükümet harekete geçmeli ve sözlerinin arkasında durmalıdır.

Bunlar oluyorken, Cumhurbaşkanı Sayın Gül en kötü senaryonun gerçekleşmek üzere olduğunu dile getirmiştir.

Üstelik Kandil’e bir saatte gitmeyi ağızlarına alamayan acizler, Şam’a üç saatte varılabileceğinin adeta müjdesini vermeye bile başlamışlardır.

Türk milleti Şam’a değil, Kandil’in kalbine Türk bayrağının dikilmesini istemektedir.

Artık AKP hükümeti tüm sınırları aşmış, dipsiz bir demagoji kuyusuna gömülmüştür.

Laf çoktur, icraat yoktur ve hezeyan tarifsizdir.

Bu zihniyetin suyu yokuşa akıtmakta, yalancı pehlivanlıkta ve yürüyen tekere çomak sokmakta üstüne rakip bulunmamaktadır.

Stratejik kâbus filminin ana aktörü haline dönüşen Türk dış politikası bunun ispatı ve her yönüyle de göstergesidir.

Nitekim Türkiye için neyin iyi, neyin doğru; hangi ilişki ve diyalogların yerinde olduğu belirsiz olduğu kadar da şaibeli hale gelmiştir.

Halep ve Gaziantep’te ortak hükümet toplantıları, Başbakan Erdoğan ile Esad arasında kurulan kişisel muhabbet ve ailevi yakınlıklar, müştereken yapılan askeri manevralar ve serbest ticaret anlaşmaları yerini şimdi tam aksi bir duruma bırakmıştır.

Geldiğimiz süreçte, Suriye tarafından 22 Haziran’da keşif uçağımız düşürülerek 2 pilotumuz, 3 Ekim’de top atışıyla 5 vatandaşımız şehit edilmiştir.

AKP hükümeti haklıdır, zira Suriye politikasında bile “Hayaller bir bir gerçek olmuştur.”

 

Muhterem Milletvekilleri,

Başbakan Erdoğan Esad rejiminin devrilmesine ısrarla kendisini vakfetmiş ve siyasetini buna endekslemiştir.

Birleşmiş Milletler Teşkilatına yaptığı son çağrı da bunun belirtileri arasındadır.

Başbakan, geçen hafta İstanbul Küresel Forumu’nda yaptığı konuşmasında;  Esad yönetimine karşı uluslararası kuruluşların sesinin çıkmadığını, Suriye’ye yönelik olması gerekenlerin yapılmadığını ifade ederek Birleşmiş Milletlerin reforma tabi tutulması gerektiğini söylemiştir.

Ve devamla, 5 daimi üyeden bir ya da ikisinin ne diyeceğinin beklenmesi halinde Suriye’nin akıbetinin çok tehlikeli olacağını açıklamıştır.

Başbakan Erdoğan’ın rahatsızlığı Birleşmiş Milletlerin operasyon yapmaması ve Suriye’yle savaşmamasıdır.

Adeta sırf bu nedenlerle, Birleşmiş Milletlerin kötü ve adil olmayan bir yönetim ve organizasyona sahip olduğu bu kafa yapısı tarafından iddia edilmektedir.

Bu ifadelerin Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından seslendirilmesi tam bir talihsizlik ve yüz karasıdır.

Dünyanın neresinde demokrasi ve özgürlük propagandasının altına gizlenen savaş elçiliğine cevaz vardır?

Başbakan Erdoğan’ın uluslararası siyasal ve ekonomik adaletsizlikleri hatırlaması için Ortadoğu’da kaos ve isyan dalgasının yükselmesi mi gerekmiştir?

Hâlbuki Birleşmiş Milletler Suriye’ye müdahale etseydi ve Esad rejimini devirseydi, çok mu duyarlı ve insancıl olacaktı?

Başbakan Erdoğan bu haçlı bakışına, bu zalimliği teşvik eden zihniyete nasıl sahip olmuş ve böylesi bir çıkmaza nasıl düşmüştür?

Milliyetçi Hareket Partisi, 2.Dünya Savaşı sonrası kurulan uluslararası düzenin ihtiyaçları karşılayamadığını, küresel adaleti tesis edemediğini ve insanlığın yararına değer üremediğini çoktandır vurgulamaktadır.

Köhnede yeniyi ve canlılığı bulma arayışının emek ve zaman israfından başka bir neticesi olmayacağı net ve bellidir.

Biz, daha iyi bir dünya talebinde bulunurken, Birleşmiş Milletlerin ona buna savaş açmamasını aklımıza dahi getirmemiştik.

Hatırlanacak olursa, 16 Temmuz 2006 tarihinde, partimizin Ankara il kongresinde yaptığım konuşmada aynen şunları söylemiştim:

“Birleşmiş Milletler bir küresel kurum niteliğini kaybetmiş, barış ve güvenlik konusunda yetersiz kalmış, Amerika’nın güdümünde bir güvenlik konseyiyle sözde dünyaya barış kararları çıkartmaktadır. Küresel kurum olma niteliğini kaybetmiştir. Barışa ve güvenliğe yetememektedir. Ya Birleşmiş Milletler bu özelliklerine sahip olmalıdır, yoksa yerini, konumunu silip, 21. Yüzyılın gerçekleri doğrultusunda dünya milletleri, yeni bir kurum liderliğinde oluşmalıdır. Başka bir milletin güdümünde, dünya barışının geleceğini düşünmemelidir.”

11 Ekim 2011 tarihli Meclis gurup toplantımızda ilave olarak şu görüşlerimi sizlerle paylaşmıştım:

“Birleşmiş Milletlerin tarafgir, sömürüyü meşrulaştıran, masumları görmezden gelen uygulamalarının yerden yere vurulması elbette gerekli ve zorunludur. 193 ülkeden ziyade 4-5 devletin güdümünde olan bu organizasyonun daha iyi ve barış içinde bir Dünya için yapacağı katkı ve göstereceği çaba bize göre kalmamıştır.”

Başbakan Erdoğan Birleşmiş Milletler Teşkilatını Suriye’ye neden vurmadığı, Ortadoğu’ya niçin sefer düzenlemediği için eleştirmektedir.

Gelin görün ki, bu uluslararası kuruluşa, sınır ötesindeki terör kamplarını koruma altında tutmasından ve PKK militanlarına dolaylı destek çıkmasından dolayı itiraz dahi edememiştir.

Maalesef bu konu Başbakan’ın gündemine hiç gelmemiştir.

Birleşmiş Milletlere duyarlılık ve reform hatırlatması yapan Başbakan Erdoğan, bize göre bu duyarlılıktan önce kendisi nasiplenmeli ve düşüncelerine de bir an önce çeki düzen vermelidir.

Yoksa Türk milleti AKP’ye bu gidişle yol verecek ve siyasetin karanlık dehlizlerinde ademe mahkum edecektir.

 

Değerli milletvekilleri,

Milletimizi yakından ilgilendiren Büyükşehir Belediyesi Kanun Tasarısının görüşülmesine Meclis İçişleri Komisyonunda devam edilmektedir.

AKP hükümeti bu tasarıyla büyükşehir belediyelerinin sayısını 29’a çıkarmayı ve bin 591 belde belediyesini tasfiye etmeyi planlamaktadır.

Belde belediyeleri sosyo-ekonomik uyum ve adaptasyon zorluklarının aşıldığı, kentle-köy hayatı arasında köprü vazifesi ifa eden Türk yönetim sisteminin stratejik ayaklarından birisidir.

Belde belediyelerin ortadan kaldırılması toplumsal çözülme ve sosyolojik ufalanmayı beraberinde getirecektir.

Kentleşme dinamikleri, sosyal kaynaşma ve bütünleşme eğilimleri maalesef belde yönetimlerimizin sonlanmasıyla hızlanacak ve büyük sorunlara meydan açacaktır.

Türk idare yapısının bütünlüğü bu kanunla bozulacak ve her şey sil baştan yapılacaktır.

Bir asrı aşan Türk yönetim sisteminin dayandığı esaslar ve hukuki temeller aşınacak ve tarumar olacaktır.

Yönetimde birlik ve idarede bütünlük sakatlanma tehlikesiyle yüz yüzedir.

Biz sebeplerini daha önceden izah ettiğim hususlardan dolayı Büyükşehir Kanun Tasarısına karşıyız ve karşı duruyoruz.

AKP zihniyeti büyükşehir yönetimlerine büyük yetki ve imkânlar sağlamak için elinde gelen gayreti sarfetmektedir.

Ancak kaldırılması düşünülen belde ve köy sakini vatandaşlarımız ekonomik ve sosyal zorlukları alabildiğine yaşamak zorunda kalacaklardır.

Bununla birlikte tasarı halindeki yeni Büyükşehir Kanunu, Türkiye’yi federasyona adım adım götürme emareleri taşımaktadır.

Ve bölücü çevrelerin dayatmaları bu minvalde karşılık bulacaktır.

Söylemek lazımdır ki, Türkiye AKP eliyle büyük ve elim bir hasar ve tahribatla karşı karşıyadır.

Hükümetin Oslo’da PKK’ya vaat ettiği ne varsa birer birer somut projeye dönüşmektedir.

Anlaşılmaktadır ki, bu zihniyet bölünmeye, ayrılmaya, parçalanmaya ve idari anlamda taksimata çoktan razıdır.

Hükümet için tek mahsur aziz milletimizin tepkisi ve bu çöküşe karşı göstereceği dirençte gizlidir.

Bu nedenle kamuoyunun iknası için her yol denenmekte, her telkin ve yönlendirme fütursuzca yapılmaktadır.

Demokrasi, özgürlük, barış ve insanlık sözleri Türkiye’nin çözülmesi için mermisi hiç bitmeyen cephanelik olarak kullanılmaktadır.

Ülkemizin huzura ulaşması, kanın durması ve sözde sorunların bitmesi bölücü terör ve yandaşlarının hain emellerinin bir bir karşılanmasından geçtiği algısı gittikçe güçlendirilmektedir.

AKP buna dünden meyyal olduğundan, icra edilen şirret propagandaya hem alet olmakta hem de önünü açmaktadır.

İmralı adasında müebbet hapis cezasıyla yatan teröristbaşını merkezine alan özgürlük talepleri, demokratik özerklik ısrarları, anadilde eğitim istekleri ve Türkiye’yi bölgelere ayırma önerileri bu bakımdan artan bir şiddetle sürmektedir.

Emin olunuz ki, AKP’nin hazırladığı Büyükşehir Kanun Tasarısı bu rezalet ve melanet yaklaşımların devamı niteliğindedir.

PKK’nın siyasetteki kolu olan BDP’nin, hafta sonunda yaptığı 2.Olağanüstü Kongresinde dile gelen ahlaksız görüşler, neredeyse federasyona dahi rahmet okutacak bir cesamete bürünmüştür.

Ankara’nın göbeğinde, bölücü yüzler tarafından Türk milletine alenen hakaret edilmiş, Gazi Mustafa Kemal’in iş olsun diye asılan resmi İmralı canisinin kanlı posteri tarafından hayasızca kapatılmıştır.

Bu PKK kongresinde, 12 ile 20 bölgeden oluşmuş özerk bölgeler talebi ileri sürülmüş ve bunların özellikleri bölücü ağızlar tarafından şuursuzca duyurulmuştur.

Merak ediyorum; BDP’nin acaba başka bir isteği ve derdi kalmış mıdır?

Nasıl olsa taşlar bağlanmıştır, o halde bundan sonra önünde bir engel de olmayacaktır.

Deyim yerindeyse BDP’li mihraklar aç kalmıştır da, kendilerini darı ambarında görmektedirler.

Oldu olacak Türkiye Cumhuriyeti; kantonlara dönüşsün veya Mezopotamya şehir devletlerine gerilesin de, AKP, CHP, BDP ve PKK rahatlasın ve derin bir soluk alarak amaçlarına ulaşmanın keyfini sürsünler.

Karanlığın bu dört köşesi, bölücülüğün bu dört seyisi, çürümenin bu dört yolu, millet aleyhine kurulan kumar masasının bu dört kare ası Türkiye ve Türk milleti itlaf olmadan iflah olmayacaklardır.

Ne var ki Milliyetçi Hareket Partisi de bunlar yere çakılmadan, diz üstü çökmeden ve yanlışlarından dolayı teslim bayrağını çekmeden huzur bulamayacak, sükûnete ulaşamayacaktır.

Ankara’da yapılan BDP Kongresinde; İmralı canisi saygıyla anılmış, rüsva nitelikli posterleri asılmış ve bir de barış elçisi olarak takdim edilmiştir.

Caniyle barışın, katille maktulun yâda ihanetle sadakatin bir görülmesi şayet bir cehalet hali değilse; edep, ahlak ve insanlık hududunu aşan alacalı kişilik saçmalığı olarak tanımlanmalıdır.

Ankara’nın başkent oluşunun 89. yıldönümünü takip eden bir süreçte, bölücü çirkefliklerin, uluorta yapılan terör propagandasının bu tarihi şehrimizde yaşanmış olması aslında devlet adına bir hezimet, hükümet adına da bir utanç vesikasıdır.

Okul basıp öğrencileri ve öğretmenleri yaralayan, askerimizi, polisimizi şehit eden alçaklar Ankara’da iyice şımarmışlar ve zıvanadan çıkmışlardır.

Daha birkaç gün önce Hakkari’nin Çukurca ilçesi Kazan vadisi girişinde bulunan Kavuşak Köyü yakınlarında PKK’lı militanların açtıkları ateş sonucunda üsteğmen Aykut Köroğlu şehit olmuş, altı askerimiz de yaralanmıştır.

Dün ise Mardin’in Derik ilçesinde de PKK’lı teröristler, polis aracının geçişi sırasında, daha önceden yola döşedikleri patlayıcıyı infilak ettirmişler ve sonuçta Orhan Ayhan isimli polisimiz şehit düşmüş, iki polisimiz de yaralanmıştır.

Şehitlerimize Yüce Allah’tan rahmet dilerken; ailelerine, silah arkadaşlarına ve aziz milletimize başsağlığı ve yaralı evlatlarımıza acil şifalar niyaz ediyorum.

BDP kongresi eli ve vicdanı kanlıların cirit attığı bir yer haline gelmiştir.

Eski alışkanlıklarını bırakamayan maskeli şeref yoksunları ne ilginçtir ki yeni duruma ayak uyduramamışlar ve salondaki korsan girişimlere devam etmişlerdir.

PKK başkent Ankara’ya kendi paçavrasını asmış, ama AKP tüm desteğimize karşı albayrağımızı Kandil’e asamamıştır.

AKP’nin Büyükşehir Kanun Tasarısını hazırladığı bir dönemde, BDP’nin hemen devreye girip kendisini hatırlatarak bölge yönetimleri teklifinde bulunması bu iki partinin ilkeler bazında anlaştığına kanıt sayılabilecektir.

İkazla belirtmek isterim ki, ortaoyun soytarılığına özenenler, yıkım müteahhitliğe niyetlenenler,  omuzlarda gezen demagoglara imrenenler, hain proje nakil hatlarından aldıkları değişim sakızıyla yozlaşma akıntısına kapılanlar, günahta, kötülükte ve zehirin başucunda buluşanlar çılgınlığı bırakmalı ve Türk milletinin sabrını daha fazla sınamamalıdırlar.

Öyle ki milletimizin himmetiyle Milliyetçi Hareket Partisi dev gibi, dağ gibi milli, siyasi ve tarihi varlığıyla bu çevrelerle mücadele etmeye yeminlidir ve henüz hiçbir şey bitmiş değildir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Ülkemizin AB üyeliğine hazırlık sürecinde kaydettiği mesafeleri konu alan ve Ekim 2011’den Eylül 2012’ye kadarki dönemi kapsayan ve alınan kararlar, kabul edilen mevzuat ve uygulanan tedbirler temelinde teşekkül eden İlerleme Raporu 10 Ekim tarihinde yayımlanmıştır.

Bilindiği üzere, Aralık 1999 tarihinde yapılan Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’ye aday ülke statüsü verilmiş ve Birliğe katılım müzakereleri de Ekim 2005’de başlamıştır.

Yine Türkiye’yi taciz, tezyif edici ve azarlayıcı ifadeler bu yıl ki raporda da bir hayli yer bulmuş, eleştiriler arkası arkasına sıralanmıştır.

Raporda özet olarak;

√       Sözde darbe davalarında yeterli savunma hakkı verilmeyişi ve yargılama öncesi tutukluluk sürelerinin uzun olması ve bu sürecin kutuplaşmaya neden olduğu ifade edilmiştir.

√       Yapılan yargı reformlarının başarılı ve istenen sonuçları vermediğinden bahisle bu alandaki yetersizliklere vurgu yapılmıştır.

√       Hükümetin, TBMM’den önemli kanunları geçirme safhasında lazım gelen hazırlık ve diyalog içinde olmadığı belirtilmiştir.

Avrupa Birliği bu tespiti yaparken, yeni eğitim sistemiyle ilgili düzenlemeye, kürtajı sınırlayan yasal adımlara ve MİT görevlileriyle ilgili yapılan yasaya göndermede bulunmuştur.

√       Ayrıca yeni anayasa yapım sürecinin sözde Kürt sorunu için bir fırsat olduğu ifade edilmiş, yerel yönetimlerde mahalli dillerle kamu hizmeti verilmeyişi ve KCK tutuklamaları tenkit edilmiştir.

Avrupa Birliği bu kapsamdaki geleneksel çizgisini korumuş ve Türkiye’yi dinamitlemek isteyen kesimlere zımnen destek sağlamıştır.

√       Düşünce, vicdan ve din özgürlüğü konularında sınırlı ilerleme kaydedildiği manidar bir biçimde gündeme getirilmiştir.

Azınlık dinlerine inananların ya da herhangi bir inancı olmayanların ayrımcılıkla karşılaşmaya devam ettikleri ve tüm gayrimüslim cemaatlerin ve Alevi kardeşlerimizin kısıtlamalar olmaksızın faaliyet gösterebilmelerini temin edecek hukuki çerçevenin henüz oluşturulamadığı iddia edilmiştir.

√       Dini veya başka türlü gerekçelerle zorunlu askerlik hizmeti yapmayı reddeden vicdani retçilere ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları henüz uygulanmadığı ve bu kişilere vicdani ret hakkı tanınmadığı için Türkiye eleştiriye maruz kalmıştır.

Raporda ayrıca, AKP hükümetinin medya ve sivil toplum kuruluşları tarafından seslendirilen görüşlere hoşgörüsüz tavrına ve bundan dolayı dava seçeneğine başvurmasına olumsuz yaklaşılmıştır.

Avrupa Birliği bu raporuyla ezberlerini tekrarlamıştır.

Hırvatistan’ı kısa bir süre sonra üye yapmaya hazırlanan Avrupa Birliği’nin yıllardır mesnetsiz ve boş gerekçelerle ülkemize engel olması, sudan bahanelerle zorluk çıkarması açıkçası bir batı komedisidir.

Tam üyelik çerçevesinde Türk sorununun varlığına işaret eden bazı bozuk zihniyet sahiplerinin, aslında Birlik ruhunun sallandığını ve Avrupa Birliği gemisinin ekonomik ve sosyal patinajdan dolayı su almaya başladığını görmemeleri basiret noksanlığından başka bir anlama gelmemiştir.

Gerçi ilerleme raporlarına odaklanıp meselelere AB optiğinden bakanlar için sevinecek ve umut uyandıracak birçok husus olduğu da görülmektedir.

Ama başkent Ankara gerçeği ve milli beklentilerimiz Brüksel bakışına uymadığından bizim ilerleme raporuyla ortaya konan tespitlere iştirak etmemiz elbette düşünülemeyecektir.

Türk milletinin hak ve menfaatlerinin ıskaladığı, milli birlik ve bölünmez bütünlüğünün umursanmadığı AB önerilerinin bizim nezdimizde herhangi bir kıymet hükmü bulunmamaktadır.

Anlaşılan odur ki, milletimiz AB’ye üye olma sürecine eskisi kadar sıcak ve ilgili değildir.

Şu kadar ki, AKP’nin Avrupa hikâyesi gelgitlerle, iniş ve çıkışlarla ayakta güçlükle durmaktadır.

2005 yılında büyük gürültü koparan ve sanki Birliğe girmiş gibi bir coşkuya sahip olan hükümetten şimdi ortada eser yoktur.

Avrupa Birliği’ne katılma heyecanını dönemsel gelişmelere bağlayan AKP’nin, artık bu konuda eskisi gibi hevesli olmaması tabii olarak her açıdan dikkatimizi çekmektedir.

Bize göre Türk milleti alternatifsiz ve seçeneksiz değildir.

Ve bin yıllık mevcudiyetimizi gözetmeyen, milli onur ve ilkelerimize aykırı hareket eden, egemenlik haklarımızı zedeleyen her küresel proje ne bizim onayımızı alacak ne de milletimiz de Allah’ın izniyle karşılık bulacaktır.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Partimizin 10. Olağan Büyük Kurultayı 1241 seçilmiş ve tabii delegemizin katılımıyla 4 Kasım 2012 günü Ankara Arena Kapalı Spor Salonunda yapılacaktır.

Kongre takvimi işlemekte ve tüm hazırlıklarımız hızla devam etmektedir.

Bu kapsamda 12 Ekim 2012 tarihinde Çankaya 4. İlçe Seçim Kurulu’na gerekli müracaatlar yapılmış ve kongre tarihi hukuken de ilan edilmiştir.

Demokratik katılımın en üst düzeyde sağlanacağı, dava ruhunun ve 43 yıllık kutlu mazimizin muhterem hatıralarının en iyi şekilde temsil edileceği kurultayımız, inşallah milletimiz için hayırlı neticelere vesile olacaktır.

Ölçülü ve seviyeli bir rekabet, olgunlukla güçlendirilmiş siyasi yorum ve değerlendirmeler partimize güç verecek ve siyasetimize her anlamda katkı sağlayacaktır.

Bildiğiniz üzere, kongremizin ana teması olarak “Türk Milleti Sensiz Asla”  özlü ifadesi belirlenmiştir.

Bu söz adanmış ve inanmış fazilet timsali olan milliyetçi-ülkücü hareketin asla azalmayacak ve zayıflamayacak bağlılığının özetidir.

Duyduğumuz hayranlık ve sevgi milletsiz olamayacağımızın sarih beyanı, milletsiz yaşayamayacağımızın en temiz hali ve iyi niyet kanıtır.

Biliyoruz ki, millet varsa vatan anlamlı olacaktır, millet varsa Türkiye payidar kalacaktır.

“Türk Milleti Sensiz Asla” diyerek feshi mümkün olmayan manevi bir sözleşmenin satırlarını yüreğimizle, kalbimizle ve vicdanımızla mühürledik ve bunu da büyük bir coşkuyla ortaya koyduk.

Çünkü;

√       Bizim siyasetimizin öznesi Türk milletidir.

√       Yegâne kuvvetimiz, varlık nedenimiz ve gelecekle ilgili kurduğumuz hayallerimizin esası Türk milletiyle ilgilidir.

√       Sözümüz, ülkülerimiz, hedeflerimiz ve ilkelerimiz Türk milletiyle anlamlı olmaktadır.

Milliyetçiliğimiz Türk milletiyle mana, ruh ve içerik kazanmaktadır.

Bunun için gür bir haykırışla diyoruz ki;  “Türk Milleti Sensiz Asla”

Kurultay hazırlıklarımız nedeniyle 4 Kasım tarihine kadar Meclis grup toplantılarımızı ertelemiş bulunmaktayız.

İnşallah büyük kurultayımızdan sonra tekrar bu salonda bir araya gelip vatan ve millet mücadelesini siz değerli dava arkadaşlarımla birlikte sürdüreceğiz ve Milliyetçi Hareket’i mutlaka hak ettiği başarıya ulaştıracağız.

Bu duygularla hepinizin önümüzdeki hafta idrak edeceğimiz mübarek Kurban Bayramını ve arkasından kutlayacağımız Cumhuriyet Bayramı’nı tebrik ediyorum.

Bugünlerde, haç faraziyesini yapmak üzere kutsal topraklara adım atmış olan kardeşlerimizin haclarının mübarek olmasını ve dualarının Cenab-ı Allah katında kabul edilmesini içtenlikle temenni ediyor, ibadetlerini tamamladıktan sonra sağlıcakla dönmelerini diliyorum.

Konuşmama son verirken değerli milletvekili arkadaşlarımı ve sayın misafirleri sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarı ve mutluluk dolu günler diliyorum.

Sağ olun, var olun.