Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Öncelikle, yüksek heyetinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Konuşmama, uzun bir aradan sonra bu yüce çatı altında tekrar buluşmanın verdiği heyecan ve mutluluğu ifade ederek başlıyorum. Türkiye Büyük Millet Meclisi çalışmalarının odağını oluşturacağı zorlu bir siyasi sürecin başındayız. Ülkemizi ve meclisimizi, çok önemli gündem maddeleri beklemektedir. Bütün bu dönüm noktalarının en iyi şekilde geçilmesi için, dün olduğu gibi duyarlı yaklaşımımızı korumak ve çok çalışmak mecburiyeti vardır. Arkadaşlarımızın bu açıdan gerekli ilgi ve özeni göstereceğine olan inancım tamdır. Bu vesileyle, yeni yasama yılının milletimize ve demokrasimize hayırlı ve uğurlu olmasını Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyorum. Sizlere ve meclisimize başarılı bir çalışma yılı temenni ediyorum. Muhterem Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Bizler de bütün insanlık ailesinin bir parçası olarak, çok önemli gelişme ve değişmelerin yaşandığı bir zaman diliminde ilerliyoruz. Bu ilerleyiş şüphesiz bazen hızlı, bazen de ağır aksak olmaktadır. Tarihin kritik dönüm noktasında, geçmişin hafızalarımızda bıraktığı derin izlerle birlikte bugünün sorunlarını yaşıyoruz. Diğer taraftan da, muhtemel geleceğimiz üzerine üretilen senaryoların zihnimizde yol açtığı soru işaretleri ile ümit ışıklarının çatışmasıyla iç içe bulunuyoruz. Sosyal ve ekonomik sorunların ağırlığı, yani bugünün sıcaklığı, zaman zaman yarınlarımızı yok farz edecek kadar bizleri meşgul etmekte ve hatta yorgun ve bitkin düşürebilmektedir. Bazen de, yarın endişesi bugünü gözden kaçırmamıza, yaşanan anı hafife almamıza yol açabilmektedir. Bütün bunlar, bir yere kadar çok normaldir ve tabii bir süreci ifade eder. Çok hızlı dönüşüm anlarında toplumların ve tek tek insanların hafızalarının daha karışık ve yoğun olması kaçınılmazdır. "Geleceğin" kısa bir süre içinde "geçmiş" olması, ister istemez bu sonuca yol açmaktadır. Benzer bir şekilde, bazen "geçmiş" bugün olabilmekte, tarih adeta sık sık tekerrür etmektedir. Bunu kavramak için Dünyada ve Türkiye'de son zamanlarda yaşanan gelişmelere ve olaylara biraz yakından bakmak yeterlidir. Bireylerden kurumlara, kurumlardan milletlere, milletlerden insanlığa kadar bütün tarihler, belli ölçülerde hem bağımsızdır hem de birbiriyle bağımlıdır. Günümüzde bu bağımlılık oranı, geçmiş ile mukayese edildiğinde giderek artmaktadır. Bu gelişmede rol oynayan temel dinamik ise, hiç şüphesiz küreselleşme olarak tanımlanan çok yönlü süreçler bütünüdür. Son yıllarda değişik bir boyut ve hız kazanan küreselleşme süreci, belli başlı sorunları ve gelişmeleri ile bütün insanlığın ortak kaderi, zaman zaman da ortak kâbusu haline gelmektedir. Bunun için, her milletin ve devletin, küreselleşme süreçleri ve küresel karar mekanizmaları üzerinde belirli ölçülerde de olsa söz sahibi olması önem arzetmektedir. Kalkınmasını büyük ölçüde tamamlayıp bilgi toplumu olma yolunda hızla ilerleyen ülkelerin, küreselleşmenin lokomotifi olması kaçınılmazdır. Ama, aynı sürecin yol açtığı ve açacağı beşeri sorunlarla tek başına mücadele etmeleri mümkün değildir. Bu durumda, dünyamızın ortak kaderini bütün insanlığın paylaşması zorunludur. Zaten yüceltilen ve evrensel değer statüsü kazandırılmaya çalışılan demokrasi, insan hakları, adalet ve dayanışma gibi kavramlar ve idealler, bunu öngörmekte ve teşvik etmektedir. Yine yaşanılan sorunlar da, sorunların taşıdığı potansiyel riskler de, bunu zorunlu ve gerekli kılmaktadır. Ancak, bu güne kadar, bu yönde atılmış olan adımların yeterli olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Yine çağın esas başlangıcı olarak kabul edilen komünist sistemlerin çöküşünden bu yana yaşananlar hepimizin gözünün önünde cereyan etmektedir. Son on yıllık dönem, ümit ile ümitsizliğin, adalet ile adaletsizliğin, barış ile savaşların birbiriyle yarıştığı bir dönem olmuştur. Önümüzdeki devasa yüzyıl, belki halefi olduğu 20. Yüzyıl gibi, bir "dünya savaşları yüzyılı" olmayacaktır. Ama mücadelelerin yeni zeminde yeni araçlarla yürütüleceği zorlu bir yüzyıl olacağı açıktır. Ekonomik ve teknolojik yarışların yarattığı "yeni soğuk savaşlar" ile yerel ve bölgesel çatışmaların yol açtığı "sıcak savaşlar," insanlığın önündeki kritik gündemleri oluşturmaya devam edecektir. Filistin ile İsrail arasında yaşanan ve giderek dramatik bir nitelik arzeden sıcak çatışmalar, Çeçenistan dramı ve sözde Ermeni soykırımı iddiasına kazandırılmak istenen boyutlar, bütün bu söylediklerimizin bir özeti gibidir. Görüldüğü gibi, barış ile savaş, istikrar ile kaos, huzur ile kargaşa, zenginlik ile yoksulluk arasında birbirine geçişkenlik kolay olabilmekte ya da yan yana yaşayabilmektedir. Diğer bir deyişle, gerekli özen ve gayret gösterilmediği takdirde, istikrar ve düzenin kaosa, dayanışma ve huzurun kargaşaya kolayca dönüşebileceği bir kez daha çarpıcı biçimde ortaya çıkmaktadır. Bu gerçek, hem toplumların iç yapıları, hem de uluslararası camia açısından pek değişmemektedir. Kıymetli Dava Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Bir süredir dünya gündemini belirleyen son gelişmelerin dikkat çekici bir başka yönü daha bulunmaktadır. Uluslararası kamuoyunu son günlerde en çok meşgul eden Ortadoğu'daki çatışmalar ile "soykırım masalı"nın Batı dünyasında gördüğü itibarın oluşturduğu tablo, bazı açılardan çok önemli dersler içermektedir. Yıllardır derinleşen Çeçenistan dramını da dikkate alırsak, her üç meselenin de Türk Milleti'yle ve Türkiye ile yakından ilgili olduğunu görülür. Hem tarihsel ve kültürel, hem de jeopolitik bakımdan ülkemizi ciddi olarak etkileyen ya da kuşatan bir niteliğe sahiptirler. Dolayısıyla, herkesin, her kurumun, her partinin çıkartması gereken çok yönlü dersler bulunmaktadır. Bu derslerin anlamak isteyenler açısından çok öğretici olacağına şüphe yoktur. En önemli ders, Türkiye'nin bulunduğu coğrafyanın ve yaşadığı iklimin zorlukları ve imkanlarıyla ilgilidir. Çünkü Dünyanın en sancılı ve gözde bölgelerinden biri Avrasya'dır ve Avrasya'nın nirengi noktasında da Türkiye yer almaktadır. Türkiye, bunun için, başka ülkelerin yaşadığı sıkıntıların ve risklerin katlanarak yansıdığı bir küresel kadere ve konuma sahiptir. Bunun bizim açımızdan öncelikli anlamı, topluma ve siyasete ilişkin tasavvurlarımızda bu noktanın belirleyici bir faktör olarak sürekli göz önünde bulundurulması gerçeğidir. Aydınlarımızın ve politikacılarımızın, milli meselelere ve jeopolitik kıvrımlara karşı duyarlı ve ilgili olmasının bir zorunluluğu ifade etmesidir. Ülkemizde, farklı siyasi ve ideolojik duruşların beraberinde milli meselelere karşı ilgisizliği, hatta küçümsemeyi getirebildiği bilinmektedir. Bir buçuk asrı aşan yoğun batılılaşma maceramızın en olumsuz tezahürlerinden biri olan "aydın sendromu"nun aşılması tabii ki, kolay değildir. Aşıldığı ölçüde de Türkiye'nin kazancı olacaktır. Bugün, sözde soykırım iddiasının bulaşıcı hastalık gibi yaygınlaştırılmaya çalışıldığını üzülerek takip ediyoruz. Türkiye'de, başta Dışişleri Bakanlığımız olmak üzere, her kurum bu meselenin üzerine daha kararlılıkla gitmek zorundadır. Soykırım oyununun sahnelenmesi durumunda karşı karşıya kalabileceğimiz sıkıntıların tahminlerimizin ötesinde bir niteliğe ulaşması ihtimal dahilindedir. Bunun için, meselenin geçiştirilecek ya da hafife alınacak bir tarafı yoktur. Bunların dışında, ülkemizde çok ilginç ve düşündürücü tavırlar ile de karşılaşılmaktadır. Ermeni lobileri ile onların destekçilerinin amacına ulaştığı takdirde, Türkiye'nin başına hangi badirelerin açılacağını düşünmek yerine, duyarsız ve hatta çok azınlık da olsa teslimiyetçi tavır geliştirenlere de rastlanmaktadır. Buna hiç kimsenin hiçbir şekilde hakkı bulunmamaktadır. Bilinmektedir ki, hiçbir gerekçe, hiçbir amaç, ülkemizin ve Türk Milleti'nin siciliyle oynanmasına ve Dünya kamuoyu önünde mahkum edilmeye çalışılmasına dayanak teşkil edemez. Sadece Türkiye'de değil, dünyanın hiçbir ülkesinde de böyle bir vurdumduymazlık mazur görülemez. Türkiye'de yaşayan her kişi, faaliyet gösteren her kurum, öncelikle soykırım masalının uzun yıllardır devam eden serüveninin ne mânâya geldiğini iyi algılamak ve üzerine düşeni yerine getirmek durumundadır. Bu, her insanın en azından içinde yaşadığı ülkeye ve mensubu olduğu millete saygı gösterme mecburiyetinin bir gereğidir. Batılı müttefiklerimiz de, ne bölge barışına ve istikrara ne de dostluk ve işbirliği çabalarına hiçbir katkısı olmayacak bu ve benzeri girişimlere destek olmaktan vazgeçmelidir. Tarihi tahrif ederek Türkiye'yi rencide etmenin kimseye bir faydası dokunmayacaktır. Zaten ne tarih, böyle bir iki yüzlülüğü kaldırır ne de küresel barış ve istikrar iddialarının bir değeri kalır. Biraz önce tarih üzerine yaptığımız değerlendirmelerin önemi, bu çerçevede daha iyi anlaşılacaktır. Ünlü filozof J.J. Rousseau'nun veciz sözleriyle ifade edersek, "tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuzdur." Tarihin insanlığın gerçek bir kılavuzu olması, yani geleceği karartan değil aydınlatan bir yol gösterici olması,insanoğlunun elindedir. Bu, sadece bizim açımızdan değil, bütün dünya milletleri bakımından da geçerli olan evrensel bir kuraldır. Önemli olan, tarihten bir rehber olarak yararlanılması ve O' na böyle bir gözle bakılmasıdır. Bilindiği gibi, geçmişini güzel bir gelecek inşa etmek için kullanmakta sıkıntı çeken bölgelerin başında Ortadoğu gelmektedir. Ortadoğu, Osmanlı'nın uyguladığı "küresel düzen" in çökmesinin ardından sürekli kaynayan bir kazan haline dönüşmüştür. Huzura, refaha ve istikrara susamış olan bu bölgenin tekrar sıcak bir savaşın eşiğine gelmiş olması çok üzücüdür. Hangi kutsal değerin ya da gerekçenin arkasına sığınırsa sığınsın fanatizmin ve terörizmin yol açtığı toplumsal dramlar kolay kolay iyileşememekte; ekonomik felâketler kolay kolay aşılamamaktadır. Böyle alanlar ve anlar, sağlıklı bir sosyal ve ekonomik gelişmenin sağlanması bir yana, insan hayatının maalesef çok ucuzladığı zamanlar ve yerlerdir. Bu anlar, tarihin ve insanlığın kör noktalarıdır. Kısacası, sorumluluk bilincinden yoksun olan bir politikacının attığı yanlış adımın nelere mâl olabileceği, birçok masum insanın hayatını kaybetmesi ile ortaya çıkmıştır. İnsanların, kutsal mekânlara bile saldırması durumun vahametini gösteren çok üzücü bir örnektir. Akan kanların bir an önce durması ve aklı selimin hakim olması en büyük dileğimizdir. Değerli Dava Arkadaşlarım, Sayın Basın Mensupları, Görüldüğü üzere, tarih bilinci, sadece bir milletin tarihî varlığı ve sürekliliği ile, O'nun milli kimlik ve kişiliğiyle ilgili bir husus değildir. Aynı zamanda, istifade etme niyetine ve biçimine göre, bugünü ve yarını yaşanır kılma mücadelesinin de meşalelerinden biridir. Bunun için, milletlerin varoluşunun garantörlerinden biri olarak hayati bir rol icra eder. Diğer taraftan da, milletlerin hem kendi iç bünyesinde, hem de birbirleri arasındaki dostluk ve işbirliği sürecine kılavuzluk eder. Milliyetçi Hareket Partisi'nin Türkiye ve Dünyaya yaklaşımında böyle bir perspektifin belirleyici olması, bu yüzdendir. Zaman zaman ifade ettiğim gibi, siyaset yöntemini ve söylemini şekillendirirken bu hassasiyetler ve prensipler yol göstermektedir. Bunları kavrayamayan ya da önemsemeyenler ise, eski kavgacı ve kutuplaşmacı yollarda ısrar etmekte, sadece günü kurtarmakla meşgul olmaktadır. Özellikle, partimizin duruşunu ve söylemlerini kendince eleştirip tarif etmeye çalışanların tek hesabı da "üzüm yemek değil, bağcıyı dövmeye çalışmaktır." Ama unutulmasın ki, bizler ihtiyaç hissettiğimizde, aynı ülkemiz gibi, kendi bağımızı korumasını da çok iyi biliriz. Hemen hemen bütün muhalefet partileri, 57. Hükümet'in kurulduğu tarihten bu güne geçen 18 ay boyunca söz ve ağız birliği etmişçesine partimize karşı hasmane bir tutum içinde olmuşlardır. Böyle bir söz ve ağız birliği, siyasetin doğası gereği anlaşılabilir bir durumdur. Ama bir noktadan sonra art niyeti ya da siyasi seviyesizliği ifade eden bir hale gelir. Bugüne kadar ülke ve dünya meseleleriyle ilgili ciddi bir görüş ve proje ortaya koyamayanların yaklaşımlarını başka türlü izah etmek mümkün değildir. Zaten günü birlik hesap ve endişelerle hareket etme alışkanlıklarını sürdürenlerden başka bir şey beklemek yanlış olacaktır. Halkımızın çektiği sıkıntıların ve ülkemizin karşı karşıya bulunduğu sorunların varlığının kendilerini siyaseten güçlü kılacağı rüyasından er geç uyanacaklardır. Bizim, parti ve meclis grubu olarak temel tercihimiz, her halükârda günlük kâr zarar hesapları yapmadan, Türk siyasetinde bazı geleneklerin oluşmasına katkı sağlamak; ilkeli, temiz ve seviyeli siyasetin sürekli güç kazanması için gayret sarfetmekten yana olacaktır. Günlük siyasi çekişmelerin dışına çıkıldığında bunun önemi daha iyi anlaşılacaktır. Tabii, bütün bu hassasiyetlerimiz insanımızın çektiği sıkıntıları yok farzetmemizi ne haklı ne de mümkün kılar. Bilakis bizler, bütün bu olumsuzlukların acısını yüreğimizde hissediyoruz. Zaten bunun için de gerçekçi olmaya özen gösteriyoruz. En az bunlar kadar önemli olan bir başka gerçek de, sorunların çözümü için elimizden gelen gayreti ortaya koyduğumuzdur. Mevcut siyasi ve ekonomik şartlar dikkate alındığında bugüne kadar alınan mesafe yeterli değildir ama önemlidir. Bütün çabamız ve düşüncemiz milletimiz ve ülkemiz için en iyisini yapmaktır. Bu anlayışımız ve arayışımız da, hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmadan devam edecektir. Türk ekonomisinin uzun yıllardır hangi temel yapısal sorunlara sahip olduğu ve bunun sonuçlarının neler olduğu bellidir. Türk ekonomisi, yıllardır işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluk üretmeye devam etmektedir. Ülkemiz, sağlıklı ve sürekli bir ekonomik gelişmenin alt yapısını oluşturmak bakımından hayatiyet arzeden istikrarlı büyümeyi bir türlü gerçekleştirememektedir. Bu sebeple, ekonomik büyüme, ülke gündeminin temel ve öncelikli meselelerden biri olma vasfını korumaktadır. İstikrarlı büyümenin gerçekleştirilemediği bir yapıda, gelir dağılımı adaletsizliği ve işsizlik gibi hayati sorunların çözümü imkânsızdır. Bu çarpık sosyo-ekonomik tablonun yine yıllardır değişmeyen bir başka yüzünde ise, malî dengesizlikler yer almaktadır. İki yakası bir türlü bir araya gelmeyen devlet, dikiş tutmayan bir bütçe, bu ülkenin kaderi haline getirilmiştir. Böyle bir yapısal elverişsizliğe, iki büyük deprem felaketine ve uluslararası petrol fiyatlarının sürekli yükselmesine rağmen, ekonomide belirli bir istikrar ortamı tesis edilmiştir. Yine, faiz ve enflasyon sarmalının kırılmasında umut verici gelişmeler yaşanmaktadır. Enflasyon canavarının yenilmesinde kritik eşik aşılmış ve psikolojik beklentiler büyük ölçüde kırılmıştır. Eylül ayı enflasyon rakamının, Ağustos ayı gibi programın biraz önünde çıkmış olması dünyanın sonu değildir. Bunun üzerine bayram yapanların ve felaket tellallığına soyunanların çıkması, bunların neye hizmet ettiğinin belli olmaması çok düşündürücü bir manzara oluşturmaktadır. Benzer şekilde, hemen hayal kırıklığına uğrayıp mücadeleden soğuyanlara da rastlanmaktadır. Türkiye, enflasyonla mücadeleye, her şartta devam etmek zorundadır. Kronikleşen yüksek enflasyon ile ancak topyekün ve kararlı bir şekilde mücadele edildiği takdirde, başarı sağlamak mümkündür. Bu süreçte, kamu kesimi ile özel sektör arasında gerilim ve rekabet değil, işbirliği esas olmalıdır. Ülkemizin artık siyasi alanda olduğu gibi, ekonomik alanda da ileriye dönük adımların süratle atılacağı zeminlere ve zihniyetlere ihtiyaç vardır. Anlamsız ve amansız kavgaların bu zamana kadar olduğu gibi, bundan sonra da ülkemize hiçbir faydası dokunmayacaktır. Uzun yılların ve yanlış uygulamaların birikimi olan sorunları çarpıtarak üretilen siyasetlerin sonucu, sorunların derinleşmesinden başka bir şey olmayacaktır. Benzer şekilde, kanun hükmünde kararname tartışmalarına yaklaşım biçimlerinde de ilginç hususlar göze çarpmaktadır. Meselenin soğukkanlı bir şekilde ülke ihtiyaçları ile anayasal gelişme ve geleneklerin ışığında ele alınması gerekir. Çünkü yaklaşım açılarının sınırları bu şekilde belirlendiğinde tartışma ve eleştirilerin bir sonuca ulaşması söz konusu olacaktır. Ortaya çıkan yeni durumun bazı çevreler tarafından amacından saptırılarak kullanılmaya çalışıldığı gözlenmektedir. Her şeye rağmen hukuk devletini ve devlet geleneğini idrak noksanlığı yönünde başları sıkıntıdan kurtulamayanların bu noktaya gelmesi bir açıdan sevindiricidir. Daha gerçekçi ve daha demokratik bir siyaset çizgisinin önemini kavradıklarının görülmesi iyi bir başlangıçtır. Ancak bu tür tartışma ve gelişmelerde gözden uzak tutulmaması gereken bazı önemli noktalar daha vardır. Kanun Hükmünde Kararname gerçeği 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya çıkan anayasal gelişmelerin bir yansımasıdır. Demokratik hukuk devleti geleneği ile ters düşmemekte, bilakis onun yeni ve hızlı sorun çözme araçlarından biri olarak uygulanmaktadır. Ekonomik, teknolojik ve sosyal gelişmelerin kazandığı hız ve boyutlar, kanun hükmünde kararname yöntemini gerekli ve meşru hale getirmiştir. Tabii, bu yöntemin demokratik hukuk devleti normlarının dışına taşmadan kullanılması, buna özen gösterilmesi zorunludur. Ancak bunun kadar önemli olan bir başka nokta daha vardır: Demokratik hukuk devletinin başarısı, kuvvetler ayrılığı kadar, kuvvetler arası işbirliğine de bağlıdır. Kısacası, hukuk devleti, kurallara, o kuralları koyanların, yorumcuların ve uygulayıcıların özen göstermesini gerekli kılar. Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Bütün bunları görmek ve anlamak için artık yeni krizlere, yeni anlamsız tartışmalara ihtiyaç duyulmamalıdır. Son zamanlarda yürütülen tartışma ve karalama kampanyalarını anlamlandırmak için yakın geçmişimize dikkatlice bakmak yeterlidir. Türkiye'nin öncelikli ihtiyacı, kalıcı çözümler ile yeni siyaset anlayışlarıdır. Böyle bir siyaset anlayışının gelişmesi ve yerleşmesidir. Dün olduğu gibi, bugün de, bütün oklarını partimize yöneltenler ise, ancak köhne ve kısır siyasetin temsilcileri olabilir. Bunun için, tarih,bir kavga arenası değil, güzel ve güçlü geleceğe uzanan yolculuğumuzda anlamlı bir rehberimiz olacaktır. Zaten yaşanmış gelişme ve tecrübelerin birikimi olan tarihin temel fonksiyonu da budur. Milliyetçi Hareket Partisi, bugünlere her türlü tuzağı aşıp siyasetin dar patikalarında ilerleyerek gelmiştir. Her adımında da kendi alın teri ve sağduyu sahibi vatandaşlarımızın desteği vardır. Yarınlara da aynı şekilde yürümeye devam edecektir. İnşallah bir ay sonra toplanacak olan büyük kurultayımız da bu yürüyüşte yeni ve anlamlı bir kilometre taşını oluşturacaktır. Yeni çağ için yeni perspektiflerin geliştirildiği, çözümlerin önerildiği büyük bir başlangıç olacaktır. Sözün kısası, lider ülkeye giden yolda, Milliyetçi Hareket'in tek başına iktidarını müjdeleyen bir dönüm noktası olacaktır. Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son veriyor, hepinizi bir kez daha en iyi dileklerimle selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |