Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Muhterem Milletvekilleri, Kıymetli Misafirler, Değerli Basın Mensupları, Bu haftaki Meclis Grup toplantımızın başında sizleri sevgi ve saygılarımla selamlıyor, en iyi dileklerimi sunuyorum. Sizlerle paylaşmayı düşündüğüm konu başlıklarına ve ülke gündemini işgal eden iç ve dış gelişmelere paralel şekilde, idrak etmekte olduğumuz Kutlu Doğum Haftası’nın anlam, önem ve teması hakkında bazı değerlendirmelerde bulunmak istiyorum. Bir kez daha Kutlu Doğum Haftası’na kavuşmanın manevi lezzetini derinlerimizde hissediyor ve yaşıyoruz. Âlemleri rahmet nuruyla şereflendirmiş, insanlığı mübarek tebliğiyle aydınlatmış Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın yeryüzüne teşrifinin miladi 1443. Yıldönümündeyiz. Rabbime sonsuz hamd-ü senalar olsun ki, onun ümmetindeniz, onun izinden yürümenin onuruna layığız. 14-20 Nisan arasında çeşitli etkinliklerle kutlayacağımız Kutlu Doğum Haftası’nın bu yılki teması Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından “Hz. Peygamber Din ve Samimiyet” olarak belirlenmiştir. Bu isabetli tercihin, bu yerinde seçimin ‘samimiyet’ kavramı üzerinde ayrıntılı bir değerlendirme ve tefekküre de fırsat vereceği kanaatindeyim. Zira buna çok ihtiyacımız vardır. Samimiyetle ikiyüzlülük, samimiyetle riyakârlık arasındaki kesin ve keskin çizginin tanıtımına, tasvirine ve anlatımına bu vesileyle değerli katkılar verileceği muhakkaktır. Bizim en büyük talihimiz, en büyük hazinemiz iki cihan serveri Hz. Peygamber’i bilmek, rehber olarak kabullenmektir. Peygamberimiz ahlak kutbudur, insanlık harikasıdır, yaratılmışların en güzelidir. Onun sözlerinde hidayete çağrı vardır. Onun öğütlerinde kurtuluşun reçetesi yazılıdır. Efendimiz kardeşliğin, vefanın, temizliğin, aklın ve sadakatin yeryüzü burcudur. Biz dünyevi karmaşanın, dünyevi çalkantının, fani hayat zorluklarının üstesinden onun tebliğiyle geliyoruz. Biz nefsani arzuların esaretine, gelip geçici tutkuların cazibesine onun kılavuzluğundan güç alarak direniyor, karşı duruyoruz. Şurası açık bir gerçektir ki, Resulullah gönül dünyamızın ışığı, kalplerimizin umut kaynağı, ruh dinginliğimizin teminatıdır. Hz. Nebi; barış elçisi, kardeşlik sözcüsü, dostluk köprüsü, ümit sancağı, muhabbet mihrabı, adalet kutbudur. Onda bezginlik, çaresizlik, atalet yoktur. Onda yılgınlık, yorgunluk, durgunluk yoktur. Onda Allah’tan başka hiçbir şeye, hiçbir güce, hiçbir makam ve mevkie teslimiyet ve boyun eğme hali de görülmemiştir. Aziz Peygamberimiz kalplerdeki mührü sökmüş, vicdanlardaki düğümü çözmüş ve tüm insanlığa kollarını açmıştır. Her davranışında hoşgörü hâkim olmuştur. Her münasebetine cömertlik, fedakârlık, mütevazılık ve alicenaplık yön vermiştir. Mübarek dilinden kırıcı, incitici, dışlayıcı, küçümseyici, aşağılayıcı hiçbir ifade duyulmamıştır. Efendimiz; cehaleti eriten, önyargıları buharlaştıran, peşin hükümleri yakıp kavuran ilim ve irfan sıcaklığıdır. Kutsal daveti birliğe ve kardeşliğe doğrudur. Habeşistanlı bir köleyle Kureyşli bir zengini eşitleyen, eşit gören, üstünlüğün yalnızca takvada olduğunu öğreten yüksek bir fazilet abidesidir. Elbette Hz. Peygamber samimiyet hisarı, samimiyet deryası, samimiyet evreni, samimiyet şaheseridir. Ve o, asırlar öncesinde beşeriyete verdiği mesajda “din, samimiyettir” diyecek kadar samimi olmaya önem ve ayrıcalık atfetmiştir. Tam bir inançla söylemek isterim ki, İslam ahlakının özünde samimiyet vardır. Allah nezdinde samimi olmayan, samimiyeti gözetmeyen hiçbir davranışın, muamelatın geçerliliği ve rızası olmayacaktır. Yüce Kitabımızın vaaz ettiği, emrettiği en temel hususlardan birisi, belki de en mühimi inananların samimi olmasıdır. Samimi olmayan imanın, samimi olmayan itikadın, samimiyeti öteleyen ibadet ve amellerin Allah indinde hiçbir değeri bulunmayacaktır. Samimiyet öyle bir haldir ki, dilin söylediğine kalp şahadet edecek, kalbin benimsediğine dil tercümanlık yapacaktır. Göz gönüle yarenlik edecek, beden ruha mihmandarlık yapacak, nefesimiz damarlarımıza kadar işlediğimiz gayelerle tutarlı olacaktır. Samimiyet öylesine bir lütuftur ki, manevi uçurumları kapatan, kalp körlüklerine şifa olan, duygusal mesafeleri kısaltan ve sağlam bağlarla bizi birbirimize bağlayan Muhammedi ahlakın ta kendisidir. Bugün gerek insanlığın, gerekse de İslam toplumların en ciddi sorunu, en önemli açmazı samimiyet konusundaki perişanlıklarıdır. Yüce dinimizin hakkıyla anlaşılmaması, Efendimizin layıkıyla içselleştirilmemesi devlet ve toplum hayatını meflûç hale getirmekte, bunalıma itmektedir. Samimiyetteki kapatılamaz eksiklikler, tamir edilemez noksanlıklar veya bu çerçevedeki kasıtlı tutumlar hem dinimize, hem de Hz. Peygamber’in muhterem hatıra ve emanetlerine saygısızlığa yol açmaktadır. Samimiyet; davranışla söz arasındaki uyumun, niyetle beyan arasındaki tutarlılığın hayata yansımış ve sirayet etmiş şeklidir. Geceyle gündüz gibi karakter ve şahsiyeti farklı farklı olanlardan samimiyet beklemek elbette nafile bir gayrettir. Eylemleriyle, eğilim ve emelleri çelişki yumağının akıntısına kapılmışların samimi olmasını beklemek zaman kaybı, emek israfıdır. Samimiyet ihlasa açılan kapıdır. Samimiyet, değil mana âleminin; bunun haricindeki her alana, her mahlûkata, her zemine, her ilişki ağına tesir eden, istikamet çizen, çizmesi gereken bir ahlak normudur. Münafıkta samimiyet olmaz. Yalancıda samimiyet görülmez. Riyakârda, aldatanda, şarlatanda, haram yiyende, yeminlerini çiğneyende samimiyetin tortusuna, tozuna, tanesine rastlanmaz. Samimi insan gönül ehlidir. Samimi insan kuldan utanan, Allah’tan korkan, kötülükten, kötü niyetten, şerden, beladan sakınan, rahman ve rahim olan Allah’a sığınandır. Samimi insan inanmadan uymayı, benimsemeden yaşamayı, payı olmadan almayı, ter akıtmadan kazanmayı günah sayan, vebal gören ve reddeden bir değerin tarafıdır. İslam toplumlarının geri kalmışlığı samimiyetteki tükenmede gizlidir. İslam adına sergilenen şiddetin, gerçekleştirilen cinayet ve saldırıların sutre gerisinde tahammülsüzlükten beslenen samimiyetsizlik olduğu besbellidir. Üzülerek görüyor ve izliyoruz ki, merhamet dini olan İslam, içine sızmış ya da bir vasıtayla yerleştirilmiş düşmanca tavırların dayatmasıyla rotasından, ana güzergâhından, dahası Efendimizin kutlu tebliğinden döndürülmek ve savrulmak istenmektedir. Bu hepimiz için en yakın ve en açık tehdittir. Yer altı ve yer üstü zenginliklerine rağmen, Türkiye başta olmak üzere, İslam ülkelerinde paylaşım sorunları hala çözülmemiştir. Kaynakların adil dağıtımı, toplumsal ahenk ve barış filizlenmemiş, kök tutmamıştır. Petrol varlıklarının üzerine kapaklanan küçük bir azınlık, değişik sıfat ve unvanları kullanarak milyarlarca nüfuslu İslam alemindeki sefaleti, yoksulluğu ve yoksunluğu daha da derinleştirmiştir. Medine’deki bir fukara, Mekke’deki bir yetim, Dubai’deki bir kimsesiz çöp kutularında yiyecek arama telaşındayken, akıl almaz servetlere hükmeden kaymak tabaka alışverişini Paris’te, Newyork’ta, Londra’da, Berlin’de adeta para saçarak yapmaktadır. Lüks bir mağazadan alınan bir ayakkabının, bir çantanın, bir kıyafetin bedeli düşkün bir ailenin hayatı boyunca çalışsa da elde edemeyeceği kadar astronomik rakama denktir. Ortadoğu ve Arap dünyasındaki krallar, sultanlar, emirler, prensler, prensesler petro-dolarlarla har vurup harman savururken; açlık çeken, kurumuş bir dilim ekmeğe muhtaç milyonları hatırlarına bile getirmemektedir. Bu çevrelerin tepkisizlikleri bununla sınırlı değildir. Mısır’ın Minye şehrinde 529 kişi hakkında idam cezası verilirken İslam toplumlarını ölüm sessizliği sarmıştır. Suriye’de, Irak’ta, Afganistan’da, Pakistan’da, Filistin’de, Bosna’da, Ruan’da olmaya ramak kalmış Orta Afrika Cumhuriyeti’nde, Budist çetelerin elinde kıvranan Myanmar’de oluk oluk Müslüman kanı akıtılırken suya sabuna dokunan hiçbir itiraz duyulmamıştır. Kırım ve Doğu Türkistan feryat ederken kimseden tepki gelmemiştir. İslamiyet üzerindeki kara bulutları dağıtmak, emperyalizmin işgal ve mütecaviz saldırganlığına kafa tutmak ve can havliyle mücadele etmek hiçbir meşhur ve hatırlı ismin aklından geçmemiştir. İslam coğrafyasındaki etnik ve mezhep temelli bölünmelere ve kutuplaşmalara savaş açan, din dairesinden karşı çıkarak samimiyeti, birliği ve kardeşliği teşvik eden etkili ulema temsilcileri çıt çıkarmamıştır. Rüşvet ve yolsuzluk devlet ve toplum hayatını çürütürken alimim, ilim sahibiyim diye ahkam kesen, hocayım, hacıyım, keramet ehliyim diye mangalda kül bırakmayan malum kişilerden hiçbir omurgalı ses işitilmemiştir. Aksine bilhassa ülkemizde rüşveti ve hırsızlığı meşrulaştırmaya kadar işi götüren, yozlaşmaya kılıf uyduran sahte fetvacılara bile tesadüf edilmiştir. Açıktır ki, bu adaletsizlik, bu samimiyetsizlik, bu kötürüm manzara İslamiyet’in ruhuna, anlamına ve mesajlarına tamamen aykırıdır. Kul hakkına riayet etmeyen, beytülmala saygı duymayan elit bir zümrenin dini ağzına alması, Efendimizi diline dolaması sadece istismar, sadece samimiyetsizliğin üzerini örtme kurnazlığıdır. Bunlara da aklı başında hiç kimsenin inanması beklenmemelidir. Gönlünü yıkayıp arıtmadan, manevi temizliğe önem vermeden, başkalarının hak ve hukukuna hürmet göstermeden ha bire abdest alıp namaza durmak Allah’la kandıranların, Allah’ın emir ve yasaklarını taammüden çiğneyen günahkârların en kestirme sığınağıdır. Maalesef ki, İslam toplumları karanlığa yenik düşmüştür. Efendimizin doğumundan yaklaşık 14 asır sonra yeni bir cahiliye devri zincirlerinden boşanmış, egemenlik kurmuştur. İslam’ın evrensel çağrısını bilinçli şekilde yanlış yorumlayan, zalim ve zorba hesaplarına alet etme ahlaksızlığına tevessül eden kim ya da kimler varsa sapkınlığın ve müşrikliğin tuzağına düşmüştür. Bunlar iki cihanda da kaybedenlerdir. Efendimizin samimiyetini örnek almadıktan, ahlakıyla ahlaklanmadıktan sonra bugünkü buhran döngüsünden çıkış olmayacağı iyi bilinmelidir. Görünüşte Müslüman, gerçekte münafık; lafta mümin gerçekte müptezel ve bohem bir hayatın faili olanlar ufkumuzdan ve gündemimizden çekilmedikten sonra Türk ve İslam alemine rahat yüzü yoktur. Küfürle, şirkle, batılla mücadele etme sorumluluğumuz olduğu kadar samimiyetsiz muhterislerle de mücadelemiz aynı heves, aynı kararlılıkla sürmelidir. Efendimizin hak davası, samimiyet ve saadet izharı ancak bu sayede geleceğe taşınacak, ancak bu şekilde müsterih olmuş vicdanlar eliyle itibarını koruyacaktır. Şüphesiz ki din Allah’ındır ve Yüce Rabbimiz her şeyi çok iyi şekilde bilmekte ve görmektedir. Diyorum ki, Cenab-ı Hak bizi samimiyetten uzaklaştırmasın, ihlaslı olmayı, muhsin bir şekilde yaşamayı cümlemize nasip etsin. Efendimizin şefaati aziz milletimin ve sizlerin üzerine olsun.
Değerli Milletvekilleri, Samimiyetsiz yönetimler, samimiyetsiz yöneticiler dünden bugüne Türkiye’nin en önemli sıkıntısı ve sorunudur. Son 12 yıldır, Başbakan ve hükümetinin samimiyet konusundaki açık ve yumuşak karnı herkesin gördüğü çıplak gerçekler arasındadır. Başbakan Erdoğan’ın samimiyet ehliyetini kaybetmesi iktidarını aldatma ve kandırma üzerine bina etmesine çanak tutmuştur. Hâlbuki aşağı yukarı her konuşmasında ‘aldatan ve aldanan olmadık’ diyen Başbakan’dır. Başbakan’ın yalanları, çifte standartlı politikaları, birbirini doğrulamayan, birbirini tamamlamayan fos çıkan açıklamaları neredeyse ansiklopedilere sığmayacak kadar fazla ve kabarıktır. Başbakan Erdoğan, kişiliğinin alameti farikası olan ve zihninin koordinatlarını çizen bu özelliklerini ya unutmuş ya da unutturmak için tezgahladığı yeni bir oyunun aktörlüğüne soyunmuştur. Bunları şunun için söylüyorum: Diyanet İşleri Başkanlığı, İstanbul Bakırköy Sinan Erdem Spor Salonu’nda Kutlu Doğum Haftası münasebetiyle bir program düzenlemiştir. Başbakan bu programa katılarak bir konuşma yapmıştır. Ve kendisi samimiyet hakkında, duyunca kulaklarımıza inanamadığımız, hadi oradan diyerek hayretler içinde kaldığımız bazı değerlendirmelerde bulunmuştur. Başbakan Erdoğan en sonunda samimiyeti de çarpıtmış, istismarcı siyasetinde öğütmeye kalkışmıştır. Başbakan’ı tanımasak, bilmesek, niyetlerine yabancı olsak; inanınız “samimiyet”le ilgili sözlerinden dolayı kendisini kutlar, takdir ederdik. Derdik ki, bir Başbakan’a yakışan da samimi olmak ve samimiyetin yanında durmaktır. Fakat Başbakan Erdoğan yine baltayı taşa vurmuş, yine yaş tahtaya basmış, yine aldatanların hanesine ismini fosforlu kırmızı kalemle yazdırmıştır. Başbakan diyor ki, “samimiyet kalp ile yani gönül ile tüm bedeninin uyumudur, muhabbetidir, birbiriyle sohbetidir.” Yine diyor ki, “siyaset eğer kalptekiyle dildekini samimiyet köprüsüyle birbirine bağlayabiliyorsa, hakka ve halka hizmettir. Adalet, eğer vicdan ile hak arasındaki samimiyet köprüsünü tesis edebiliyorsa adalettir.” Bugüne kadar sayısız kez Başbakan’ın kalbi başka yöne bakmış, dili başka şeylerden bahsetmiştir. Defalarca samimiyet köprüsünü dinamitleyen kendisi olmuştur. Ciltler dolusu misal verebiliriz ki, gönül diliyle beden dili arasındaki bağ, değil kopmak un ufak hale gelmiştir. Kısaca ifade edebiliriz ki, Başbakan; samimiyeti iktidar koltuğuna değişmiş, menfaat karşılığında defnetmiştir. Bunlar acı da olsa gerçektir. Ve Başbakan samimiyetten sınıfta kalmış, bu kapsamda kaydı çoktan silinerek tasdiknameyi almıştır. Şimdi herkes elini vicdanına koyup şu sorgulamalarımızın cevabını vakit ayırıp düşünmelidir: 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde gün yüzüne çıkan yakın zamanların en büyük “Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması”nı darbeyle ilişkilendirmek, komployla tarif etmek samimiyetsizlik değil midir? Bilal’in küpünü doldurup, Burak’ın gemi filosunu güçlendirip, hanedan vakıflarına menfaat karşılığı yüzlerce milyon dolar bağış alırken; cebinde çay parası dahi olmayan bu vatanın masum evlatlarına sırt dönmek ve haklarını gasp etmek samimiyetsizlik değil midir? Şarlatan İran’lıyı hayırsever diye tarif edip hapishane kapılarını açtıktan sonra, bu şahsın alçakça, yüzsüzce, pişkince hakkında isabetli tespitlerde bulunmuş kim varsa dava açmasını cesaretlendirmek samimiyetsizlik değil midir? Ayakkabı kutusunda 4,5 milyon dolar haram para saklayan malum banka genel müdürünü cezaevinden çıkarıp gözümüzün içine baka baka Ziraat Bankası’na yönetim kurulu üyesi yapmak samimiyetsizlik değil midir? “Ne istediler de vermedik, her taleplerini karşıladık” dediklerine; işler sarpa sarınca örgüt, çıkar şebekesi, yabancıların oyuncağı, hain, casus demek samimiyetsizlik değil midir? Gezi Parkı hadiselerinde polislerin destan yazdığını söyledikten bir müddet sonra, emniyeti Cibali Karakolu’na çevirmek, paralel örgüt bahanesiyle polislerle ilgili cadı avı başlatmak samimiyetsizlik değil midir? Mısırlı 17 yaşındaki Esma’ya ağlayıp 15 yaşında 16 kiloya düşerek vefat eden Berkin’e ve annesine meydanlarda yüklenmek samimiyetsizlik ve merhametsizlik değil midir? Yüzbinlerce Suriyeli sığınmacıyı Türkiye’nin her yerine kontrolsüz şekilde dağıttıktan sonra, 35 Uygur Türkü’ne koskoca Türk vatanında yer bulamayıp günlerce Atatürk Havalimanında esir hayatına mahkum etmek samimiyetsizlik, vefasızlık, kadir kıymet bilmezlik değil midir? Küresel cinayet projelerinde eşbaşkanlığı heyecanla kabullenip, Müslüman katillerine kahredici şekilde suskun kalmak, Gazze’yi sahiplenirken Kerkük’ü, Musul’u, Tuzhurmatu’yu, Kaşgar’ı ve Türk yurtlarını ağzına dahi almamak, buralardaki seri cinayetlere tepkisiz kalmak samimiyetsizlik değil midir? Bu vesileyle birkaç gün evvel, Kerkük’e bağlı Dibs ilçesinde bir kontrol noktasına bomba yüklü araçla düzenlenen intihar saldırısında hayatlarını kaybeden 7 kardeşimize Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralanan 11 kardeşimize de şifa diliyorum. Elbette bu sual listesini sayfalar dolusu uzatabilir, genişletebiliriz. Bize göre Başbakan samimiyetsiz ve şaibeli bir kişiliktir. Bu zihniyet aklında iyi tutsun ki; samimiyetin dışlandığı, kalple dil arasındaki rabıtanın ve bağlantının koptuğu her an Hakk’tan uzaklaşılacak, halka yabancılaşacak ve haramzadeliğe biraz daha yaklaşılacaktır. Başbakan tercihini yapmış, yolunu çizmiş, tarafını belli etmiştir. Samimiyet Başbakan’dan elini eteğini çekmiş, onu samimiyetsizliğin çölünde bedevi mantığıyla terk etmiştir. Değerli Milletvekilleri, Başbakan ve hükümeti 17 Aralık’tan beri yargıyla kavga etmektedir. Rüşvet ve yolsuzluktan suçüstü yakalanan Başbakan, savcıları sindirmek, hâkimleri etkisiz kılmak için iktidar yetkisini aşmış, fütursuzca ve telaşla hukuk katliamı yapmıştır. Başbakan adalete düşman kesilmiş, görevini yasal zemine bağlı kalarak yapan savcı ve hakimlerin imhasına çabalamıştır. Kanunsuzluklarla mücadele eden, hortumcuların, zevki ve kesesi için hazine yağmalayanların tepesine binen kim varsa paralel örgüt kategorisine sokmuş, darbeci diye yaftalamış ve en ağır şekilde hakaret etmiştir. Başbakan, oğlunu, damadını, yakınlarını, bakanlarını, bürokratlarını ve oluşturulan para havuzlarına yüzde veren yandaş işadamlarını adaletten kaçırmak için millet iradesini keyfince çarpıtmıştır. Nitekim Başbakan milli iradeyi çalmış ve çarçur etmiştir. Kılavuzu karga olanların imdadına Başbakan yetişmiştir. Başbakan hukuku karantinaya almış, adaleti nefessiz bırakmış, kendisinden ilham alan rüşvetçileri, hırsızları, dolandırıcıları ve şarlatanları güvenceye bağlamıştır. Bunun için ilk etapta Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu hakkında alelacele yasal düzenlemeye gidilmiştir. 15 Şubat 2014 tarihinde Meclis Genel Kurulu’nda kabul edilen, “Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” yoluyla Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Kanununda radikal değişiklikler yapılmıştır. Bu kapsamda yapılan düzenlemeler 27 Şubat 2014 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Takip eden zaman zarfında Anamuhalafet Partisi sahip olduğu imkan doğrultusunda hareket ederek HSYK Kanununda yapılan 42 maddelik değişikliğin yürürlüğünün durdurulması talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne müracaat etmiştir. Yüksek Mahkeme 10 Nisan 2014 tarihinde kararını vermiş, karar metni 13 Nisan 2014 tarihinde Resmi Gazete’de açıklanmıştır. Buna göre HSYK Kanununda yapılan değişikliklerin 29 maddelik kısmı reddedilmiş, 13 madde, kelime ve ifade Anayasaya aykırı görülerek iptal edilmiştir. Özetle söylemek gerekirse, Anayasa Mahkemesi HSYK’nın Adalet Bakanlığı’na bağlanmasını engellemiş, Bakanın benzerlerine üçüncü dünya ülkelerinde rastlanacak yetkilerini tırpanlamıştır. Anayasa Mahkemesi, AKP hükümetinin HSYK’yı sinsi emellerine tam manasıyla alet etme çabasının önüne geçmiştir. Bu, isabetli bir karar, millet vicdanını rahatlatan bir sonuçtur. Kısaca söylemek gerekirse; √ Adalet Bakanı’nın Teftiş Kurulu Başkanı ve yardımcılarını atama yetkisi, √ Adalet Bakanı’nın HSYK üyelerinin hangi kurullarda, hangi görevleri yapacaklarını belirleme yetkisi, √ Teftiş Kurulu Başkanı’nın Bakana karşı sorumlu olması, √ Adalet Bakanı’nın üye tam sayısının salt çoğunluğunu bulması halinde HSYK Genel Kurulu’nu toplama yetkisi, √ Adalet Bakanı’nın kurul üyeleri hakkında soruşturma açma yetkisi, √ Adalet Bakanı’nın kurul üyeleri hakkında dava açılmasına karar verme yetkisi, √ HSYK’da görev yapan daire başkanlarının seçimini, tetkik hakimlerin, kurul müfettişlerinin atanmasını düzenleyen hükümler iptal edilmiştir. HSYK Kanunuyla birlikte, kurul bünyesinde çalışan personelin tümüyle tasfiyesi sağlanmıştı. Yüksek Mahkeme bu haksız ve usulsüz uygulamayı da iptal ederek adaleti bir nebzede olsa tamir etmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi kararlarının geçmişe yürümeyeceği bilinen bir husustur. Bu itibarla, HSYK’da toptan tasfiye edilen kurum çalışanıyla ilgili herhangi bir hukuki tedbirin, mağduriyetleri giderici bir tasarrufun alınması şu haliyle mümkün görülmemektedir. AKP hükümeti Anayasa’ya aykırılığı başından itibaren ortada olan HSYK Kanununda ısrar etmiş ve söz konusu kanun TBMM’de kabul edilir edilmez geniş çaplı atama furyasına girişmiştir. Başbakan ve Adalet Bakanı yangından mal kaçırırcasına yasa nedeniyle boşalan HSYK kadrolarını hemen, gecikmeksizin yandaşlarla doldurmuştur. Bu haliyle bakacak olursak Anayasa Mahkemesi’nin kararı HSYK’nın şu anki tablosuna eski personelin hak ve hukuku açısından bir sonuç doğurmayacaktır. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin kararları geçmişe yürümese de, ahlaki ilkelerin ve devlet terbiyesinin de aynı şekilde olacağını kimse iddia edemeyecektir. Anayasa’ya aykırılığı gün gibi açık olan düzenlemeden mağdur olanların, görevden el çektirilen personellerin tekrar eski görevlerine iadeleri hukuki bir zorunluluk değilse de, ahlaki bir yükümlülüktür. Elbette Anayasa Mahkemesi bir bakıma iş işten geçtikten sonra kararını vermiş, kadroları eline alan Adalet Bakanı heyecan ve hevesle Başbakan’ından icazeti alarak yarma harekâtını ve son vuruşu gerçekleştirmiştir. Ancak henüz idari yargı yolu denenmemiş veya tüketilmemiştir. Bir yönüyle HSYK Kanunuyla ilgili gelişmeler tehlikeli bir yolu da açmıştır. İktidar, Anayasa’ya aykırı olduğunu bildiği başka konularda da Meclisteki sayısal çoğunluğuna güvenerek değişiklik yapar ve arkasından Yüksek Mahkeme’nin kararını beklemeden idari tasarruflarını yerine getirirse çok vahim başka sonuçlarla karşılaşmamız mukadderdir. O zaman Anayasa denetimi fiilen askıya alınacak, işlevsiz kalacaktır. Son gelişmeler önümüzdeki muhtemel yasal düzenlemelere kötü bir emsaldir. Bu nedenle Başbakan ve partisinin fırsatçılığı bırakıp, ganimet soygunculuğundan vazgeçip, Anayasa ve yasaların arkasından dolaşma sinsiliğinden uzak durması edepli olmanın bir gereğidir.
Değerli Milletvekilleri, Başbakan’ın Anayasa Mahkemesi’ni eleştiri yağmuruna tutması bize göre ikircikli ve tutarsız bir tavrın dışa vurumudur. Başbakan özellikle Yüksek Mahkeme’nin Twitter ve HSYK Kanununda ki düzenlemelerinden sonra eleştiri dozajını artırmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına saygı duymadığını ve milli bulmadığını belirli aralıklarla ifade etmiştir. Başbakan Anayasa Mahkemesi’ni, uluslararası şirketlerin çıkarlarını milli çıkardan üstün tutmakla suçlamıştır. 12 Eylül Referandumuyla getirilen Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının doğru kullanılmadığını ve doğru yorumlanmadığını söyleyerek Mahkemeyi tarihin affetmeyeceğini iddia etmiştir. Başbakan işine gelmeyince, villarındaki hesabı çarşıya uymayınca bu defa da Anayasa Mahkemesi’ni taşlamaya başlamıştır. Meğerse bu ülkede milli çıkarları düşünen Recep Tayyip Erdoğan’dan başkası kalmamıştır. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği makul ve mantıklı kararlar Başbakan’ca terslenince, AKP’nin pusuda bekleyen tetikçileri hemen devreye girmişler ve tenkitleri yoğunlaştırmışlardır. Manidar bulandan saygı duymayana, yasa hatırlatması yapandan Yüksek Mahkemeyi tamamen kaldıralım gitsin diyene kadar önüne gelen AKP’li yönetici veya milletvekili ağız dolusu eleştiride bulunmuştur. Anlaşılan Başbakan ve karanlık adamlarının yeni hedefinde Anayasa Mahkemesi ve Başkanı vardır. Düşünmeden edemiyoruz, acaba Anayasa Mahkemesi’ne saldırmanın Cumhurbaşkanlığı seçim süreciyle bir alakası var mıdır? Başbakan Erdoğan kiminle bozuşursa hemen karalamaya, hemen çamur atmaya yeltenmektedir. Kırk beş yıllık arkadaşının, AKP hükümetleri içerisinde gelmiş geçmiş en başarılı, en şahsiyetli bakanının ismini Ünye Otobüs Terminali’nden sildirmesi, yine partisinde milletvekilliği yapan eski bir milli futbolcunun ismini İstanbul’daki bazı stadyumlardan kazıtması başka türlü nasıl izah edilecektir? Bu Başbakan, TC’ye nefret duyduğu için tabelalardan söktürmüş, Türklüğe alerji duyduğu için Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü dağdan taştan sildirmiştir. Bize göre, Başbakan Erdoğan’ın Anayasa Mahkemesi kararlarını milli bulmaması tartışılması gereken bir konudur. Sormak lazımdır ki, Başbakan millilikten ne anlamaktadır? Milli olmayı ve milli tavrı kim kaybetmiştir de Başbakan bulmuştur? Millilik konusunda kendini yetiştirebilmek amacıyla kitaplar yutsa, yaptıklarından dolayı tövbeler etse, hayatı boyunca özel dersler alsa Başbakan’dan milli bir şahsiyet çıkmaz, bu dikiş devasa yamayı kapatmaz, millilik bu isme kesinlikle yakışmaz. Başbakan’ın Anayasa Mahkemesiyle ilgili geçmişteki sözleri bugün kendisini yalanlamakta, ters köşeye yatırmaktadır. Başbakan bu konuda da dip yapmış, burada da yere çakılmıştır. Değerli arkadaşlarım lütfen dikkat ediniz; Başbakan 20 Temmuz 2010 tarihli Meclis Grup Toplantısında şöyle konuşmuştur: “Avrupa standartlarında bir Anayasa Mahkemesi, uluslararası standartlarda bir hukuk sistemi için bütün milletim gür bir sesle evet diyecektir, ben buna inanıyorum.” Başbakan’ın 6 Ağustos 2010 tarihindeki Eskişehir Mitinginde sarfettiği şu sözleri hala hafızalardadır: “Anayasa Mahkemesi aynı şekilde modern bir yapıya kavuşuyor. Gelişmiş ülkelerde Almanya, Fransa, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri yapı buralarda neyse benzeri bir yapıyı da biz artık Türkiye'de kuruyoruz.” Anayasa Mahkemesi’nin 13 Nisan 2011 tarihindeki 49. Kuruluş Yıldönümünde Başbakan aynısıyla, tıpkısıyla şöyle demiştir: “İnanıyorum ki yapılan değişiklerle birlikte Anayasa Mahkemesi, çok daha itibarlı konum elde etmiş, evrensel ölçütlere her zamankinden daha da yaklaşmıştır.” Yüksek Mahkeme’nin 25 Nisan 2012 tarihinde kutlanan 50. Kuruluş Yılında Başbakan şunları kaydetmiştir: “12 Eylül 2010 tarihinde milletimizin takdirine sunduğumuz, milletimiz tarafından da büyük bir çoğunlukla kabul edilen Anayasa değişikliği, esasen Anayasa Mahkemesi'ne, demokrasiyi ve özgürlükleri güçlendirecek bir yapı kazandırmıştır.” Ey samimiyet sınavından sıfırın altına düşmüş Sayın Erdoğan, biz senin hangi sözüne inanalım, hangi sözüne itibar edelim, hangi sözünü ciddiye alalım? Anayasa Mahkemesi’yle gurur duyan, iftihar eden beyanına mı, yoksa azarlayan, hakir gören, yok sayan üslubuna mı bakalım? Sayın Başbakan, Twitterden korktuğun kadar, Youtube’den çekindiğin, Facebook’tan titrediğin kadar hakka, hukuka uysaydın bu denli rezil olmaz, bu denli kendini inkar etmez, samimiyetsizliğin gayri meşru sözlüğünde bu denli ustalaşmazdın. Atalarımız boşuna söylememiş, kendi düşen ağlamaz, el atına binen tez iner, yalancının mumu da yatsıya kadar yanar. Muhterem Arkadaşlarım, Parti olarak, “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununda Yapılması Planlanan Bazı Değişikliklerle” ilgili kanaatimizi yazılı basın açıklamasıyla 21 Şubat 2014 tarihinde milletimizle paylaşmıştık. Görüyoruz ki, AKP hükümeti, 30 Mart Mahalli İdareler Seçimlerinin arkasına bıraktığı MİT Yasası kapsamında yapacağı değişiklikler için harekete geçmiştir. Şu an MİT’e olağanüstü yetkiler veren kanun teklifi Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmektedir. Bu teklif tepeden tırnağa mahsurludur. Başbakan Türkiye’yi kuracağı MİT rejimiyle baştan ayağa kontrol edecek, dinleyecek, herkesi fişleyecektir. 1970’li yılların Ziverbey ve Erenköy Köşkü’nü aratmayacak mekânların yeniden ihdas ve inşası çok yakındır. Başbakan ülkemizi adım adım istihbarat devletine sürüklemektedir. Kendisini korumak ve bugüne kadar MİT eliyle işlenmiş suçları temizleyerek emniyete almak amacıyla tedbir geliştirmektedir. Başbakan gerçek manada, Oslo’dan İmralı’ya, sınırlarımızdaki terör gruplarına yardımdan milli hedeflerimizin aleyhine olan dış politika tercihlerine kadar tüm yasa dışı, ahlak dışı, meşruiyet dışı ilişkileri maskelemek için MİT Kanunundaki muhtemel düzenlemeleri fırsat görmektedir. Kanun teklifinde, Ceza Muhakemeleri Kanundaki hazırlık soruşturmalarının gizliliği ilkesinin MİT’e karşı uygulanmayacağı yer almıştır. Ve teklifin tüm sakıncalarının yanında MİT’e terör örgütleriyle görüşme ve temas kurma yetkisi verilecektir. Yani PKK’yla ve İmralı canisiyle yapılan pazarlıklar yasal güvenceye kavuşturulacaktır. Teklif yasalaşırsa İmralı canisinin en temel dayatmalarından birisi de onaylanmış olacaktır. İhanet görüşmelerinin Meclis eliyle yasal zemine çekilmesi Türkiye Cumhuriyeti’ne, milletin beka ve güvenliğine karşı acımasız bir saldırı ve husumettir. Bunu sıradan görmek, hafife almak mümkün değildir. Şimdi de MİT’in Meclis eliyle denetimi tartışılmaktadır. Merak ediyoruz, MİT’le ilgili kaygı ve arayışın gayesi nedir? Olası bir denetim ne şekilde olacaktır? İstihbarat teşkilatına yönelik TBMM’de bir denetim komisyonu kurulması nasıl bir ihtiyacın, hangi maksadın ürünüdür? Misal olarak, Emniyet Genel Müdürlüğü, Hazine Müsteşarlığı, Merkez Bankası için değil de MİT adına Meclis’te özel bir denetim komisyonu neden planlanmaktadır? Milli iradenin tecelligahı olan Gazi Meclisimiz her türlü kamu kurum ve kuruluşunu denetleme hakkına zaten sahip olup bu konudaki imkan ve araçları Anayasa ve İçtüzük’te bellidir. Bir yanda MİT Kanununda yapılması düşünülen değişiklerle MİT’e ve mensuplarına hukuki dokunulmazlık getirilirken, diğer yanda bu kurumu Meclis denetimine açma hazırlıkları çelişkiden başka bir şey değildir. Burada Başbakan ve hükümetinin izah etmesi gereken bir çok boşluk ve soru işareti vardır. Ve muamma tam anlamıyla netleşmeden TBMM’de MİT’e özel denetim komisyonu kurulma çalışma ve niyetini gizli kapaklı işlere kamuflaj giydirme teşebbüsü olarak yorumlayacağımızı bu vesileyle bildirmek isterim.
Değerli Milletvekilleri, Bugünkü konuşmama son vermeden önce iki konuya daha kısaca değinmek istiyorum. Bunlardan birincisi, ABD’li araştırmacı bir gazetecinin Türkiye hakkındaki kabul edilemez iddialarıdır. Bu gazeteci, hükümetin, ABD’yi Suriye’de savaşa sokmak ve Esad’ın devrilmesini hızlandırmak için bir operasyon tasarladığını, üstelik El Nusra terör örgütüne kimyasal silah sağladığını yazmıştır. Muhaliflerin de ellerine geçen kimyasal silah kanalıyla geçtiğimiz yılın 21 Ağustos’unda Suriye’nin Guta şehrinde katliam yaptığını, bunun altında Türkiye’nin olduğunu hayasızca gündeme getirmiştir. Biz AKP’ye elbette muhalifiz, elbette demokratik itirazlarımızı hiç yüksünmeden, kaçınmadan, gevşemeden yaparız, yapıyoruz. Ancak hiçbir şekilde, hükümetin, komşu bir ülkede binlerce masum sivilin öldürülmesi caniliğine kimyasal silahlarla ön ayak olduğuna, teşvik ettiğine, ortam sağladığına, destek verdiğine inanmayız, inanamayız. Türk devlet geleneğinde böyle bir alçaklık olmamış ve olmayacaktır. Türk tarihinde masumlara ölüm saçmak, terör ihracı yapmak, yapanlara kol kanat germek şimdiye kadar görülmemiştir. Bu nedenle ülkemiz aleyhine sürdürülen karalama kampanyasına hükümet süratle engel olmalı, eldeki bilgi ve belgelerle Guta’daki iğrenç soykırımda en ufak parmağının olmadığını delilleriyle kanıtlamalıdır. Aksi taktirde bu kirli oyunun taraftarları içimizden devşirilen taşeronlar yardımıyla gün geçtikçe mevzi elde edecek ve Türkiye’ye uluslararası camiada kuşkuyla bakılacaktır. Bir diğer konuda, sözde Ermeni soykırım iddiasının tekrar önümüze getirilme densizliğidir. ABD Senatosu Dış İlişkiler Komitesi 11 Nisan 2014 tarihinde sözde Ermeni soykırım karar tasarısını kabul etmiştir. Bu tasarının Senato’ya gelme ihtimali hemen hemen imkânsız da, bu minvaldeki teşebbüsün cüretkarlığı dikkat çekicidir. Hatırlarsanız, benzer bir karar 2010 yılının Mart ayında Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komisyonunda da benimsenmiştir. Her Nisan ayı geldiğinde Ermeni diasporanın kuklaları anında siyaset podyumuna çıkmakta ve soykırım ezberiyle gösteriş yapmaktadır. Sözde soykırım kozunu tehdit ve gözdağı olarak kullanan çevreler artık bayatlamış ve miadı dolmuş bu oyundan vazgeçmelidir. Türk milletini soykırımla yan yana koyma utanmazlığı devri geçmiş, son kullanım tarihi dolmuş taviz koparma enstrümanıdır. ABD, 24 Nisan’da, 1915 tarihli Ermeni tehcirine ister soykırım desin, isterse de demesin, bizim açımızdan hiçbir meşruiyet ve ehemmiyeti yoktur. Bu ülkenin siyasetçileri, Türkiye’ye ister tümden soykırımcı suçlamasını yöneltsin, isterse de “Hepimiz Ermeniyiz” diyenlere yeşil kart dağıtarak kucak açsın. Bize göre bunların hepsi fasa fiso ve teneke gürültüsüdür. Bundan böyle canları ne istiyorsa, keyifleri neyi gerektiriyorsa öyle yapmazlarsa hepsinde gönlümüz kalacaktır. Türk milletini soykırımcı olarak görenler, şayet tutarlıysa, şayet insan hak ve şerefine saygı duyuyorlarsa yüzlerce yılda Amerika kıtasında katledilen milyonlarca insanın, Irak’ta, Afganistan’da yok edilen din kardeşlerimizin günahını çıkarsınlar, sonra da yüzleri kaldıysa gelip bize laf yetiştirsinler. Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum. Sağ olun, var olun. |