Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Dava Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Grup toplantımızın açılış konuşmasına başlarken öncelikle hepinizi en iyi dileklerimle selamlıyorum. Huzurlarınızda, Büyük Kongremizin ardından yaptığımız bu ilk grup toplantısında, uzun bir süredir gündemde yer eden ve ülkemiz için hayati öneme haiz konularla ilgili görüşlerimizi kamuoyunun dikkatlerine sunmak istiyorum. Bilindiği gibi, partimizin 5 Kasım 2000 tarihinde yapılan 6. Olağan Büyük Kongresi, birçok bakımdan dikkat çekici olmuş, halkımızın takdirlerini toplamıştır. Her şeyden önce şunu ifade etmek isterim ki, kongremiz, gerek organizasyonuyla, gerekse verdiği mesajlarıyla Türk siyasetinde bir dönüm noktası olmuştur. Siyasi partilerin bundan sonra yapılacak büyük kongrelerinde partimizin kurultayının örnek teşkil edeceğine şüphe yoktur. Hem öncesinde hem de sonrasında gördüğü geniş ilgi, bu durumun açık bir delilidir. Milliyetçi Hareket, her türlü ciddi ve samimi eleştiriyi katkı olarak telakki eden ve onlardan yararlanmayı önemseyen bir partidir. Bunun için, böyle bir mahiyet arzeden bütün görüş ve önerileri dikkate almaya devam edecektir. Bazı hususların daha iyi anlaşılması bakımından kongremizin anlam ve önemi üzerine kısa bir değerlendirme yapmayı gerekli görüyorum. Tarihî 5 Kasım 2000 buluşmamız, partimizin iktidar ortağı olarak yaptığı ilk kongre olmasının yanında, yeni bir yüzyılın başlangıcında toplanması ve küreselleşme sürecinin hız kazandığı bir konjonktürle örtüşmesi, dikkatlerin üzerimizde yoğunlaşmasına yol açmıştır. Kongremizde, sadece tüzük ve programın yeniden düzenlenmesi ve iç siyasi mesajlarla yetinilmemiştir. Bunun yanında, ülkemizin belli başlı kritik sorunlarını ele alınmış ve yeni ufuklara uzanmanın önemi ve gerekliliği ortaya konmuştur. Bir başka deyişle, ülkelerini karşılıksız seven Türk Milliyetçileri, gönülden bağlı oldukları Türk Milleti adına yeni "yüzyılla sözleşme" yapmışlardır. Bu yaklaşımın özünü, yeni çağın dinamiklerinin çok iyi kavranmasını sağlamak, ülkemizi yeni yöntem ve teknolojilerle kucaklaştırmak için gerekli olan duyarlılıklar ile atılım ruhu oluşturmaktadır. İşte, Milliyetçi Hareket Partisi'nin büyük kongresinde yaptığı tam olarak budur. Zaten ön yargısız olan herkes bu gerçeği kavramıştır. "Yüzyılla sözleşme" iddiamız, ülkemizin ve dünyanın geldiği bugünkü aşamanın çok yönlü bir muhasebesini yaparak, milletimizin ilgisini çağ değişimine ve insanlığın ortak geleceğine yöneltme düşüncemizi ve çabamızı yansıtmaktadır. Bu düşüncemizin birbiriyle iç içe olan iki temel sebebi bulunmaktadır. İlk olarak, dünyanın her tarafında olduğu gibi, ülkemizde de siyaset kurumunun küreselleşme sürecinin boyutları, açmazları ve muhtemel sonuçlarını ciddiye ve dikkate alma zorunluluğundan kaynaklanmaktadır. İkinci sebebi ise, milletlerin kaderini yakından etkileyen gelişme ve değişmeler zinciriyle ilgili olarak, "söz hakkımız"ı kullanmak ve katkı sağlamak düşüncesi oluşturmaktadır. Bizim açımızdan, böyle bir çaba, hem insani, hem de milli bir görev haline gelmiştir. Partimiz, Türk Milleti'nin 21. yüzyıldaki konumu ve saygınlığının pekişmesi ve önünü görebilmesi için üzerine düşeni yapmaya gayret sarfetmiştir. Bundan sonra da, mümkün olanın en iyisini yapmaya devam edecektir. Sözün kısası, Milliyetçi Hareket, milletinin ve ülkesinin önünde yeni bir ufuk açmaya, Türk siyasetinin önündeki vizyonsuz ve iddiasız yapıyı dönüştürmeye dair görev ve sorumluluklarının idraki içinde kararlılığını ve çabalarını sürdürmektedir. Bunun için diyoruz ki, Milliyetçi Hareket Partisi'nin kimsenin merkezinde gözü ve gönlü yoktur. Bizim açımızdan önemli ve öncelikli olan, bütün milletimizin gönlünde taht kurmak ve geleceğimizi daha yaşanır ve görünür kılmaktır. Yine biliyor ve inanıyoruz ki, siyasetteki mevkiilerin bir tek tayin ve tespit mercii vardır. O mercii de bizzat milletin kendisidir. Milletin gönlünde yer edip merkezinde olmak için de, önce fikirde ve hizmette merkez olmak gerekir. Milliyetçi Hareket, bu anlayışını her zaman muhafaza edecek, her şartta milletinin emrinde ve hizmetinde olacaktır. Değerli Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Hatırlanacağı üzere, dış politika gündemimizde üç kritik konu son birkaç aydır ağırlığını korumaktadır. Bunlar, Kıbrıs meselesi, sözde Ermeni soykırımı iddiaları ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileridir. Uzun bir tarihi arka plana sahip her üç mesele, sadece ülkemizin saygınlığını ve geleceğini yakından ilgilendirmemektedir. Aynı zamanda, giderek önem kazanan adil ve insani bir küresel düzen talebinin test edildiği bir derinliğe ve öneme sahiptir. Herhangi bir tartışmalı konuda, meseleyi yok saymak kadar, hafife almak da çözümsüzlüğe eş değer bir durumu ifade eder. En az bunun kadar yanlış olan bir başka durum ise, meseleye tek taraflı ya da ön yargılı yaklaşmaktır. İşte uluslararası muhataplarımızın bu üç hayati konuya yaklaşımı genellikle ikinci kategoriye girmektedir. Maalesef ülkemiz içinde de meseleye bu gözle yaklaşanlar bulunmaktadır. Hatta, meselenin karşı tarafını oluşturanların argümanlarını konunun esası olarak takdim etme pişkinliğini gösterenlere de rastlanmaktadır. Bu durum, bir milletin ve devletin hayatında görülebilecek en üzüntü verici ve düşündürücü tablolardan biridir. Ama ne olursa olsun, ezici bir çoğunluğa sahip sağduyulu vatandaşlarımız, bu ve benzeri çarpıklıkların hayat bulmasını mümkün kılmayacak kadar duyarlı ve kararlıdır. Bir gerçek herkes tarafından çok iyi bilinmelidir. Milletimizin tarihi geçmişi gibi, Kıbrıs meselesi de, Türkiye'nin üzerinde ne kamburdur ne de yüktür. Bu zamana kadar hiçbir Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de meseleye bu şekilde yaklaşmamıştır. Bundan sonra da yaklaşmayacaktır. Kıbrıs Türklüğünün haklı ve onurlu davasını yok farzetmek elbette mümkün değildir. Geçmişte yaşanan acı olaylardan, yapılan zulümlerden herkesin gerekli dersleri çıkarması lazımdır. Aynı şekilde, Kıbrıs'ta var olan iki toplumlu, iki devletli yapıyı inkâr edip, bir tarafı tek muhatap olarak kabullenmenin barışa ve istikrara hizmet etmeyeceği açıktır. Bu zamana kadar yapılan dolaylı Kıbrıs görüşmelerinde iyi niyet ortaya koyan, soruna adil ve kalıcı çözüm bulunmasını arzulayan tarafın Kıbrıs Türk Halkı'nın temsilcileri olduğuna şüphe yoktur. Ancak buna rağmen, anlaşmazlıkla suçlanan ve köşeye sıkıştırılmaya çalışılan taraf, sürekli Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olmuştur. Tek yanlı ve gayri adil yaklaşımın en son örneğini, 8 Kasım tarihinde açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi'ndeki Kıbrıs yaklaşımı oluşturmaktadır. Geçtiğimiz yıl toplanan Helsinki Zirvesi'nde alınan kararları bile hiçe sayan yeni yaklaşımın çözüme değil, çözümsüzlüğe hizmet edeceği unutulmamalıdır. Huzurlarınızda bu yaklaşımı hiçbir şekilde kabul edilemez buluyor ve kınıyorum. Katılım Ortaklığı Belgesi'nin Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin geleceği bakımından ifade ettiği mânâ da, ne yazık ki tatminkâr olmaktan uzaktır. Bunun temel sebebi, Belgenin, Avrupa Birliği Komisyonu'nun iyi niyetinden şüphe etmemize yol açan bir mahiyet arzediyor olmasıdır. Her şeyden önce, Katılım Ortaklığı Belgesi, hem sistematiği, hem de muhtevası bakımından Helsinki Zirvesi kararlarından daha geri bir belgedir. Bazı Avrupa Birliği sözcülerinin belge metnini yumuşatmaya yönelik yorumları bu gerçeği değiştirmeye yetmemektedir. En başta, Helsinki'de kurulan Türkiye-Yunanistan dengesi bozulmuş, Kıbrıs meselesi bir ön şart olarak takdim edilmiştir. 8 Kasım tarihine kadar "Helsinki mantığı"nın korunmasını zorunlu gören birlik yönetimi, kendi kurguları olan bu mantığı delik deşik etmekte bir beis görmemişlerdir. Tabii, bu farklılaşmayı ve Yunanistan gölgesini izah etmeleri kolay olmayacaktır. Kıbrıs meselesinin çözümünün bir ön şart olarak takdim edilmesinin yanında, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin tam üyelik yolunun açılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Burada bir art niyet aramamak mümkün değildir. Katılım Ortaklığı Belgesi, bütün bunların yanında, bazı başka çarpık ve müphem ifadeleri de içermektedir. Metinde altı ısrarla çizilen "kültürel haklar" ile "köken farklılıkları" gibi ifadeler yan yana konduğunda ortaya ilginç bir bir tablo çıkmaktadır. Hem kısa hem de orta vadeli öncelikler listesinde yer alan bazı hususların sadece Türkiye'nin hassasiyetlerini değil, demokratik rejimin temel dinamiklerini de yeterince dikkate almayan bir anlayışla ele alındığı görülmektedir. Birçok Avrupa Birliği ülkesinde dahi tartışma ve sıkıntı kaynağı oluşturmaya devam eden kritik konuların altının ısrarla çizilmeye çalışılması, dostane bir yaklaşım olmamıştır. Gerek demokratik bir düzenin tahammül edemeyeceği, gerekse sosyal dokunun kaldıramayacağı düzenlemeleri Türkiye'den ısrarla istemeyi ve bunları olmazsa olmaz şart olarak sunmayı kabul edemeyeceğimizi ifade etmek istiyorum. Bugün, demokratik sistemini ve ülke kalkınmasını ileri düzeylere taşımış, bölgesel sorunları iyice azalmış Avrupa ülkelerinin bile meseleye yurttaşlık kültürü ve siyasi eşitlik bazında yaklaştığı bilinmektedir. Buna rağmen, uzun yıllardır ülke kaynaklarını eriten bölücü-yıkıcı faaliyetlere muhatap olmuş ülkemizden azınlık haklarının talep edilmesini anlamak imkansızdır. Böyle bir durumda; Avrupa Birliği Komisyonu'nun iyi niyetli bir yaklaşım içinde olduğunu ifade etmek imkânsızdır. Türkiye'nin etnik çatışma ve ayrışmayı körükleyecek "kültürel" ya da "etnik haklar"a sıcak bakması mümkün değildir. Ayrıca, belgede bu tür ifadelerin üstü örtülerek muğlak hale getirilmesi de, bu sonucu değiştirmemektedir. Bize göre, doğru ve dostane olan, demokrasilerini geliştirmeleri 100 yılı bulan, iki büyük dünya savaşını yaşayan ve daha hâlâ mezhep ve etnik kavgalara sahne olan ülkelerin yöneticilerinin, Türkiye'nin hassasiyetlerini küçümsemesi değil, bilakis çok iyi anlaması gerekir. İnsan haklarının etnik köken farklılıklarını derinleştirip keskinleştirecek şekilde tanımlanması durumunda özünü ve değerini kaybedeceği açıktır. Böyle bir durumda ayrımcılığı meşrulaştıran ve toplumsal dayanışmayı baltalayan bir muhteva kazanacaktır. Bu gerçeği, Avrupalı dostlarımız en az bizim kadar iyi bilmektedir. Görüldüğü gibi, Türkiye'nin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü konusunda kararlı ve duyarlı olması, sadece kendi varlığını koruma isteğinin tabii bir sonucu değildir. Aynı zamanda, ülke sorunlarını demokratik düzen içinde çözme kararlılığımızın bir sonucu, demokrasimizi geliştirme düşüncemizin bir gereğidir. Çünkü, hem demokrasinin, hem de Türkiye'nin geleceğini ve sağlığını düşünmek bizim temel varlık sebebimizdir. Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri konusunda sonuç olarak bir noktanın altını özellikle çizmek istiyorum. Birliğe tam üyeliğin gerçekleşmesi için Türkiye'ye önemli görev ve yükümlülükler düştüğü açıktır. En az bunun kadar doğru olan bir başka husus, Avrupa Birliği yönetimine de benzer görev ve sorumlulukların düştüğüdür. Çünkü ilişkilerin geleceği, hiçbir zaman tek taraflı iyi niyete ve çabalara bağlı olarak inşa edilemez. Üye olmak isteyenlerin yanında, üyeliğe kabul edecek olanların da esas niyetinin bu yönde olması şarttır. Bu gerçek, her türlü uluslararası ilişkinin ana kuralıdır ve ülkemizin Birliğe tam üyelik süreci de bu kurala bir istisna teşkil etmemektedir. Kıymetli Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Bugün son olarak bir konuya daha temas etmek istiyorum. Bilindiği üzere, 57. Hükümetin kurulmasıyla birlikte yoğun olarak Türkiye gündemine gelen, ancak, tam bir uzlaşmaya varılamayan af konusunda inşallah önümüzdeki günlerde neticeye ulaşmak mümkün olacaktır. Zira, iki yıla yakın bir süreden beri meselenin gündemde kalması, hem mahkumları, hem mahkum yakınlarını büyük bir beklenti içerisine çekmiştir. Hükümetimizin, bu beklentileri dikkate almayarak, görmezden gelmesi elbette ki mümkün değildir. Fakat, gerek geçmişte yapılan benzer af uygulamalarının neticeleri, gerekse masum ve mağdur vatandaşlarımızın adalete olan güven duyguları da burada hesaba katılarak, affın sınırlarının çok iyi ve dikkatle belirlenmesi gerekmektedir. Bir taraftan, toplumda suç ve suçlularla mücadele sürdürülürken, diğer yandan da, cezaevlerinde toplumdan soyutlanan bir çok suçlunun serbest kalmasının beraberinde getirebileceği sıkıntılar üzerinde titizlikle durulması önem arz etmektedir. Özellikle, yolsuzlukla, örgütlü suçlarla, mafya ve terör odaklarıyla mücadelenin büyük bir kararlılıkla sürdürüldüğü günümüzde sergilemekte olduğumuz hassasiyetin gerekliliği daha iyi anlaşılacaktır. Ancak, af konusunun toplumda oluşan beklenti dışında önem ve aciliyet kazanmasının başka sebepleri de vardır. Bu gün, 67 bin toplam kapasiteli ceza ve tutukevlerimizde 72 binin üzerinde hükümlü ve tutuklu bulunmaktadır. Bu durumda, ceza ve tutukevleri, bir taraftan suçluların cezalandırıldığı, diğer yandan topluma kazandırıldığı kurumlar olmaktan çok uzak biçimde karşımızda durmaktadır. Hatta, mevcut yapısıyla, yeni suçlular üreten, topluma yönelik tehditleri keskinleştiren odaklara dönüşmektedir. Yine, ceza ve tutukevlerinin fiziki şartları ve kapasiteleri günümüz ihtiyaçları açısından çok yetersiz kalmaktadır. Yaklaşık 80 kişilik koğuşlarda ne mahkumlara yönelik rehabilitasyon programları uygulanabilmekte, ne de dış bağlantıları sınırlanarak, cezalarını çekmeleri sağlanabilmektedir. Ayrıca, ceza ve tutukevleri kamu vicdanının rahatlatılması, cezaların infazı ve suç işleme eğilimlerine karşı caydırıcı olmak gibi fonksiyonlarını yerine getirmekten uzaklaşmaktadır. Bu çerçevede "F" tipi cezaevlerinin yapımının da bir an önce bitirilmesi gerekmektedir. Böylece, hükümlü ve tutukluların daha elverişli şartlarda barınmaları sağlanarak, mevcut ortamın olumsuzluklarından kurtulmaları mümkün olacaktır. Burada, başta hükümlü ve tutuklu yakınları olmak üzere tüm kamuoyunu hapishaneleri örgütlü suç ve terör merkezi olmaktan çıkaracak bu projeye destek vermeye davet ediyorum. Bütün bu ve benzeri sebeplerle, konuya, bir defaya mahsus ‘af' olarak yaklaşmak yerine, daha yargılama aşamasından itibaren adaletin tam ve zamanında tesis edildiği, dolayısıyla cezanın caydırıcı yönünün belirginleştiği; suçluların cezalarını çekme süreçlerinde ıslah edilerek topluma kazandırıldığı bir yapıyı inşa etme çerçevesinde ele almak gerekir. Dolayısıyla, affa ilişkin yaklaşımları, sadece bir kısım mahkumların cezalarının indirilmesi ve cezaevlerinden salıverilmesine indirgemek doğru değildir. Bu durumu, aynı zamanda ceza, infaz ve tutukevi sistemimizi gözden geçirmemiz, suçla ve suçlularla mücadele yöntemlerimizi geliştirmemiz için bir fırsat telakki etmemiz önem taşımaktadır. Değerli Milletvekilleri, Sayın Basın Mensupları, Görüldüğü gibi meclisimizi ve hükümetimizi başta bütçe olmak üzere, toplumu yeni çağa hazırlayacak yapısal reform çalışmaları beklemektedir. Bu çerçevede önümüzde öncelikle, adalet, sağlık ve tarım reformları, mahalli idareler yasası gibi çok önemli gündem maddeleri bulunmaktadır. Kısacası bir taraftan yılların birikimi olan ülke sorunları, diğer taraftan da çok hayati dış politika konuları üzerinde gece gündüz çalışarak, ciddi bir mesai harcamamız gerekmektedir. Bizler, büyük Türk Milleti'nin desteğini arkasına alan yüce meclisin ve hükümetimizin, ülke çıkarlarını en iyi şekilde gözeterek bütün bu sorunların üstesinden geleceğine yürekten inanıyoruz. Bilinmelidir ki, böyle bir inanç ile çalışma azmi bir araya geldiğinde, Türkiye'nin milli rotasından hiç şaşmadan süratle yol alması mümkün olacaktır. Partimiz de bu konuda öncü rolünü oynamaya, ülke dinamizmini geliştirmeye devam edecektir. Bu duygu ve düşüncelerle, yüksek heyetinizi bir kez daha selamlıyor, sevgi ve saygılar sunuyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |