Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Muhterem Milletvekilleri, Kıymetli Misafirler, Değerli Basın Mensupları, Konuşmamın başında sizleri sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Çalkantılı ve can sıkıcı olaylarla dolu bir haftayı geride bıraktık. Her zaman ki gibi yorucu ve yıpratıcı gelişmeler yaşadık. Bize göre, Türkiye’nin önünde daha riskli, daha gerilimli, daha bunaltıcı bir gündem vardır ve bu adım adım yaklaşmaktadır. Bunlardan birisi olan 1 Mayıs kutlamaları bu hafta yapılacaktır. Türkiye günlerdir 1 Mayıs’ı konuşmaktadır. Ve 1 Mayıs’ın nerede, nasıl, hangi sınırlarda kutlanacağı taraflar arasında hararetli bir biçimde tartışılmaktadır. Hatırlanacağı gibi, TBMM’de yapılan bir kanun değişikliğiyle 1 Mayıs, “Emek ve Dayanışma Günü” olarak belirlenmiş, bu düzenleme 27 Nisan 2009 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. 124 yıllık bir mazisi bulunan 1 Mayıs kutlamaları böylelikle ülkemizde de özel gün olarak resmen kabul ve ilan edilmiştir. Fakat her 1 Mayıs sancılı geçmektedir. Emek’ten, işçi haklarından, işçilerin yaşadığı problemlerden ve dayanışmanın öneminden başka her şey gündeme yansımakta, öne çıkmaktadır. Şu çelişkiye dikkat ediniz ki, 1 Mayıs kutlamalarının yapılacağı alan tartışması işçi kardeşlerimizin beklentilerinin, hak taleplerinin üzerindedir. Bilhassa Taksim’de diretenlerle karşı çıkanların iki ayrı uçta toplanarak cepheleşmelere yol açması ülkemiz adına talihsizliktir. Çalışma hayatının ağırlaşmış bunca sıkıntı ve açmazı varken, kutlamaların nerede yapılacağıyla ilgili mücadeleye girmek, Taksim’i sanki vazgeçilmez kutsal bir alan olarak sunmak ne emeğin ne de dayanışmanın ruhuyla bağdaşacaktır. 1 Mayıs’ın magazinleştirilip Taksim’le özdeşleştirilmesi, Taksim’e hapsedilmesi, Taksim’e bağlanması işçi kardeşlerimizin ve iş hayatının hiçbir yarasına merhem olmayacaktır. Kaldı ki 1 Mayıs, Taksim Günü değildir. Geçmişte yaşanan ve provokatörlerin sahneye çıkarak dehşet ve vahşet saçtığı 1 Mayıs olayları toplumsal hafızada hala kanayan bir yaradır. Biz 1 Mayıs denilince dayanışmayı, yardımlaşmayı, birliği, ahlaki mücadeleyi görüyor ve iş hayatının ihtiyaçlarına samimiyetle eğilmenin değerli bir günü olarak addediyoruz. 1 Mayıs teröristlerin meydan okuduğu, zalimlerin yeşerdiği bir ortam değildir. 1 Mayıs insanlıktan nasibini almamış bölücü niyetlerin, maskeli canilerin, eli sapanlı militanların sözde geçit töreni değildir. 1 Mayıs taş, sopa, molotof, gaz, cop, toma, panzer, kavga, gürültü, eşkıyalıkla anılan bir gün olarak da değerlendirilmemelidir. Bunun için gerek işçi temsilcileri gerekse de hükümet 1 Mayıs’da sorumlu davranmalıdır. Özellikle sendikalar yasa dışı marjinal örgütlere prim vermemeli, polis de kutlamalara katılanlara daha hoşgörülü ve toleranslı muamele etmelidir. 1 Mayıs bahanesiyle tutuşturulan bir kıvılcımın hangi badirelere yol açacağını, nerede duracağını, neye mal olacağını peşinen hiç kimse kestiremeyecektir. Bu itibarla Başbakan ve hükümeti ateşe benzinle gitmemeli, işçilerimiz ve sendikalar dikkatli ve uyanık olmalıdır. Kendi siyasi hesaplarını, milletin huzur ve refahının üzerinde gören Başbakan, 1 Mayıs kutlamalarını söz ve mesajlarıyla tahrik etmemelidir. Önümüzdeki Perşembe günü kutlanacak 1 Mayıs Emek ve Dayanışma Günü münasebetiyle tüm işçilerimizi şimdiden tebrik ediyor, hepsine aileleriyle birlikte sağlık, mutluluk ve başarı diliyorum.
Değerli Arkadaşlarım, Türkiye’nin iç huzuru, iç barışı ve kardeşlik ortamı sürekli olarak irtifa kaybetmekte, zarar görmektedir. Vatan ve millet üzerinde hesap yapan hain çevreler meydanı boş bulmuş ve artan oranda eylemlerine hız vermişlerdir. Sürdürülen tahrik kampanyaları milli ve üniter devlet yapımızı hedef almıştır. “Tabut gelmiyor, analar ağlamıyor, çatışma olmuyor, barış kazanıyor, çözüm ilerliyor” propagandasıyla kanlı terör örgütü PKK’nın toparlanmasına, militan açığını takviye etmesine göz yumulmuştur. Başbakan dağ kadrosunun güçlenmesine açıkça çanak tutmuş, el altından destek vermiştir. Yurdumuzun bir yöresi neredeyse teröristlerin eline, avucuna bırakılmış, böylelikle devlet zaafa düşürülmüştür. PKK’lı militanlar tarafından yollar kesilmekte, vergi adı altında haraç toplanmakta, kimlik kontrolleri yapılmakta, insan kaçırılmakta, baskınlar düzenlenmekte, karakollar taciz ateşi altında tutulmaktadır. Gelin görün ki Başbakan Erdoğan’a göre sözde çözüm ve barış süreci umut vaat etmektedir. PKK’lılar uzun bir süredir öylesine cüret ve cesaret kazanmıştır ki, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenlik haklarına bile kafa tutacak alçaklıkları peşpeşe sahnelemekten geri durmamışlardır. Çoktandır, ülke güvenliği için zorunlu olan kalekol ve karakol inşaatları kan ve karışıklık müdavimi bölücü kalabalıklar tarafından ablukaya alınmaktadır. Bunun en son örneği Tunceli’nin merkeze bağlı Kırmızı Dağ mevkiinde yapımı süren kalekola karşı gerçekleştirilmiştir. Bir grup ayak takımı şiddet ve hiddetle devletin en doğal tasarrufuna karşı çıkmışlar, çok vahim taşkınlıklara neden olmuşlardır. Bu kapsamdaki olaylarda birisi ağır olmak üzere üç kişi yaralanmıştır. Diğer yandan Diyarbakır’ın Lice ilçesine bağlı Abalı Köyü’ndeki Jandarma Karakolu’na ek bina yapılmasını protesto etmek amacıyla bir haftaya yakındır süren bölücü grubun provokasyonları henüz durulmamıştır. Burada çıkan olaylarda 9 Mehmetçik atılan maytap ve havai fişeklerden dolayı yaralanmıştır. Diyarbakır-Bingöl karayolunu kapatan PKK’lılar iki uzman çavuşumuzu namertçe, kalleşçe kaçırmışlardır. PKK’lı militanlar, Abalı Köyü’nde devam eden karakol inşaatının durdurulma sözü verilmeden kaçırdıkları uzman çavuşlarımızı serbest bırakmayacaklarını duyurmuşlardır. Devletin düştüğü şu acınası duruma bakınız. PKK’lılar vatanımızın bir bölümünde alan hakimiyeti kurmak için her çirkefliği yapmaktadır; fakat buna karşı koyacak ve engelleyecek hükümet iradesinden ortalıkta iz dahi yoktur. Başbakan Erdoğan nerededir, niçin suspus haldedir? Ona buna laf yetiştiren, paralel ezberiyle siyasi silahşörlüğe soyunarak Başbakan’ın gözüne girmeye çalışan İçişleri Bakanı ve diğer hükümet üyeleri neyle meşguldür? Başbakan Erdoğan daha birkaç gün önce Kayseri’de, “ulusal güvenliğimizi tehdit eden kim olursa olsun, babamız dahi olsa acımayız” demiştir. Bu sözler tamam da, Doğu ve Güneydoğu’da milli güvenliğimiz en acımasız şekilde, en vahşi ölçüde tehdit edilmesine karşılık Başbakan ne yapmış, ne tepki göstermiştir? Milli güvenlik denilince aklına dini cemaatler mi gelmektedir? Başbakan Erdoğan gerçek paralel yapılanmayı, gerçek hainleri, gerçek bölücü odakları gündemine ve ağzına ne zaman alacaktır? Epey zamandır bölücü mihraklar zevkten dört köşedir. Çünkü Başbakan Erdoğan’ı ne isterlerse alacakları, ne buyururlarsa yaptıracakları bir kıvama getirmişlerdir. Başbakan PKK’nın gizli hayranı, gizli mensubu, gizli militanı gibi hareket etmektedir. Şu kadarını ifade etmeliyim ki, Türkiye’nin bir bölgesinde yaşanan bölücü kalkışmalar, terör faaliyetleri hükümet eliyle saklanmaya uğraşılmaktadır. Başbakan Erdoğan meydanlardaki hamasi sözleriyle terör ve bölücülük sorununu kapatmaya, değilse bile ötelemeye çalışmaktadır. Muhtemeldir ki, Başbakan Erdoğan’ın müzakereler sonucunda PKK’ya verilmiş bir sözü vardır. Terörle mücadelenin tavsaması, yavaşlaması ve hatta durması için sunduğu teminatları olsa gerektir. Başbakan’ın önceliğinde milli güvenliğimizi sağlama almak heves ve hedefi yoktur. Başbakan’ın gündeminde Türk devletinin hak ve hukukunu savunmak bulunmamaktadır. Bu zihniyet için amaç PKK’nın tatmin edilip ödüllendirilmesidir. Bu siyasi patolojik vaka için maksat İmralı canisini yattığı hücrede sevince boğmak ve özgürlüğü için kılıf bulmaktır. Ve asıl gaye Türkiye’nin bölünüp parçalanarak dört parçalı Kürdistan’ın kaşla göz arasında kurulmasıdır. Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün MİT Yasasında yapılan değişikliği onaylamasıyla ihanet pazarlıkları yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Şayet bu sakıncalı kanun düzenlemesi Anayasa Mahkemesi’nden dönmezse, İmralı canisiyle yürütülen müzakereler ahlaki olmasa da meşruiyet kazanacaktır. Bu Türkiye’nin milli güvenliğine en açık darbedir. Bu Türk milletinin varlığına benzeri görülmemiş yasa makyajlı operasyondur. Şimdi de sırayı başka talepler almıştır. İmralı canisi PKK’nın Meclis uzantıları kanalıyla, “her an derinlikli çözüm imkanları da, çatışma olasılıkları da var” diyerek Başbakan’a yeni bir ayar vermiş, bazı yasal değişiklikler için elini çabuk tutması mesajı göndermiştir. Bebek katili, Başbakan’dan sözde “Yerel Yönetimler Özerklik Yasası ile Demokratik Sivil Toplum Yasası”nın çıkarılmasını istemiştir. Anlaşılan İmralı, Başbakan’ın müşavirlik hizmeti aldığı ve meşveret ettiği bir adaya dönmüştür. Şu rezilliğe bakınız ki, Canibaşı, TBMM’de neyin görüşülüp görüşülmeyeceğine akıl ve tavsiye vermeyi kendisinde hak görecek kadar şımarmış ve şımartılmıştır. Bu hadsizliğin, bu edepsizliğin, bu kendini bilmezliğin şeref yoksunluğuyla malul payesi ise kesinlikle Recep Tayyip Erdoğan’ın üzerinedir.
Değerli Arkadaşlarım, AKP hükümeti milletimizin aleyhine olacak ne varsa özgürleşme, demokratikleşme, sivilleşme bahanesiyle benimsemekte ve kutsamaktadır. Türkiye aşama aşama parçalanmaya götürülmektedir. Türk milleti etap etap bölünmenin dipsiz kuyusuna çekilmektedir. Başbakan görevli bir yıkım memuru gibi uğraşmakta, emrivakilere boyun eğmektedir. AKP’nin yıkım ortağı BDP bölünme ihalesinin üzerine kalan kısmını harfiyen yerine getirmek için her yolu denemekte, her çirkinliği rehber olarak kullanmaktadır. Kılıktan kılığa giren, isimden isime devamlı surette değişen, bir gün öyle bir gün böyle görünen, İmralı ve Kandil’in boğazına geçirdiği halatla sürüklenen ve silahların gölgesine sığınan BDP, şimdilerde yeniden deri değiştirmiş, Meclis grubu birkaç eksik dışında olduğu gibi HDP’ye katılmıştır. BDP’nin ismi ise Haziran ayında yapılacak bir kongreyle Demokratik Bölgeler Partisi olacak, bu yeni bölücü yapılanma sadece Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde faaliyet gösterecektir. Açıklamalardan çıkan sonuç budur. Başbakan, İmralı canisi, Kandil, Barzani, küresel güç merkezleri ve siyasi bölücüler tüm planlarını bölünmüş bir Türkiye üzerine yapmaktadır. Sevr’in bu çağdaki karanlık temsilcileri süratle Kürdistan’ın kurulmasına hizmet etmektedir. Kanlı emperyalizm ve küresel komplo bölgemizde dört parçalı Kürdistan’ı dayatmaktadır. Başbakan Erdoğan bu uğurda herşeyi göze almış, milleti hazmettirmek ve ihaneti olağan göstermek için canını dişine takmıştır. Türk siyasi tarihinde ilk defa Kürdistan ismini kullanan bölücü ve fitne yuvası bir parti kurulmuştur. Ne acıdır ki, Türk milleti her tarafından kuşatılmıştır. Dikkat ediniz, Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi kuruluş işlemlerini tamamlanmış ve İçişleri Bakanlığı tarafından da onay görmüştür. Barzani’nin liderliğini üstlendiği Irak Kürdistan Demokrat Partisi’nin hangi amaçların peşinden koştuğu herkesin malumudur. İran Kürdistan Demokrat Partisi’nin daha dün Kandil’deki teröristlerle temas kurup, sözde ulusal çıkarlar ve ulusal birlik konularında görüşmeler yaptığı basına yansımıştır. Bu ayın ilk haftasında Suriye Kürdistan Demokrat Partisi’nin yönetimi ise yenilenmiştir. Şu manidar zamanlamaya bakınız ki, Türkiye hem içte hem de dışta bağımsız Kürdistan amacı güden bölücü partiler tarafından sarılmıştır. AKP hükümeti bunların hepsine karşı son derece uysal ve dostane yaklaşmaktadır. Hatırlarsanız, geçtiğimiz yılın Kasım ayında Başbakan Erdoğan peşmerge reisi Barzani’yi Diyarbakır’da bağrına basmış, Kürdistan sözünü ilk kez patavatsızca, fütursuzca sarfetmiştir. Gizli kapaklı süren ihanet görüşmeleri, Başbakan’ın tavizkar politikaları Türkiye’yi önce özerkliğe, sonra federasyona, ardından da çok kanlı bir dağılma girdabına sürüklemektedir. AKP’nin, BDP-HDP veya bir başka PKK artığı yetmezmiş gibi, Kürdistan adını kullanan Barzani temsilciliğine onay vermesi tek kelimeyle kepazelik, tek kelimeyle hıyanettir. Sayın Erdoğan, bu gelişmeler milli güvenliğimize tehdit değil midir? Kürdistan’la ilgili emellerinin, bu konuda uyumlu ve uygun adım yürümenin bedelini çok ağır şekilde ödeyeceğini hiç mi aklına getirmiyorsun? Sen ve yandaşların üniter bir devletten başka bir devlet çıkarma teşebbüssünün kolay olacağını mı zannediyorsunuz? Şehitlerimizin aziz mirası olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, bin yıllık kardeşlik hukukunun kutlu bir eseri olan Türk milletinin sömürgeciliğin kanlı dişlerine teslim edilmesine Türk milliyetçilerinin bir şey olmamış gibi duyarsız kalacağını mı düşünüyorsunuz? Diyorlar ki, İtalya’nın 21, İspanya’nın 17, İngiltere’nin 4 özerk bölgesi varmış. Diyorlar ki, Almanya’nın 16 federe bölgesi, ABD’nin 51 özerk eyaleti, Rusya’nın de 81 özel birliği varmış. Varsa var ne yapalım, ne diyelim? Türkiye’nin toprak bütünlüğünü, milli devlet yapısını, milli kimliğini ve millet bünyesini bozmak ve imha etmek için gerekçe üretenlerin alayı bilsin ki, biz bu ülkeyi pazardan almadık, sokakta bulmadık. Kürdistan rüyası gören gafiller, özerklik sofrası kurma telaşında olan sevimsizler, unutmayın, Milliyetçi Hareket Partisi hepinizi bozguna uğratmaya ve hesaplarınızı boşa çıkarmaya muktedirdir. Türk milletinin içinden yeni bir millet çıkmaz. Türk devleti yeni bir devlete taşıyıcılık yapmaz. Türk vatanından hiçbir kanlı niyete bir tek çakıl tanesi bile verilemez. Herkes teslim olsa da biz varız. Başbakan Erdoğan zokayı yutup zalimlerin, küresel ayak oyunlarının ve teröristlerin havarisi kesilse de, Milliyetçi-Vatanseverler Türkiye’yi ve bin yıllık kardeşlik hukukunu korumaya yeminlidir, can pahasına sahiplenmeye hazırdır.
Değerli Milletvekilleri, Mısır’da hukuku katleden, adaleti hiçe sayan idam kararları insanım diyen herkesi hayal kırıklığına uğratmıştır. Dün, Minye Ceza Mahkemesi 529 kişiyle ilgili vermiş olduğu idam kararını 37’ye düşürmüş, geri kalan 492 kişinin cezasını da müebbet hapse çevirmiştir. İlave olarak 683 kişi hakkında da yeni bir idam cezası vermiştir. Bize göre Mısır ve Mısır halkı böylesi bir zalimliği, böylesi bir adaletsizliği hak etmemektedir. Bu idam kararlarının, hukuk ve vicdan tanımaz bu mahkeme hükümlerinin Mısır’ın bütünlüğüne tahminlerin ötesinde hasar vereceği bir gerçektir. Dileğim Kahire’nin yattığı kabustan bir an önce uyanarak beşeriyetin ortak değerlerine saygı duyması, insan hak ve hürriyetine sadakat göstermesidir. Mısır’daki bu kahredici gelişmeler İslam aleminde karşılıksız bırakılmamalı, uluslararası toplum suya sabuna dokunmayan açıklamalarla konuyu geçiştirmemelidir. Eğer ki, Başbakan Erdoğan ve hükümeti Mısır’la diyalogları askıya almamış olsaydı, bu ülkenin içişlerine karışarak taraf olmayı tercih etmeseydi Kahire yönetimi nezdinde girişimde bulanabilir ve sonuç alabilirdi. Şimdi yalnızca uzaktan uzağa konuşmakla ve eleştiri yapmakla yetinen AKP hükümeti yaptırım ve caydırıcılık vasfını çoktan kaybettiğinden hiçbir konuya doğrudan doğruya müdahil olamamaktadır. Bu ülkemiz ve bölgemiz adına hakikaten de bir kayıptır. Başbakan’ın sivri dili, kontrolsüz üslubu Türkiye’yi bölgesinde etkisizleştirmiş, yalnızlığa, ama değersiz bir yalnızlığa geriletmiştir. Şu an hiçbir komşu ülke sözümüzü dinlemeyecek ve nazımızı çekmeyecek durumdadır. Irak’ta seçimler vardır, Başbakan ve hükümetinin ne yaptığı, Türkmenlere nasıl bir yardım eli uzattığı muammadır. Irak Türkmenlerinin kaderini etkileyecek, Türkmeneli’nin geleceğini şekillendirecek bu seçimler hem ülkemiz hem de milletimiz adına çok mühimdir. Ne var ki Başbakan’ın kulağı kardeşi, kader ortağı Barzani’den alacağı müjdeli haberlere çevrilmiştir. Türkmen’miş, Kerkük’müş, Musul’muş, Erbil’miş Türklük’müş Başbakan’ın umurunda değildir. Başbakan’ı tanımak için bazı şifreli sözlerin söylenmesi yeterlidir ve hemen kendisini ele verecektir: Buna göre; İmralı derseniz yüzü gülecek, Kandil derseniz ağzı kulaklarına varacak, BOP derseniz sevinç taklaları atacak, müzakere derseniz gözlerini fal taşı gibi açacak, Türk düşmanları derseniz müstehzi ifadelerle sırıtacak, 36 derseniz saymaya başlayacak, papaz derseniz cübbe nerde diyecek, çiftçi, memur, esnaf, işçi derseniz kaşlarını çatacak, Washington derseniz Kırmızı Oda anılarını anlatacak, 17-25 derseniz arkasına bakmadan kaçacaktır. Bunları denemesi bedavadır. Bu şahsiyet için önemli olan başkalarını memnun etmek, tarihimizi yargılatmak, Türk milletini mahcup edecek ve zora sokacak ilişki ve irtibatlar içine girmektir. On yıllardır sözde soykırım masalını seslendirenlere 23 Nisan günü altın tepsi üzerinde verdiği açık çek bunun en bariz delilidir.
Değerli Milletvekilleri, Tarihi yaşanmış ve bitmiş hadiseler yekûnu olarak görmek eksik ve mahsurlu bir bakıştır. Çünkü tarih sonuçları itibariyle her zaman etkisini hissettirmekte, geleceğe ışık tutmaktadır. Dünden ders almamış, sonuç çıkarmamış, dahası geçmişine yabancı kalmış milletlerin tarih merdivenlerini tırmanmaları, varlıklarını heyecanla sürdürmeleri, kimliklerini canlı tutmaları olmayacak bir şeydir. Tarih her önüne gelenin baştan savma, keyfi ve ideolojik meşrebine dayalı olarak eğip bükeceği, zorlama yorumlarla yalancı şahitlik yaptıracağı omurgası olmayan bir serüven yığını da değildir. Objektif tarihçilik ve tarih yorumu her şeyden önce namuslu olmayı gerektirmektedir. Adı üzerinde, bizim bir milli tarihimiz vardır ve sahip olduğumuz tarih şuuru bizi köklerimize, aslımıza ve ecdadımıza bağlamaktadır. Tarihe şaşı bakmak, katliam izi sürmek, soykırım çetelesi tutmak, artniyetle arşivlerin tozlu raflarını kurcalamak esas itibariyle hakikati değiştirmeyecektir. Çünkü yaşananları kâğıt üzerinde, ısmarlama kürsülerde, uydurma kalabalıklar önünde çarpıtmak mümkünse de, esasta ve tarihin asırlara uzayan vicdanında gizleme ve örtbas etme çabası katiyen tutmayacaktır. Tarih hükmünü vermiş, fermanını yazmış, irade-i seniyyesini göstermiştir. İster beğenelim, ister beğenmeyelim, ister katılalım, isterse de katılmayalım; tarihi silmek, tarihsizliğin tuzağına düşmek normal şartlarda bir toplumun yok oluşu demektir. Milletler mücadelesinde, medeniyetler boğuşmasında en büyük koz, en büyük güç kaynağı geçmişten bugüne süzülen değer ve milli cevherleridir. Tarihsiz insan, tarihsiz toplum, tarihsiz millet esir olmaya, zaman içinde de öğütülüp insanlık aleminden sürülmeye mahkûmdur. Türkiye’yi 12 yıldır yöneten Başbakan ve hükümetinin en dikkat çeken problemi tarihe karşı ön yargılı bakmaları ve tarih cahili olmalarıdır. Başbakan Erdoğan’ın 23 Nisan günü 1915 olaylarına ilişkin mesajı buna dair en son misaldir. Bildiğiniz gibi, Başbakan mesajını yayınlar yayınlamaz aynı anda tepkimizi gösterdik ve düşüncelerimizi kamuoyuyla paylaştık. Başbakan Erdoğan baştan sona gayri milli bir bakışla yazılan mesajında; adil ve vicdani duruştan, din ve etnik köken gözetmeden o dönemde yaşanmış acıları anlamaktan bahsetmiştir. Sayın Başbakan, biz kendi acılarımızın yasını hala tutarken, oluk oluk akan Müslüman Türk kanının sorumlularına ne yüzle, ne hakla, hangi yetkiyle karşılıksız tavizler veriyor, taziyede bulunuyorsun? Başbakan acılar hiyerarşisi kurulmasının, acıların birbiriyle mukayese edilmesinin ve yarıştırılmasının acının öznesi için bir anlam ifade etmeyeceğine atıf yapmıştır. Doğrudur, acıları yarıştırmak, acılar arasında kategorik ayrımlar yapmak bir aşamaya kadar insani ve İslami değildir. Fakat Ermeni çetelerinin katlettiği 518 bin 105 Müslüman Türk’ü ne yapacağız, nereye koyacağız, oldu bir kere, ne yapalım, ölenle ölünmez diyerek şehadetlere sırt mı çevireceğiz? Başbakan Erdoğan, Ermenilerin o dönemde yaşadıkları acıların hatıralarını anmalarını anlamanın ve paylaşmanın bir insanlık vazifesi olduğunu ileri sürmektedir. Haksız yere, suçsuz yere ölen her kim olursa olsun üzülmek doğal olarak insanlık gereğidir. Ancak sözde soykırım tezlerini silah gibi kullanan, uluslararası camiada aleyhimize yıllardır lobi çalışması yapan hangi Ermeni’nin, hangi Ermenistan devlet yöneticisinin Müslüman Türk milletinin yaşadığı acıları paylaştıkları duyulmuştur? İstanbul’da hepimiz Ermeni’yiz demek haktır da, Erivan’da hepimiz Türk’üz demek niçin imkansız ve hayal ötesidir? Sözde soykırım savunucusu Ermeni diasporasına gelince çağdaş, PKK’ya gelince özgürlük sevdalısı, Kıbrıs davamıza suikast düzenleyen Türk hasımlarına gelince anlayışlı olan Başbakan, konu Türk milletinin tarihi hakları olunca niçin araziye uymakta, niçin ayak parmaklarına basarak yürümektedir? Bu ne menem bir iştir? Başbakan’a bakarsak, kırgınlıkları yeniden dostluğa dönüştürmek mümkün olacaksa, farklı söylemlerin empati ve hoşgörüyle karşılanması ve bütün taraflardan benzer bir anlayışın beklenmesi tabidir. Tabidir tabi olmasına, fakat anlayamadığımız husus şudur: Empatiyi sadece Türk milleti mi yapacak, hoşgörüyü sadece Türkiye mi göstermek zorunda olacaktır? Başbakan Erdoğan Birinci Dünya Savaşı esnasında yaşanan hadiselerin hepimizin ortak acısı, buna adil hafıza perspektifinden bakılmasının insani ve ilmi bir sorumluluk olduğuna değinmiştir. Allah için söyleyiniz, Anadolu’yu işgal etme hedefiyle Çanakkale kıyılarına kadar gelip de yüzbinlerce vatan evladını şehit edenlerin torunlarına yıllardır düzenledikleri Şafak Ayinleri münasebetiyle ses çıkaran var mıdır? Sizin dedeleriniz ne arıyordu topraklarımızda, pikniğe mi yoksa ölüm yağdırmaya mı gelmişlerdi diye hiç sorgulayıcı baktık mı? Türk milleti acılara daha nasıl ortak olsun, ne yapsın, haremine göz dikenlere nasıl müsamaha göstersin? Bilen varsa söylesin, Başbakan ve allameleri açıklasın. Birinci Dünya Savaşı esnasında düşmanla işbirliği yapıp da arkamızdan hançerleyen çetelere, katillere, küçücük bebekleri süngüleyen canavarlara, kızlarımıza, kadınlarımıza Akadamar’da tecavüz eden yezit torunlarına 99 yıl sonra ne iyi yaptınız dememiz bekleniyorsa Başbakan ve yandaşları daha çok bekleyecektir. Milletimiz cepheden cepheye koşarken, Ermeni mezaliminin tarafları 23 ayrı yerde isyan ve ihanet etmişlerdir. Nitekim Millet-i Sadika unvanının alınmasından tehcire kadar uzanan kanlı hadiseleri tek taraflı olarak Türk milletine yüklemek en hafif deyimle kansızlık olup yok hükmündedir. Başbakan mesajında ayrıca, zamanın ruhu, anlaşmazlıklara rağmen konuşabilmeyi, karşıdakini dinleyerek anlamayı, uzlaşı yolları arayışlarını değerlendirmeyi, nefreti ayıplayıp saygı ve hoşgörüyü yüceltmeyi gerektirir demektir. Şaşırmayınız, bu sözler Başbakan’a aittir. Sayın Başbakan sen bu sözlerine inanıyor ve tatbik ediyor musun ki bize ahkâm kesmeye kalkıyorsun? Hayrete kapılmamak elde değildir, Recep Tayyip Erdoğan konuşmaktan, karşıdakini dinleyerek anlamaktan, uzlaşma yolları aramaktan bahsetmektedir. Sayın Başbakan sen git önce önüne konulan metni iyice oku ve anlamaya çalış, hatta yetmezse yanında gezdir ve boş zamanlarında tekrar tekrar gözden geçir. Başbakan Erdoğan, Türk milletinin üzerinden taziye kurbanı keserek kendisini aklama ve temize çıkarma sinsiliğine soyunmuştur. Başbakan’ın taziyesi bir nevi sözde soykırım özrüdür. Ankara’da özür mesajı yayımlayan Başbakan, Erivan’da Türk bayrağı yakan şerefsizler tarafından şiddetle selamlanmıştır. Ne üzücüdür ki, AKP’nin hazır kıta bekleyen ve paralel mıntıkada temizlik yapmakla meşgul olan hücum birliği sözcülerinden hiçbir tepki işitilmemiştir. AKP’nin mantığı aynısıyla şudur: Yanan nasılsa bez parçasıdır ve önemsizdir, yanan nasılsa Türk milletinin bağımsızlık sembolüdür, üzerinde durmaya değmeyecektir.
Değerli Arkadaşlarım, Türk milleti haklı olduğu bir konuda 99 yıldır suçlanmaktadır. 1973’ten 1985’e kadar Asala terör örgütü tarafından 16 ayrı ülkede şehit edilen 42 diplomatımızdan bahseden ve adlarını anan kimseler kalmamıştır. PKK’ya jest yapan Başbakan şimdi de sözde soykırım şebekesine zeytin dalı uzatmıştır. Açıkça söylüyorum, bir insanın cahil olması anlaşılır bir şeydir, fakat hain olması asla bağışlanacak bir konu değildir. Başbakan tarihle yüzleşeceğine yolsuzluk ve rüşvet siciliyle yüzleşmelidir. Başbakan ezber bozuyorum diye caka satacağına, bozduğu ve yıktığı demokratik teamülleri ve hukuk düzenini tamir etmelidir. Başbakan, “tarihi açıklama, sembolik kopuş, geç kalmış hamle, resmi görüşü iptal etti, tarihi belge, insani davranış, cesur çıkış, anlamlı mesaj, kutluyorum, alkışlıyorum, demokratikleşme refleksi, Türkiye’nin ufku açıldı” diyerek yazılar yazdırdığı, beyanlar verdirdiği kendi muhitinin tetikçilerine adap, izan ve terbiye öğretmelidir. Başbakan’ın mesajını hazırlamakla görevli heyetin başında olan Dışişleri Bakanı ise tarihin normalleştiğini, Türkiye’nin büyük mesafe aldığını, mesajların konjonktürel olmadığını hiç utanmadan, hiç yüksünmeden iddia etmiştir. Tarihin normalleştiğini söyleyen bu bakan, kesinlikle klinik ve akademik bir vaka olarak tarihin kayıtlarına geçecektir. Başbakan’a tavsiye ediyorum; Petrosyan, Koçaryan ve Sarkisyan üçlüsünü saygıyla yad et, arkasından şimdiki Ermenistan Cumhurbaşkanı’nı Van’da kardeşim diyerek kucakla, sonra da Batı Ermenistan sözleriyle herkesin huzurunda geçmişteki Taşnak, Hınçak ve Asala militanlarına protokoldekilerle birlikte iki göz iki çeşme ağla. Nasılsa benzerini Diyarbakır’da yapmıştın, nasılsa böylesi bir rezalette oldukça mahir ve ustasın. Başbakan Erdoğan’ın mesajını, ABD Başkanı’nın büyük felaket tanımlamasıyla yayımladığı mesajını, İmralı canisinin 30 Ocak 2014 tarihinde Ermeni halkına hitaben yazdığı mektubunu yan yana koyunuz, inanın bana arada ufak tefek ayrıntı dışında hiçbir fark göremeyeceksiniz. İmralı canisi, 1915 olaylarıyla yüzleşmeyi, bunun büyük bir felaket olduğunu, Ermeni halkının acısını paylaşmayı istemektedir, gerek Başbakan gerekse de Obama aynı eğilimdedir. İmralı canisi, Anadolu’nun kadim halkları demekte, Başbakan Anadolu insanları tabirini kullanmaktadır. İmralı canisi Türkiye Cumhuriyeti meseleye olgunlukla yaklaşmalı derken, Başbakan tıpkı teröristbaşı gibi, kadim ve eşsiz bir coğrafyanın benzer gelenek ve göreneklerine sahip halklarının, geçmişlerini olgunlukla konuşabileceklerini ifade etmektedir. İki kafadar, iki kafa dengi, iki kadim dost aynı elden çıkan mesajı farklı farklı tarihlerde yayımlayarak ABD Başkanı’nın kahrından kurtulmuşlar, 24 Nisan’a fitne yatırımı yapmışlardır. Şunu herkesin bilmesi lazımdır ki; 1915’de zorunluluktan dolayı alınan tehcir kararı bir soykırım olmayıp milletimizin nefs-i müdafaasıdır, meşru ve haklı bir tedbirdir. Arşivler herkese açıktır, dürüst ve tarafsız bilim insanları 1915’in içyüzünü görebileceklerdir. Kaldı ki, bugüne kadar yapılan sayısız çalışmanın, yazılan tez ve makalenin ispat ettiği en yalın gerçek soykırımın yalan, iftira ve aldatmadan ibaret olduğudur. 1915’teki saygı duyulması gereken milli duruşu soykırım diye yaftalamaya kalkanlar önce, o tarihlerde Balkanlardan göçe zorlanan 5 milyonu aşkın Evlad-ı Fatiha’nın derin ızdırap ve kayıpları hakkında konuşmalıdır. Yine o tarihlerde savaş şartları içinde, dünyanın değişik yerlerinde yaşanan kitlesel kıyım ve katliamlarla ilgili bir şey söylemelidir. Tehcir esnasında hayatını kaybedenlerin vebalini milletimizin üzerine yıkmaya çalışanlar, düşmanla dirsek teması kurup döktükleri nehir gibi kanın, Talat Paşa’nın bedenine sıktıkları kurşunun, Dağlık Karabağ’daki vahşi cinayetlerin hesabını vermelidir. Türk milletinin vereceği yoktur, ama alacağı çok fazladır. Tehcire konu olanların torunlarına vatandaşlık verilmesi yıllardır dillendirilen tazminat ve toprak talebinin karşılanması demek olacaktır ki, buna Türk milleti müsaade etmeyecek, bu oyun mutlaka bozulacaktır. Başbakan Türk tarihini lekelemekten uzak durmalıdır. Türk milletine hafıza nakli yapma teşebbüsünden vazgeçmelidir. Türk milletini suçlu ve soykırımcı gösterme densizliği dikiş tutmayacak, şehit yadigarı vatan topraklarına sözde soykırım flamalı taziye çadırı kuran Başbakan da Cumhurbaşkanı olamayacaktır. Karabağ’dan Van’a, Çukurova’dan dünyanın değişik yerlerine kadar Ermeni silahlı terör örgütlerinin saldırılarında hayatlarını kaybeden milletimizin asil evlatlarına Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum. Hepsi rahat uyusun, bedenleri kurban gitse de, bu vatan, bu millet hiçbir mel’un emele kurban verilmeyecektir.
Muhterem Arkadaşlarım, Anayasa Mahkemesi’nin 52’nci kuruluş yıldönümü devlet ve siyaset hayatının temsilcilerini buluşturmuş ve 25 Nisan 2014 tarihinde kutlanmıştır. Bu vesileyle Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Haşim Kılıç, yankıları halen süren bir konuşma yapmıştır. Mahkeme Başkanı’nın kayda değer gönderme ve tespitleri içeren sözleri Başbakan ve partisini aşırı derecede rahatsız etmiş ve kızdırmıştır. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın ifadeleri adresini ve muhatabını anında bulmuş, yarası olan fail gocunarak sarsıla sarsıla harekete geçmiştir. Nitekim Başbakan Erdoğan hemen karalama düğmesine basmış ve Mahkeme Başkanı’na karşı çok yoğun bir saldırı kampanyasına refakat etmiştir. Anayasa Mahkemesi Başkanı Sayın Kılıç, hukukun üstünlüğüne temas etmiş, kendisine ve temsil ettiği kuruma yönelik suçlayıcı değerlendirmelere de herkesin gözünün içine baka baka cevap vermiştir. Aslında Sayın Kılıç’ın konuşması, Başbakan’ın daha önceki mesnetsiz ve temelsiz sözlerini çürüten ve aynen iade eden cümlelerle doludur. Başbakan, “mahalle baskısını kaldıralım” demiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “yargıya mahalle baskısı” olduğunu söylemiştir. Başbakan, mahkeme kararlarını “gayri milli” diyerek kötülemiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı bunu “sığ bir eleştiri” olarak yorumlamıştır. Başbakan, mahkeme “iç hukuk yolları tükenmeden karar veriyor” demiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “bu mutlak değildir” diyerek karşılamıştır. Başbakan, “Türkiye’deki son çete paralel yapıdır” demiş ve yargıdaki yuvalanmaya dikkat çekmiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “bu suçlama yapışık kaldığı sürece yargının ayakta kalamayacağı” uyarısında bulunmuştur. Başbakan, “yargıda yanlış yapanlar elbette yer değiştirecek” demiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “bu işler tayinle çözülmez” diyerek itiraz etmiştir. Başbakan, “yargı kanalıyla tuzak kuruluyor” demiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “yargı tuzak kurulacak yer değil” diyerek bu iddiayı reddetmiştir. Başbakan, “yargı darbesi” sözleriyle adaleti zan altında bırakmış, Anayasa Mahkemesi Başkanı “vicdan yolsuzluğu” yapılıyor diyerek buna cevap yetiştirmiştir. Başbakan, “ininize gireceğiz” diyerek tehditler savurmuş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “demokratik hukuk devletlerinde, tehdit ederek, korkutarak sorunlar çözülemez” iddiasında bulunmuştur. Başbakan “biz yaptık, biz ettik, biz sağladık” demiş; Anayasa Mahkemesi Başkanı “kamu gücüne sahip olanların topluma sunduğu hak ve özgürlükler lütuf ya da bağış değildir” tespitinde bulunmuştur. Başbakan, “cübbenizi çıkarın gelin” demiş, Anayasa Mahkemesi Başkanı “güç ve şartların etkisiyle gömlek değiştirmeyiz “diyerek karşılık vermiştir. Başbakan şunu iyice anlamalıdır ki, istediğini söyleyen istemediğini duymaya mecburdur. Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın konuşması elbette haklı, doğru ve yerindedir. Fakat bizim tuhafımıza giden taraf, Sayın Başkanı’nın doğru bildiklerini, hukuk devleti üzerinde oynanan oyunları, adaleti yok sayan endişe verici uygulamaları niçin bu kadar gecikmeyle gündemine aldığıdır. Ne olmuştur da Anayasa Mahkemesi Başkanı’yla Başbakan ters düşmüştür? Başbakan Erdoğan eski dostuna niçin yüz çevirmiştir? Acaba dostların sözde savaşıyla ülke gündemi farklı bir mecraya çekilmek mi istenmekte, siyasi mühendislik mi yapılmaktadır? AKP’li bakan ve yöneticilerin hakaret ve suçlama nöbetine girerek Anayasa Mahkemesi Başkanı’na veryansın etmeleri doğrusunu isterseniz garip bir çelişkidir. Eğer bugün Recep Tayyip Erdoğan Başbakan sıfatıyla siyaset yapıyorsa, AKP iktidardaysa bu bir bakıma Sayın Haşim Kılıç’ın sayesindedir. Sayın Kılıç’ın 30 Temmuz 2008’deki tavrı AKP’yi ve Başbakan’ı uçurumdan çekip çıkarmıştır. Dün demokrasi kahramanı olduğu, tek başına vesayet odaklarına direndiği övülerek söylenen Sayın Kılıç birden bire nasıl paralel yapının avukatı olarak suçlanmış, nasıl karşı mahalleye atılmış, ne olmuştur da sömürge valisi edasıyla konuştuğu dile getirilmiştir? Şurası tartışmasızdır ki, siyaseti siyasetçiler yapmalıdır. Yüksek yargı başkan veya üyelerinin siyasi yorumda bulunmaları bize göre isabetli ve kabul edilebilir değildir. Bizi kaygılandıran husus Anayasa Mahkemesi’nin direk siyasi tartışma ve polemiklerin içine çekilmesidir. Başbakan’ın değirmenine su taşıyan ve yeni bir öteki yaratan bu yeni kamplaşmanın hukuktaki tahribata yeni halka eklemesi bir başka düşündürücü sorun kaynağıdır. Adaleti savunmakla görevli ve yetkili olanların şahsi ve hissi davranmamaları asıl olmalıdır. Başbakan Erdoğan ile Anayasa Mahkemesi Başkanı arasındaki anlaşmazlığın gerçek nedenini elbette bilemeyiz. Ama bildiğimiz bir husus varsa, bu da süren çekişme ve rekabetin Cumhurbaşkanı Seçimiyle ilgili hesap ve beklentileri kapsadığıdır. Başbakan Erdoğan “sağımız solumuz belli olmaz, yine ters köşe yapabiliriz”, dese de gerçekte terse yatan ve yanlış yere kapaklanan kendisi olacaktır. Başbakan paralel butonuna bastıktan sonra Anayasa Mahkemesi’nin dinlendiğini, geçen hafta sonunda gündeme taşımıştır. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanı’ndan sonra dinleme ve kayda alma işinin yüksek mahkemeye kadar sıçradığı Başbakan tarafından seslendirilmiştir. Yani Başbakan dinlenenlerin tehdit edildiğini ima etmektedir. Yani Başbakan devletin baştan ayağa dinlendiğini haykırmaktadır. Sayın Erdoğan sen iktidarda değil misin, sen Başbakan değil misin, sen milli güvenliği sağlamakla görevli değil misin? Başbakan bu vahim duruma açıklık getirmelidir. Kimler niçin Cumhurbaşkanı’ndan Anayasa Mahkemesi’ne kadar dinlemiştir? Cumhurbaşkanı Sayın Gül’ün üzerinde durma gereği duymadığı bu konu Başbakan tarafından niçin sıklıkla gündemde tutulmaktadır? Başbakan Erdoğan, kaset yoluyla devletin en tepesine şantaj yapılmasına ortam mı açmakta, Cumhurbaşkanı Seçiminde malzeme olarak kullanmayı mı düşünmektedir? Ne olursa olsun, Başbakan Erdoğan’dan Cumhur’a Baş olmaz, Çankaya Köşkü yolsuzluktan dolayı yüzü simsiyah kesilmiş bu şahsı barındıramaz, kaldıramaz.
Değerli Milletvekilleri, Konuşmama son vermeden önce, Spor Toto Süper Ligi 2013-2014 sezonunda şampiyon olan Fenerbahçe Futbol Kulübü’nün değerli başkanını, yöneticilerini, teknik ekibini, futbolcularını ve taraftarlarını ayrı ayrı kutluyorum. İnanıyorum ki şampiyonluk adalete yeni bir fener yakacak, haksızlıklarla ve hukuksuzluklarla mücadelede yeni bir heyecan uyandıracaktır. Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum. Sağ olun, var olun. |