Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin
Muhterem Milletvekilleri, Değerli Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Haftalık Meclis olağan grup toplantımıza başlarken yüksek heyetinizi saygılarımla selamlıyorum. Türk tiyatrosunun, Türk mizahının usta ismi, sahnelerin gülen yüzü, hepimizin takdirini kazanmış değerli sanatçımız Sayın Nejat Uygur dün tedavi altında bulunduğu hastanede hayata gözlerini yummuştur. Merhum Uygur geride çok sayıda hatıra ve eser bırakmış, milyonları bulan hayran kitlesine ulaşmış, milletimizin sevgisini ve övgüsünü hak etmiş saygıdeğer bir isim olarak ebedi aleme göçmüştür. Üzüntümüz büyüktür. Sahne hayatında hepimizi güldürdüğü kadar da düşündüren, istikrarlı, ahlaklı ve dengeli kişiliğiyle gönüllere taht kuran merhum Uygur hiçbir zaman unutulmayacak, sımsıcak gülüşüyle hiç akıllardan çıkmayacaktır. Geleneksel Türk tiyatrosunun çok önemli bir temsilcisi olan merhum İsmail Dümbüllü tarafından keşfedilerek milletimize kazandırılan ve vefatıyla hepimizi hüzne boğan merhum sanatçımız Nejat Uygur’a Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Muhterem ailesine, sevenlerine, tiyatro camiasına ve milletimize başsağlığı dileklerimi iletiyorum.
Değerli Arkadaşlarım, Bu hafta sonu, 24 Kasım Öğretmenler Günü’nü kutlayacağız ve muhterem öğretmenlerimizin üzerlerimizdeki emeklerini bir kez daha hürmetle yâd edeceğiz. Böylelikle, Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e Başöğretmenlik unvanının verilişinin 85. ve bu anlamlı günün ‘Öğretmenler Günü’ olarak kutlanmaya başlanmasının da 32. yıl dönümünü idrak etmiş olacağız. Öğretmenlerimizin değerini ve önemini yalnızca bir günle sınırlamak mümkün değildir, üstelik doğru da olmayacaktır. Onların özverili çalışmalarını, milletimizin gelişmesi ve aydınlanması amacıyla gösterdikleri eşsiz çabayı her fırsatta takdir etmek hepimize düşen en temel sorumluluklardan birisi olmalıdır. Geleceğimizin güvenceleri olan çocuklarımızı hayata hazırlayan, bilgiyle tanıştıran ve onlara irfan kazandıran öğretmenlerimizin bizim için önemi çok büyüktür. Milli kimliğin oluşmasında, tarih şuurunun özümsenmesinde, millet bilincinin anlaşılmasında ve yerleşmesinde öğretmenlerin önemli bir işlevi vardır. Ne var ki, öğretmenlerimizin olması gereken ilgi ve desteğe sahip olduklarını söylemekten çok uzak olduğumuz da bir gerçektir. Ekonomik açmazların ağırlığı altında ezilen, itibar ve saygınlığı her geçen gün zayıflayan bir mesleğin Türkiye’nin güçlenmesi, milletimizin ilerlemesi yolunda ne denli katkı sağlayacağı tartışmalı bir konu olarak karşımızdadır. Atanamayan öğretmenlerimizin bitmek bilmeyen çileleri, gittikçe yükselen acı feryatları hükümet tarafından henüz duyulmamış ve fark edilmemiştir. AKP hükümeti milletimizin ekonomik kaynaklarını har vurup harman savururken atama bekleyen öğretmenlere yüz çevirmesi asla doğru ve insani değildir. Bize göre, öğretmeni rahat ve huzur bulamayan bir devletin güçlü olması, sözü dinlenir hale gelmesi ve küresel zeminde itibarlı olması akıl ve mantık dışıdır. Görüyoruz ki, öğretmeni kaderine terk eden hükümet, eğitim hayatını laçkalaştırmış, cılkını çıkarmış ve her tarafını düğümlemiştir. AKP hükümeti Türkiye’nin ve Türk milletinin geleceği demek olan milli eğitim sistemini siyasi çıkar hesaplarıyla mahvetmiş, keşmekeşe çevirmiştir. Sürekli değişen ve artık oyuncağa dönen eğitim politikaları evlatlarımızın yarınlarını karartmış ve perdelemiştir. Öğretmen, öğrenci, okul ve veli arasındaki temas ve rabıta tamamıyla bozulmuş ve kopmuştur. Şu talihsizliğe ve ilkelliğe bakınız ki, Başbakan ve hükümeti kısır siyasi hesaplaşmalarına, sinsi emellerine eğitim hayatını yüzsüzce alet etmiştir. Şüphesiz bu durumdan öğrencilerimiz kadar öğretmenlerimiz de muztarip ve şikayetçidir. Başbakan Erdoğan eğitimin millik vasfını aşırı şekilde hırpalamış, değişik platformlarda öğretmenlerimizi itici ve kaba sözlerle terslemiştir. Bu zihniyetin yeni Türkiye parolasıyla bölücülere ve teröristlere kurban vermeye hazırlandığı Türkiye Cumhuriyeti, eğitimdeki hastalıklı uygulamalarla süratle kan kaybetmektedir. Başbakan’ın hedefinde çocuklarımızın iyi yetişmesi yoktur. Başbakan’ın gelecek planlamasında, gelecek tasarımında, gelecek vizyonunda milli ve manevi değerlerle hemhal olmuş, içiçe geçmiş kuşaklar bulunmamaktadır. Ecdadını bilen, kimliğini yaşayan, kim olduğunun, nereden geldiğinin ve nereye varmak istediğinin bilincinde; ruhen, kalben, zihnen ve fiziken donanımlı, dengeli ve düzeyli nesiller Başbakan için önemsizdir. Başbakan Erdoğan ve hükümeti, milli eğitime saldırarak, milli öğretimi sulandırarak Türk milletinin ana kaynaklarını, atar damarını kesmeyi amaçlamaktadır. Hangi zaviyeden bakarsak bakalım, neresine odaklanırsak odaklanalım şayet önlem alınmaz ise bu çok tehlikeli gidişatın sonu dipsiz bir uçurum ve felaketle dolu sondur. Hükümetin gizli gündeminde, eğitim yoluyla bin yıllık kardeşliği imha etmek, milleti 36 etnik yapıya çatır çatır parçalamak vardır. Bunun için de hükümet her yolu denemektedir. Adına reform, yenileşme, proje, gelişme ve devrim denilerek milli eğitim sisteminin posası çıkarılmakta ve derisi yüzülmektedir. Şimdi de sırayı dershaneler almıştır. Günlerdir dershanelerin kapanıp kapanmaması konusunda muhtelif görüşler kamuoyuna adeta ambargo koymuştur. Öğretmenlerimizin sorunları, öğrencilerin beklentileri, ailelerinin istekleri kökten çözülmüştür de, bir tek halledilmesi gereken dershaneler kalmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu kapsamdaki görüş ve önerileri çok açık olup hiçbir şekilde kuşkuya yer bırakmamaktadır. Gerek 2002, 2007 ve 2011 yılı Seçim Beyannamelerimizde, gerekse de konuyla ilgili değişik tarihlerde yaptığımız açıklamalarda nerede durduğumuzu net olarak ifade ettiğimiz kayıtlardadır. Nitekim 2011 tarihli Seçim Beyannamemizde; sınav sistemlerinin örgün eğitim programlarına paralel hale getirilmesini, dershanelerin ilk ve orta öğretim kurumlarının işlevini üstlenmesi önlenerek, özel okula dönüşmesinin teşvik edileceğini ifade etmiştik. Yani ilke olarak dershanelerin özel okula dönüşmesi gerektiğine inandığımızı ve bunu hedeflediğimizi daha bu tartışmalar gün yüzüne çıkmadan gündeme getirmiştik. Ayrıca 3 Nisan 2012 tarihli Meclis Grup toplantımızda da aynen şunları söylemiştim: “ Elbette milyonlarca ailemize mali külfet olan dershanelerin kaldırılması yerinde bir uygulamadır. Zira üniversite sınavının kalkacağı bir ortamda zaten dershanelere büyük oranda gerek ve ihtiyaç kalmayacaktır. Ancak binlerce dershaneyi kapatırken, önce buralarda çalışan ve hayatlarını kazanan öğretmen ve yardımcı personelin geleceğini garantiye almak ve bunları milli eğitim sistemine dahil etmek gerekmektedir. Bir diğer yandan da, dershane sahiplerini mağdur etmeyecek çare ve yolları bulmak lazımdır.” Dershane sisteminin yaygınlaşması, öğrencilerimizin bu kurumlara mecbur bırakılması her şeyden evvel eğitim sisteminin acizliğinden ve yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. Bu zamana kadar, evlatlarımız ilk ve orta dereceli okullarda alamadığı bilgi ve edinemediği pratikliği dershanelerde kazanmıştır. Ekonomik imkanları ölçüsünde, hemen hemen her aile çocuğunu bir dershaneye kayıt ettirmiş ve ettirmektedir. Kesin olan bir şey varsa o da şudur: Milli eğitim müfredatında, girilecek imtihanlarla ilgili lazım gelen bilgi ve tecrübenin verilmemesi veya verilemeyişi çok ciddi bir zaaftır. Dershane tartışmasından önce bu eksikliğin karşılanması, bu ihmal mesabesindeki zayıflığın tartışılması gerekmektedir. Çocuklarımızı ve ailelerini dershane kuyruklarına sokan, buna zorunlu bırakan argümanlar, nedenler ve mazeretler tüm yönleriyle, dürüstçe ve etraflıca konuşulmadıktan ve makul şekilde halledilmedikten sonra atılacak her adım zaman israfına yenisini ekleyecektir. Cevaplanması gereken ilk soru şudur: Öğrencilerin okulda bulamayıp da dershanelerde bulduğu, okulda öğrenemeyip de dershane sıralarından aldığı nedir, nelerden ibarettir? Dershanelerdeki öğretmenlerle milli eğitim sistemindeki öğretmenler aynı tedrisatın ürünleridir. O halde okullarımızın bu kadar geri, önemsiz ve sanki işe yaramaz gibi algılanmasına, gösterilmesine ve bu noktaya gelmesine sebep olan aymazlıklar, sorumsuzluklar hangi başlıklardan müteşekkildir? Bize göre önemli ve öncelikli olan dershanelere olan ihtiyacın tamamen ortadan kalkması ve kaldırılmasıdır. Bu gerçekleşmeden, bu sağlanmadan ve milli eğitim sistemi beklentilere cevap vermeden dershane sistemiyle sırf başka maksatlarla oynamak telafisi çok zor olacak boşluklara ve çalkantılara meydan verebilecektir. AKP 11 yıldır hükümettedir. Recep Tayyip Erdoğan 11 yıldır Başbakan’dır. AKP 11 yıldır milli eğitim sistemini kontrol etmekte, siyasi sorumluluğu uhdesinde taşıyarak yönlendirmektedir. Sormak isterim ki, Başbakan ve hükümetinin, yaklaşık son bir yıldır dershane üzerinden yürüttüğü polemiklerin esas gayesi nedir? Bu yolla neyin örtülü mesajı, kimlere, hangi niyetle verilmektedir? 11 yıldır dershaneler iyidir de, şimdi mi kötü olmuştur? 11 yıldır her şey süt limandır da, şimdi mi işler sarpa sarmıştır? 12 Eylül 2010 tarihli referandumla zirve yapan yakınlıklara bugünler de nazar mı değmiştir? Dershaneleri kapatma kararı iyice yüzeye vuran bir siyasi kavganın mı, dünkü ittifakların bir mahsuplaşması mı, alttan alta devam eden restleşmenin mi, yoksa gerçekten de bir ihtiyacın mı eseridir? Başbakan Erdoğan’ı bu karara iten asıl saik nedir? Bu soruların cevaplarını bilmek ve öğrenmek bizim olduğu kadar da milletimizin en doğal hakkıdır. Tekraren söylüyorum, dershanelerin kapatılarak özel okula dönüştürülmesi bizim yıllar öncesinden belirlediğimiz bir hedeftir. Ancak evvela dershanelere olan talep ve yönelimin bitirilmesi şarttır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak hiç kimseyi gözettiğimiz, hiç kimsenin çıkarını dikkate aldığımız yoktur ve olmayacaktır. Hareket noktamız evlatlarımızın daha iyi eğitim alması, ailelerinin katlandıkları ekonomik külfetin hafifletilmesi ve eğitim sisteminin beklentilere en iyi şekilde cevap verebilmesidir. Milli eğitime paralel bir yapının vücut bulması, bunun da her geçen gün büyümesi elbette arzuladığımız bir şey değildir. Başbakan ve hükümetini dershaneler konusunda halis niyetli görmediğimizi, tüm safhalarıyla planlamadan, ezbere ve sırf birilerini zorda bırakma maksadıyla söz konusu tasarrufun arifesinde olduğunu düşünüyoruz. Parti olarak dershanelerin kapatılmasıyla ilgili gerekçeli kararın Meclis’e gelmesiyle daha ayrıntılı yorum yapma şansımız olacağını da bu çerçevede açıklamak istiyorum. Bu vesileyle şimdiden 24 Kasım Öğretmenler Günü’nün tüm öğretmenlerimize hayırlı uğurlu olmasını temenni ediyor, hepsini kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Cumhuriyetimizin kurucusu ve Başöğretmen Gazi Mustafa Kemal Atatürk’e ve hayatta olmayan muhterem öğretmenlerimize de Cenab-ı Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.
Muhterem Milletvekilleri, Türkiye hem olağan dışı, hem olağanüstü bir dönemi, daha da önemlisi aklın, mantığın ve vicdanın almayacağı kapkara günleri yaşamaktadır. Milli vicdanlar derin bir azap içinde kıvranmaktadır. Türk milleti tarifsiz elem ve hüznün güzergahına kıvrılmaktadır. Ülkemiz bataklığa doğru hızla sürüklenmektedir. Türkiye’nin hak ve hukukunu sahiplenen, milli gurur ve iffeti olan kim varsa tedirgindir, infial halindedir ve endişelidir. Başbakan Erdoğan ve hükümeti milli varlığı budamak, milli bütünlüğü baltalamak, milli kimliği bombalamak ve milli huzuru bozmak için fitne ateşini körüklemiştir. Özellikle Diyarbakır’daki son yaşananlar, son rezil sahneler bize başka bir yorum yapma imkanı bırakmamıştır. Başbakanla dostu ve kardeşi Barzani, sözde Kürdistan beyanları altında Diyarbakır’da kavuşmuş, kucaklaşmış ve kaynaşmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 90 yıllık tarihinde; Bugünkü kadar küstahlık, bugünkü kadar pervasızlık, bugünkü kadar ihanet emin olunuz ki görülmemiştir. Türkiye, Başbakan ve hükümetinin yabancılardan heyecanla aldığı vekalet göreviyle sanki işgal, sanki esaret altındadır. Karşımızdaki ülke manzarası her açıdan yürek burkucudur. Karşımızdaki ülke resminin aydınlık hiçbir yanı kalmamıştır. Gündemdeki ağırlığından dolayı, bu kapsamda yapacağım değerlendirmelere geçmeden evvel, 14-18 Kasım 2013 tarihleri arasında gerçekleştirdiğim Almanya ziyaretimle ilgili bazı tespit ve değerlendirmelerimi de özet halinde sizlerle paylaşmak istiyorum.
Değerli Milletvekilleri, Bildiğiniz gibi, partimiz Başkanlık Divanı üyesi ve milletvekili bazı arkadaşlarımla beraber 14 Kasım 2013 günü Almanya’ya hareket ettik. 16 Kasım 2013 günü Almanya Türk Federasyonu’nun 28. Büyük Kurultayı’na katıldık, buradaki muhteşem coşkuya tanık olduk. Avrupa Türklüğü’nün hizmetinde geçen, mazisi şeref ve şan ile dolu kutlu bir mücadelenin 28. Büyük Kurultayı’nı hayranlık verici bir katılımla gerçekleştirdik. Gurbet ellerde yaşayan kardeşlerimiz bugünkü şartlarda her türlü soruna rağmen dimdik ayakta; kimliği, kişiliği ve kültürüyle dipdiri şekilde varlık mücadelesi vermektedir. Buna çok sevindiğimi özellikle vurgulamak istiyorum. Türk Federasyonumuz tüm olumsuzluklara, tüm engelleyici muamelelere rağmen şuurla ve cesaretle görevini yürütmektedir. Avrupa Türklüğü’nün sorunlarına kafa yormakta, çare üretmekte ve çıkış yolları aramaktadır. 1978 yılından beridir süren ilkeli, ülkücü ve fedakar mücadelelerle Türk Federasyonumuz hepimizin yüz akı, iftihar burcu ve gurur abidesi olmuştur. Avrupa Türklüğüne feda edilmiş tertemiz ömürler, davasını bir nimet, bir zirve ve kutlu bir değer olarak kabullenmiş cesur yürekler gurbette büyük işlere imza atmıştır. Avrupa’nın en büyük sivil toplum kuruluşlarından birisi olan Türk Federasyonu demokratik haklarını kullanarak, mensupları arasındaki bağları güçlendirerek, sağlam bir teşkilatlanma modeli kurarak görevini layıkıyla icra etmektedir. Federasyonumuz Avrupa Türklüğü için en emin sığınaklardan, en güvenli kuruluşlardan birisi, belki de en önemlisidir. Bilhassa Almanya temaslarımızda bunu bir kez daha ve yakinen görme fırsatı bulmaktan fazlasıyla memnuniyet ve bahtiyarlık duydum. Bu ülkenin siyasetinden ekonomik hayatına kadar birçok alanda Türklerin başarılarına, göz kamaştırıcı faaliyetlerine, sosyal hayata renk ve canlılık katan girişimci niteliklerine şahit olmak mümkündür. Çok şükür, milletimizin gurbetteki asil evlatları içinde yaşadıkları ülkelere her seviyede hizmet ve destek veren bir konuma ulaşmışlardır. Artık her meslek gurubunda, her iş dalında ve toplumsal hayatın her veçhesinde bir Türk’le karşılaşmak mümkün hale gelmiştir. Milli kimliğinden kopmayan, inançlarından ayrılmayan, tarihinden ve kökeninden sapmayan nesiller Avrupa’da Türk milletinin gönüllü elçiliğini yapmakla kalmamış, tanınması ve anlaşılması konusunda da kayda değer sorumluluklar üstlenmişlerdir. Anavatanla olan bağın zayıflamasına ve Türk milletiyle olan mensubiyet bağının incelmesine izin vermeden gurbet diyarlarında Türk ve Müslüman olmanın eşsiz hasletlerini herkese göstermişlerdir. Elbette Avrupa Türklüğünün önemli sorunları da vardır. Ve bunlar mutlaka gündemde tutulmalı, AKP hükümeti tarafından müdahil olunmalı, ön plana alınmalıdır. Kabul ediyoruz ki, gurbete göçün 52. yılında problemler azalmak şöyle dursun, çeşitlenerek, yoğunlaşarak ve etki alanını genişleterek artış göstermiştir. Şu an itibariyle Avrupa’da yaklaşık 6 milyonluk bir Türk nüfusu mevcuttur. Almanya’da da 2 milyon 900 bin kardeşimiz yaşamaktadır. Üzülerek söylemeliyim ki, ırkçı şiddet ve tahammülsüzlük tehditlerini devam ettirmektedir. Bu itibarla Münih’teki yargı sürecinin en adil şekilde sonuçlanarak, masum kardeşlerimizin kanını döken canilerin ve çetelerin cezalandırılması en samimi dileğimizdir. Bunun yanında çifte vatandaşlık konusundaki miyop bakış artarak sürmektedir. Değişik ülke vatandaşları Almanya’da yerel seçimlerde oy kullanabilirken, Türk vatandaşlarına aynı hak tanınmamaktadır. Anlaşılıyor ki Avrupa Türklüğü dünü ve yarını arasında bir tercihe zorlanmaktadır. Geleceğini bu ülkede gören kardeşlerimizin beklentisi, milli kimliğine saygı duyularak, Anayasal haklardan yararlanabilmelerinin önünün açılması ve çifte vatandaşlık hakkının verilmesidir. Almanya devletinin bu konuda somut adım atması kardeşlerimizin ortak görüş ve temennisidir. Ayrıca Türkçe öğretmeni ve din görevlisi temini konularında tarafımıza iletilen haklı ve son derece yerinde isteklerin de karşılanması aciliyet arz etmektedir. Başbakan Erdoğan gözünü açmalı ve Avrupa Türklüğü’nün sesine kulak vermelidir. Biliyor ve takip ediyoruz ki, yaklaşık yarım asırdır; √ Türklerin samimi çabaları çoğu zaman yok sayılmış, anavatana dönmeleri için yapılan baskılar birbirini izlemiştir. √ Yabancı toplumlar içinde erimemek, asimile olmamak ve çözülmemek amacıyla Türk aileleri çok direnmiş, çok emek harcamıştır. √ Avrupa Türklüğü’nün yeterince birlik olamamasının getirdiği ilave zahmetler ister istemez her düzeyde hissedilmiş, yansımaları çok defa ağır olmuştur. √ Ekonomik kriz nedeniyle çekilen maddi sıkıntılar, işsizlik ve yoksulluk eksenli darboğazlar soydaşlarımızı ziyadesiyle yorgun ve zayıf düşürmüştür. Manevi değer istismarıyla toplanan ve bin bir emekle kazanılan helal paraların buharlaşması ve yolsuzluk şebekelerince ahlaksızca aşırılması bugüne kadar birçok kardeşimizi mağdur etmiştir. Holdingzedelerin sorunlarına henüz bir açıklık getirilmemiştir. Başbakan Erdoğan kendi zihniyetiyle yakınlığı bulunan bu hırsız ve uğursuzlarla ilgili sorulan soruları da, “bana mı sordunuz da verdiniz” diyerek örtbas etmeye ve geçiştirmeye çalışmıştır. Doğrudur, gurbetçilerimiz Başbakan’a sormamışlardır, ama soygun çetelerinin kime sorduğu, kimden icazet ve izin aldıkları gün gibi açıktır ve tüm oklar Recep Tayyip Erdoğan’dan başkasını göstermemektedir. Deniz Feneri’nin ucunun nereye dayandığı, nerelere kadar uzandığı sır ve meçhul değildir. Ayrıca 3. ve 4. neslin ana dilimiz Türkçe’nin konuşulma ve öğrenilmesiyle ilgili kaygı verici bir açığı ve zayıflığı olduğu da bir gerçektir. İki kültür, iki dil, iki din arasında bocalayan ve kimlik bunalımı ile karşı karşıya kalan Türk kardeşlerimize hepimizin, özellikle de hükümetin duyarlı olması kaçınılmaz bir görevdir. Mutlaka ki, yozlaşma ve yabancılaşmaya engel olmak lazımdır. Avrupa Türklüğü; gücünün Türk milletini, Türkçemizi, Türk kültürünü yaşatmaktan geçtiğini hiç ama hiç unutmamalıdır. İşte Türk Federasyonu’nun varlık amaçlarından birisi de bunu sağlamaya dönük önlemler almaktır. Buradan anavatanlarından binlerce kilometre uzakta hayat ve geçim mücadelesi veren vatandaşlarıma üstün başarılar temenni ederken, Cenab-ı Allah’ın da yar ve yardımcıları olmasını diliyorum. Almanya Türk Federasyonu’nun 28. Büyük Kurultayı’nda seçilen başta Federasyon Genel Başkanımız Sayın Şentürk Doğruyol’u ve değerli çalışma arkadaşlarını huzurlarınızda bir kez daha kutluyorum. Bu kurultaya katılarak bizlere güzellikler yaşatan, heyecanlarıyla önümüzü aydınlatan bütün dava arkadaşlarıma, muhterem vatandaşlarıma şükranlarımı sunuyorum. Hepsinin yolu ve bahtı açık olsun. Bilsinler ki, Milliyetçi Hareket Partisi ve büyük Türk milleti her zaman yanlarındadır.
Değerli Milletvekilleri, Bu kürsüden; aziz milletime, kalbi vatan, bayrak ve millet sevgisiyle çarpan her kardeşime, ekranları başında bizi izleyen tüm saygıdeğer vatandaşlarıma da sesleniyorum. Bugün büyüğünden bir Türkçe sözlüğünü açıp bakınız, eminim ki, içinde bulunduğumuz ağır ortamı tam manasıyla tarif edecek ve karşılayacak bir kelimeyi bulamazsanız. Fakat hainlerin tarihine bakarsanız, işbirlikçilerin madde madde yazıldığı kitapların sayfalarını karıştırırsanız, satılmışların çarşaf çarşaf ifşa edildiği külliyatları gözden geçirirseniz aradığınıza mutlaka ki ulaşırsınız. Türkiye’nin geçtiğimiz cumartesinden beri yaşadığı hazin ve hüsran verici manzaralar “ben insanım, ben Türk’üm ve ben Türk milletinin ferdi olmaktan onur duyuyorum” diyen hiç kimsenin kabul edeceği şeyler değildir. Türkiye 16 Kasım günü hiç olmadığı kadar küçük düşürülmüş, Türk milleti hıyanetin resmi geçidine yüreği sızlayarak şahitlik etmiş, caniyle Başbakan’ın fotoğrafları aynı pankarta iliştirilmiş, şehit ve şühedamızın kemikleri sızlamıştır. Türk vatanı bir avuç soyu sopu karışık, kökeni ve aidiyeti sorunlu, gelmişi ve geçmişi zift gibi siyah, vicdanı ve insanlığı çürümüş yüzlerin meydan okumasına sahne olmuştur. Biz millet olduk olalı, içimizden hiç bu kadar sarılmamış, hiç bu kadar hançerlenmemiştik. Biz devlet olduk olalı hiç bu kadar zulüm görmemiş, hiç bu kadar köşeye sıkışmamıştık. Cehaletin bugünkü kadar mevki elde ettiği başka bir dönem olmamıştır. Düşmanlığın hiç bu kadar övüldüğü, iltifat görüp taltif edildiği başka bir dönem görülmemiştir. Hıyanetin hiç bu kadar statü elde ettiği, hiç bu kadar sivrilip iktidara yükseldiği başka bir devire tesadüf edilmemiştir. Milli şeref, milli haysiyet, milli vakar, milli ruh ve milli kimlikten mahrum olanların saltanatına hiç bu kadar süreyle katlanılmamıştır. Neredeyse Anzavur dirilmiş, mazideki isyancılar gözlerini açmış, Ali Kemal yattığı yerden kalkmış, Damat Ferit hortlamış, ecdadımızın kılıç darbeleriyle yere çakılan haçlılar tekrar ayaklanmış, hükümetle ve başındaki şahsiyetle bütünleşmiştir. Başbakan Erdoğan meşrebinin, seviyesinin ve olmayan kalitesinin gereğini yapmış, kadim dost ve kardeşi Barzani’yi Diyarbakır’a davet etmiş ve burada tıpkı aşığına vurgun maşuk gibi muhatabını bağrına basmıştır. Peşmerge başı, tarihi olarak propagandası yapılan bu ihanet buluşmasına gelirken, tıpkı 19 Ekim 2009 tarihinde PKK’lı militanların kullandığı Habur yolunu takip etmiş ve topraklarımızı kirletmiştir. Yanına aldığı ve 37 yıl sonra Başbakan’ın vizesiyle yurda giriş yapan Şivan Perver isimli bölücü ve sözde şarkıcıyla gövde gösterisi yapmış, tezahüratlar eşliğinde ve konvoy halinde Diyarbakır’a ulaşmıştır. Başbakan Erdoğan’ın dost diyerek methiyeler düzdüğü, yüzünde güller açarak kollarına aldığı bu terör destekçisi 37 yıl sonra sanki babasının çiftliğine gelir gibi Türkiye’ye girmiştir. "Abdullah Öcalan barış ve özgürlük savaşçısıdır. Terörist değildir. Terörist olan Türkiye Devleti'dir. İnanın bana” sözlerini 1999 yılında İsveç’te sarfeden rezil bu kişidir. “İmralı’daki Kahramanı selamlıyorum” beyanını 2009 yılında Almanya’da seslendiren delilli ispatlı hain bu kişidir. “Allah kahretsin Türk dilini, başımızdan defedelim” hakaretini geçtiğimiz yıl yine Almanya’da seslendiren ahlaksız bu kişidir. Başbakan bu PKK’lıyı dost olarak görmüş ve gönlünün tüm kapılarını ardına kadar açmıştır. Sıfır sorun mucidi Dışişleri Bakanı da bu terör düşkününden özürler dilemiş, belki de dizlerine kapanarak af dilenmiştir. Ömrü boyunca milli tüm değerlerimizle didişmiş, diş bilemiş ve dirsek çevirmiş tescilli bir eşkıyaya bu denli muhabbetin, bu denli sıcaklığın anlaşılabilir bir tarafı bizce kesinkes yoktur. Başbakan’ın PKK’lılara karşı gösterdiği coşkun ve aşkın sevginin kendi içinde tutarlı bir yanı herhalde vardır. Buna göre Sayın Erdoğan ya Kandil yetiştirmesidir, ya Türk düşmanıdır, ya da Türk milletinin kanını içmeye yeminli çevrelerin özel ve gönüllü görevlisidir. Sanıyorum bu üç seçeneğin dışında bir yorum yapmak imkansızdır. Bu da yetmemiş, Başbakan Erdoğan Diyarbakır’daki açılış törenini, 28 Ekim 2013 günü Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan bir başka PKK’lının ölüm yıldönümüne denk getirmiştir. Değerli arkadaşlarım söyler misiniz bana, Türkiye Cumhuriyeti’ni PKK severlerin yönetmesi, devletin en üst makamlarında teröristlere yataklık yapanların bulunması Türk milleti için kıyamet alameti değil midir? Bu nasıl bir iştir ki, birisi ödül verecek kadar şuur kaybına uğrar, birisi anma günü düzenleyecek kadar da gözü ve vicdanı kararır? Hangi devletin yöneticileri böyle bir kokuşmuşluğun içinde olmuştur? Dünyanın neresinde, bir ülkenin Cumhurbaşkanı ve Başbakanı teröristlere koltuk çıkmakta, izzet ve ikram yapmaktadır? Başbakan, hısım ve yakın akrabası olduğuna kanaat getirmeye başladığımız Barzani’nin önünde PKK’lı Ahmet Kaya’dan şiir niyetine bazı zırvaları dillendirirken önüne gelen ağlamış ve duygulanmıştır. Başbakan içli içli okumuş, ah çekerek, “keşke burada olsaydı” diyerek özlemini haykırmış ve neticede protokol kısmında gözyaşları sel olup birbirine karışmıştır. Hayatı boyunca şehitlere tek bir damla gözyaşı dökmeyen, göz pınarları hiçbir milli davada yaşarmayan izansızlar, insafsızlar ve nefsine tapan kibir yuvaları koro oluşturup PKK’lı Ahmet Kaya’nın ağıdını ölümünden 13 yıl sonra yakmışlardır. Başbakan Erdoğan madem bu kadar Ahmet Kaya hastasıdır, madem bu kadar kardeşi olarak görmektedir, madem bu kadar matemlidir; o zaman en kısa sürede bu terörist havarisinin adına bir anıt yaptırmalı, orayı kendisine mesken tutmalı, yakınlarından da bir ev tutarak sürekli anıtı seyretmelidir. Başbakan’a göre bu PKK’lının suçu saz çalmakmış. Sayın Erdoğan, öldürmek için ille de tüfek, tabanca, top ve hançer mi kullanmalı; saz kaleşnikof, kalem füze, söz kurşun, senin ve dostun gibi zihniyetler de canlı bomba olamaz mı?
Değerli Arkadaşlarım, Başbakan ile Barzani’nin gelişi, az önce de değindiğim gibi, tarihi olarak gösterilmiş ve bu şekilde servis edilmiştir. Devlet imkanları seferber edilerek kurgulanan çok acımasız bir psikolojik harekat, yandaş medyadaki çığırtkanların katılımı; siyaset, iktidar, bürokrasi ve bazı sivil toplum kuruluşları arasındaki rol dağılımıyla icra edilmiştir. Bütün bu kepazelikler Türk milletinin gözleri önünde yaşanırken Başbakan Erdoğan’ın hala tarih yazdıklarını söylemesi, bizatihi tarihsel akışın şahit olduğu en büyük yüzsüzlüklerden birisidir. Bilinsin ki, Türk tarihinde bu ve benzeri karanlık günlerin hayırla yad edildiği ne duyulmuş, ne de görülmüştür. Başbakan ihanetin tarihine süt kardeşleriyle ilaveler yapabilir, elbette buna bir engel yoktur. Ancak Türk tarihi ecdadımızın ve aziz şehitlerimizin mübarek kanlarıyla ve cephelerdeki kahramanlıklarıyla yazılmıştır. Herkes adımlarını bu yalın gerçeğe göre atmalı, sözlerinin nereye varacağını hesaplayarak konuşmalıdır. Zira, gerekirse yeniden tarih yazmak için iştahlı ve istekli bir nesil tıpkı bu salonda olduğu gibi, filiz filiz, başak başak, boy boy yetişmiştir. Kimse sabrımıza aldanıp da gevşeklik yapmasın, kuduz gibi oraya buraya sataşmasın; yeri ve zamanı gelince Malazgirt Destanı da tekrarlanır, Söğüt ruhu da canlanır. İstanbul’un fethi de yenilenir, İzmir’de denize dökülenlerin torunları de yeniden süpürülüp atılır. Barzani’nin kuyruğuna takılanlar, yularını Kandil teröristlerine kaptıranlar, bölücülerin maşası olmaktan keyif duyanlar yazsa yazsa ancak kalleşliğin ve kahpeliğin tarihini yazacaklardır. İmralı canisine teslim olanlar, eli kanlı teröristlere yüz sürenler, olsa olsa Türkiye’yi sırtından vurmanın, Türk milletinin bin yıllık kardeşliğini kundaklamanın kara kaplı kitabına not düşeceklerdir. Herkes fıtratının, mayasının ve fikriyatının gereğini yapmaktadır. Başbakan Erdoğan ve ihanet ortaklarının yaptığı da aslında bundan başkası değildir. Diyarbakır’da Barzani’yi konuk etmek, onun huzurunda Kürdistan’ı meşrulaştırmak Türk milletinin görüp görebileceği en ciddi tahribatlardan birisidir. Biz geçen haftaki grup toplantımızda sorduğumuz, “Başbakan Erdoğan Kürdistan için umut mu verecek, vade mi biçecektir?” sorusu kısa süre içinde cevabını bulmuştur. Evet, Başbakan Erdoğan siyasi menfaat uğruna, Barzani’nin desteğini sözüm ona bölgede alma pahasına ve dört varil mazot amacıyla ayaküstü hem müzakere ortağını satmış, hem de Kürdistan’a onay vermiştir. Başbakan, peşmergenin pankürdist politikalarını hazmettirmek için Türk milletine verdiği yetkiye alenen ihanet etmiştir. Barzani de, bir yanda İmralı canisine teşekkür ederken, diğer yanda “rüyada görsem inanmam” diyerek Başbakan’ı takdir ve daha fazlası için teşvik etmiştir. Türkmen kardeşlerimizi peş peşe katleden, Türkmenlerin demografik yapısıyla oynayan, Türkmen şehirlerinin ismini değiştiren, PKK kamplarının başında nöbet bekleyen, teröristleri giydirip kuşandıran, Kerkük’ün statüsünü oldubittiye getirmeye çalışan bir alçak, öyle ki Başbakan’da hayallerini bulmuştur. İnşallah Allah’ınızdan bulacağınız günler de yakındır. Başbakan Erdoğan ve peşmerge çetesi aynı yöntem, aynı hedef ve aynı vasıtalarla Türklüğe her tarafta zehir saçmaktadır. Gelişmelerden cesaret alan Diyarbakır’ın aklınca sevimlilik yapan şeytani Belediye Başkanı da, Barzani’nin “Kuzey Kürdistan’a ve şehrinize hoş geldiniz” diyerek gönlünü etmiştir. Sayın Başbakan, bu Kuzey Kürdistan neresidir? Sen, elinden tuttuğun bu belediye başkanının sözlerine katılıyor musun, destek veriyor musun? Türkiye bir hukuk devleti ise, bu savcılar, bu hakimler nerededir? Yasa ve Anayasa’ya göre en ağır suçlar bir bir işlenirken, vatanını ve milletini seven hukuk insanları nereye sinmiştir? Şu işe bakınız ki, Peşmerge yönetiminden bir temsilci, AKP’nin kolaylaştırıcı tavrıyla NATO’nun Brüksel’deki toplantısına katılmıştır. Bu iştirakin geri planında AKP’nin müsaadesi ve müdahalesi tartışmasızdır. Irak’taki terörizm destekçisi bölgesel bir yönetimin NATO toplantısına katılacak kadar mesafe alması, ABD’nin ve diğer batılı güçlerin tutumu hakkında da hepimize bir fikir vermektedir. Anlaşılan Başbakan aldığı buyrukları sadakatle uygulamaktadır. Yine anlaşılmaktadır ki, Kerkük’ten Avrupa’ya ulaşacak yeni bir doğal gaz ve petrol hattının inşası için Başbakan Erdoğan ve Barzani memur edilmiştir. Oyun iğrenç, tezgah aşağılık ötesidir. Hesap para, servet ve koltuk üzerinedir. Bunun için de Türkiye’nin bölünmesi, ilk etapta özerklik, arkasından federasyon ve konfederasyon koridorundan geçerek Kürdistan direklerinin çatılması amaçlanmaktadır. Suriye’nin kuzeyinde PKK tarafından ilan edilen özerk yönetim Kürdistan’ın ikinci halkasıdır. Şimdi de sırayı üçüncüsü almıştır. Başbakan Erdoğan bu sebeple adeta ihanet yarışına, adeta nefes nefese bölücülük rekabetine girmiştir. PKK’ya teslim olmanın ismi normalleşme, Barzani’ye boyun eğmenin ismi ön yargıları kırma, bölücülüğe hukuki kılıf dikmenin adı tabuları yıkma ve şerefsizliklerin ismi de yeni Türkiye olarak formüle edilmiştir. Başbakan’ın, “dağdakilerin indiğini, cezaevlerinin boşaldığını göreceğiz” beyanıyla İmralı canisi ve PKK’ya af müjdesi vermesi ve peşmerge başının, süreç ihanetinin sonunda bunun gerçekleşeceği kehanetinde bulunması rastlantı değildir. Recep Tayyip Erdoğan PKK’yı resmen siyasallaştıracak ve canibaşını da serbest bırakacaktır. Bu süreci çabuklaştırmak için muhtemeldir ki, PKK sansasyonel eylemlerini artıracaktır. Mardin’de askeri birliğimize yönelik kurulan pusu, Van karayolu yapımını üstlenen bir firmaya ait şantiyenin basılması, 10 araç ve iş makinesinin ateşe verilmesi bunun bir işaretidir. Başbakan Erdoğan barış, çözüm ve süreç derken; PKK’lı caniler elleri tetikte insan avına çıkmışlar, kan dökmek için silahlarının emniyetini açmışlardır. Başbakan ve bölücü şebeke vatanı sahipsiz sanmamalıdır. Milleti yalnız görmemelidir. Devleti çaresiz saymamalıdır. Gücümüzün yegâne kaynağı büyük Türk milleti ve onun sevdalısı Türk milliyetçileri hainleri her tarafta karşılamaya ve tarihin çöplüğüne atmaya hazır ve azimlidir. Hatırlatmak isterim ki, büyük şairimiz merhum Namık Kemal “Vatan Mersiyesi” şiirindeki; “Vatanın bağrına düşman dayamış hançerini, yok imiş kurtaracak bahtı kara maderini” yakarışını, Gazi Mustafa Kemal şu sözlerle cevaplamıştır: “Vatanın bağrına düşman dayasa da hançerini, bulunur elbet kurtaracak bahtı kara maderini.” Şundan emin olunuz ki, milli mücadele yıllarında nasıl ki kurtarıcı Türk milleti olmuşsa yine aynısını yapacak, gök kubbeyi hainlerin başına geçirecektir. Türkiye’yi bölmek için işgalci düşman güçlerinin dayattığı Sevr anlaşmasını yırtıp yüzlerine çarpan milli ruh yeniden güneş gibi doğacak ve cesaretle harekete geçecektir. Kimse ümitsiz olmasın, kurtuluş yakındır, Başbakan ve hükümetinin Yüce Divan’a çıkma günü yaklaşmaktadır. Bu düşüncelerle sözlerime son verirken, hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, başarı ve mutluluk dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum. Sağ olun, var olun. Ne Mutlu Türküm Diyene. |