Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 22 Ocak 2013
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
22 Ocak 2013

Saygıdeğer Milletvekilleri,

Sayın Misafirler,

Değerli Basın Mensupları,

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

19 Ocak 2013 günü, Bulgaristan’ın başkenti Sofya’da, partimizden iki milletvekili arkadaşımızın da katıldığı Hak ve Özgürlükler Hareketi Partisi’nin 8. Olağan Kurultayı’nda, meydana gelen müessif bir hadise hepimizi endişelendirmiştir.

Üyelerinin çoğunluğunu soydaşlarımızın oluşturduğu ve Bulgaristan siyasetinde önemli bir yeri bulunan Hak ve Özgürlükler Hareketi’nin lideri Sayın Ahmet Doğan’a alçakça silahlı saldırı girişiminde bulunulmuştur.

Allah’tan bu saldırı amacına ulaşamamış ve saldırgan yakalanarak etkisiz hale getirilmiştir.

Sayın Ahmet Doğan’ın maruz kaldığı silahlı saldırıyı kınıyor, kendisine, partisine ve tüm soydaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi bildiriyorum.

Bulgaristan hükümetinden, bu olayın tüm yönleriyle aydınlığa kavuşturmasını ve saldırının geri planındaki asıl saikleri ortaya çıkarmasını bekliyor ve bunu istiyoruz.

Bu vesileyle Balkanlar’da Türk ve İslam değerleriyle hayat ve geçim mücadelesi veren tüm soydaşlarımıza esenlikler diliyor, Cenab’-ı Allah’ın hepimizi görünür ve görünmez belalardan muhafaza etmesini niyaz ediyorum.

Bulgaristan siyaset hayatında 23 yıldır demokrasi çizgisinden ayrılmayan Halk ve Özgürlükler Hareketi’nin yeni Genel Başkanı Sayın Lütfi Mestan’ı da kutluyor, bundan sonraki çalışmalarında üstün başarılar diliyorum.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Bugün karşı karşıya kaldığımız çok boyutlu ve ağırlığı gittikçe fazlalaşan meselelere dar bir pencereden ve sabit bir noktadan bakmak bizi sağlıklı sonuçlara götürmeyecektir.

Her konuya, her soruna geniş bir açıdan yaklaşmak, üstten bakmak ve tarih ölçeğinde yoruma tabi tutmak işimizi kolaylaştıracağı gibi, bize aradığımız ve arzuladığımız çıkış yollarını da açacaktır.

Türk milleti son yurduna geldiği ve yerleştiği andan itibaren değişik ebat ve çaptaki saldırılara ve komplolara sürekli muhatap kalmıştır.

Üzerimizdeki oyunlar hiç bitmemiş, hakkımızdaki iftira kampanyası ve suçlama furyası hiç kesilmemiştir.

Kimi zaman silahla, kimi zaman ajitasyonla, kimi zaman ayak oyunları ve kışkırtmalarla varlığımız ortadan kaldırılmaya veya sakatlanmaya çalışılmıştır.

Meydanlarda bileğimizi bükemeyen, cephelerde sırtımızı yere getiremeyen çok faktörlü ve çok failli ittifak, belirlediği hedeflere ulaşmak için varını yoğunu seferber etmekten geri durmamış, bundan da vazgeçmemiştir.

Bu maksada dönük olarak, kullanılmadık, başvurulmadık ve harekete geçirilmedik bir şey neredeyse kalmamıştır.

Aziz milletimiz, tarihin her devrinde ya dış kaynaklı bir senaryo ve dayatmayla ya da iç merkezli yanlış ve kusurlarla sabrı sınanmış ve dayanıklılığı denenmiştir.

Öyle an ve dönemler gelmiştir ki, yerli ve yabancı güç odakları aynı havuzda birleşmiş, aynı niyette buluşmuştur.

Bazen reform, bazen ıslahat, bazen yenileşme, bazen de çözüm adı altında olmadık tertipler yapılmış, olmadık tuzaklar kurulmuştur.

Yolumuzdan dönmemiz, inançlarımızı bırakmamız ve hayat haklarımıza sırtımızı çevirmemiz için melanet yorulmamış, ihanet beklememiş ve durmamıştır.

Türklüğün yeryüzündeki hâkim ve hükümran mevcudiyeti birilerini öylesine rahatsız etmiş, öylesine endişelendirmiştir ki, bunlar korkularından ne yapacaklarını şaşırmış, nasıl tavır takınacaklarını bilememişlerdir.

Bu meyanda insanlıkla bağdaşmayan, vicdanla izah edilmeyen ne varsa bir plan ve proje konsepti dâhilinde icra edilmiştir.

Yabancı güçler ve içimizdeki esir zihniyetler, bir olmuşlar, içiçe geçmişler ve milletimizin geleceğine kelepçe vurmaya çalışmışlardır.

Aziz millet varlığının, tutunduğu, yurt haline getirdiği topraklardan çıkarılması için asırlarca süren ve alçakça ilerletilen bir yıldırma stratejisi izlenmiştir.

Bir yönüyle bu süreç halen devam etmektedir.

Bugün bize demokrasi ve özgürlük nasihatinde bulunanlar, sömürgeci ve kanlı geçmişlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar.

Fransa’nın terörle mücadele adı altında Mali’yi hedef alması, ABD’nin Irak ve Afganistan’ı özgürleştirme gerekçesiyle işgal etmesi, Libya’ya düzenlenen çok uluslu müdahaleler ve Suriye’yle ilgili yapılan hesaplar hep bunun kanıtıdır.

Hiç kuşkunuz olmasın ki, her defasında çözüm denmiş, özgürlük bahanesi kalkan yapılmış, hak ve hukuk gerekçe gösterilmiş; bir parçamız koparılmış ve bir yanımız karartılmıştır.

Bir türlü kapanmayan açılımlarla, bir türlü asıl gayesi görülmeyen batılılaşma hamleleriyle, kökümüzden, milli benliğimizden ve kimliğimizden savrulmalar yaşanmış ve yaşatılmıştır.

İleri gittiğimizi zannederken gerileyişimiz, başardık derken mağlubiyete düşmemiz böyle olmuş, bu şekilde gerçekleşmiştir.

Büyük Türk milleti, yüzyıllardır çekile çekile bugünkü sınırlarına kadar gelmiş ve Viyana önlerinden itibaren başlayan ricat hali Sakarya kıyılarına kadar sürmüştür.

Bu nedenle millet hafızasına kazınmış kayıplar, yenilgiler, ödünler, bölünmeler en az zaferler kadar etkili ve galibiyetler kadar belirleyici bir konumda olmuştur.

Misak-ı Milli böyle bir anlayışın merkezinde filizlenmiş, bu ortamın ruhunda olgunlaşmış ve ilan edilmiştir.

Kaldı ki 93 yıl evvel, yeniden çizilen, herkese duyurusu yapılan ve taviz verilmeyeceğinin irade beyanı olan bugünkü yaşama alanımız, aynı zamanda gerileyişimizin son sınırı, varlığımıza kefen biçenlere en kesif karşı çıkış olarak değerlendirilmelidir.

Tarihi Şark Meselesi olarak bilinen ve Türk milletine karşı en kapsamlı plan ve engelleme olarak da tanımı yapılabilecek Haçlı hücumu, bizi yerimizden, yurdumuzdan, birliğimizden ve değerlerimizden ayırmak için türlü vasıtaları kullanmış, aradığı işbirlikçileri ve hainleri maalesef her dönemde içimizden devşirmiştir.

Şark Meselesi’nin birinci aşaması olan 1071-1683 yılları arasında; Türklerin Anadolu’ya girişine mani olmak, İstanbul’un fethini ve Avrupa içlerine kadar intikalini önlemek vardır ki, bu evre savunmaya dönüktür.

İkinci aşamada Haçlı zihniyeti saldırıya geçmiş, inisiyatif kazanmış ve üstünlüğü yavaş yavaş ele geçirmeye başlamıştır.

Balkanlar’daki bağımsızlık hareketleri, Arap Yarımadasındaki kopmalar, Kuzey Afrika’daki kırılmalar böylelikle vasat bulmuştur.

Ayaklanmalar teşvik edilmiş, ikilikler, çatışmalar, anlaşmazlıklar, nifaklar devreye sokulmuş, Osmanlı Devleti’nin dağılması için her yola müracaat edilmiştir.

Bu kapsamda, İmparatorluğumuzun son dönemlerinde, bir yanda yüzyıllarca din kardeşliği çatısı altında bulunduğumuz Araplar kışkırtılmış, diğer yanda Türk ve Müslüman olmayan unsurlar tahrik edilmiş ve ayrılmaları sağlanmıştır.

İsyanlar, istilalar, işgaller etnik ve din temelli uyanış ve talepler Osmanlı Barışı’nı ve birlikte yaşama tercihini zayıflatmış ve içini boşaltmıştır.

Osmanlılık ve Osmanlıcılık ayrışmayı önleyememiş, parçalanmayı durduramamıştır.

Üstelik aynı kıbleye yöneldiğimiz, aynı ezan sesiyle buluştuğumuz kardeşlerimizle beraberliğimiz de korunamamıştır.

Emperyalizmin maddi çıkarcılığı, Türk-İslam medeniyetine husumet duyması etrafımızı ateş çemberine almış ve Osmanlı sarığı tekrar kardinal külahıyla yer değiştirmek durumunda kalmıştır.

Her ayrılık önce dil temelli formüle edilmiş, kültürel temelde sağlama alınmış, ardından özerklik kılıfına bürünerek sonunda siyasal bağımsızlığa ulaşmıştır.

Yabancı güçlerin reform dayatmaları, bugünküne benzer şekilde çözüm odaklı ısrarları ve sorun diye tarifi yapılan konuların halli bağlamındaki zorlamaları vatanlaştırdığımız yerlerin birer birer elimizden kayıp gitmesine yol açmıştır.

Aynı kader gemisine bindiğimiz, aynı heyecanları yaşadığımız ve ortak bir tarih havzasından gelerek geleceğe uzandığımız toplumlarla maalesef yollarımız ters düşmüş, asırlarca içtiğimiz kardeşlik çeşmemiz kurumuştur.

Bu tarihi hakikat geçtiğimiz iki asra adeta damga vurmuştur.

Yunanistan’ın bağımsızlık sürecine bakınız bunları göreceksiniz.

Sırbistan’a, Arnavutluğa, Bulgaristan’a, Girit’e, Karadağ’a, Makedonya’ya ve Romanya’ya kadar bakınız bu gerçekleri fark edeceksiniz.

Biz millet olarak acı tecrübeler ve hazin sonlar eşliğinde, kaybettiğimiz topraklara ağıtlar yakarak kurtuluş mücadelesini verdik, milli ve bağımsız bir devlet olmaya küllerimizden yeniden doğarak and içtik.

Bu nedenle milli vicdanlarda, milli hafızalarda geçmişteki yıkım ve yenilgiler her zaman etkili ve belirleyici olduğundan, benzerlerini bir kez daha yaşamamak için tedbirli ve hazırlıklı olunmuş ve her şey buna göre şekil almıştır.

Altını kalın olarak çizerek söylemek isterim ki, Tarihi Şark Meselesi emelinden ve hedefinden hiç vazgeçmediğinden dolayı, farklı enstrüman ve vasıtalarla mevcudiyetini muhafaza etmektedir.

Dün Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak ve bölmek için uğraşanların bugünkü torunları ve bu çağdaki takipçileri, bu defa da Türkiye Cumhuriyeti’ne aynı akıbeti yaşatmak istemektedirler.

Bu itibarla Şark Meselesi, müellifleri eliyle güncellenerek amacını gerçekleştirmenin ve hedefe varmanın amacındadır.

Tarihteki yıkım dönemleri, üzülerek ifade ediyorum ki, tekrarlanmak istenmektedir.

Çünkü ortam uygun, işbirlikçi iktidar hazır, hainler heves ve iştah içindedir.

Demokrasi, özgürlük, çözüm, barış, insan hakları çığırtkanlığıyla Türk milleti eskiye nazaran daha vahim bir sürecin içine sokulmuştur.

Sevr’de yarım kalan hesaplar, milli iradeyi temsil eden çoğunlukçu iktidar tarafından milli birlik ve kardeşlik projesi diye yutturulmaya çalışılan çöküş ve çözülme programının içine alınmıştır.

Türkiye adım adım tasfiye olmakta, Türk milleti yavaş yavaş zehirlenmektedir.

Çözüm sözleri, barış ezberleri varlığımızı, birliğimizi ve bin yıllık hukuku harap etmeye ayarlı saatli bir bombaya dönmüştür.

Geçmişte, her çözüm denildiğinde bir insanımızı yitirdik, her çözüm nakaratı dillendirildiğinde bir toprağımızdan olduk.

Bunlardan ders almayan, milli kimliği anlamayan ve Türk milletinin hayal kırıklıklarını umursamayan gafiller, hainler ve vicdanları mezbeleye dönüşmüş nankörler, şimdilerde ne yazık ki son hızla faaliyettedir.

Dün başaramayanlar bugün atağa geçmişlerdir.

Sevr’e, barış antlaşması diyerek imza atanların varisleri, bugün yeniden barış sözleriyle Türk milletinin defin törenini hazırlamaktadır.

Dün işgalcilere kucak açanlar, dün Türk’e ölüm fermanı yazanlar, dün Anadolu’ya kâbus yaşatanlar, bugün yeniden çözüm iksiriyle gözleri boyamaya ve akılları karıştırmaya gayret etmektedirler.

Başbakan Erdoğan, Damat Ferit’ten aldığı bayrağı parçalanmış millet bünyesine, bölünmüş vatan coğrafyasına dikmek için çalışmaktadır.

Bunun için, tıpkı izinden yürüdüğü gayri milli isimler gibi istismarda, aldatmada sınır tanımamaktadır.

Milletimiz kandırılmakta, yeni kayıplara peşinen ısındırılmak ve alıştırılmak istenmektedir.

Başbakan Erdoğan’ın teslimiyetçi ve diz çöken acizliği, her zillete boyun eğen, her kepazeliğe davetiye çıkaran politikaları Türkiye’yi ve Türk milletini sona yaklaştırmaktadır.

AKP hükümeti, Şark Meselesi’nin kalıntısı, uzantısı, parçası ve bir uzvu olmaya talip olmuştur.

Başbakan Erdoğan için Haçlılarla, kâfir planlarıyla bir ve aynı niyete sahip olmak rahatsız edici görülmemiştir.

Biz parti olarak düne bakarak, mazideki karanlık dönemleri milli bir perspektifle yorumlayarak, yakın vadede karşılaşma ihtimali ve riski fazla olan sorunlara dikkat çekiyoruz, uyarıda bulunuyoruz.

Çünkü biz, Türk milletine inanıyoruz, varlığına güveniyoruz ve bütünlük içinde yaşaması dışında hiçbir alternatifi kabullenmiyoruz.

Milleti bölmenin adı çözüm olarak görülüyorsa, biz çözüme ve çözüm taraflarına karşıyız.

Türkiye’yi yıkmanın, devleti dinamitlemenin adı barış ise biz barış denilen kılık değiştirmiş bölücü üsluba tamamıyla kapalıyız ve karşıyız.

Bırakın; zalimler, kötüler, kifayetsiz muhterisler, hainler, bölücüler, teröristler dayanışma içinde olsunlar. Biz hepsiyle başa çıkarız, alayıyla dişe diş mücadele ederiz.

Bırakın; AKP, CHP, BDP, PKK, Barzani, İmralı canisi ve Kandil artıkları aynı safta toplansınlar, aynı kalıba girsinler. Biz hepsine bozkurt gibi direniriz.

Bırakın; bölünme uydusu olanların, BOP tuzağına düşenlerin, Kandil yamacına çözüm paraşütüyle inen soytarıların yedikleri, içtikleri ayrı gitmesin. Bize büyük Türk milletinin sevgisi ve bağlılığı ziyadesiyle yeter.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Sayın Misafirler,

Az önce, tarih süzgecinden geçirerek dile getirdiğim hususlar, bizim siyasetimizi ve meselelere bakışımızı özetlemektedir.

Biz bu zihni tutarlılık ve milli bakış açısıyla Türkiye’nin içinde kıvrandığı gündem başlıklarına yaklaşıyor, bu minvalde itirazlarımızı seslendiriyoruz.

Hülasa edersek, çıkışlarımızın, uyarılarımızın ve tehlikeleri sezen basiretimizin izdüşümünde, tavrımızı, tutumuzu ve kendimize özgü duruşumuzu belirliyoruz.

Biz ezbere hareket etmiyoruz, sırf muhalefet olsun diye konuşmuyoruz.

Hele ki klişeleşmiş şablon hükümlerle de pozisyon almıyoruz, böylesi bir düşkünlüğe ve çaresizliğe tevessül etmiyoruz.

Geçmişini bilmeyenin geleceğinin de olmayacağı realitesinden yola çıkarak tehditleri öngörüyoruz, muhtemel gelişmelerle ilgili uyarılarımızı inanç ve inatla yerine getiriyoruz.

Bakınız, şurasını herkesin bilmesinde sonsuz faydalar vardır.

AKP’nin İmralı canisiyle yürüttüğü müzakere ve görüşme trafiği Türk milletini kafese almanın, zincire vurmanın ve yeminlerinden ayırmanın bir yöntemi, bir örneğidir.

PKK talepleri gün be gün karşılanmakta ve cevap bulmaktadır.

Bu hafta içinde Meclis gündemine gelecek anadilde savunma talebine ilişkin kanun teklifi bunlardan birisidir.

Ne söylenirse söylensin, ne yapılırsa yapılsın, ömür boyu hapis cezası almış idamlık bir mahkûm ve terör suçlusuyla, sözde çözüm ve barış adına pazarlıklar yürütmek izahı olmayacak bir sapma ve sapkınlıktır.

AKP’nin medet beklediği, çare umduğu, elinden tuttuğu şahıs Türk milletine çevrilmiş ölüm silahının bir numaralı failidir

Şehitlerimizin kanı bu alçağın eline bulaşmıştır.

Şehit analarının ah ve bedduası teröristlerin ve eşbaşkanların alnına yapışmıştır.

Öncelikle herkesin diline pelesenk olmuş, İmralı canisinin tarafı haline gelmiş çözüm ve barış sözlerinin üzerinde durmak, bu alanda kafa yormak gerekmektedir.

Açıklıkla sormak isterim ki;

Başbakan Erdoğan ve hükümetiyle birlikte önüne gelenin propagandasını yaptığı çözüm nedir ve neleri ihtiva etmektedir?

PKK neyin karşılığında silah bırakacak, hangi tavizlerle gönlü alınacaktır?

1984 yılındaki Eruh baskınından itibaren, öldürme ve yok etme konusunda uzmanlaşmış caniler, birden bire hidayete erip silahlarını ve hedeflerini nasıl terk edeceklerdir?

Silahı sigorta olarak görenler nasıl olacak da birden bire hedeflerinden vazgeçeceklerdir?

Terörle terbiye edilen, bölücülükle sırdaş olan, küresel planlara uyduluk yapan bir iktidarın Türk milletinin hak ve hukukunu süreç diye tarif edilen yıkım duraklarında sahiplenmesi nasıl mümkün olacaktır?

Merak etmekteyiz ki, barış nedir, tarafları kimlerdir?

Şayet barıştan bahsediliyorsa, bir savaşa girilmiştir de bu mu sonlandırılmak istenmektedir?

Savaş var idiyse, bunun karşı cephesi kim ya da kimlerden oluşmaktadır?

PKK, Türk devletinin eşiti, muhatabı haline mi gelmiştir?

İmralı canisi kimi temsil etmekte, kimin adına konuşmaktadır?

Çözüm başlığı altında neler ve hangi konu başlıkları planlanmaktadır?

Çözüm de çözüm diyen şuursuzlar, bununla neyi beklemekte, neyi istemektedir?

√       Anadilde eğitimin sağlanması çözüm müdür?

√       İmralı canisinin serbest kalması çözüm müdür?

√       Yeni anayasayla Türklüğün tasfiye edilmesi çözüm müdür?

√       Özerklik ve federasyon çözüm yolu mudur?

√       PKK’nın affedilerek siyasete taşınması çözümün hangi etabıdır?

Dört parçalı bağımsız Kürdistan’ın oluşabilmesi için, vatan topraklarımızı içine alan kuzey kısmının temellerinin atılması çözüm olarak mı düşünülmektedir?

Bölücü teröre 29 yıllık süre içinde mücadele vermiş, gazilerimizin, şehit yakınlarımızın hakkı nasıl ödenecek, halelikleri nasıl alınacaktır?

Sayın Başbakan çözüm ve barış süreciyle neyi hedeflemektesin, nereye varmak istemektesin?

Sayın Cumhurbaşkanı size göre çözüm nedir?

Çözüm diyerek topa giren, müzakereler sürsün diyen, barışa vurgu yapan TÜSİAD yöneticileri siz çözümden ne anlıyorsunuz?

İstanbul’da kuru laf kalabalığıyla konuşacağınıza, bol keseden atıp tutacağınıza zahmet edip, mesela Hakkâri’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da, Bingöl’de ne zaman yatırım yapacak, ne zaman fabrika kuracaksınız?

Boğazda keyif çatarken, çözüm diyerek alkış tutan köksüz ve kimliksiz yarım aydınlar, ipotek altındaki kalemşorlar, mütareke yıllarının emanetçileri derdiniz nedir ve neyi beklemektesiniz?

Türkiye’nin teslim senedi imzalanınca, teröristler aklanınca, İmralı canisi özgürlüğüne kavuşunca, bölücülük kurumsallaşınca ve Türk milleti parçalanınca bunu adı çözüm mü olacak, buna barış mı diyeceğiz?

Türkiye’nin mahvı, milletimizin imhası ve isyankârların itibar kazanması çözüm müdür?

Sadakatin mahkûm olduğu, millet ruhunun rencide edildiği, hüsran ve hezimetin kazandığı, milli kimliğin ezildiği, Türklüğün ağır darbe aldığı bir sürece, bre riyakârlar siz çözüm mü diyorsunuz? Barış ismi mi veriyorsunuz?

Sayın Başbakan çözümle neyi çözmeye, barışla neyi batırmaya ve bastırmaya çalışıyorsun?

Bil ki seni PKK başbakan yapmadı, bil ki partini bölücüler iktidara taşımadı.

Yoksa verilmiş sözlerin, altından kalkamayacağın vaatlerin ve başbakan kalabilmek için yabancılara yeminlerin mi vardır?

Yetmedi mi yaptıkların, bitmedi mi oyunların, sonlanmadı mı hakaretlerin?

Türkiye bu hıyanet kuşağını daha fazla kaldıramayacak, bu saldırılara daha fazla katlanamayacaktır.

Yara derindir ve kangren olmuştur.

Ayrıca Başbakan Erdoğan geçtiğimiz haftaki grup toplantısında, 10 yıldır anneler ağlamasın diye elini, bedenini ve yüreğini ortaya koyan bir iktidar olduklarını iddia etmektedir.

Bu sözü söyleyen Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanıdır.

Bir de şehit analarını teröristlerin yakınlarıyla aynı seviyeye düşürme ve denk görme bedbahtlığını göstermektedir.

Meğerse Başbakan Erdoğan, tam 10 yıldır anaların gözyaşının dinmesi için uğraşıyormuş da bunu kimseler görmemiş ve anlamamıştır.

Peki 10 yıldır, hiçbir dönemde olmadığı kadar ağlayan analar, ağıt yakan gelinler, öksüz kalan yavrular nasıl görmezden gelinecek, neyle izah edilecektir?

Asıl analara karalar bağlatan, oluk oluk gözyaşlarının akmasına neden olan, vatanımızı baştan sona acıya ve feryada sevk eden iktidarın ismi Adalet ve Kalkınma Partisi, Başbakanı da Recep Tayyip Erdoğan’dır.

PKK’yla kucaklaşan, katillere meydan açan, canilerle kardeşlik köprüsü kuran Başbakan ve partisi akan kandan, verilen şehitlerden ve çekilen çilelerden dolayı millet vicdanında elbette mahkûm olmuş, elbette hüküm almıştır.

PKK’yı affetme derdine düşen Başbakan önce kendisine ve partine bakmalı, gelecekte vereceği hesapların şimdiden hazırlığını yapmalıdır.

Nitekim yakında güneş açacak, karanlık dağılacak ve AKP’nin sonu gelecektir.

 

Değerli Milletvekilleri,

9 Ocak günü, Paris’te üç PKK militanının infaz edilmesi Türkiye’yi 10 güne yakın meşgul etmiş ve oyalamıştır.

3 kadın teröristin öldürülmesiyle ilgili soruşturmada, Paris Cumhuriyet Savcısı bir numaralı zanlıyı açıklamış ve bunun da PKK’lı olduğu ortaya çıkmıştır.

13 Ocak 2013 tarihinde, Merkez Yönetim Kurulu asil ve yedek üyelerimizle milletvekillerimizin katıldığı toplantıların ardından düzenlediğimiz basın toplantısında, Paris’teki infazları örgütün iç hesaplaşması olarak gören değerlendirmemiz büyük ihtimalle yerini bulmuştur.

Yine de bu olayın üzerindeki sis perdesi tümüyle aralanmalı ve mutlaka cinayetler tam olarak aydınlatılmalıdır.

Türkiye getirilen cenazeler, AKP’nin müsamahası ve göz yumması altında tam bir şova dönüşmüş ve aleni terör propagandasına çevrilmiştir.

Geçtiğimiz hafta önce Diyarbakır, arkasında da Tunceli, Kahramanmaraş ve Mersin terör örgütünün hiç olmadığı kadar hareket kabiliyetine eriştiği yerler olmuştur.

Türk milleti ölü üzerinden istismara yeltenen, bunu fırsat ve ganimete çevirme yüzsüzlüğünden çekinmeyen bölücü güruhun küstahlıklarını ibretle izlemiştir.

Başbakan Erdoğan’ın samimiyet testi, samimiyet sınavı, turnusol kâğıdı olarak tasvirini yaptığı hıyanet sürecinin zedelenmemesi için provokasyonlara dikkat çekmesi, Türk devletini cenazelerin bulunduğu mahallerden uzak tutmasıyla paralel ilerlemiştir.

Bilhassa 17 Ocak tarihinde, Diyarbakır’da bölücü örgütün at koşturduğunu ve her şeyi kontrolü altına aldığını gösteren manzara şüphesiz en başta hükümet adına utanç verici bir acziyet olarak görülmelidir.

Ne yazıktır ki, bir gün sonra PKK’yı görmezden gelerek, cenaze törenlerine sağduyunun hakim olduğunu iddia etmek malum çevrelerin yeni bir uydurması ve saptırması olmuştur.

Şu gazete manşetleri zannederim her şeyi gözler önüne sermektedir:

√       “Türkiye barışa hazır.”

√       “Sessizce yürüdüler.”

√       “Diyarbakır sözünü tuttu.”

√       “Şükür Diyarbakır’da korkulan olmadı”

√       “Bu sefer olacak galiba”

√       “Çözümün umudu ilk sınavı geçti”

√       “Herkesin gönlü barıştan yana.”

√       “Hepimiz barışız.”

√       “Haberler çok iyi”

√       “Diyarbakır barışa durdu.”

√       “Diyarbakır barış dedi.”

√       “Artık barış zamanı.”

√       “Nihayet sağduyu.”

√       “Bir eşik aşıldı.”

√       “Diyarbakır provokasyona geçit vermedi.”

Bu ifadeler geldiğimiz aşamanın özetidir.

Karanlık bir kampanyanın tesir alanını nasıl genişlettiğinin açık bir ispatıdır.

Diyarbakır’daki PKK geçidini; ana muhalefet partisi CHP’nin genel başkanı, “olay olmaması umut verici olarak” tevil etmiş, hükümetin bir başbakan yardımcısı “Diyarbakır kendisine yakışanı yaptı” şeklinde tanımlamış, bir diğeri “herkesin bu sürece katkı verme çabasını görüyoruz” ifadeleriyle övmüştür.

Diyarbakır’da devlet PKK’nın seviyesine indirilmiş, polis ve askerler geri tutulmuştur.

Bu aslında ikinci bir Habur’dur ve rezillikler örtbas edilerek hasıraltı yapılmıştır.

“Barışın kazananı, savaşın kaybedeni olmaz” şeklindeki ucube sözü adeta Türkiye Cumhuriyeti’ni PKK’yla eşitlemek ve bir göstermek için servis edilmiştir.

Sözde güvenlik önlemleri PKK militanları tarafından alınmış, şehir eşkıyaları yolları keserek araç ve kimlik kontrolü yapmışlardır.

Örgüt paçavraları, tabutların üzerine serilmiş ve hastane önlerindeki bayrak direklerine asılmış, sonuçta taşlar bağlanmış ve teröristler cirit atmıştır.

İmralı canisinin posterinin taşınmamasına hikmet dolu anlamlar yüklenmiş, kitlenin olgun, polisin hoşgörülü, havanın barışçıl, günün olaysız geçtiği heyecanla gündeme getirilmiştir.

Bu yaşananlardan çıkan gerçek şudur:

Bugüne kadar tek sorun polistir, askerdir ve devletin bizatihi varlığıdır.

Bunlar sütre gerisine çekilince, her şey güllük gülistanlık olmuş ve bir tek taşkınlık dahi yaşanmamıştır.

AKP; PKK’ya Habur’da karşılama, Diyarbakır’da da cenaze töreni düzenlemiş ve siciline bir karanlık mühür daha yemiştir.

Elbirliğiyle kaldırılan terörist tabutları, aslında Türk milleti için kurgulanan ölüm merasiminin bir provası niteliğinde geçmiştir.

Öylesine tehlikeli bir psikolojik ortam kamuoyuna pompalanmıştır ki, eğer devlet olmazsa, yani Türkiye bölünürse, hiçbir sorun yaşanmayacak ve bir mesele de kalmayacaktır.

Bu son gelişmeler, müzakerelerin en sinsi ve en kurnaz planlanmış bir safhasından başka bir şey değildir.

Ve bu bile başlı başına Türkiye’nin içine düştüğü içler acısı durumu göstermesi bakımından kayda değerdir.

Eğer adalet hala varsa, mahkemeler açık ve çalışır vaziyette ise Diyarbakır’daki örgüt propagandalarıyla ilgili soruşturma açılması, PKK paçavralarının bayrak gibi sallanması ve tabutların üzerine serilmesi hakkında hemen cezai takibat başlatılması zorunluluk olacaktır.

Ben yiğit, cesur ve hukuka tam manasıyla riayet eden Cumhuriyet savcılarından ses ve çıkış bekliyorum.

Diyarbakır’da PKK’nın meşrulaştırma girişimlerine ders verecek, Türk milletinin, Türk devletin hak ve hukukunu sahiplenmiş kararlı ve yürekli hâkimlerin ortaya çıkmasını diliyorum.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Başbakan Erdoğan’ın çelişkili beyanları, bir söylediğinin diğerini tutmaması, aklının karışık ve bulanık olması kendisi adına olduğu kadar Türkiye açısından kaygı vericidir.

Fikirlerinde tutarlık olmayan, sözlerinde derinlik bulunmayan birisi Türkiye’yi 10 yıldır yönetmektedir.

Başbakan ne zaman sıkışsa, ne zaman bunalsa anında makas değiştirmekte, birden dümen kırmaktadır.

İlke, liyakat ve ehliyet bakımından sorunlu olan bu kafa yapısının, hezeyanlarıyla ülke yönetmesi milletimiz adına talihsizliktir.

Başbakan Erdoğan hafta sonunda Gaziantep’te yaptığı bir konuşmasında aynen şöyle demiştir: ''Tutturmuşlar bir şey; 'Kürt sorunu'. Ben Kürt sorunu diye bir şey tanımıyorum. Kürt kardeşimin sorununa evet, Kürtçülüğe hayır… Kürtçülüğü reddediyorum.”

Başbakan Erdoğan yine gerçekleri sabote etmiş, yine dara düşünce kendisiyle çelişmiştir.

Aziz milletimiz bu ülkede Kürtçülüğün yayılmasına, bölücülüğün taban tutmasına ve etnik terörün masumiyet kisvesine büründürülerek temize çıkarılma arayışlarına kim ya da kimlerin neden olduğunu iyi bilmektedir.

Merak etme Sayın Başbakan; göğe direk, denize kapak olmayacağı gibi, nafile beyanların, yalan sözlerin de kalıcılığı ve geçerliliği bulunmayacaktır.

Bu sebeple, ne dersen de, Kürtçülüğün mutfağında yüzünü kapatan aşçı sensin.

Gerçekten de Başbakan Erdoğan ölüm döşeğindeki Kürtçülüğe can veren, su veren ve hayat veren kişidir.

Kürt sorunu tanımlamasında da Başbakan’ın sicili bozuk, beyanları sallantılı ve sarsaktır.

√       24 Aralık 2002 tarihinde Rusya seyahati esnasında; Türkiye'de Kürt sorunu yok. Sorun var diye inanacaksan sorun olur, yok dersen sorun ortadan kalkar.” diyen Başbakan Erdoğan’dır.

√       12 Ağustos 2005 tarihinde; “Kürt sorunu benim sorunum” diyen yine Başbakan Erdoğan’dır.

√       21 Ağustos 2005 tarihinde;  “Kürt sorunu farklı bir olaydır, PKK terörü veya terör sorunu farklı bir olaydır.” diye sızlanan da Başbakan Erdoğan’dır.

√       23 Temmuz 2007 tarihinde; Kürt sorunu üzerinde çalışma başlatıldığını duyuran yeniden Başbakan Erdoğan’dır.

√       30 Nisan 2011 tarihinde Muş’da;  "Bu ülkede artık Kürt sorunu yoktur. Kabul etmiyorum. Bu ülkede Kürt kardeşimin sorunu var, ama Kürt sorunu artık yok." sözlerinin sahibi de bellidir ve Başbakan Erdoğan’dan başkası değildir.

Başbakan Erdoğan darboğaza düşünce, gemisi karaya oturunca hemen düşüncelerinden caymakta, anında yön değiştirmektedir.

Kendisinin, böylesi karanlık bir dönemde, PKK’nın cüret ve cesamet kazandığı bir zaman aralığında, tek millet, tek bayrak, tek vatan ve tek devlet açıklamasında bulunması da son derece dikkat çekici bulunmuştur.

Başbakan Erdoğan tek milleti tanımlamıştır tanımlamasına, ama bu milletin isminin ne olduğunu bir türlü itiraf edememiştir.

Yine milleti bölmüş, yine milleti etnik kimliklere havale etmiştir.

Başbakan’ın söyleyemediği, sırrını ve anlamını bilemediği büyük kudretin ismini kendisine hatırlatırım ki, Türk vatanı üzerinde yaşayan muazzam beşeriyetin ismi büyük Türk milleti, devletinin ismi Türkiye Cumhuriyetidir.

Türk milletinin müşterek lisanı Türkçe’dir.

Türk devleti ülkesi ve milletiyle; ayrılmaz, bölünmez, parçalanmaz ve devredilmez bir bütündür ve bildirmek isterim ki, ebediyete kadar kesinlikle böyle kalacaktır.

Türk milleti etnik bir yapıya atıf yapmaz, biyolojik beraberliğe göndermede bulunmaz, ırkı önceliğine almaz.

Türk milletinin eşit ve saygın fertleri Türk Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlıdır ki, bundan dolayı herkes eşittir Türkiye’dir.

Türkiye’de sözde Kürt sorunu yoktur. Bölücülük ve terör sorunu vardır ve tarafları AKP’nin müzakere ortaklarıdır.

Ayrıca İmralı’da yatan teröristbaşı Kürt kökenli kardeşlerimin temsilcisi değildir.

PKK, Kürt kökenli kardeşlerimin sözcüsü değildir.

Aksini söyleyenler ahlaksızdır, şuursuzdur ve insanımızın başına musallat olan kan içiçi kenelerdir.

Teröristlerin Türkiye’ye armut toplamak için gelmediğini ifade eden Başbakan’ın; terörizme anlam yükleyen, bölücülere kol kanat geren, teröristlere demokratik ortak muamelesi yapan tavrından uzaklaşması Türkiye’nin çökmemesi, Türk milletinin çözülmemesi için artık bir mecburiyettir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

İki konuya kısaca temas edip bu haftaki konuşmamı tamamlamak istiyorum.

İlk olarak değinmek istediğim, Başbakan’ın Gaziantep’te atama bekleyen bir öğretmenimize gösterdiği pervasız çıkıştır.

Öncelikle şunu söylemek isterim ki, Şubat ayında atama talep eden öğretmenlerimizin beklentileri acilen karşılanmalı ve kanayan bu yara mutlaka tedavi edilmelidir.

Başbakan Erdoğan’ın hodbin, kaba, nezaketsiz ve eleştiriye tahammülsüz yaklaşımı yeni bir skandala sahne olmuştur.

Demokratik olarak tepkisini dile getiren ve halini arz eden bir kardeşimize karşı, Başbakan Erdoğan’ın “o oy senin olsun, al onu kendine sakla” demesi bir defa demokrasiye saygısızlık ve söz söyleme özgürlüğüne darbedir.

Bu aynı zamanda çiftçimize sarfedilen “ananı da al git” sözünün bir versiyonu, değişik bir yansıması ve aslında kopyasıdır.

Öğretmene, çiftçiye, işçiye, memura, sanayiciye, işsize, kısaca herkese yeri gelince sert sözleri sıralayan; küçümseyici ifadeleri kurşun gibi kullanan Başbakan’ın dersini alma vakti gelmiştir.

Gaziantep’teki hakaret tüm öğretmenlerimize, tüm memurlarımıza ve iş bekleyen tüm kardeşlerimize yapılmıştır.

Bu vefasız zihniyet artık hak ettiğini bulmalı, hak ettiği cevabı sandıktan almalıdır.

İkinci olarak, geçen haftaki grup toplantımızdaki bir ifadem Başbakan ve akıl hocalarına ters köşe yaptırmıştır.

Öğretmenlerimize yapılan hakaretten sonra bu değerlendirmemin önemi daha da artmış ve bir kez daha teyit edilmiştir.

Başbakan Erdoğan bu sözleri bilinçsizce kullandığımızı ve kendisine pas verdiğimizi iddia etmiştir.

Ve aynı zamanda matematik dehası olduğumuzu söylemiştir.

Tabi olarak Başbakan yediği golü pas olarak değerlendiriyorsa bu kendi bileceği bir şeydir.

Başbakan 10 yıldır 1’i 36’ya, tarihi 36’ya, kültürü 36’ya, dili 36’ya, vatanı 36’ya, kaderimizi 36’ya, geleceğimizi 36’ya bölmeye çalışırken matematiğin yüz karası, milletin utanç tablosu olduğunu nedense unutmuş ve görmezden gelmiştir.

Biz, geçen haftaki sözlerimizle aziz milletimizin dikkatini çektik ve mesaj verdik.

Başbakan ve partisinin maskesini indirdik, tehlikeye vurgu yaptık.

Bu anlayışın amacının ne olduğunu gösterdik ve nasıl bugünlere geldiğini vurguladık.

Bundan sonra böyle olmaması gerektiğine inandığımız için ise kullandığımız sözün tersini ima ve işaret ettik.

Ancak Başbakan bunu anlamamış ve anlayamamıştır.

İnanıyorum ki, Türk milleti, varlığını bölücülere peşkeş çeken, dağılmayı kurgulayan ve bağımsız Kürdistan’a kuluçka görevi yapan AKP’yi affetmeyecek, önümüzdeki seçimde sandığa kilitleyecektir.

Dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olacak olan bu zihniyet baraja takılacağı günleri de eninde sonunda görecektir.

Son olarak bu hafta ilk, orta ve lise düzeyindeki okullarda karne alarak ara tatile girecek olan milyonlarca evladımızı ve öğretmenlerimizi tebrik ediyor, hepsine aileleriyle birlikte huzur, mutluluk ve esenlikler diliyorum.

Bu duygularla konuşmama son verirken muhterem heyetinizi tekrar sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi Cenab-ı Allah’tan niyaz ediyorum.

Sağ olun, var olun.