Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Sayın Misafirler, Basınımızın Muhterem Temsilcileri, Bu haftaki Meclis grup toplantımızın başında hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Bugün, 21 yıl evvel, Hocalı’da yaşanan elem verici bir katliamın yıldönümüdür. 26 Şubat 1992 Çarşamba gece yarısı, Dağlık Karabağ’ın Hocalı kentinde yaşananlar sözün ve insanlığın bittiği kanlı bir ana tekabül etmektedir. İlisu ve Hocalı çaylarının kesişerek aktığı ve Türklüğün mukaddes damarlarından birisi olan Hocalı’da yaşanan vahşet ve zalimlikler hiçbir zaman hafızalardan çıkmayacak kadar acı ve keder vericidir. Önemli ve stratejik bir özelliğe sahip Hocalı, Ermeni paramiliter güçler tarafından 10 Eylül 1991 tarihinden 25 Şubat 1992 tarihine kadar geçen 5 aylık süre içinde her türlü eziyet ve baskıya maruz kalmıştır. 26 Şubat gecesi, dönemin Sovyetler Birliği’ne ait 366. Alay’ın desteği ile Ermeni işgalciler tarafından düzenlenen saldırılarda 613 soydaşımız rahmeti rahmana kavuşmuştur. Bunların 106’sı kadın, 83’ü ise çocuklardan oluşmuştur. İnsanlığın vicdanına kara bir leke gibi geçen bu katliamda, 487 kardeşimiz ağır yaralanırken, bin 275’i de rehin alınmıştır. Masum insanlarımızı arkadan vurmakla meşhur olan ve bugün de kin ve nefretlerini her platformda göstermekten kaçınmayan sözde soykırım taraftarlarının, Hocalı’da döktükleri kan, aldıkları can sayfalarını cinayetle yazdıkları katliam kitabının yalnızca önsüzünden ibarettir. Ermeni çeteleri Bakü’de, Şamahı’da, Kuba’da, Gence’de ve vatanımızın birçok ilinde oluk oluk kan akıtmışlar, öldürme konusunda ne kadar ileri bir seviyede olduklarını her fırsatta göstermişlerdir. Yurdumuzun her köşesinde, geçmişte emperyalistlerin tetikçiliğine soyunan Ermeni canavarlarının eseri ve acımasızlıklarının sonucu olan toplu mezarlar bulunmaktadır. Hocalı katliamı bu kapkara zincirin bir halkası olarak hepimizin yüreğinde derin izler bırakmıştır. Hocalı’da insanlık yerin dibine geçmiş, vicdan ve merhamet rafa kalkmıştır. Bu aziz Türk diyarında, insanların kafatasları yüzülmüş, anaların karnı yarılmış, Ortaçağ’dan kalma işkence metotları uygulanmış, hızar ve testerelerle bedenler uzuvlarından ayrılmıştır. Ermeni ölüm tacirleri ve onların arkasında duran vahşiler, babanın gözü önünde evladını, evladın gözü önün de babayı kurşuna dizmişlerdir. Tarih her şeyiyle şahittir ki, Hocalı karanlığa gömülmüş, Türk’ün varlığı ve Türk’ün hayatı alçakça kıyıma uğratılmıştır. Ürperti verici seri cinayetler ve en aşağılık suçlar Hocalı’da işlenmiştir. Gencecik bedenler Hocalı’da toprağa sokulmuştur. Hocalı, sözde soykırım gevişi getirenlerin, insan hak ve özgürlüklerinden dem vuran melunların bir kez daha maskelerinin indiği yerin adıdır. Hocalı mazlum, Hocalı masum, Hocalı mahzun, Hocalı üzgün, Hocalı çileli ve Hocalı yaralıdır. Ama herkes bilmelidir ki, Hocalı alacaklı, Hocalı haklı, Hocalı kap atışı ve milli onurdur. Ölüm diline saplanıp kalarak Hocalı’nın kanına girenler yaptıklarının iki cihanda da hesabını günü geldiğinde vereceklerdir. Bir hiç olduklarından dolayı kendilerine “Hepimiz Ermeni’yiz” kara sloganını rehber tayin edenlerin peşinden Hocalı’nın bedduası hiç ayrılmayacak, bunlar dünya gözüyle eminim ki rahat yüzü göremeyeceklerdir. Türk olmaktan utananların, Türklüğe perde çekmeye çalışanların ve Türklüğü karartmaya görevlendirilenlerin nefesi hiç şüpheniz olmasın ki mutlaka kesilecektir. Bu şartlar altında Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün, Ermenistan’da yapılan seçimleri kazanan Sarkisyan’a acele yoldan tebrik mesajı göndermesi de yakışık almamıştır. Ermeni açılımı kapsamında, bu şahsiyetle birlikteliklerini futbol müsabakası izleyerek tescilleyen Sayın Cumhurbaşkanı’nın, Hocalı’nın ve daha birçok acının tazeliği korunurken iyi dilek temennisinde bulunması hepimizi, özellikle de Azerbaycanlı kardeşlerimi incitmiştir. Sayın Gül’ün, sözde diplomatik nezaket ve iyi niyet gösterisi olarak tebrik mesajı gönderdiği kişi Hocalı’da katliam yapanlar arasındadır ve elinde Hocalı katliamının çıkmayacak lekesi bulunmaktadır. Hocalı’nın feryadı dinmemişken, Azerbaycan topraklarının yüzde 20’si hala işgal altındayken bu tebrik mesajını göndermek hangi akla hizmettir? Sarkisyan’ın liderliğindeki Ermenistan, vatan topraklarımızla ilgili yüzsüzce hak iddia etmektedir. Bu ülke bayrağında Ağrı Dağı resmi ısrarla yer almakta, üstelik anayasasında da bu dağımız bağımsızlık sembolü olarak kullanılmaktadır. Hal böyleyken, Sayın Cumhurbaşkanı Sarkisyan’ın tutumundan memnuniyetini göstermek, daha fazlasını yapmasını teşvik etmek maksadıyla mı seçim başarısını kutlamıştır? Zaman zaman Türkiye’ye gelerek, partimizi de hedefine alan farklı hesap ve emellerin içinde olan bazı Azerbaycan milletvekilleri daha ne kadar bu kafa yapısının çekim alanında hareket etmeyi sürdürecektir? Türk milleti; son yurdunda yaşayacaksa, bunun yolu ilkelerine, ülkülerine ve tarihin vermiş olduğu milli mesuliyet ölçülerine tam riayetten geçecektir. Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten bugünkü isimler, başkalarına iyi görünerek, şirinlik yaparak dünü yok farz edeceklerini, anlamsızlaştıracaklarını sanıyorlarsa elbette yanıldıklarını pişmanlıklar içinde bir gün idrak etmek durumunda kalacaklardır. Hacalı’nın kanı kurumadan, her düzeyde canlılığını koruyan Ermeni mezaliminin açtığı derin yara kabuk bağlamadan hiç kimse Ermenistan’a yanaşmaya, bir şey olmamış gibi davranmaya kalkışmamalıdır. Aksini yapanlar günaha batacaklar, çekilen ıstırapları, verilen kayıpları düşüncesizce meşrulaştıracaklardır. Buna da görevi ve makamı ne olursa olsun kimsenin hakkı olmadığı açıktır. Bu düşüncelerle başta Hocalı olmak üzere, Ermeni saldırganlığıyla katliama maruz kalan tüm şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Biz, dünde yaşanan acıları unutmadık, unutmayacağız ve kimseye de inşallah unutturmayacağız.
Değerli Milletvekilleri, AKP hükümetinin PKK terör örgütü ve canibaşı Öcalan’la yürüttüğü ihanet müzakereleri ve sözde barış görüşmeleri her gün farklı bir boyut almakta, her gün değişik bir kılığa girmektedir. Türkiye, İmralı adasında sürdürülen hain pazarlıklara adeta kilitlenmiş, herkesin dikkati değişik propaganda yöntemleriyle buraya yönlendirilmiştir. Görülmektedir ki, teröristbaşı, adına çözüm ismi verilen “Çöküş ve Çözülüş” planının taşıyıcısı ve orkestra şefi mertebesine çıkarılmıştır. AKP hükümeti İmralı adasına tüm varlığıyla üşüşmüş, her şeyiyle buraya odaklanmış ve caninin kapı kulu haline gelmiştir. Bugüne kadar, terör saldırılarıyla taleplerine ulaşamayan kanlı örgüt, Başbakan Erdoğan’ın beklentilerini kendi çıkarlarıyla iyi örtüştürmüş ve zamanlama itibariyle AKP’yi mağlubiyet masasına çeke çeke, zorlaya zorlaya oturtmuştur. AKP hükümeti teröristlere, Türkiye ve Türk milleti üzerinde hain niyetleri olan bir avuç eşkıyaya başı önde, mahcup ve mağlup bir psikoloji altında siyasi namusunu devretmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten siyasi iktidarın ve başında bulunan zatın etnik temelli bölücü bir örgüte sevdalanması, ömür boyu hapis cezasıyla mahkûm olmuş bir bebek katiline derin muhabbeti tüm zamanların en haysiyet kırıcı vakası olmuştur. AKP, Türk devletinin 29 yıldır her türlü bedeli ödeme ve kaybı verme pahasına mücadele ettiği insanlık kasaplarının avucuna rızayla, gönüllü şekilde düşmüştür. Başbakan Erdoğan aslında klasik bir PKK ağzı olan ve onyıllardır her zeminde seslendirilen “çözüm ve barış” kavramlarına tutunarak kendi ikbal ve koltuk hırsını tatmine, milletimizin ve ülkemizin de mahvına neden olmaktadır. PKK terör örgütü ve siyasi uzantıları dünden bugüne sürekli aynı üslup ve benzer taleplere müracaat ederek, Türkiye Cumhuriyet’ini köşeye sıkıştırmaya, ayrılma ve ayrı bir devlet kurma amacına kilitlenmiştir. Örgüt her fırsatta barıştan, siyasi çözümden, diyalogdan ve sözde Kürt sorununun bitirilmesinden bahsederek iç ve dış kamuoyu oluşturmaya çalışmış ve kendilerine de müttefik unsurlar aramıştır. Her barış ve çözüm duyurusundan sonra infazlar, saldırılar, pusular ve cinayetler peş peşe gelmiştir. PKK terör örgütü ve siyasetteki uzantıları için çözüm sözleri masumiyet zırhı, barış ifadeleri taktik adımlar olarak görülmüş ve böyle ele alınmıştır. Her sözde barış adımları, her çözüm çağrıları kartopu şeklinde saldırılara ve ciğerimizi dağlayan şehit haberlerine ortam açmıştır. İmralı canisinin 1999 yılı Şubat ayında Kenya’da yakalanması PKK açısından aslında bir dönüm ve karar noktası olmuştur. Bu kapsamda, PKK terör örgütü 5 Ağustos 1999 tarihinde silahlı mücadeleyi terk etmeye karar vermiş ve bugünkü popüler ifadeyle silahı bırakmıştır. Lütfen dikkat ediniz, şimdi AKP’nin yalvar yakar sağlamaya çalıştığı, ama bölgesel denge ve Türkiye’yle ilgili hesaplar göz önüne alındığında mümkünatı olmayan silahlı mücadeleyi terk kararını PKK yaklaşık 14 yıl önce zaten vermiştir. Ve bu kapsamda terör sıfırlanmış, Türk devleti de bölücü terör örgütünün başını ezmiştir. Fakat AKP, küle dönmüş, başaramayacağını anladığından iskelet haline gelmiş terörist örgütü yeni baştan diriltmiş, canlandırmış ve üstelik bir de yanına alarak Türk milletine müştereken cephe açmıştır. Geçmişte şartlar gereğince barış, çözüm diyerek mevzi elde etme kurnazlığına başvuran kanlı örgüt 2002 yılında tam olarak toprağa gömülmek üzereyken; BOP rüzgârıyla, küresel kanlı planlar öyle gerektirdiği için iktidara taşınan Recep Tayyip Erdoğan imdada yetişmiştir. Teröristbaşı İmralı’da çürümeye terk edilmişken, Başbakan ve partisi bölücülük aşısıyla ilk yardım müdahalesini yapmış ve bu katili yeniden ayağa kaldırmıştır. Başbakan Erdoğan, Abdullah Öcalan’ın kurtarıcısı, zindandaki ışığı, özgürlüğünün garantisi, ümitsizliğinin tamircisi, her şey bitti derken eli kanlı canavara yeni baştan yaşama iksiri sunan İmralı süvarisi olarak PKK’nın vereceği bölücülük nişanına çoktan hak kazanmıştır. Gerekirse Papaz elbisesini bile giymekten gocunmayacağını söyleyen birisi için, PKK’nın kanlı çekilişinden hayatı boyunca ve hatta nesillerinden bile lekesi çıkmayacak ödül kazanmak yadırganmayacak, hor görülmeyecektir.
Değerli Arkadaşlarım, Başbakan Erdoğan, değişik görevlerinin yanı sıra, kartvizitine yeni eklediği İmralı mübaşirliği sıfatının hakkını vermek ve buna layık olmak için olan biten gücünü sarfetmektedir. İmralı’da yatan teröristbaşı müzakerelerin parlayan yıldızı haline gelmekte, her sözü, her mesajı ve her görüşü AKP’li ve BDP’li muhipleri tarafından merakla takip edilmektedir. Başbakan Erdoğan’a İmralı canisi tarafından geçtiğimiz günlerde gönderildiği ifade edilen sözde çözüm önerilerinin neleri kapsadığı, hangi ihanet adımlarını barındırdığı hala açıklanmamıştır. Fiilen BDP eşbaşkanlığı yapan teröristbaşının kardeşi kuryeliğe, milli nitelikli istihbarat teşkilatı da dağ kadrosu ile İmralı arasında mesaj getirip götürmeye devam etmektedir. Yıkımdan sorumlu Başbakan Yardımcısı, sözde çözüm sürecinin ABD, Avrupa ve Kuzey Irak ayağı olduğunu ifade ederek, bir bakıma sürecin kimlerin himayesinde, kimlerin zorlamasıyla ilerlediğini ifşa etmiştir. AKP’nin belirleyiciliği ve kılavuzluğuyla 3 Ocak’ta adaya giden birinci BDP heyetinden sonra, bu kez de 23 Şubat tarihinde İmralı adasına ellerinde hediyelerle intikal eden BDP’li ikinci heyet üç mektup alarak aynı gün geriye dönmüşlerdir. Başbakan Erdoğan da Birleşik Arap Emirlikleri seyahati esnasında İmralı canisiyle yapılan temasları yakından izlemiş ve “Risk almadığımız sürece neticeye varmamız mümkün değil” diyerek kendi duruşunu yeniden teyit etmiştir. İmralı canisi, beklenen açıklamalarının bir bölümünü BDP kanalıyla lütfetmiş ve duyurmuştur. Bu açıklamada özet olarak; tarihi bir süreç yaşandığı, bütün tarafların dikkatli ve duyarlı olmaları gerektiği, ilave olarak devletin elindeki tutsaklarla PKK’nın elindeki tutsaklara vurgu yapılarak tam bir utanmazlık ve küstahlık örneği sergilenmiştir. İmralı canisi, aldığı tavizlerle ahlaksızlıkta sınır tanımamış ve Türk devletiyle PKK’yı aynı kefeye koyma pespayeliğine hayasızca sapmıştır. Ne zamandan beridir, Mehmetçiklerimizi, polislerimizi ve masum insanlarımızı gözleri dönmüşçesine katleden teröristler, insanlık suçu işleyen vampirler tutsak kabul edilir olmuştur? Başbakan Erdoğan buna ne diyecektir? Yoksa kendisi, şehide kelle, katile sayın dediği gibi, militanlara da tutsak mı diyecektir? Türkiye eşit ve dengi bir ülkeyle savaşa girmiştir de, cephelerde esir almış veya esir mi vermiştir? Cenevre Sözleşmesi’nde savaş tutsaklarına sağlanan haklar tersten yorumlanıp, eğilip bükülüp AKP tarafından PKK’lı katillere de uygulanacak mıdır? Türkiye’yi böyle bir rezaletin, böylesi bir acziyetin içine düşürmeye kimin ne hakkı vardır? İmralı canisi bu cüreti Başbakan’dan, Başbakan’ın gösterdiği kolaylık ve anlayıştan almaktadır. AKP hükümeti, İmralı canisinin gönlünü etmek adına, 4’ncü yargı paketini hazırlamış, KCK-PKK militanlarını serbest bırakmak için kanun tasarısını TBMM’ne göndermiştir. Her ne kadar İmralı canisinin, bu paketle ilgili bazı sızlanmaları AKP’ye iletilmişse de, gelişmelerin varacağı istikamette kendisinin memnun olacağı tartışmasızdır. Bunun karşılığında ise, PKK’nın elinde tutulan 16 kişinin bırakılmasının söz konusu olacağı anlaşılmaktadır. Elbette PKK’nın kaçırdığı ve aralarında; kaymakam adayımız Kenan Ereneoğlu’nun, polis memurumuz Nadir Özgen’in, Astsubayımız Abdullah Söpçeler’in, Uzman Çavuşlarımız Zihni Koç ve Kemal Ekinci’nin bulunduğu kişiler hiçbir şart öne sürülmeksizin serbest kalmalıdır. Bu meselenin pazarlığı asla olmayacaktır. AKP hükümetinin, şayet biraz vicdan ve cesareti kaldıysa, PKK’nın elinde bulunan evlatlarımızı gerekirse her taşın altını kaldırarak aramalı, taramalı ve bulmalı, netice itibariyle de hepsini sağ salim ailelerine teslim etmelidir. Sayın Başbakan, devlet senin babanın çiftliği ya da ortak olduğun şirketlerinden birisi değildir. PKK militanlarına af çıkararak, İmralı canisinin dayatmalarına sessiz durarak devlet yönetilmez, böylesi bir mizaçla devlet itibarı korunamaz. Senin 10 yıl geçmesine rağmen öğrenemediğin devlet yönetmenin adabı ve bir ahlakı vardır. İşte bu ahlak, bu kalite, bu tıynet, bu düzey ve bu zekâ Başbakan Erdoğan’da olmadığı için Türk devleti maalesef bir çeteyle aynı hizaya sokulmuş, aynı kalıba dökülmüştür. Artık anayasa hazırlığı sürecine PKK ve İmralı canisi fiilen girmiş ve müdahil olmuştur. İmralı’ya giden heyetin içinde TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’ndan iki BDP’li üyenin varlığı dikkate alındığında, bu sözlerimizin temelsiz olmadığı açıklıkla görülecektir. Bundan böyle Başbakan Erdoğan ve İmralı canisi arasındaki pazarlıklar daha çetin geçecek, her şey umdukları gibi giderse bu ikili tarafından aziz milletimize baldıran zehri içirilecektir. Başbakan Erdoğan’ın isteği, peşinde olduğu konu başlıkları bellidir. İmralı canisinin ve terör örgütünün beklentileri de ortadadır. Bize göre Başbakan ve İmralı canisi arasındaki paslaşmanın özeti şu şekildedir: “Ver Başkanlığı, Al Özerkliği”, “Ver Başkanlığı, Al Bağımsızlığı”, “Ver Başkanlığı, Al Anadilde Eğitimi”, “Ver Başkanlığı, Al Güneydoğu’yu” İşte Türkiye böylesi dar bir alana kıstırılmış, böylesi hasis ve kendisinden başkasını düşünmeyen menfaatçi, omurgasız, günahkâr, ikiyüzlü ve fitne zihniyetler tarafından buhrana sürüklenmiştir. İmralı canisi, Başbakan’ın muadili haline terfi ederek, İmralı’daki koğuşunu özerkliğin gişesi, bölünme biletinin kesildiği bir mekân haline getirmiştir. Bilinmelidir ki, kamuoyuna pompalanan iyimser beklentiler ve merdiven stratejisiyle ifade edilen 4 aşamalı çöküş süreci, eninde sonunda AKP’nin ayağına dolanacak ve yere çakacaktır. Bu çerçevede, birinci olarak İmralı canisinin çatışmasızlık çağrısında bulunacağı söylenmektedir. PKK terör örgütü, konuşmamın az önceki kısmında da belirttiğim üzere, eylemsizlik kararını taktik ve dönemsel olarak birçok defa almıştır. Şayet yeni bir çatışmasızlık kararı alınırsa bu diğerlerinden farklı olmayacaktır. İkinci olarak, PKK militanlarının güvenli bir biçimde sınır dışına çekilmelerinden bahsedilmektedir. Başbakan Erdoğan’a göre, Türkiye’deki teröristler sınırdan ikinci bir ülkeye gittiği anda çöküş süreci fiilen başlayacaktır. Burada unutulan husus; terörist inlerinin ve kamplarının zaten çoğunlukla sınır dışında olduğu gerçeğidir. Başbakan her ne hikmetse bölücülükten hiç bahsetmemekte, bu konuya hiç değinme gereği duymamaktadır. Üstelik PKK’lı teröristlerin değişik ülkelerde barındığını, Irak’ın kuzeyinde yuvalandıklarını zaman zaman hatırlamasına rağmen bunu nedense hasıraltı etmektedir. Üçüncü olarak, silah bırakma görüşmelerinin yapılacağı iddia edilmektedir. Bunun ise neyin karşılığında, bölücü terörün hangi taleplerinin cevaplanma pahasına olacağı belirsizdir. Bu aşamaya kadar gelinirse, vatandaşlık tarifinin yeniden yapılması, Türk kimliğinin anayasadan çıkarılması, özerkliğin tesis edilmesi ve anadilde eğitim gibi isteklerin etaplar halinde hayata geçirilmesi AKP-BDP-PKK ve kredi açmakla meşgul CHP tarafından yerine getirilecektir. Kandil çetesinin bir elebaşısı, verdiği beyanatlarda, Kürtleri millet olarak tanımayan, İmralı canisinin özgürlüğünü hedeflemeyen bir sürecin barış sağlamayacağını korkusuzca dile getirmektedir. Ve bununla da yetinmeyerek, sözde barış gelmezse bu yıl, 2012’den daha şiddetli bir hamle yapacaklarını tehdit dolu sözlerle ortaya koymaktadır. Dördüncü aşamada ise, ilk üç aşama geçildikten sonra silahı sigorta olarak gören terör örgütünün, sözüm ona silahları tamamen bırakacağı safsatası bulunmaktadır. İhanet süreci planladığı gibi çalışırsa, tüm bunların Türkiye’yi götüreceği noktada; √ Bölünmüş, parçalanmış ve yenilmiş bir millet yapısı, √ Milli ve üniter yapısı temelinden dinamitlenmiş bir devlet sistemi, √ Rejimin çöktüğü, Türklüğün geriye atıldığı, etnik kimliklerin ön plana çıktığı, topraklarının paylaşıldığı bir vatan coğrafyası, √ Dört parçalı bağımsız Kürdistan’ın kuzey ayağının olgunlaştığı bir bölgesel yapılanma modeli, √ Basra’dan Akdeniz’e kadar planlanan, içine Irak’ın kuzeyiyle, Suriye’nin kuzeyini de dahil eden asırlık Sevr rüyasının bir konsept dahilinde gerçeğe dönmesi yer almaktadır. Başbakan’ın çözüm süreci dediği, bize göre çöküş ve çözülüş olan gidişatın Türkiye’yi götüreceği mecra, Türk milletini mahkûm edeceği çıkmaz sokak işte bu kadar tehlikeli, işte bu denli felaketlerle doludur. Tabiatıyla buna müsaade etmemiz söz konusu dahi olmayacaktır. Bu tablo karşısında bir tek Milliyetçi Hareket Partisi ayaktadır, olanlara bir tek Milliyetçi Hareket Partisi tepki göstermektedir. MHP; vatan ve millet mücadelesinde yalnız olsa da, son derece azimli, son derece heyecanlıdır. Türkiye’nin umudu, Türklüğün gücü, milletin geleceği ve milliyetçiliğin varlığı sadece Milliyetçi Hareket Partisi’ne bağlanmış, sadece Milliyetçi Hareket Partisi’nde toplanmıştır. Biz sorumluluğumuzun ne kadar büyük olduğunu biliyor, görevimizin ne tür zorluklarla iç içe geçtiğini görüyoruz. Ancak hiçbir şart altında geçilemeyeceğimizi, aşılamayacağımızı ve mağlup edilemeyeceğimizi de inanmışlıkla, cesaretle ve kararlıkla bir kez daha ilan ediyorum.
Muhterem Milletvekilleri, Türk adaleti siyasallaşmanın, siyasi telkin ve baskıların altına tam olarak girmiştir. Verilen kararlar siyasi ve hakkaniyetten uzaktır. Mağduriyetler artmakta, hak kayıpları fazlalaşmaktadır. Adalet duygusunun örselendiği, hukuk kurallarının çiğnendiği, siyasi eğilimlere göre kararların verildiği bir dönemde, elbette güven sarsılacak ve adalet beklentileri körelecektir. AKP zihniyeti hepimiz için vazgeçilmez önemde olan hukuku çocuk oyuncağına çevirmiş, her tarafını kendi siyasi hedefleri uğruna budamıştır. Uydurma iddialar, sanal suç imalleri, iftiralardan beslenen davalar, haksızlığı ve usulsüzlüğü kökleştiren yargısal safahatlar, savunma hakkının gasp edilmesi, çakma delillerle iddianame hazırlıkları Türkiye’nin başına kâbus gibi çöreklenmiştir. AKP zihniyeti yargı paketleriyle önüne çıkacak engelleri kaldırmakta, adaleti bölücülüğü meşrulaştırmak amacıyla seferber etmektedir. Geçen haftaki konuşmamda ana hatlarıyla temas ettiğim 4’ncü yargı paketi bunlardan birisi ve belki de en önemlilerindendir. Türk adalet sisteminin mevcut haliyle daha fazla ilerlemesi, sorunlara çözüm ve çare üretmesi bize göre çok zordur. Ancak iktidar da dâhil olmak üzere, herkes yargının bugünkü halinden rahatsız ve şikâyetçidir. Bilhassa yürüyen sözde darbe davaları tam bir kördüğüm olmuş ve hukuksuzluğu resmen ayyuka çıkarmıştır. Geçtiğimiz hafta genelkurmay eski başkanı Sayın İlker Başbuğ’un tanık olarak gösterdiği değerli isimlerin mahkemece reddedilmesi yargının ne hale geldiğinin, hukuk kurallarının nasıl ihlal edildiğinin delilli, ispatlı misali olmuştur. İfade etmek isterim ki, beyan delili niteliği taşıyan tanık, yargılamaya konu eylemle ilgili bildiğini, gördüğünü ve duyduğunu tarafsız ve yorumsuz bir şekilde anlatmakla yükümlüdür. Buradaki amaç, maddi hakikate ve adalete ulaşmaktır. İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin 6’ncı maddesinin 3’nci fıkrasının (d) bendine göre; bir suçla itham edilen herkesin iddia edenin tanıklarına soru sormak, savunma tanıklarının da iddia tanıkları ile aynı şartta davet edilmelerinin ve dinlenmelerinin sağlanmasını istemek hakkı vardır. Kaldı ki bu hak mutlaktır. Anayasa’nın 90’ncı maddesine göre, bu hakkın kısıtlanması mümkün değildir. Bağımsız ve tarafsız mahkeme de, sanığın bu hakkını koruyup gözetmek zorunda olup, inisiyatif kullanması söz konusu olmayacaktır. Türk adalet sistemi, iddia, savunma ve delillerin hemen tartışılıp bir duruşmada, yani bir veya birkaç celsede bittiği davalara henüz çok uzaktır. Tutuklama tedbirinin cezaya, cezanın ise affa dönüştüğü bir ortamda, süratli yargılama, hemen adalet kavramlarının anlaşılması şüphesiz hayalden ibarettir. Bu veriler ışığında diyebilirim ki, Sayın Başbuğ’un tanık olarak dinlenmesini talep ettiği isimlerin, İstanbul 13’ncü Ağır Ceza Mahkemesi tarafından reddedilmesi hukuk cinayetinden başka bir anlama gelmemektedir. Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 178’nci maddesinin 1’nci fıkrası çok net olup şu ibarelere yer vermektedir: “Mahkeme başkanı veya hakim, sanığın veya katılanın gösterdiği tanık veya uzman kişinin çağrılması hakkındaki dilekçeyi reddettiğinde, sanık veya katılan o kişileri mahkemeye getirebilir. Bu kişiler duruşmada dinlenir.” Bu açık kanun maddesi İstanbul 13’ncü Ağır Ceza Mahkemesi tarafından maalesef tatbik edilmemiş, yapılan keyfi uygulama en temel insan haklarından birisi olan savunma yapabilmeyi imkânsız kılmıştır. Mahkemeler, somut olayların özelliklerine bakmadan, savunmaya öncelik vermeden, savunma hakkını kısıtlamayı alışkanlık haline getirerek adaleti gölgelemekte, hukuka olan inancı baltalamaktadır. Başbakan Erdoğan, “tarih affetmez” dese de, Türk hukuku yoluna tam gaz devam etmekte, facia nitelikli kararlara imza atmaktadır. Süratli, objektif delillerle, dürüst yargılamalarla, savunma hakkına saygı duyarak maddi hakikate ve adalete ulaşılması mümkün iken, pratikte yaşananlar hep aksi istikamette gelişmektedir. Unutulmaması gereken en yalın gerçek şudur: Adaletin bittiği, zafiyet geçirdiği, siyasal müdahalelere uğradığı ve değişik grupların kontrolüne girdiği bir ülkede, ne ekonomik gelişmeden, ne demokrasiden, ne de özgürlük ve güvenlikten bahsedilemeyecektir. Türkiye’nin en temel sorunu adaletin tıkanmasında ve çalışamaz hale gelmesinde yatmaktadır. Bu sorun aşılmadan; “yetmez ama evetçiler,” 12 Eylül Referandumu’nda evet diyerek hukuk reformuna destek olduğunu düşünen zavallılar ve Başbakan’ın kuru sıkı atmaları hiçbir sonuç doğurmayacaktır. AKP hukuktan elini çekmeli, adalete bulaştırdığı virüsü temizleyerek hukuk skandallarını mutlaka tamir etmelidir. Teröristleri tanık olarak hevesle dinleyenler, genelkurmay başkanlığı yapan değerli şahsiyetleri tanıklıktan alıkoyma girişimlerini asla izah edemeyecekler, alınlarına vurulan kara lekeden de ömürleri boyunca kurtulamayacaklardır.
Değerli Milletvekilleri, Başbakan Erdoğan’ın Türk milletine, Türklüğe ve Türk milliyetçiliğine karşı sergilediği seviyesiz ve sadakatsiz üslubu, son zamanlarda karşılaştığımız en çirkin, en katlanılamaz ve en kaba tavır olmuştur. Başbakan Erdoğan ısrarla Türk milliyetçiliğini ayakları altına aldığını söylemeye devam etmekte ve milli değerlerimize ardı arkasına hakaretleri sıralamaktadır. Ana muhalefet CHP’nin genel başkanı da, bu sözleri şurada söyle, burada söyle diyerek, adeta Başbakan’a mihmandarlık yapmakta, milliyetçiliğin ayaklar altına alınmasından zevk duyan bir ruh hali göstermektedir. Başbakan’a tüm kötü sözlerini aynen iade ediyor, iftiralarının selinde bir gün boğulmaktan kaçamayacağını iyi biliyor, milli değerlerimize tahammülsüz olan dilinin çok fazla uzadığını ikazla bildirmek istiyorum. Bu zihniyet bir yanda milliyetçiliği ayaklar altına alırken, diğer yanda tutarsızca, çelişkilere batmışçasına milliyetçilik ve vatanseverlik konusunda ahkâm kesmekte, bilirkişi rolü oynamaktadır. Geçtiğimiz haftaki AKP grup toplantısında şu sözler Başbakan’ın ağzından bir bir ağzından çıkarmıştır: “Milli bankamız Merkez Bankası’dır. Siz bize Merkez Bankası’nı nasıl teslim ettiniz? 27,5 milyar dolar döviz rezerviyle, bunun da yarıdan fazlası yurt dışındaki vatandaşlarımızın parasıydı, onu da söyleyeyim. Peki şimdi bu rakam nereye çıktı? Şimdi bu rakam 125 milyar doları aştı; insaf. İşte gerçek manada milliyetçilik, gerçek manada vatanseverlik, milliyetperverlik bu.” Merkez Bankası döviz rezervi artışını milliyetçilik olarak yorumlayabilmek için bir insanın ya cahil ya da BOP’a eşbaşkan olması yeterli olacaktır. Acaba Başbakan Erdoğan; Merkezi yönetim borç stokunun 532,8 milyar liraya çıkmasını nasıl izah etmektedir? Türkiye’nin dış borç stokunun 330 milyar dolara yaklaşmasını, özel sektörün dış borcunun 220 milyar dolar sınırlarına gelmesini nasıl görmektedir? Ekonomik bağımsızlığı kaybetmek, ithalatın dibine kadar bağımlı bir ihracat sistemini kurumsallaştırmak bahsettiği vatanseverliğin neresinde yazılıdır? Sıcak paraya mecbur olmak, bankaları, sigorta şirketlerini, yolları, limanları ve her türlü kamu varlıklarını şeyhlere, sultanlara ve hanslara yok pahasına satmak milliyetperverliğin nesiyle bağdaşmaktadır? Çiftçilerimizin bankaların haciz ve icra kıskacına düşmesini, emeklimizin bitkin ve muhtaç hale gelmesini, esnafın umudunu kaybetmesini, vatandaşlarımızın ve küçük işletmelerin bankalara olan borçlarını geri ödemede muazzam sıkıntılar çekmesini nasıl değerlendirmektedir? Karşılıksız çekteki patlamayı, protestolu senetlerdeki yığılmayı, kredi kartı mağdurlarının çığ gibi büyümesini vatanseverlik mi zannetmektedir? Vatandaşlarımızın; kredi-kredi kartı-faiz-banka açmazına sürüklenmesine ve borcu borçla kapatma çaresizliğine neden olan ekonomi politikalarını vatanseverlik olarak mı kabul etmektedir? 2002’ye göre, hanehalkı toplam borç stokunun 2012 sonu itibariyle 74 kat artmasını milliyetperverlik olarak mı yorumlamaktadır? Kredi kart ve bireysel kredideki batık tutarının 8 milyar liraya yaklaşması, borcunu ödeyemeyenlerin sayısının 400 bin sınırını zorlaması bahsettiği vatanseverliğin mi bir sonucudur? Resmi rakamlarla 2 milyon 630 bin kişiye ulaşan işsiz kardeşlerimizi kendi haline terk etmek, yoksulluğu zirveye taşımak, yandaşa devlet malını deniz anlayışıyla ikram etmek, gelir dağılımındaki adaletsizliği yaygınlaştırmak vatanseverliğin nesiyle uyuşmaktadır? Akaryakıt fiyatlarında dünya rekorları kırmak, doğal gaza ve elektriğe arkası arkasına zam yağdırmak, ekmeğe, peynire, domatese, bibere, tüp gaza, kısaca iğneden ipliğe her şeye fahiş zamlar yapmak sorarım sana Sayın Başbakan vatanseverlik veya insanseverlik midir? 17 Aralık 2012’de tamamlanan ve toplam uzunluğu bin 975 kilometre olan Boğaziçi ve Fatih Sultan Mehmet köprüleri ile sekiz otoyolu kapsayan özelleştirme işlemini, önce sevinçle karşılayıp, sonra da sinsi hesaplar uğruna iptal edip, yabancı konsorsiyuma satma hazırlıkları da vatansever Erdoğan’ın mı marifetidir? Tarım ülkesi olan Türkiye’de saman ithal etmek, hayvan üreticisi Türkiye’de ithal angusları kesip kesip yedirmek mi milliyetçiliktir?
Sayın Başbakan sen istesen de milliyetçi olamazsın, sızlansa da milliyetçiliğin kapısından geçemezsin. Çünkü senin ne birikimin, ne içinden çıktığın fikri muhitin, ne şahsi özelliklerin, ne de sicilin buna elvermez, buna imkân tanımaz. Sen, başkalarına hayranlıkla şekillenen alışkanlıklarını Türk milliyetçiliğinde bulamazsın, etnikçi ve ırkçı özelliklerini bizim aramızda nafile yere çabalasan da göremezsin. Bunun için Türk’üm diyemiyorsun, bunun için Türk milletine aidiyeti kabullenemiyorsun ve Türk bayrağını dahi ağzına alamayarak tıpkı yabancılar gibi Türkiye bayrağında karar kılıyorsun. Unutma ki, kendi değerlerine hürmet duymayanlar, kimseden saygı ve sevgi beklememelidir. Başbakan’ın milliyetçiliği ayaklar altına alması bir PKK tavsiyesidir. Türklüğü etnik bir seviyeye çekmesi yeni dostu İmralı canisinin temennisidir. Şimdilerde AKP içinden Türk olmadıklarını birden bire hatırlayan, Türk olmaktan kurtulduklarını densizliğin çamuruna saplanarak ifade edenlere çok sık rastlanmıştır. Başbakan Erdoğan, Türk olmadığını itiraf eden futbol yorumcusu milletvekili arkadaşını savunmak için Merhum vatan şairimiz Mehmet Akif Ersoy’u örnek vermiş ve aynen şunları söylemiştir: “Ben Arnavut'um diyor. Mehmet Akif de bir Arnavut. Mehmet Akif bir Arnavut olarak İstiklal Marşımızın şairi. O, Mehmet Akif'i, o Türklükten çıkarıyor mu?” Öncelikle şu hususun Başbakan tarafından bilinmesi lazımdır ki; elleri öpülesi merhum şairimiz birilerini temize çıkarmak ve aklamak adına kullanılmayacak kadar yüce ve gönlümüzün müstesna ismidir. O, kökeni ne olursa olsun Türk olmuş, Türk’e mal olmuş ve Türk milletine istiklalinin manzum dizelerini yazmıştır. Bizim için, gaflete kapılarak açıklamalarıyla hataya düşse de, göğsünde ayyıldızı taşımış, Türk milletini sevince boğmuş ve Türkiye’nin başarısı için ter dökmüş söz konusu milletvekili ne olursa olsun Türk milletinin evladı, bir mensubudur. Arnavutluk devletinin naaşını istediği, fakat Türk milletine mal olduğundan dolayı bu talebin karşılanması imkânsız olan merhum Şemsettin Sami Bey Arnavut kökenli olsa da Türk’tür ve Türk milliyetçiliğine eşsiz hizmetler yapmıştır. Bizim kimsenin etnik kökeniyle ilgili bir merakımız yoktur. Milletimizin bir parçası olmuş, Türk milletinin bir değeri olarak kalplere taht kurmuş herkes bizimdir, bizden birisidir. Herkesin tercihine saygılıyız, herkesin geldiği ve yetiştiği çevreye hürmet eder, anlayışla karşılar, insani bulur, kimseyi de dışlamayız. Sadece isteğimiz Türk milletine mensubiyetten gurur duyulması ayrılıkçı ve bölücü heveslerin kursaklarda bırakılmasıdır. Başbakan Erdoğan, az önce ifade ettiğim ve yanlışlarla dolu konuşmasında doğru bir noktaya istemeden de olsa temas ederek; merhum şairimizin Arnavut kökenli olmasının kendisini Türklükten çıkarmadığını söyleyecek cesareti ne ilginçtir ki gösterebilmiştir. Türklüğümüzün içinde kökeni, mezhebi, yöresi ne olursa olsun her kardeşim ve vatandaşım bulunmaktadır. Zira Türklük bir ırkın değil, hepsinden ve her şeyden önce yaşamış, yaşanmış ve gelecekte de yaşaması ve var olması mukadder olan muhteşem bir kültürel varlığın, sosyolojik bir ihtişamın adıdır. Bakınız, 1906 yılında Merhum Abdullah Cevdet ne demektedir: “Ben bir Kürdüm. Fakat her şeyden evvel Türküm” Ayrıca basında köşe tutmuş bazı isimler de, sanki çok önemli bir şey yapmışlar gibi, Türklükten istifa ettiklerini duyurmaya başlamış, zımmen Türklüğü değersizleştirme çabasına girişmişlerdir. İktidar gücünden çekinenler, dönemsel gelişmelerin büyüsüne kapılanlar peş peşe Türklüğü kötülemeye ve Türklüğü değersizleştirmeye yönelmişlerdir. Kim nereye giderse gitsin, kendisini nasıl görürse görsün, bu bizim umurumuzda değildir. Türklük ve Türk milleti böylesi şahsiyetler olmadan da yoluna devam edecek ve değerinden bir şey kaybetmeyecektir. Nasıl olsa AKP döneminde Türklüğe sırt çevirme, milliyetçiliğe saldırma moda haline gelmiştir. Birleştirici, bütünleştirici ve hepimizin müşterek ismi olan Türklüğe yüzünü dönenler ve işi istifaya kadar götürenler, su alan tekneden ilk kaçanlardan farksızdır. Türklüğü reddetme milleti reddetmektir, Türklüğü bastırma ve öteleme son yurdumuzdaki bağımsızlığımızı ve hayat hakkımızı hafife almak ve tesadüflere bırakmaktır. Bunların hepsi Damat Ferit hükümetlerinde Şeyhülislamlığa kadar yükselmiş Mustafa Sabri Efendi’nin izinden gidenlerdir. Bu zat da 1927 tarihinde yazdığı bir şiirinde, Türklük’ten istifa ettiğini beyan etmiş ve şöyle demişti: Ben de aynıyla reddedip Türk’ü Attım üstümden en elim yükü, Tevbe Yarabbi tevbe Türklüğüme Beni Türk milletinden addetme. AKP içinde Türklüğünden gurur duyan değerli milletvekili arkadaşlarım da Mustafa Sabri Efendi’nin ardından, Damat Ferit’in çizgisinden gitmeye ne zamana kadar devam edeceklerdir? Bu partiye yıllardır oy vermiş değerli kardeşlerim daha ne kadar bu zillete tahammül gösterecekler ve Türklüğü çiğneyen BOP’çuya daha ne zamana kadar sessiz duracaklardır? Varsın Recep Tayyip Erdoğan ve yanındaki zevat Türklükten ayrılsın; Allah’a şükürler olsun ki biz her daim Türk olacağız, Türk kalacağız, Türkçe duyacağız, Türkçe bakacağız, Türkçe sesleneceğiz ve Türk milletini yaşatmak için her zorluğa göğüs gereceğiz. Bu düşüncelerle bu haftaki grup konuşmama son verirken siz muhterem milletvekili arkadaşlarımı ve değerli misafirlerimizi en derin sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarılı ve güzel günler diliyorum. Sağ olun, var olun.
|