Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları,Öncelikle hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bilindiği gibi, 11 Eylül tarihinde ABD'ye yönelen eylemin yol açabileceği tahribat, hem Batı, hem de Müslüman toplumlarında bir dizi endişenin doğmasına sebep olmuş, ürkütücü ve düşündürücü tartışmaların tekrar alevlenmesini beraberinde getirmiştir. Biyolojik terör tehlikesi de, bir taraftan terörizmin korkunç boyutlarını gözler önüne sermiş, diğer taraftan da bu tür tartışmaları teşvik etmiştir. İnsanlık adına endişe verici olan tartışmalar arasında, hiç şüphesiz medeniyetler ve dinler çatışması senaryolarının kritik bir yeri ve önemi vardır. Medeniyetler ve dinler çatışması tezi, insanlığın geleceği açısından çok riskli ve tehlikeli bir yaklaşım biçimidir. Birçok tarihi çağrışımları beraberinde getiren bu anlayışın, bugün gelinen noktada, farklı dinlere ve toplumlara mensup yazar ve politikacılar tarafından çok değişik amaçlarla da olsa sahiplenildiği göze çarpmaktadır. Sancılı ve sıkıntılı bir sürecin içinde hayatiyetini sürdüren insanlık ailesinin sadece bugününü değil, yarınlarını da ipotek altına alacak, yeni bir büyük cenderenin içine sokacak olan böyle bir dünya kurgusundan şiddetle kaçınmak lazımdır. Zaten bunu fark eden Taliban yönetimi ile El-Kaide örgütünün de meseleyi Müslüman-Hıristiyan, Hilâl-Haç kavgası eksenine oturtmak istemeye çalışması boşuna değildir. Bugün dünya istikrar ve barışının, Batı ve Doğudaki fanatik unsurların inisiyatifine terk edilmeyecek kadar değerli ve hayati olduğunu akıldan çıkarmamak gerekir. Amacına ulaşmak için her aracı, özellikle de toplumlara korku ve panik salmayı ve insan hayatına kastetmeyi meşrû addeden her türlü faaliyeti, herhangi bir şekilde savunmak ya da himaye etmek çok tehlikeli ve yanlış bir yolu ifade eder. En başta, Türk Milleti'nin yaşadığı acı tecrübeler bunun en büyük delilidir. Bugün, samimî ve açık insanî endişeler dışında, Afganistan'daki belirli hedeflere yönelik operasyona karşı çıkmanın ve bunu da neye hizmet ettiği belli olmayan Taliban yönetimine destek vererek yapmanın hiçbir tutarlı ve anlaşılır tarafı yoktur. Böyle bir bakış açısının, Taliban rejimini İslâm dini ile özdeşleştirme gibi, çarpık bir düşünceyle aynı anlama geleceği gözden uzak tutulmamalıdır. Her şeyden önce, terörizmi bir mücadele yöntemi olarak seçmenin, hangi dine ve millete mensup olursa olsun masum insanları acımasızca öldürmenin, ne islâmî, ne de insanî bir izahını yapabilmek mümkündür. Yine, bu yaklaşımın, Batı toplumlarındaki islâm karşıtlarının ve Müslüman ülkelere ön yargılı yaklaşanların işlerini kolaylaştıracağı açıktır. Ayrıca, unutulmamalıdır ki, uluslararası hukuk ve teamüller açısından da durum farklı değildir. Birleşmiş Milletler, Taliban yönetimini, Afgan halkının temsilcisi olarak tanımamakta; Afganistan, bu kuruluş nezdinde Kuzey İttifakı tarafından temsil edilmektedir. Partimizin, günümüzde ister istemez ön plâna çıkan tartışma ve sorunlara yaklaşımı bu çerçevededir. İnanıyoruz ki, konuya milletimizin ezici bir çoğunluğu da böyle yaklaşmaktadır. Meselenin, Türk Milleti'ni ve devleti'ni yakından ilgilendiren bir başka boyutu da, bu zamana kadar terörizm ile mücadele de yaşadığımız sıkıntılar, karşılaştığımız çifte standartlardır. Ancak bu durum da, Türkiye'nin bir kenarda oturmasını değil, terörizmden çok çekmiş bir ülke olarak etkin bir rol üstlenmesini zorunlu kılmaktadır. Türkiye'nin, bir taraftan, terörizmle mücadelenin kendi gerçek sınırları içinde kalmasını temin etmesi ve hedefine ulaşması bakımından üstlenmesi gereken hayatî bir rol vardır. Diğer taraftan da, hem dün şikayet ettiği yanlış ve ön yargılı bazı uluslararası yaklaşımların daha iyi anlaşılması, hem de kendi içinde tutarlı bir devlet politikası ortaya koyması bakımından atması gereken adımları geciktirmemesi lazımdır. Çünkü, terörizmle uzun süre mücadele etmiş bir Türkiye'nin dün eleştirdiği bir tavrı bugün benimsemesi söz konusu olamaz. Türkiye'nin, meseleleri, başkaları gibi basit pazarlık ölçüsüne indirgemesi de söz konusu olamaz. Bugün, ülkemizin önemli ekonomik sıkıntıları ve ağır bir borç yükü olabilir. Ama Türkiye, her zaman tarihine ve milletine yakışan bir büyük devlettir ve ona göre hareket etmesini de çok iyi bilir. Bütün dost ve kardeş ülkeler, bu gerçeği böyle kabul etmek durumundadır. Gerek tarihi tecrübe birikimimiz, gerekse jeo-politik konumumuz, bölgemizde ve dünyada milletler ve dinler arasında bir hoşgörü ve dayanışma köprüsü olmamızı hem anlamlı, hem de zorunlu kılar. Esas amacımız, Türkiye'mizi ebediyete kadar yaşatarak, dünya ve bölge istikrarına, insanlığın mutluluğuna katkı sağlamaktır. Zaten, ülkemizin terörizm ile uluslararası mücadele kapsamında bugüne kadar ortaya koyduğu yaklaşımların temelinde de, böyle bir aslî ve asil amaca hizmet etme düşüncesi yatmaktadır. Bunu, çeşitli ideolojik saplantıları veya çıkarları yüzünden farklı yorumlamak isteyenler ya da amacından saptırmak isteyenler bulunabilir. Ama bunlar, dün olduğu gibi yarın da amaçlarına ulaşamayacaklardır. Tekrar vurgulamak isterim ki, bugün Türkiye'nin dünya devletleri ile birlikte, öncelikle, yeniden şekillenen terörizmle mücadele yöntem ve kavramları üzerinde belirleyici bir rol üstlenmesi zorunluluğu vardır. Daha genel plânda ise, yeniden kurgulanmakta olan "dünya düzeni"ne ilişkin olarak, her zeminde etkin bir diplomasi yürütmek, daha adil ve insanî bir uluslararası yapının oluşumunda ağırlıklı bir yer edinmek durumundadır. Hükümetimizin meclisimizden yabancı asker bulundurma ve asker gündeme yetkisi almasını da, bu yaklaşımın dışında değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu karar, her şeyden önce, yetki tartışmasına son verme, Türkiye'nin kararlılığını ortaya koyma ve muhtemel gelişmeler karşısında hazırlıklı olma stratejisinin bir gereğidir. Afganistan sorununun bölgemizde yol açabileceği sıkıntı ve gelişmelere karşı manevra kabiliyetimizi artıran bu yetkinin bütün insanlığın ortak yararına ve ülkemizin hak ve hukukuna uygun bir şekilde kullanılacağından herkes emin olmalıdır. Afganistan'da Taliban ve El-Kaide örgütlerine yönelik olarak sürdürülen harekâtta zaman zaman sivillerin de hedef olması çok üzüntü vericidir. Bu konuda daha duyarlı ve dikkatli davranılması gereği bulunmaktadır. Terörizmle mücadelede elde edilecek başarıda, masum insanların korunup gözetilmesi büyük bir paya sahiptir. Çünkü, mücadele sonrası dönemde ihtiyaç duyulacak olan sürdürülebilir bir düzenin inşası için böyle bir duyarlılığın önemi büyüktür. Milletleşme sürecini tamamlayamadığı için, dini ve etnik kimliklerin birbirinden kalın sınırlarla ayrıldığı Afganistan'ı zorlu bir gelecek beklemektedir. Bir taraftan toplumsal yaraların sarılması, diğer taraftan da bir kamu düzeni için gerekli olan siyasi vasatın oluşturulması zorunludur. Bölge ve dünya ülkelerinin Afganistan'a her şeyden önce böyle bir bakış açısıyla yaklaşması önem arz etmektedir. Afganistan'da, temsil ve yönetme yeteneği yüksek bir yapı için sıkı ve samimi bir milletlerarası işbirliğini tesis etmek lazımdır. Türkiye'nin böyle bir süreçte, yani Afganistan'a barışın ve istikrarın hakim olması için payına düşeni yerine getireceğine şüphe yoktur. Birleşmiş Milletler'in öncülüğünde belirlenecek politikalara Türkiye gerekli katkıları yapmaya devam edecektir. Tarihî ve kültürel bağlarımızın güçlü olduğu Orta Asya'da böyle bir dönüşümün yaşanmasını yürekten istiyor ve destekliyoruz. 21. yüzyılın en büyük ilgi odağı olan Avrasya jeopolitiğinde kanayan bir yara olan Afganistan'ın istikrara kavuşması, şüphesiz bütün bölge açısından da hayatî öneme sahip bulunmaktadır. Değerli Dava Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Konuşmamın bu bölümünde, ülke gündeminde son bir haftadır ağırlıklı bir yer işgal etmeye başlayan 2002 yılı bütçesi ve milletvekillerimizin özlük hakları meselesi üzerinde durmak istiyorum. Bilindiği gibi, Anayasa değişiklik projesinde meclis genel kurulunda, her partiye mensup milletvekilleri tarafından verilen bir önergenin sonucunda ortaya çıkan değişiklik kamuoyunda geniş yankı bulmuş ve haklı bir tepki toplamıştır. Prensip olarak ihtiyaç duyulan, ancak zamanlaması yanlış olan milletvekillerimizin özlük haklarıyla ilgili değişiklik, daha sonra Sayın Cumhurbaşkanı tarafından onaylanmayarak halk oyuna sunulması uygun görülmüştür. Sayın Cumhurbaşkanı'nın anayasal yetkisini bu yönde kullanmak istemesi tabii ki kendi takdirleridir. Meseleye başka faktörleri de hesaba katarak baktığımızda ise halk oyuna sunma tercihini onaylamamız mümkün olmamaktadır. Hem iç hem dış ekonomik ve siyasi şartların ağırlaştığı bir dönemde ülkeyi referandum sürecine sokmanın yanlış bir adım olacağına inanıyoruz. Kısacası, milletvekillerimizin bazı haklı gerekçelere de dayansa ortaya koyduğu bir yanlış karar, bir başka yanlış karar ile düzeltilmeye çalışılmıştır. Çünkü, her iki kararda da ciddi zamanlama hataları yapıldığını düşünüyoruz. Ayrıca, milletvekillerimizin bu güne kadar ortaya koyduğu tavır, özlük haklarıyla ilgili anayasa değişikliğinden rücû edileceği yönünde bir eğilim ortaya koymuştur. Hatadan dönmek de bir erdem olduğuna göre, ülkemiz için en hayırlı yol, bu tür bir irade beyanının bir an önce hayata geçirilmesi olacaktır. İnanıyorum ki, mevcut sorunu yine meclisimiz çözecek ve ülkemizin yeni bir anlamsız tartışma ortamına sürüklemesine izin vermeyecektir. Kıymetli Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Kim ne derse desin Türkiye 1999 yılından bu yana hem içerde, hem de dışarıda büyük sorunlarla baş etmeye çalışan bir ülkedir. Herhangi bir ülkenin kolay kolay kaldıramayacağı devasa yükleri omuzlama mücadelesi veren bir ülkedir. İki yıl içinde iki büyük deprem felâketi ve iki ekonomik krizle karşı karşıya kalmış ekonomimizin istikrarlı bir büyüme sürecine, yani istihdam yaratan ve üreten bir düzene geçmesi kolay olmamaktadır. Bunlara en son olarak, Afganistan'a askerî müdahalenin oluşturduğu sıcak savaş ortamı da eklenmiş bulunmaktadır. Zaten 2001 yılı başında daralma süreci içine giren küresel ekonominin bu yeni durum karşısında yaşadığı şok dalgalarını atlatması kolay olmayacaktır. İşte böylesine ciddi olumsuz şartlar altında hazırlanan 2002 yılı bütçesi meclisimize sunulmuş bulunmaktadır. Bütçemizin ortaya koyduğu makro-ekonomik büyüklükler ile hedefler tabii ki arzuladığımız nitelikte değildir. 2002 yılı bütçe rakamları bütün toplumu tatmin etmekten uzak bir bütçe olmasına rağmen, gerçekçi olmasına özen gösterilmiştir. Ülkemizin iç ve dış borç yükünün had safhaya çıkması, kaçınılmaz olarak hükümetimizin de elini kolunu büyük ölçüde bağlayan bir sonuç doğurmaktadır. Çünkü, vergi gelirlerinin tamamı borç ödemesine gitmekte, üretimi ve istihdamı teşvik edecek dinamizmi çok sınırlı kalmaktadır. Muhalefet partilerinin her sene yaptığı klasik eleştirileri bir kenara bırakacak olursak, mevcut büyüklük ve hedeflere yönelik haklı eleştirilerin yapıldığını da kabul etmek gerekmektedir. Fakat, bunlar arasında eleştiriyi aşan, toplumu daha çok karamsarlığa sevkeden ekonomik gelişme üzerinde hiçbir olumlu katkı yapmayacak olan değerlendirmelere de rastlanmaktadır. Daha önce çeşitli vesilelerle yapılan değerlendirme ve açıklamaların çerçevesini aşamayan bu tür karalama kampanyalarının hiçbir yararı olmayacağı ortadadır. Bugün ekonomi eksenli birçok sivil toplum örgütü yöneticisinin çeşitli siyasi hesapların içinde olması hem üzücü, hem de düşündürücüdür. Bir yılı bulan bir süredir yaşamakta olduğumuz kriz sürecinin yol açtığı toplumsal ve ekonomik maliyetin ağırlığı, ülkemizde yapılan iyi işlerin varlığını da haklı olarak unutturmaktadır. Sağlıksız yapısı dramatik biçimde ortaya çıkan bankacılık sisteminin tam olarak rayına oturması kolay olmamaktadır. Ancak, yıllardır neşter vurulamayan bu konuda ciddi yapısal dönüşümün temelleri atılmış bulunmaktadır. Ekonomik krizin yarattığı daralmaya rağmen, 2001 bütçe hedeflerinde başarı oranı küçümsenecek düzeyde değildir. Faiz dışı bütçe fazlası öngörülen rakamlara yaklaşmaktadır. Kriz ortamının varlığı, yine siyasi alanda atılan önemli ve başarılı adımların algılanmasını da sınırlandırmaktadır. Bilindiği gibi, birçok konuda yapılan ve reform niteliğinde olan yasal düzenlemelere en son olarak anayasa değişiklikleri eklenmiştir. Daha demokratik, topluma daha yakın modern bir hukuk devleti olma yolunda çok ciddi bir değişiklik paketi yürürlüğe girmiştir. Halkımızın çektiği sıkıntıların 7-8 ay boyunca ağırlaşması, beraberinde ekonomik sorunların ve beklentilerin sürekli ön planda tutulmasını getirmektedir. Zaten siyasi ve ekonomik dönüşümlerin önemli bir kısmının sonuçlarının ortaya çıkması orta ve uzun vadede mümkün olacaktır. İnsanımızın çektiği sıkıntılar ve yaşadığı zorluklar karşısında huzurlu olması, özellikle de dar gelirli vatandaşlarımızın haklı tepkilerini dile getirmemesi mümkün değildir. Bunun için de yapılan güzel hizmetler ve iyi işler yeterince takdir edilememekte; 57. hükümetin iki buçuk yıldır karşı karşı kaldığı ağır yük ve sorunlar göz önünde bulundurulamamaktadır. Bu süreçte, Avrupa Birliği'nin yaklaşımlarını anlamak ise hiçbir şekilde mümkün olmamaktadır. Türkiye, bir kısmı kendisine de ait olmayan ağır ekonomik sorunlarla uğraşırken, Avrupalı müttefikleri adeta sözde dost olduklarını yeniden kanıtlamanın çabası içine girmişlerdir. En zor ve sancılı zamanlarında Türkiye'yi yanlarında bulanlar, Türkiye'nin benzer dönemlerinde ise yanında gözükmemenin mazeretlerini üretmekle meşgul olmaktadırlar. Geçtiğimiz cumartesi günü toplanan ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı Zirvede takınılan tavır, sadece üzücü değil, aynı zamanda anlaşılmaz ve iki yüzlü bir tavırdır. Belçika Başbakanının dönem başkanı sıfatıyla yaptığı açıklamalar Avrupa Birliği yönetiminin alışıla gelen yaklaşımlarından kolay kolay vazgeçmeyeceğini bir kez daha göstermiş bulunmaktadır. Aynı zatın Türkiye'nin anayasa reformunu "belirsiz" bulduğunu ifade etmesi ve Avrupa'nın geleceğinin tartışılacağı "Avrupa Konvansiyonu"na 12 aday ülkenin katılacağını, ama Türkiye'nin durumunun netliğe kavuşmadığını açıklaması bardağı taşıran damlalar olmuştur. Avrupa Birliği yönetimi artık ne yapmak istediğine karar vermek durumundadır. Jeopolitik özürlü olmaya devam eden birlik yönetiminin, Türkiye karşısındaki çifte standartlı ve kaypak politikalarından vazgeçip vazgeçmeyeceğini netleştirme zamanının geldiğini görmesi lazımdır. Türk Milleti ve devleti, kimseden özel imtiyaz ve muamele beklememektedir. Sadece tarihi miyopluğun bir kenara bırakılmasını ve yıllardır uygulanan uyutma ve oyalama taktiğinden vazgeçilmesini istemektedir. Bizim açımızdan, ülkemiz ile adil ve onurlu bir işbirliğinin arzulanıp arzulanmadığının açık ve samimi bir şekilde ortaya konması yeterlidir. Bilinmelidir ki, Türkiye her şart altında yoluna devam edecek güce ve iradeye sahiptir. Muhterem Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Tekrar bütçe ile ilgili değerlendirmelerimize dönerek bir-iki hususun altını çizmek istiyorum. Daha önce de vurguladığım gibi, 2002 bütçe büyüklük ve hedefleri tatminkâr değil ama gerçekçi bir anlayışla hazırlanmıştır. Zaten toplumu bütünüyle rahatlatmaya muktedir bir bütçe olması, mevcut şartlar dahilinde mümkün değildir. Ayrıca, IMF'nin de yeterince iyi niyetli davrandığını söylemek zordur. Huzurlarınızda ifade etmek isterim ki, eğer ülke olarak ani ve büyük sıkıntı ile yeniden karşı karşıya kalmaz isek, ülkemiz ve ekonomimiz 2002 yılında, 2001 yılından daha iyi şartlara sahip olacaktır. Bu çerçevede bunalan ve küçülen bir ekonomiden, yavaş da olsa büyüyen ve rahatlayan bir ekonomiye geçmek mümkün olacaktır. Bütün zorluklara ve işbirliği içinde olduğumuz uluslararası kuruluşların sürekli telkinlerine rağmen, çalışanlarımızın üzerindeki yükün daha da ağırlaşmaması için özen gösterilmeye devam edilmektedir. Önemli ölçüde Partimizin katkılarıyla hayata geçirilen maaşlara her ay enflasyon farkı kadar ek zam uygulaması, önümüzdeki yıl içinde de sürecektir. Yine, 2002 yılı içinde faiz ödemelerinin bütçe içindeki payının %50'lerden %44'e çekilmesi öngörülmektedir. Bu çerçevede bütçe açığının GSMH'ya oranının da, %5.2'lik bir azalışla %14.8'den %9.6'ya gerileyeceği tahmin edilmektedir. Tabii bütün bu hedeflere ulaşabilmesi için, en başta ekonomi yönetimi olmak üzere, bütün kamu kurum ve kuruluşlarının gerekli titizliği göstermesi, tasarruf tedbirlerine uyulması zorunludur. Bundan da önemlisi, yatırım ve üretim çarklarının hem daha hızlı, hem de daha istikrarlı dönmesi için özel sektör ile devlet işbirliğinin sürekli ve sağlıklı bir şekilde sürdürülmesi lazımdır. İnanıyoruz ki, bütün belirsizliklere ve kaynak yetersizliklerine rağmen başarmak mümkündür. Her kuruluş, her kesim kendi üzerine düşeni layıkıyla yerine getirdiği ölçüde, krizleri geride bırakmak, ülkemizin ve ekonomimizin üzerindeki kara bulutları dağıtmak mümkündür. Bizler, önce Yüce Allah'a daha sonra da ülkemize ve milletimize güveniyor ve inanıyoruz. Bunun için de, başarıya ulaşacağımıza olan inancımızı hiçbir zaman kaybetmiyoruz. Çünkü, başarı, en zor şartlar altında bile başarıya inananlarındır. Çünkü, başarı, ülkesine ve milletine inancını hiç kaybetmeyenlerindir. Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken, yüksek heyetinizi bir kez daha selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |