Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin
Değerli Misafirler, Muhterem Öğretim Üyeleri, Sayın Basın Mensupları, Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Akademik hayatın siz mümtaz temsilcileriyle bir araya gelmekten dolayı çok bahtiyarım. 2. Akademisyenler Kurultayı’nın düzenlenmesinde emeği geçen her arkadaşıma teşekkür ediyorum. Davetimizi kırmayarak buraya teşrif eden her misafirimize öncelikle hoş geldiniz diyorum.
Kıymetli Arkadaşlarım, Bugün sizlerle çok düşündürücü ve küçültücü gelişmelerin yaşandığı bir zaman diliminde toplanmış bulunuyoruz. Devleti ve milleti ayakta tutan yapı taşlarının yerinden oynatıldığı bir dönemde meseleleri samimi bir şekilde değerlendirmek, karşı karşıya olduğumuz ağır gündemi titiz şekilde yorumlamak aciliyet arz etmektedir. Millet olarak hayatın tüm cephelerinde durgunluğu ve duraklamayı yaşadığımız tartışmasızdır. Türkiye kendine özgü bir Ortaçağ yaşamaktadır. Türk devlet felsefesinin tüm ilke ve esasları çiğnenmiştir. Bundan dolayı, yeni bir soluğa, yeni bir başlangıca ve yeniden doğruluşa büyük bir ihtiyaç vardır. Çağımızın milletler mücadelesi olduğu düşünüldüğünde, mukayeseli üstünlük kuracağımız stratejik alan ve başlıkların çoğalması ve çoğaltılması vazgeçilmez önemdedir. İnsanlığın gelişim seyrine pasif bir izleyici olarak ve edilgen bir zihniyet merceğinden bakmamız akıllıca değildir. Tıpkı geçmişte olduğu gibi; ön alan, nizam veren, koordinat çizen, tayin ve tasdik eden bir pozisyona gelmedikten sonra beşeriyet kervanına yön ve ayar vermemiz imkânsızı istemekle eşdeğerdir. Türk milleti asırlarca Doğudan yükselen ve Doğunun bereketli bağrından çıkan ışık huzmesi olmuştur. Türk-İslam medeniyeti buluşların, muhteşem eserlerin, deha mertebesindeki sayısız mütefekkirlerin, kul hakkı gözeten ve adalete önem veren yöneticilerin sayesinde insanlığın itibar ve görkem koltuğundan uzunca bir müddet inmemiştir. 9. asırda yetişmiş ünlü matematikçi ve yüz akımız Muhammed İbn Musa el Harezmi Batı’nın örnek aldığı ve gıpta ettiği büyük bir alim olarak hala hatırdadır. Kopernik’ten 150 yıl evvel güneş merkezli teoriye benzer bir çalışmayı yapan İbnü’ş Şatir hala insanlık için çok anlamlar içermektedir. 15.yüzyılda uzaya yönelen ve Semerkand’ın yetiştirdiği en büyük kafalardan olan Ali Kuşçu, 16. yüzyılda çizdiği haritalarla Dünya’yı kâğıda döken Piri Reis yaşadıkları çağlara sığmayan muazzam isimlerdir. Tarih kitapları Ümit Burnu’nu Portekizli denizci Dias’ın keşfettiğini, bundan on sene sonra da Vasco Da Gama’nın buradan geçerek Hindistan’a ulaştığını yazmaktadır. Ne var ki, doğru dürüst hiçbir yerde, mesela devrin meşhur Müslüman denizcisi Ahmet İbn Macid’in Ümit Burnu’nu çoktan geçtiği anlatılmamakta ve itiraf edilmemektedir. İbn-i Rüşd’ün akılcılığı, Gazali’nin sezgisi, Farabi’nin uzak görüşlülüğü, El Razi’nin zekâsı, El Kindi’nin ufku çok dar bir çevrede bilinmektedir. Daha onlarca örneğini verebileceğimiz bu kutup yıldızları, Doğu’nun Batı karşısında bir zamanlar ezici ve açık ara üstünlüğünü de resmetmektedir. Türk milleti bu kapsamda zafer sancağının, bilim ve bilgi otağının taşıyıcısıdır. Arifler, pirler, hikmet ve hidayet sahibi muhterem zatlar, ilim ve irfan konusunda göz nurumuz olan akılla kalbi bağdaştırmış, duyguyla mantığı birleştirmiş insanlık şaheserleri şüphesiz medeniyetimizin beşiğinde sallanmışlardır. Türk-İslam kudreti yalnız kılıçla, yalnız fütuhatla, yalnız cihat ve gazayla başarıya ulaşmamış; hepsinden önemlisi kalemle, kitapla ve tefekkürle gücüne güç katmıştır. Çağlar boyunca bugünleri bile imrendirecek şekilde kütüphaneler dolmuş taşmış, mürekkep nehrinden kitap ummanı oluşmuş, madde ve manayı ortak bir idealde buluşturan, insanlığın yararına vakfeden derin kavrayış kıtaların ruhuna sinmiştir. Üzülerek söylemeliyim ki Türk-İslam kültürü gelişme rotasını koruyamamıştır. Bilim ve teknikte gerçekleştiremediğimiz sıçrama; şimdilerde sosyal, siyasal ve ekonomik maliyetlerin daha da kabarmasına sebebiyet vermiştir. İstikrarlı olmayan, sosyal barışı sağlayamayan, huzuru bulamayan, denge ve düzeni yakalayamayan bir ülkenin kalkınması ve medeniyet pistinden kalkışa geçmesi elbette mümkün değildir. Barış ve kardeşlik korunmadan, toplumsal düzen ve ahenk temin edilmeden, ben yerine bizi, bencillik yerine yardımlaşmayı, aç gözlülük yerine paylaşmayı, acımasız rekabet yerine dayanışmayı ikame etmeden herhangi bir yere varmamız düşünülemeyecektir. Bu nedenle birliğimizi ve varlığımızı her düzeyde savunmak geçmişteki övündüğümüz dönemleri yakalamak ve hatta aşmak için ilk ve en önemli kural olarak görülmelidir.
Saygıdeğer Misafirler, Küreselleşmenin alt etnik kimlikleri ortaya çıkarma yönünün kışkırtıcı rol oynadığı şu günkü ortam Türk milli kimliğinin ve milli devletin aleyhine işlemektedir. Hükümet tarafından kavramsallaştırılan ve “ortak payda” adı altında servis edilen yapay ve gevşek formüller Türk milletinin çözülmesini hızlandırmaktadır. İktidara hâkim olanlar milli perspektife sahip olmadığından bölücü talepleri sırası geldiğinde karşılayacak adımlar atarak mahvoluşa doğru bodoslama gitmektedir. Geldiğimiz ve ilerlediğimiz süreç yalnızca Türk olmayanların kimlik kazanımlarına değil maalesef asırlar içinde kazanılmış Türklük kavramının da zayıflamasına neden olmaktadır. Milletin kafası karmakarışıktır. Siyaset cümbüş yerine dönmüş, ekseni kaymış ve krize girmiştir. Çok aktörlü yürütülen bölücülük operasyonuyla Türklük bir alt kimlik olarak sunulmaya çalışılmakta, büyük ve asli unsur Türkler kendi devletlerinde göçmen, sığıntı, misafir ve etnik kalıntı muamelesine maruz kalmaktadır. Türklerden sözüm ona ayrışmama adına kimliklerinden ve değerlerinden taviz üstüne taviz vermeleri istenmektedir. Bu tavizin son sınırı belirlenmeli ve durulacak yer somut olarak tespit edilmelidir. Aksi halde yüz yıl sonra ortada Türk’ten eser kalmayacaktır. Bu gidişle ben kimim sorusunun cevabı “Türküm” olamayacaktır. “Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünün oradan buradan silinmesini bugün dert etmemiz bir yana, yarınlarda Türk olmanın yasaklanacağı ve suçlanacağı karanlık dönemlere de şahitlik edilmesi ihanetin bu dozda gitmesi halinde sürpriz olmayacaktır. Devir kötünündür. Korkarım ki, artan siyasi Kürtçülüğe ve bölücülüğe karşılık Türkçülüğün söndürülmesine devam edilmesi halinde yarın ihtiyaç olduğunda vatanı savunacak Türk aransa da bulunamayacaktır. Bu boşaltılmış millet olgusu Anadolu’nun istilası için uzun vadeli ve sabırla işlenen psikolojik harekâtın bir amacı ve maalesef son perdesi gibi görünmektedir. Türklerin milli kimlik ve kültürlerini muhafazası ancak Türk milliyetçilerinin müdahalesi ve uyarısı ile olabilecektir. Tam tersi durumda, Türk milletinin milli refleksleri törpülenecek ve torpillenecektir. İstiklal Savaşı bir avuç vatansever haricinde bu milli refleksin tamamen hemen hemen dibe indiği bir ortamda yapılabilmiştir. Görüyorum ki, toplumun her kesimi kaçınılmaz sonu giderek hissetmektedir. Süreç öyle tazyik ve tertiplerle doludur ki, Türkiye içinde ve Türk milletinden yeni bir millet kıra döke, bağıra çağıra doğmaktadır. Her şeyden önce anadilini kullanmaya, eğitim yoluyla öğrenmeye başlayan ve bunu da her geçen gün genişleten etnik yapıların yalnızca kültürel temsili yeterli bulmayacakları açıktır. Dil ile başlayan ve özerk yönetime, federasyona, konfederasyona doğru ilerleyen içinden geçtiğimiz süreçte, sözde aydınların ve ülke gündemini belirleyen kurumların önerileri maalesef bize dayatılanların kabulünden başka bir şey değildir. Sorumluluk makamını işgal edenler 1980’li yıllardan itibaren bu tehlikeli gelişmeyi görmemiş ya da görmek istememiş, bu nedenle de tedbir adı altında günü kurtaran, sadece lokal, tesir düzeyi kısıtlı, dar ve sınırlı hamlelerle vakit kaybedilmiştir. Nasıl ki otuz sene önce bugün karşımıza fiilen ve alenen çıkan sorunlar küçümsenmiş veya ötelenmişse, bugün de on-yirmi sene sonra karşımıza çıkması güçlü olan olaylar hasıraltı edilmekte, gizlenmekte ya da geçiştirilmektedir. Öncelikle iç ve dış bölünme lobilerinin bize dayattığı iki milletli bir devlet modelidir ve bu etap etap gerçekleşmektedir. Anlaşılan, tereddüt, üniter devletin yapısına uyum konusunda veya devleti dönüştürme kapsamında çıkacak sorunların nasıl göğüsleneceği hususunda düğümlenmektedir. Yeni Türkiye şablonunun dayanağı olarak ilk Meclis’in gösterilmesi bu arayışın sonuçlarından yalnızca birisidir. Geçmişe vizyonsuzlukları ile katkı yapan önemli ve kritik devlet kurumları, şimdi bütün enerjilerini iktidarın güdümüyle Türk milletini ve devlet organlarını bu yeni oluşuma maniple etmek için harcamaktadır. Bazı kesimler ki, aralarında önemli devlet müesseseleri de vardır, bunlar Avrupa Birliği sürecinin ve hükümetin çarpık, asılsız, uyumsuz, hayalci politikalarının getireceği sözde refahın ayrılmayı durduracağı düşüncesindedir. Şu ufuksuzluğa dikkat ediniz ki, bu fikrin sahipleri “parayı” üst kimlik”, refahı “ortak payda”, yolu, köprüyü, havaalanını, metroyu, hastaneyi ve diğer tüm sosyal ve ekonomik yatırımları birlikte yaşamanın şemsiyesi olarak görmektedir. Milli kültürün kapsayıcı özellik ve mesajları bu çevreleri artık tatmin etmemektedir. Bu anlayışa sahip ve oldukça da paniklemiş zihniyetlerin teröristlerle müzakerelere umut bağlaması, anayasal suç olan fiillerin tarafı ve azmettiricisi olmaları başka türlü izah edilemeyecektir. Bugünkü ortamda başta hükümet olmak üzere, milli emanetlere, millet olmaktan kaynaklanan her türlü hak, hukuk ve mirasa ilgisiz ve iştahsız kalan odaklar, tüm hesaplarını bölünmüş ve paylaşılmış Türkiye fikrine çivilemişlerdir. Bu itibarla devletin kurucu, milletin kurtarıcı ve vatanın garantörü olan Türk milliyetçiliğini dizginleme, engelleme ve terbiye etme eğilimi kontrolsüzce ilerletilmektedir. Milliyetçiliğe kulp takma ve kara çalma yarışına girenlerin tercih ettikleri yöntem ve vasıtalar devlet ve milleti acıklı, sancılı, oldukça da kanlı bir parçalanmaya götürmektedir. Bir başka paradoks ise etnik kimliklerin keskinleşmesi ve iddia sahibi olmasıdır. Şayet ihanetin ölçeği daha da artarsa, hükümet karşısında vakur ve sabır gösteren Türk milletinin, alt kimlik duraklarında bir parçasını kaybetmesi tedrici de olsa, yerinde bir tabirle ifade edecek olursak şaşırtıcı olmayacaktır. Türkiye benzerlerine soğuk savaş yıllarında rastlanan demir bir perdeyle, yurdumuzu baştan ayağa saran sanal bir duvarla ortadan ikiye ayrılabilecektir. Gidişat ne üzüncüdür ki bu yöndedir. Ülkemiz bölünmeyi yavaşlatacak adımlar şöyle dursun, hızlandıracak ve her alana yaygınlaştırabilecek dinamiklerle karşı karşıyadır. Yerli ve yabancı mahfiller; Türk milletini birbirine düşürmek, bilhassa Türk-Kürt kamplaşmasını derinleştirmek, etnik kargaşayı tetiklemek, ayrılıkçı beklentileri uyandırmak amacıyla yoğun gayret içerisindedir. Başbakan Erdoğan ve hükümeti aldıkları bölünme ihalesinin gereğini, bilinci felce uğramış bir şekilde yapmaktadır. Analar ağlamasın diye gösterilen sabır ve metanet sınır ötesi bir hal alarak uyanan siyasi bölücülüğü bırakınız sakinleştirmeyi, daha da yüreklendirmekte ve teşvik etmektedir. Nitekim tehlike had safhadadır. Büyük ve ana gövde olan Türk milletinin milli tepkilerini zayıflatan en önemli iki faktörden birisi de hiç kuşkusuz yoksulluktur. Yoksulluk, işsizlik milli kimliği aşındırmış, hassasiyetleri sulandırmış ve arka plana itmiştir. Türk milli kimlik erozyonunun diğer ayağı ise sağlıksız ve maksatlı biçimde yayılan, sosyolojik olarak geri bir form olan millet altı yapılanmalarının güçlenmesidir. Bunların hepsi milli duyarlılıklara ket vurmakta, bu kapsamda duyarsızlığı artırmakta, 36 etnik yaygaracılığa tepkisiz kalınmasına yol açmaktadır. Özellikle Başbakan’ın sözüm ona milli çözülmeyi önlemek için önerdiği Türkiyelilik tezleri aslında ileride kaşımıza çıkacak önemli bir sorunun şimdiden telaffuzu ve hatta hızlandırıcısıdır. Dikkatle üzerinde durulması gereken nokta, milli kimliği üzerinde oynama, tahribat, tartışma ve hatta yargılama yapılan Türk milletinin buna karşı göstereceği direncin derecesi ve bunun da zamanlamasıdır. Aziz millet varlığının yanlışa katlanması abesle iştigal olduğu kadar, daha fazla sineye çekmesi de tarihi gerçekleri inkar anlamına gelecektir. Allah korusun ama, etnik kimliklerin bağımsızlıklarını, değilse bile özerkliklerini kazanacakları bir ortamda, kim olduğunu anlatamayan, hatırlamayan, bilmeyen kalabalıktan ve yığından başka geriye bir şey kalmayacaktır. Türk milletinin dokusunda ve yüzyıllar içinde oluşmuş bünyesinde yapılacak her operasyon, her etnik cerrahi müdahale sonuçları önceden tam manasıyla kestirilemeyecek felaketlere davetiye çıkaracaktır. Bin yıllık kaynaşmanın son bulması hiç kimseye bir şey kazandırmayacak, bilakis millet varlığında anlam bulan herkese çok ağır fatura yükleyecektir. Etnik uyanışın, etnik canlanmanın millet yapısına rakip çıkması kısa soluklu ve saman alevi gibi yanıp sönen günü birlik bölücü heyecanlara neden olsa da, sular durulduktan sonra çok acı sonuçlarını da gösterecektir. Parçalanmış ülke fotoğrafından fayda umulması, geçmişten intikam alma arayışları, bedel ödettirme gayeleri ve kutuplaşmalar kardeş kavgalarına, kanlı hesaplaşmalara neden olacak, ortada bir ülke kalırsa felaketten felakete sürüklenecektir. Bugün Kürt-Türk arasında meydana gelebilecek sosyolojik ve etnik ayrışmanın nerede duracağı, hangi yıkım ve facialara ivme vereceği az çok bellidir. Sormak lazımdır ki, kurulan yuvalar, teşekkül ettirilen ekonomik ortaklıklar, beraberce yaşanılan mahalle ve şehirler nasıl ayrılacak, nasıl bölünecektir? Bin yılın hukuku sırf PKK istedi diye, sırf AKP-BDP ve Barzani buyurdu mazeretiyle nasıl bozulacaktır? Mesela, Kürt anadan ve Türk babadan ya da tersi olan bir durumda doğacak çocuk nereye ait olacak, kimliğini nasıl anlamlandıracaktır? Başbakan bu soruyu kendi kendisine soracak yüreğe sahip midir? Yüz yüze olduğumuz meselenin boyutları hafife alınamayacak kadar büyüktür. Türk milletinin ismini ağzına almaktan imtina eden zihniyetler muhtemel risk ve açmazların farkında mıdır? Eğer farkındalarsa tercih ettikleri politikaların bölücü terör örgütünün tez ve taleplerini meşrulaştırmak ve aynı zamanda karşılamak olduğunu ne zaman anlayacaklardır? Allah’a hamd ederim ki, milletimizde henüz kaygısını taşıdığımız bir kopma meydana gelmemiş ise de gelişmelerin istikamet ve akıntısı bu yöne doğrudur. Maalesef üniter milli devlet yapının giderek gevşediği bu aşamadan sonra ve özellikle Irak’ın kuzeyindeki bölgesel yönetimin Kürdistan olarak ilan edilmesi ve Barzani’nin Diyarbakır’da alkışlarla takdim edilmesi tahminlerin ötesinde musibetlere ortam açacaktır. Başbakan Erdoğan düşüncesiz, milli gerçeklerden uzak, sığ ve son derece sakıncalı tavrıyla peşmergeyi vatanımızın bir bölümünde siyasi figür olarak ön plana çıkarmıştır. Geçtiğimiz Nevruz’da İmralı canisinin mesajını Diyarbakır’da okutan ve sözde liderliğini meydanlarda onaylatan bu zihniyet, şimdi de Türkmen katillerini Diyarbakır’da yere göğe sığdıramamıştır. Diyarbakır’da gülenler, barış mesajları verenler, kardeş ve dost diyerek taltif edilenler Kerkük’ü, Tuzhurmatu’yu, Telafer’i her gün kana bulayanlardır. Başbakan’ın, elbisesinden konfetileri temizlediği kişi Türkmenleri etnik temizliğe tabi tutmaktadır. Hiç şüphesiz bu marazi hal Türk devlet geleneğini hiçe saymaktır. Türk milletinin bekasını yok hükmünde görmektir.
Değerli Misafirler, Barzani’nin Diyarbakır’da bulunuşu yalnızca bir açılış törenine veya toplu nikah merasimine icabet değildir. Başbakan bu peşmergeyi Kürt kökenli kardeşlerimin temsilcisi noktasına çıkarmış ve kurgulanan psikolojik harekâtla bunun çatısını örmüştür. Öyle ki, Kürt kökenli kardeşlerimize “başka birlikte yaşama seçenekleri” zımnen sunulmuş, Başbakan siyasi kaygılarla, enerji havzasından istifade etme adına ve küresel emrivakilerle resmen ihanete çanak tutmuştur. Her şey ayan beyan ortadadır ki, Barzani’ye hem sınır kapısında hem de Diyarbakır’da en üst düzey protokol uygulanmıştır. Peşmerge başının vatan topraklarında izlediği güzergâh Hakkâri ile birlikte aşiretinin etki alanının en güçlü olduğu bölgedir. Bu bölgede Barzani sivriltilmiş, parlatılmış ve öne çıkarılarak moral verilmiştir. Başbakan Erdoğan vatan ve millet üzerinde hesap yapanlara hayallerinde bile göremeyecekleri fırsat ve imkânları tanımıştır. Sözde Kürdistan bayrakları altında gerçekleşen buluşmalardan doğal olarak peşmerge ziyadesiyle memnun kalmış ve rüyasının gerçeğe döndüğüne sevinerek şahit olmuştur. Şu kepazeliğe bakınız ki, bu ziyaret, fiziki ortam yanında psikolojik ortamın da etkisiyle “Irak Kürdistan’ı liderinin Türkiye Kürdistanı’nı ziyareti” şekline dönüşmüş, yandaş medyanın etkisiyle buna bir de tarihi önem atfedilmiştir. Kongo’da pigme bulmakla, ABD’de Kızılderililere su götürmekle övünen Başbakan, Türk vatanını peşmergeye adeta ikram etmiş, siyasi ve etnik temelli iddialarına kucak açmıştır. Bilinmelidir ki, bu pervasızlığın, bu şuursuzluğun kuvvetlenmesi ve sürmesi halinde bölünme kaçınılmazdır. Çünkü Başbakan, vatanımızın bir bölümüyle ilgili hedefleri olan ve PKK’yı destekleyip kışkırtan bir kabile reisine arayıp da bulamadığı ortamlar sunmuştur. Bunu izleyen günlerde, Türkiye’deki Barzani lobisi harekete geçmiş ve parti kurmak için kolları sıvamıştır. İşte ülkemizin düşürüldüğü hazin durum bu kadar yürek yaralayıcıdır. Düşmanını dost gören yönetimler, yabancılaşmayı ve yabancılara dayanmayı normal karşılayan zihniyetler bize bir imparatorluk kaybettirmişti. Önlem alınmaz ve Türk milleti gerekli demokratik müdahaleyi yapmazsa 29 Ekim 1923’de kurduğumuz devleti de, milli varlığı da yitirmenin sınır hattına gelmiş bulunuyoruz. Tehlike bu kadar yakın, kabus dolu günler bu kadar belirgin ve beriye gelmiştir.
Muhterem Misafirler, Takdir edersiniz ki, tarih bir milletin hafızası, geçmişte neleri yaşadığının bugünlere uzanan özet ve belgesidir. Tarihi olaylar, doğru ders çıkarıldığı zaman geleceğe ışık tutarken yanlış öğrenildiğinde telafisi mümkün olmayan neticelere kaynak olabilecektir. Millet olarak yüzyıllardır devam eden küresel bir komplonun, dıştan kuşatmayı ve içten çökertmeyi amaçlayan nefret dolu bir saldırının karşı cephesindeyiz. Tarih boyunca bu kuşatma, karartma ve yıldırma politikası hiç kesilmemiştir. Steplerde ve denizlerde hakimiyet kurduğumuz ve gücümüzün doruğuna çıktığımız zamanlarda bile Türk-İslam kudretine hınç durmamış, arkası bitmemiştir. Türk milletinin varlığından ürken ve ürperen sömürgeci güçler değişik araç ve kanallardan sürekli olarak üzerimize hücum etmişlerdir. Amaç Türk milletinin hâkimiyetini kırmak, gücünü dağıtmak, yönetimi altında bulundurdu coğrafi havzalardan çıkarmak üzerine bina edilmiştir. Bunun için küresel mevziler tahkim edilmiş ve kalabalıklaştırılmıştır. Kimi zaman iç hassasiyetleri kaşımak, kimi zaman etnik ve mezhep anlaşmazlıklarını kanatmak, kimi zaman tuzaklar kurmak, kimi zaman hainleri görevlendirmek, kimi zaman da savaşlarla sonuç alınmak istenmiştir. Bugün Türkiye’yi yöneten siyasi zihniyetin tarihi bilmemesi bir yana, yanlış ve gaflet dolu uygulamalarına pişkince bahane yapmaya çalışması da skandal bir tutumdur. Başbakan Erdoğan tarihten husumet çıkarmakla kalmamış, yalancı şahit göstermeye kadar işi götürmüştür. Bu hafta içinde, Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığınca Ankara Ticaret Odası Kongre Merkezi'nde düzenlenen 3. Sanayi Şurası'nın açılışında konuşan Başbakan Erdoğan fahiş hatalar yapmıştır. Nitekim buradaki açıklamalarında, kutlu ecdadımızın kayıplarını idare-i maslahatçı tavra bağlayan Başbakan hem yanılmış hem de geçmişi nasıl yorumladığını göstermiştir. Tarih içinde 16 devlet kurmuş olmakla zaman zaman övündüğümüzü, ancak bir başka açıdan bakıldığında bu ifadenin 15 devletin de yıkılması anlamı taşıdığını iddia etmiştir. Bu çerçevede Başbakan, örtülemez, geçiştirilemez ve kapatılamaz cehaletinin bir kez daha kurbanı olmuştur. Kendisine hatırlatırım ki, Cumhurbaşkanlığı forsunda 16 yıldız tarihteki 16 büyük Türk devletini simgelemektedir. Ve bunlar arasında şu an sahip olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti yoktur. Biz millet olarak gerçekte 17 devlet kurup, 16 devletin yıkılmasını yaşadık. Başbakan Erdoğan geçmişte kurulan bu 16 devletin içinde Türkiye Cumhuriyeti’ni de koyarak çok ciddi bir yanlışa imza atmıştır. Başbakan Erdoğan’ın kılavuzlarını gözden geçirmesi kendi yararına olacak ve böylelikle mahcubiyetten de kurtulacaktır. Hal böyle olunca, tarihi çarpıtmaktan, istismar etmekten ve karalamaktan özel bir haz duyan Başbakan ve zihniyeti dünü iyi anlayamadığından bugünü ve yarını görememektedir. Türk milletinin en büyük talihsizliği de tarihe kör ve şaşı bakan bir iktidar tarafından yönetiliyor olmasıdır. Geçmişteki kayıplarımızın elbette çok farklı nedenleri vardır. Ne var ki, asıl sebepleri es geçip de kutlu ecdadımızı idare-i maslahatçılıkla suçlamak ve tüm dikkatleri iç bünyeye çevirmek hezeyan dolu bir bakışın neticesidir. Başbakan’a göre ecdadımız; √ Mevcutla yetinmiştir. √ Reformdan kaçmıştır. √ Durumu idare etmiştir. √ Kendisini yenilemekten aciz kalmıştır. Başbakan Erdoğan PKK’yla pazarlık masalarında akıl ve mantığını da bırakmış, Barzani’nin etkisinde kalarak uyuşmuş ve cahilliğini yeniden gün yüzüne çıkarmıştır. İnsanlığa umut olan, mazlumlarda heyecan uyandıran, adaleti rehber edinen, çağların kilidini açan Türk-İslam kudretinin, kıtalara hükümdar olan, dünyaya yön veren muzaffer nesillerin böylesi iftiralara maruz kalması kabul edilemezdir. Başbakan Erdoğan tarihten bölücülük için gerekçe ararken, ecdadımızın ruhunu incitmiş, muhteşem başarılarını gölgelemeye kalkışmıştır. Her şey bir yana, aziz atalarımız olmasaydı, bizlere bağımsız yaşama hazinesini bırakmasaydı Recep Tayyip Erdoğan tıpkı hizmetinde bulundukları gibi ya David ya Con ya da Hans olmaktan ve anılmaktan kurtulamazdı. Bu nedenle geçmişimize, daha da mühimi ecdadımıza şükran duymak hepimizin borcu ve en önemli ödevidir. Bugünden düne bakarak ahkâm kesmek, ipe sapa gelmez yorumlarda bulunmak Başbakan’ın yanlışlarını gizleyemeyecektir. Her fırsatta saygı ve minnetle andığımız ecdadımız mevcutla yetinseydi, dünyanın en büyük imparatorluklarını bir bir kuramazdı. Reformlardan kaçınsaydı, insanlığa kılavuz olamazdı. Durumu idare etmiş olsaydı, misal olarak demir dağları eritip de destanlar yazamazdı. Kendini yenilmekten aciz kalsaydı, dünyanın zirvesine çıkamaz, beşeriyetin tahtına hiçbir zaman oturamazdı. Elbette tarihsel süreç içinde hatalar yapılmıştır. Ve bu hatalar öyle ya da böyle bize 16 devlete mal olmuştur. Ama her yıktığımızın üzerine yenisini yapmak, yenisini koymak da Türk milletinin farkı ve kimselerin boy ölçüşemeyeceği başarısıdır. Bu hakikati anlamak için bir insanda idrak lazımdır. Bunu görmek için bir insanda milli onur ve milli ruh gereklidir. Bunu kabullenmek için Türk milletinden iftihar etmek ve geçmişe bölücü prizmadan bakmamak esastır. Başbakan Erdoğan’ın eksikliği ise bunların hiçbirisine sahip olmamasıdır.
Değerli Misafirler, Muhterem Dava Arkadaşlarım, Az önce kısmen temas ettiğim gibi, mazide kurduğumuz devletlerin hepsi, aynen bugünlerde olduğu gibi, düşmanca emellerin baskısı, kuşatması ve fitne çıkarması sonucunda heba olmuştur. İçteki karışıklıklar, içte biriken ve tahrik edilen cepheleşmeler dışsal dayatma ve zorlamalarla birleşince vahim hadiseler yaşanmıştır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme ve çöküş aşamaları bunun kahredici misalleriyle doludur. İmparatorluğumuz ilk kuşatmayla deniz ve okyanuslarda karşılaşmıştır. Ümit Burnu’ndan Hint Okyanusu’na çıkan batılı sömürgeciler alanımızı daraltmak için her yolu ve her şiddeti denemişlerdir. İkinci kuşatma Kuzey Afrika üzerinden yapılmış ve maalesef buraları elimizden alıp götürmüştür. Üçüncü kuşatma Ortadoğu ve Arap Yarımadası üzerinden gerçekleşmiş, asırlarca bizim parçamız ve ayrılmaz bütünümüz olan topraklar teker teker kaybedilmiştir. Mekke’den Medine’ye, Sana’dan Kudüs’e, Trablusgarp’tan Bingazi’ye kadar her yer sabun gibi elimizden kayıp gitmiştir. Dördüncü kuşatma ise Balkanlar üzerinden icra edilmiş, ne acıdır ki, vatan yaptığımız bu kadim coğrafyadan anılarımız geride bırakılarak çekilmek zorunda kalınmıştır. Balkan dağlarına, Balkan ovalarına, Balkan coğrafyasının her köşesine, ta Viyana’ya kadar Türk milletinin hatıraları kalmıştır. Nitekim Evlad-ı Fatihan’ın ızdırapları hala bitmemiş, hala özlem ateşi sönmemiştir. Göç yollarındaki inlemeler, gözyaşları, acı dolu haykırışlar kuşaktan kuşağa intikal etmiştir. Üsküp’ten Piriştine’ye, Selanik’ten Belgrat’a, Sofya’dan Budapeşte’ye, Gümülcine’den Kavala’ya, Bosna’dan Adriyatik’e kadar bir zamanlar çalınan türkülerimiz, söylenen şiirlerimiz, kurulan zafer şölenlerimiz yerini ölüm sessizliğine bırakmıştır. Beşinci kuşatma ise Kıbrıs, adalar ve Kafkaslar üzerinden yapılmıştır. Türk milleti, kaybede kaybede Türkiye Cumhuriyeti’ni bulmuş, çekile çekile sınırlarını çizmiştir. Bu kuşatmalardan, deyim yerindeyse çevirmelerden, daha acımasızı, daha vahşisi, daha rezili bugün içimizdeki işbirlikçiler eliyle yürütülmektedir. Bu defa hedef son yurdumuzdur. Bu defa hedef kardeşliğimizdir. Bu defa hedef milli birlik ve bekamızdır. Bu defa hedef büyük milletimizin bizatihi varlığıdır. Üniter yapımızla uğraşılmasının gerçek nedeni budur. Demokratik açılım, sözde çözüm ve barış süreci, yeni Türkiye ezberleri, ihanetin kutsanması, milli değerlere saldırı aşina olduğumuz bir gayeye yöneliktir. O da devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü yıkmak ve yok etmektir. Türklüğü etnik alt kümeye indirmeye çırpınan, milli ilke, kurum ve kurallarla çarpışan ve mücadele eden Başbakan Erdoğan Türkiye’yi çözmek ve bölmek için olan biten gücüyle faaliyet halindedir. Türk milletini birbirine kırdırmaya ve sonra da dağılmış parçalarını yutmaya çalışan küresel ahlaksızlık hükümet eliyle mesafe kaydetmektedir. Bütün bu gelişmelere paralel olarak, mücadeleyi kaybetmiş bir insanın moral zayıflığı tüm toplumu kapsayacak, bölücülük yeni cüret ve taşkınlık alanları bularak milli varlığı ateşe atacaktır. Yeni gerilim ve tahrik kanalları açılacak ve Türkiye bu badireden böyle giderse sağ salim çıkamayacaktır. Geçmişte suç olanların şimdi masum görülerek alkışlanması milli vicdanları çökertecektir. İhanetin cezasız kalması, milli nitelikli kırmızıçizgilerin aşılması devlet ve millet arasındaki güvensizliği kontrolsüz şekilde tırmandıracak, kaosa çağrı yapacaktır. Zaten yasal manevra ve fiili uygulamalarla bölücülük ve terör kapsamındaki suçların temel hak ve özgürlükler kılıfıyla masumiyet kisvesine büründürülmesi hızla devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bölücülüğün ağına düşürülmüş, her yanından zincirlenmiştir. Hükümet Türk milletine meydan okumaktadır. Hükümet milli ve manevi tüm kıymet hükümlerimize var gücüyle hançer sallamaktadır. Bu kuşatma yarılamazsa; Türk milleti dağılmış, etnik parçalara ayrılmış, vatanını kaybetmiş marjinal bir duruma gelecek, arkasından bağımlılık ve kölelik kader halini alacaktır. Başbakan Erdoğan ve hükümetinin amacının buna yönelik olduğu artık şüphe götürmez bir gerçektir.
Muhterem Arkadaşlarım, Sizler sorumlu, ahlaklı, fazilet sahibi ve milli aydın tavrınızla Türkiye’nin gerçeklerini her platformda anlatmalı ve halkımızı bilgilendirmelisiniz. Unutmayınız ki, buna çok ihtiyaç vardır. Entelektüel düzeyde Türk milliyetçiliğine yönelmiş ön yargıları bitirecek sizlersiniz. Doğruları hiçbir çıkar ummadan, hiçbir korkuya kapılmadan anlatacak ve Türk milletinin geleceği için tavır gösterecek yine sizlersiniz. Milli mücadelenin aynı zamanda bir aydın hareketi olduğunu, kaynağını aziz milletimizde bulduğunu hepinizi çok iyi biliyorsunuz. Her zeminde ve her ortamda, bugüne kadar olduğu gibi, yine milletimizin hakkını ve menfaatini kaleminizle, eserlerinizle ve sözlerinizle savunacağınızı düşünüyorum. Milliyetçiliği ırkçılıkla, faşizmle, kafatasçılıkla veya şovenizmle bir tutarak kötüleyenlere, anlamını saptırmaya çalışanlara fikri planda gerekli karşılığı en kalıcı olarak verecek inanıyorum ki yine sizlersiniz. Milliyetçiliğin modern çizgisinin, akılcı ve gerçekçi yanlarının sizler sayesinde daha geniş çevrelere yayılacağını biliyorum. Türk milliyetçiliği millete mensubiyet mutluluğunu ve gururunu duyan herkesi kapsamaktadır. Bizim anlayışımızda kişilerin aile seceresi, dili, ırkı ve dininden çok, iradeleri ve kendilerini nasıl gördükleri önemlidir. Başbakan Erdoğan ve yandaşlarının her türlü olumsuz propagandasına rağmen, çağımızda milliyet duygusu ve millet gerçeği, inkarı mümkün olmayan sosyal bir olgudur. Ve ulus-devlet tekrar eski itibarına kavuşmaktadır. Yine bir sosyal ve siyasal marka olan, devamlı surette kendini yenileyen, var olması için de yenilemesi gereken milliyetçilik, milli ve manevi değerleri güçlendiren, aidiyet bilincini teşvik eden, kaynaşmayı özendiren, kardeşliği ve barışı ihtiva eden zengin bir repertuara sahiptir. Milli kültürün teminatı, zırhı ve aynı şekilde sözcüsü milliyetçiliktir. Demokrasinin asıl mana ve fonksiyonuna kavuşması milliyetçilikle mümkündür. İnsan hak ve özgürlüklerini sağlam esaslara bağlamak, milli kimliği aslına sadık kalarak nesilden nesile aktarmak, ülke olarak gelişip kudretli bir hale gelmek milliyetçiliğimizin hedefleri arasındadır. Türk milliyetçiliği; Türk milletinin güvencesi, geleceğinin garantisi, sorunlarını bitirecek ümididir. Bunu yaşatmak hepimizin olduğu kadar, sizlerin de görevi olmalıdır. Bu yönde yapacağınız her çalışma bizim önümüzü aydınlatacaktır. 2. Akademisyenler Kurultayı’nın hayırlı sonuçlara ulaşmasını, çalışma gruplarından çıkacak değerli fikir ve parlak düşüncelerin milletimize faydalı olmasını temenni ediyorum. Şimdiden çalışmalarınızda üstün başarılar diliyorum. Bu toplantımıza katılan her akademisyenimize, her muhterem hocamıza en iyi dileklerimi sunuyor, teşekkür ediyorum. Konuşmamı sonlandırırken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Sağ olun, var olun.
|