Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın düzenlediği “2. Türk Gençlik Kurultayı”nda yapmış oldukları konuşma. 3 Mayıs 2014
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın düzenlediği “2. Türk Gençlik Kurultayı”nda
yapmış oldukları konuşma.
3 Mayıs 2014


 


Türk Gençliğinin Çok Değerli Temsilcileri,

Aziz Ülküdaşlarım,

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Bu anlamlı ve tarihi buluşmada sizlerle birlikte olmaktan gurur duyuyorum.

3 Mayıs Milliyetçiler Günü’nde, yurdumun dört bir köşesinden buraya gelen her bir arkadaşımı, her bir evladımı sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Fikriyatımızın iftihar isimlerinden Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ın dediği gibi;

Selam sana ey yılları heba olan genç.

İstikbalim gitti diye yaslanma sakın.

İstikbalin değil ruhun Allah’a yakın.

O yalancı istikbale bir perde indir.

Gerçek yarın, unutma ki bir gün senindir.

Türk Gençliğini temsilen burada toplanan, heyecanlarıyla bu salona coşku aşılayan tüm kardeşlerime en iyi dileklerimle birlikte şükranlarımı sunuyorum.

Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Merkezi tarafından düzenlenen 2. Türk Gençlik Kurultayı’nın başarılı ve hayırlı geçmesini temenni ediyorum.

Hatırlarsanız, Türk Gençlik Kurultayı’nın ilkini 9 Şubat 2013 tarihinde böylesi muhteşem bir katılımla yine bu salonda yapmıştık.

O tarihte de aynen bugünkü gibi Arena Kapalı Spor Salonu hınca hınç dolmuş ve sel gibi taşmıştı.

Allah nazardan saklasın, şu görkeminizle, şu inanmışlığınızla, şu özgüveninizle adeta tarih yazıyor, zamanın akışına yön veriyorsunuz.

Türk Gençliğinin nabzı bir kez daha Ankara’da atıyor.

Türk Gençliği bir kez daha varlığını gösteriyor, sesini gür bir şekilde duyuruyor, umut ve iman tazeliyor.

Hepinize müteşekkirim.

Ve hepinize ayrı ayrı hoş geldiniz diyorum.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Sevgili Gençler,

Dün aynı zamanda Türk Gençlik Çalıştayı da yapılmıştır.

Yurt içi ve yurt dışından çok sayıda kardeşimiz bu Çalıştay’a aktif katılımcı olarak dâhil olmuş, görevlerini en iyi şekilde ifa etmişlerdir.

Dört ana konu başlığı altında yürütülen atölye çalışmalarından sonra tebliğler sunulmuş, kanaatler paylaşılmış ve ardından da bir sonuç hasıl olmuştur.

Türk Gençlik Çalıştayı’na başından sonuna kadar emek veren, çaba gösteren ve ter akıtan kardeşlerimize hepinizin huzurunda teşekkür ediyorum.

Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı’nın başkan ve yöneticilerini özverili çalışmalarından dolayı tebrik ediyorum.

Açıklanan ‘Sonuç Bildirgesi’nde tespit ve teklif edilen düşünce ve değerlendirmeler Türk Gençliğinin ortak duygusu, rafine edilmiş ortak iradesidir.

Türk Gençliğini suskun görenler yanılmaktadır.

Türk Gençliğini önemsiz yığın biçiminde addedenler yanlışa düşmektedir.

Türk Gençliğini aldatmaya, hayalleriyle oynamaya kalkanlar büyük bir hatanın içindedir.

Çünkü Türk Gençliği aldanmaz, aldatanları, küçümseyenleri de hiç unutmaz, hiç bağışlamaz

Allah’a çok şükür, gençliğimiz dinamik ve dipdiridir.

Meselelerin farkında, gelişmelerin pür dikkat takipçisidir.

Hepsinden de önemlisi taşıdığı sorumluluğun bilincindedir.

Gençliği duyarlı, uyanık, atılgan, çalışkan, vakarlı ve mert olan bir milletin yolu açık, talihi parlaktır.

Boş bir torba nasıl ayakta duramazsa, gençliği mecalsiz, heyecansız ve değersiz bir toplum ya da millet o denli ayakta kalamaz.

Bir milletin yokluk ve sefalet şartlarına gerilemesi yalnızca kaderin ve şansın üzerine atılarak geçiştirilemez, böyle izah edilemez.

Bir devletin acziyeti, bağımlılığı, ataleti ve zayıflığı yalnızca başkalarıyla mukayese edilerek, onların gücü ön plana çıkarılıp bahane yapılarak anlaşılamaz.

Rahatına düşkün, üretmeye uzak, günü birlik yaşayan, nesiller arası fedakârlık köprüsü kuramayan, hedefleri heveslerinin gerisine düşmüş milletlerin önce esaret altına girmesi, hemen ardından da hızla erimesi kaçınılmazdır.

Tarihin farklı dönemlerinde bu hakikatin sayısız örneği mevcuttur.

Şunu da not etmekte fayda görüyor ve diyorum ki: Mazisine yabancılaşarak büyümüş, milli emanetlerine yüz çevirerek ilerlemiş, fertleri bölünerek kuvvetlenmiş bir ülkenin varlığına şahit olunmamıştır.

Manas Destanı’nda kendi milletine, kendi özüne, kendi kaynağına yabancılaşan kişi ya da kişiler için “Közkamal” tabiri kullanıldığı, bu Mankurtlaşma halinin vahim ve tehlikeli neticelere yol açtığı çok açık bir vakıadır.

Bozgunların ardında, mağlubiyet ve kayıpların gerisinde bu olgu yatmaktadır.

Dünüyle barışık, gelecek ülkülerine sadık, milli değerlerine bağlı, maneviyatına sımsıkı sarılmış bir gençlik her zaman, her anlamda potansiyel ve stratejik bir güçtür.

İşte bu salonda bu gücün ta kendisi vardır.

İşte bu salonda Türk Gençliğinin özü ve özeti hazırdır.

Ve burada, Türk milletinin içinden çıkan, Türk Gençliğinin tercümanı olmaya talip; kurt bakışlı, hilal kaşlı, tertemiz kalpli Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in neferleri durmaktadır.

9 Şubat 2013 tarihindeki 1. Türk Gençlik Kurultayı’nda demiştim ki; “siz geleceksiz, gelecek sizin.”

Bugün de haykırıyor ve herkese ilan ediyorum:

“Türk Gençliği Kurultay’da, Türkiye Kurtuluş Yolunda.”

Sizler mutlu günlerin, kutlu günlerin, huzurlu günlerin müjdesini veriyorsunuz.

Sizler birliğin ve beraberliğin gür meşalesini yakıyorsunuz.

Sizler Türk milletini vicdanlarınızda yükseltiyor, kafalarınızda yüceltiyorsunuz.

Türklük sizlerle baki kalacaktır.

Türkiye sizlerle bekasını koruyacaktır.

Türk milletinin hal ve istikbali sizlerle teminat altına alınacaktır.

Türk-İslam ülküsü sizler eliyle yarınlara akacak, sizler vasıtasıyla iddia ve mirasını koruyacaktır.

Göreviniz ağır, çetin, zor; ama bir o kadar da ulvidir.

Yolunuz uzun, çetrefilli, dikenli; ama bir o kadar da mübarektir.

Şahsım ve partim adına, sizlere güveniyor, her zorluğun üstesinden geleceğinize can-ı gönülden inanıyorum.

 

Çok Muhterem Arkadaşlarım,

Hareket demek mekânın sınırlarını aşmak, kalıpları yıkmak, zemin ve zamanı anlamsız bırakmak demektir.

Çağına hapsolmuş, döneminde donmuş, zamanın bir bölümüne takılmış hiçbir fikir tam manasıyla harekete geçemeyecek, kalıcı veya sürekli olamayacaktır.

Tüm zamanları kavrayan, mesaj ve modası asla eskimeyen fikirlerin en temel özelliği içinden çıktığı sosyal ve toplumsal şartları muhtevalı şekilde yansıtarak dinamik bir karakter sergilemesidir.

Sosyolojinin diline yaslanan, kültür ve tarihin birikimine dayanan bir fikir veya düşüncenin kuvveden fiile geçmesi kaçınılmaz bir akıbettir.

Fikir olmadan insanlık kör, insanlık olmadan fikir boş bir kuyudur.

Her keşif bir fikrin mahsulüdür.

Her yenilik bir fikrin sonucudur.

Her medeniyet bir fikrin eseri, her millet bir fikrin başarısıdır.

Türk milletinin de bir fikir zenginliği, fikir derinliği vardır ve bu asırlardır gelişme göstermesine rağmen esas da hiç değişmemiştir.

Bizi bu coğrafyada tutan milli siyasetin çatısı fikirlerimizin gücüyle örülmüştür.

Fikirlerimizin rotasını, Türk kültürü, Türk tarihi, Türk dili, Türk kimliği, yüzyıllar içinde ruhumuza nakşettiğimiz kardeşlik hissiyatı, son tahlilde aziz milletimiz tayin ve tarif etmiştir.

Bu vatan, yaklaşık bin yıl önce asıl ve hak eden sahiplerini ilk ve son defa bulmuştur.

Aradan geçen on asır, bu topraklardan yerküreye damgasını vurmuş bir büyük milletin varlığını ve kudretini tescil etmiştir. Bunun adı ise Türk milletidir.

Bu iftihar ettiğimiz kültürel varlık, köklerin, kökenlerin, dillerin, mezheplerin üstünde maddi ve manevi bir bağ ile kaynaşmış ve kucaklaşmıştır.

Nereli olursak olalım, nerede doğarsak doğalım, nasıl konuşursak konuşalım bizleri bir araya getiren, acılarımız, anılarımız, zaferlerimiz, hüzünlerimiz ve ülkülerimiz olmuştur.

Her çekilen halay, her dövülen davul, her buluşulan düğün, her açılan duvak, her doğan çocuk, her sallanan beşik, her tüten ocak, her can veren şehit bizi bir millet yapmıştır.

Bin uzun yılda yokluklar birlikte göğüslenmiştir.

Fetihlerin sevinci beraberce yaşanmıştır.

Bozgunların burukluğu birlikte paylaşılmıştır.

İşgallere ortak duygu ve inançla direnç gösterilmiştir.

Ankara’da dökülen gözyaşı Diyarbakır’da silinmiştir.

Adanalı küçücük Gizem’in acısına Bingöllü Ayşe Ana ortak olmuştur.

Karslı körpe Mert’in felaketine Balıkesirli Hatice Nine yanmıştır.

Manisalı Umut yavrumuza Mardinli Hasan Dede ağlamıştır.

Şanlıurfa’daki sevinç Yozgat’tan hissedilmiştir.

Hakkâri’de pişen aşın lezzeti Manisa’dan tadılmıştır.

Mersin’den uzanan el Şırnak’tan tutulmuş, Sivas’tan kayan yıldız Sinop’ta dilekleri tutuşturmuştur.

Kuşkusuz, Sakarya’nın kaderi Dicle’yle aynıdır.

Fırat’ın özlemleri Kızılırmakla benzerdir.

Van Gölü’nün hayalleri İznik Gölü’yle örtüşmektedir.

Erciyes olmadan Ağrı Dağı mahzun, Allah-ü Ekber Dağları olmadan Toroslar yapayalnızdır.

Horon olmadan bar olmaz, karşılama olmadan zeybek oynanamaz.

Bizi korkular değil, umutlar biraya getirmiştir.

Bizi menfaatler değil, tarih ve kültür havuzu kavuşturmuştur.

Bizi dönemsel şartlar değil, müşterek değer ve yaşanmış yüzyılların bereketi bir millet yapmıştır.

Verdiğimiz şehitler, çektiğimiz çileler, oturduğumuz semtler, kurduğumuz şehirler, katlandığımız zorluklar, kız alıp vermeler millet olmamızın ispatıdır.

Ne var ki bizi bölmek istiyorlar.

Birbirimize girmemizi, birbirimizden kopmamızı planlıyorlar.

Küsüp ayrılmamız için haince, alçakça tezgah kuruyorlar.

Bir avuç terörist yollara zaman ayarlı bomba döşüyor, bir avuç eşkıya askerlerimizi kaçırıp pazarlıklarla psikolojik üstünlük arayışına giriyor.

Hem dahili hem de harici mihraklar son yurdumuza etnik düğüm atmayı projelendiriyorlar.

Tarihimize saldırıyorlar, milliyetçiliği suçluyorlar, Türklüğe suikast düzenliyorlar.

Yetmedi, milli güvenliğimize fitne saçıyorlar, milli kimliğimizi bulandırmak ve budamak için komplolardan medet umuyorlar.

Ermeni diasporasına, yüzbinlerce Müslüman-Türk’ü vahşice katleden şerefsizlere taziyede bulunuyorlar, zımnen özürler diliyorlar.

Binbir badireyle, onca ızdırapla yurt yaptığımız bu toprakları elimizden almak, bu cennet vatanı yeryüzü cehennemi yapmak için namertler görev başındadır.

Türkiye’yi yönetenlerin vizyonsuzluğu ve gayri milli zihniyeti sebebiyle yabancı başkentlerin peydahladığı, doğrudan Türk vatanını ve mücavir alanlarını hedef alan yeni devletler dayatılmaktadır.

Eğer bu gelişmeleri milli bir yelpazeden okuyamazsak, gerekli tedbirleri alamazsak ve son vatanımızın siyasi fikriyatıyla eklemleyemezsek, mukadderat dağılma olacaktır.

Bugün karşımızdaki tehlike de budur.

İnsanlığın geçmişi, tarihin çöplüğü bu riski öngörememiş yöneticilerin ve devletlerin kalıntılarıyla doludur.

İkaz ediyorum, coğrafyamız tartışılırsa, milletimiz; milletimiz tartışılırsa devletimiz; devletimiz tartışılarsa bayrağımız ve bayrağımız tartışılırsa varlığımız ve bağımsızlığımız ateşe atılacaktır.

Bunlar ne fantezi, ne vehim, ne sendrom, ne de paranoyadır.

Şunu çok iyi biliyoruz ki, son ikiyüz yıllık zaman zarfında, vatanımız üzerinde oynanan oyunların tamamı bu tertemiz ve soylu milleti parçalamak, bölmek ve Anadolu’dan göndermek üzerine bina edilmiştir.

Türk milletinin, bir zamanlar üç kıtayı avucuna almasını hala aklından çıkaramayan ve hala hazım güçlükleri çeken zalimler içimizden devşirdikleri yerli taşeron ve kuryelerle hedefe adım adım ilerlemektedir.

Israrla aklımızda tutalım ki, Türkleri Anadolu’dan söküp atmak yüzyılları aşarak günümüze kadar ulaşan vazgeçilmez bir emeldir ve tarafları bugün bütün çirkin yüzleriyle meydandadır.

Kudretli olduğumuz anlarda pusanlar, zafiyet gösterdiğimiz ilk anda hemen bellerini doğrultmuşlar, gizlendikleri mahzenden yarasalar gibi çıkmışlardır.

Asırlarca uygun ortam, müsait zaman kollayan insanlığı sorunlu çevreler aradıkları imkânları değişik devir ve şartlarda maalesef ki bulmuşlardır.

Bunlar, kimi zaman doğrudan, kimi zaman da dolaylı yollarla içimize sızmışlar, bütünlüğümüzü, bağımsızlığımızı ve kardeşliğimizi içten içe kemirmişlerdir.

Hatırlayınız, 99 yıl önce Çanakkale’de verdiğimiz olağanüstü mücadele, egemenliğimizdeki toprakları kaybettikten sonra, ölüm pahasına terk etmeyeceğimiz son vatanımızın övünç madalyası olarak tarihe geçmiştir.

Biz Balkanlar’dan, Kafkaslar’dan, Ortadoğu’dan, Afrika’dan ve Hicaz Yarımadası’ndan tıpkı kar gibi eriye eriye çekildik, kuruyan dal gibi düştük, çığ gibi bağrımıza çarpan ayrılıklarla Anadolu’ya sığındık.

Altı koca asır süren hükümran bir mazinin son iki asrında; yavaş yavaş kolları ve gövdesi kesilen bir çınara döndük ve Anadolu’ya sığmak zorunda kaldık.

Gücünün zirvesindeyken 24 milyon kilometre karelik toprak büyüklüğüne sahip olan Osmanlı İmparatorluğu, 1699 Karlofça Antlaşması’ndan 12 Ağustos 1914 tarihine kadar geçen 215 yılda 20 milyon kilometre karelik toprak kaybetmiştir.

Bu şu demektir: 215 yıllık süre zarfında her gün255 kilometrekarelik bir toprak elden çıkmıştır.

12 Ağustos 1914’den 30 Ekim 1918 Mondros Mütarekesi’ne kadar geçen dört yıllık sürede, yani 1461 günde, 3 milyon 214 bin200 kilometrekarelik toprak parçası maalesef kaybedilmiştir.

Yani bu 1461 günlük zaman sürecinde her gün 2 bin200 kilometrekarelik toprağımız elimizden kayıp gitmiştir.

Bu bir felakettir.

Bu eşine çok az rastlanır beşeri bir afettir.

Emperyalizm, deyim yerindeyse vatan topraklarımızı öğüterek yutmuştur.

Bu kadar kayıp yaşayıp da küllerinin içinden istiklal mücadelesiyle yeniden doğan, enkazın içinden yepyeni bir devlet çıkaran ancak ve ancak Türk milleti olmuştur.

Aziz ecdadımız Kudüs’ten 9 Aralık 1917’de çekilirken, Mescid-i Aksa’ya nöbetçi bırakılan Hasan Onbaşı’nın görevine 55 yıl hiçbir şey yokmuşçasına devam etmesi, hatta orada unutulması aslında hüzünle dolu kayıplarımızın adeta vesikası, adeta yürek burkan hikâyesidir.

Rahmetle ve minnetle andığımız kahramanımız onunla ilk kez karşılaşan bir şahsa bakınız şöyle diyor:

“Yolun Tokat’a düşerse, burayı bana emanet eden Kolağası Musa Efendi’yi bul. Ellerinden benim için öp. Ona de ki; ‘11. Makinalı Takım Komutanı Iğdırlı Hasan, o günden buyana, bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.”

Biz Hasan Onbaşıların, Seyit Onbaşıların, Nene Hatunların, Sütçü İmamların, Ezineli Yahya Çavuşların, Mustafa Kemallerin, Kazım Karabekirlerin, cepheden cepheye kan ve can takviyesi yapan yüzbinlerce millet evladının sayesinde bugün buradayız.

İsmini sayamadığım, saymaya da vaktimizin yetmeyeceği nice büyüklerimizin hizmetleri Türk tarihine altın harflerle kazınmıştır.

Dört yüz çadırlık Türkmen obasında üç kıtanın haritasını çizmiştik.

Cihat ve gazayla fütuhatımızın zafer duasını yapmış, Mehteranımızın gür sesini aleme işittirmiş, Üç Hilali kürenin başına tuğ diye dikmiştik.

Coğrafyaları, ülkeleri, milletleri, kültürleri, dinleri, mezhepleri Ötüken ilkeleriyle, Söğüt ruhuyla, Oğuz nesliyle, Türk milletiyle tanıştırmıştık.

Fakat zaferlerimiz kalıcı olmadı, olamadı.

Türk milleti geçmişte yaşadığı travmalardan, muhatap olduğu acılardan, yaşadığı ihanetlerden ders çıkarmıştır.

Aziz milletimiz, son yurduna, şehit kanıyla çizilmiş sınırlarına, asli unsurun ocağına gözleri ve hatıraları arkada kalarak dönmüştür.

Şunu kesinlikle söylüyor ve idrak hastalığına yakalanan milli seciye yoksunlarına bildiriyorum:

Bu tarihten sonra büyük Türk milleti için dönülecek başka toprak parçası, gidilecek başka göç güzergâhı ve verilecek başka vatan köşesi asla, ama asla kalmamıştır.

Burasının adı Türkiye Cumhuriyeti, milletinin adı ise büyük Türk milletidir.

Ya bu vatanda yaşayacağız, ya da bu vatan uğruna seve seve can vereceğiz.

Ya bu topraklar ve üzerinde yaşayan millet bir ve kardeşçe kalacaktır, ya da Türk milletinin kayıplarına yeni halkalar eklenecektir.

Göbek bağımızın kesildiği yer daima son nefesimizi vereceğimiz yer olacaktır ve bu hakikati ne Recep Tayyip Erdoğan, ne İmralı canisi, ne bölücü mihraklar, ne de küresel işbirlikçileri değiştiremeyecektir.

Türk Gençliğinin kararı budur.

Türk milletinin iradesi bu yöndedir.

 

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Değerli Gençler,

Başbakan Erdoğan korku edebiyatıyla, tarihle yüzleşme sözleriyle geçmişimizi çarpıtma peşindedir.

Başbakan yüz yıl önceki olayları korkularımızdan arınarak ele almamız gerektiğini söylemektedir.

Sözde soykırım tezlerine destek vermenin, taziye mektubu yazmanın yeni adı korkularımızdan kurtulmak olarak formüle edilmiştir.

Az evvel detaylarıyla aktardığım kayıpların Başbakan’a göre büyütülecek bir yanı yoktur.

Milletçe geçmişte yaşadığımız hüsran verici dönemlerin istismar edildiği ve tehdit aracı olarak kullanıldığı Başbakan’ın iki dudağından çıkmıştır.

Başbakan’a göre, son iki yüz yıldır, bu topraklarda bölünme ve irtica vasıtasıyla toplum terbiye edilmek istenmiştir.

Sayın Erdoğan emin ol, bilmiş ol; böyle bir terbiye hali vasat bulsaydı senin adından ancak ve ancak mahalle aralarında birlikte top koşturduğun, bilye oynadığın arkadaşların bahsederdi.

Başbakan hezeyannameden farksız olan geçen Salı günkü Meclis Grup konuşmasında, öyle şeyler söylemiş, öyle isnatlar da bulunmuştur ki, dinleyen ve duyan herkesi hayrete sevk etmiştir.

Başbakan Erdoğan şöyle diyor: Türk müsün? Korkmayacaksın. Kürt müsün, Arap, Çerkez, Laz, Gürcü, Roman mısın, Boşnak mısın? Korkmayacaksın. Sünni misin, Alevi misin? Artık korkmayacaksın.”

Sanki cesaret abidesi kesilen, sanki cesaret anıtına dönen Başbakan acaba mahkemenin önüne çıkmaktan, rüşvet ve yolsuzluktan dolayı hesap vermekten niçin korkuyor, niçin ödü kopuyor?

17-25 denilince saklanacak kovuk, kaçacak yer arayan bu Başbakan bize ne anlatmaya çalışıyor, hangi fitneyi kabullendirmeye çabalıyor?

Türk milletinin korktuğunu, korkutulduğunu söyleyen Recep Tayyip Erdoğan önce yüreği yetiyorsa, cesareti varsa oğluyla birlikte hakim huzuruna çıksın da o zaman görelim boyunun uzunluğunu.

Buradan soruyorum;

Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmasını yürüten savcılara soruşturma açmak, yürüyen davalar hakkında takipsizlik kararı verdirmek, polislere zulüm yapmak korkaklık değildir de nedir?

Ahlak ve adaletle yüzleşmeden Ermeni çetelerine göz kırpmak, Patrik’e zeytin dalı uzatmak korkaklığın dik alası değildir de nedir?

Kutlu vatanımızın bir bölümünde bölücü terör örgütü her gün provokasyonlarına yenilerini ilave ederken, İmralı canisi tehdit zincirini sıkılaştırırken çıt çıkarmamak korkaklık, sinmişlik ve rezillik değildir de nedir?

Ona buna yüksek perdeden atıp tutarken, Müslüman kanına doymayanlara, küresel sömürü düzenini meşrulaştırmak için vızır vızır uğraşanlara kuzu kesilmek korkaklık değildir de nedir?

Rüşvetçi eski bakanlarının pisliklerini temizlemek ve kamuoyundan uzak tutmak için TBMM’ni alet etmek, Meclis televizyonunu karartmak iflah olmaz korkaklık değildir de nedir?

Yüce Divan riskini asgariye indirmek, evlerde saklanan ve bir türlü sıfırlanamayan milyarlarca liralık haram paranın kaynağını ve nereden elde edildiğini yargı önünde açıklamaktan imtina etmek için Cumhurbaşkanlığı’na aday olma hazırlığı korkaklık değildir de nedir?

Başbakan aziz Türk milletine cesaret hakkında herhangi bir tavsiye ve temennide bulunacak bir sicile asla sahip değildir.

Zira kendisi ve zihniyeti kargaları kovan bostan korkuluğunun aynısıdır.

Başbakan korkakça, kaypakça hukuktan kaçmaktadır.

Başbakan tavizde cesurdur.

Teslimiyette cesurdur.

Türk’e hakarette, millete ihanette cesur ve patavatsızdır.

Milli ilke ve ülkülere zarar verme konusunda pervasızdır.

Bu nedenle Başbakan yüz yıl önceki meseleler üzerinden mangalda kül, deryada su bırakmadan atıp tutmak yerine izanlı ve ahlaklı olmayı öğrenmelidir.

Bu ülkede Türk’üm diyen, Türk milletine mensubiyetten şeref duyan hiç kimse korkmamış ve korkmayacaktır.

Türk milletini korkutacak fani de henüz anasından doğmamıştır.

Fakat Başbakan Türk’üm, doğruyum, çalışkanım seslenişinden ürkmüş ve korkmuştur.

Bunun için de Andımızı hayasızca kaldırmıştır.

TC’den korkmuş, tabelalardan sildirmiştir.

“Ne Mutlu Türküm Diyene” sözünden korkmuş, karşı saldırıya geçmiştir.

Türk kimliğinden korkmuş, Türkiyelilik zırvasını benimsemiştir.

Ezcümle, Başbakan Türk’e dair ne varsa korkudan tir tir titremiştir.

Bizim geçmişimizden korkumuz değil, yaşadığımız tecrübelerden dolayı kaygılarımız vardır.

Korku başka, kaygı ise bambaşka bir şeydir.

Tarihindeki olayları önemsiz gören, acı hatıraları buruşturup bir kenara atan milletlerin bunlarla tekraren karşılaşması şaşmaz bir hakikattir.

Başbakan’da tarih şuuru yoktur, milli haslet ve hassasiyet sıfırdır.

Başbakan Türk tarihiyle değil, hiçbir doğru yönü olmayan kendi kişisel tarihiyle yüzleşmelidir.

İnşa ettiği korku devletinin, kurduğu baskı ve istihbarat düzeninin, yaydığı kötü kokuların önce milli vicdanlarda bedelini ödemelidir.

Sonra yüzü kalırsa, dermanı olursa çıkıp geçmişle ilgili ahkam kesmelidir.

Bakınız Merhum düşünürümüz Ziya Gökalp, Kavim Şiiri’nin bir dörtlüğünde, bugüne mesaj verircesine ne diyor:

Karacık Dağı’ndan Kıpçak Çölü’nden,

Gelen atalarım gibi Türk’üm ben.

Bana yol gösteren benden olmalı,

Olamaz Türk’e baş Türk’üm demeyen,

Osmanlı kalamaz Türk’ü sevmeyen.

Herhalde Başbakan kendisine ait payı çıkarmış, ne demek istediğimizi de anlamıştır.

Recep Tayyip Erdoğan’dan Cumhurbaşkanı olmaz.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Bugün 3 Mayıs Milliyetçiler Günü’nün 70. seneyi devriyesidir.

3 Mayıs milliyetçiliğin duygu ve düşünce havzasından hareket ve eylem sahasına inmesinin eşiğidir.

3 Mayıs 1944’de milliyetçilik demokratik refleksini göstermiş, milliyetçi kahramanlar kötü gidişata itiraz etmiştir.

3 Mayıs 1944 Çarşamba günü, Ankara’da toplanan ve tıpkı sizin gibi inanmış olan Türk gençliği milliyetçiliğin şerefli sayfasında saygın ve eşsiz bir konuma yükselmişlerdir.

O günlerde Türklük ve Türkçülük tıpkı bugünkü kötülenmiş ve karalanmıştır.

Mesela, Merhum Prof. Dr. Zeki Velidi Togan’ın evine baskınlar düzenlenmiş, Türk tarihi ve Türkçülükle ilgili eserler suç delili sayılmıştır.

Anlayacağınız Türklük o zamanda suçlanmış, o zamanda horlanmıştır.

3 Mayıs 1944 hadiselerine giden süreci öncelikle iyi bilmek, iyi yorumlamak yapacağımız değerlendirmeler açısından çok mühimdir.

Merhum Hüseyin Nihal Atsız’ın 20 Şubat 1944 tarihinden itibaren dönemin Başbakanı’na yazdığı açık mektupları 3 Mayıs’ın fitilini tutuşturmuş, bir bakıma milliyetçiliğin artık dar gelen kabuğunu kırmıştır.

Tek parti döneminde, bir edebiyat öğretmeninin yüreklice, doğru gördüklerini, endişeyle izlediklerini dosdoğru bir şekilde Başbakan’a yazması haysiyetli bir davranış, korkusuz bir çıkıştır.

Merhum Atsız Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tehlikeleri sade ve yalın bir dille kaleme almış, tehditlerin içyüzünü ustaca anlatmıştır.

Bu gelişmelerden rahatsız olan devrin dalkavukluğunu yapan köhnemiş bazı isimler milliyetçi canlanmayı sindirebilmek için devlet imkanlarını seferber etmiş ve mahkemeleri devreye sokmuştur.

Aleyhine dava açılan Merhum Atsız İstanbul’dan Ankara’ya gelerek hâkim karşısına çıkmıştır.

Özellikle 3 Mayıs 1944’de milliyetçi gençlerin haksızlığa tepkileri, zulme eğilmeyen, güce boyun bükmeyen tavırları gıpta edilecek bir tablodur.

Bu tarihteki milli öfkeden çekinen siyasi iktidar, 165 milliyetçiyi tutuklamış, bunlardan 23’ü hakkında vatana ihanet, gizli cemiyet kurma, iktidarı devirme suçlamalarından dolayı dava açılmıştır.

Aralarında Merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş, Necdet Sancar, Zeki Sofuoğlu, Hikmet Tanyu, Fethi Tevetoğlu, Reha Oğuz Türkkan, İsmet Rasin Tümtürk, Hasan Ferit Cansever, Hüseyin Namık Orkun’un da bulunduğu milliyetçiliğin yüz akları insanlıkla bağdaşmayan muamelelere maruz kalmıştır.

3 Mayıs’ın kahramanları her türlü eziyet karşısında davalarından ödün vermemişlerdir.

Bir insanın içinde ancak ayakta durabileceği, oturmanın, sağa sola dönmenin imkânsız olduğu, kalanların dizkapaklarından ve dirseklerinden sımsıkı bağlandığı, beşeryüz mumluk üç elektrik lambasının bulunduğu tabutluklarda Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in tohumları yeşermiştir.

Reva görülen işkence ve kötü muamele kutlu hareketimizin temellerini kazmıştır.

Uydurulan Irkçılık ve Turancılık davasında atılan iftiralar, yapılan itibar cellatlığı ters tepmiş, milliyetçiliği durgun yatağı millet denizine doğrudan doğruya çevrilmiştir.

Milliyetçiliğin 1944 şahlanışına; milli birliğin düşmanı dediler, hayalcilik dediler, ütopya dediler, bela dediler, üç beş kendini bilmezin, üç beş tahrikçinin nümayişi diyerek değersizleştirmeye kalkıştılar.

İthal malı anarşi cereyanları diyerek sulandırmaya, memleket havasını bulandıranların fesadı diyerek mahkum etmeyi denediler.

Türkiye Türkçüsü gibi ucube bir kavramı tedavüle soktular, milliyetçiliğin numune isimlerini şuursuzlukla, tezviratçılıkla, ırkçılıkla itham ettiler.

Ne var ki başaramadılar.

Şimdi dönüp geriye baktığımızda kimin haklı, kimin haksız olduğunu tarihin hakemliğinde, milletimizin hâkimliğinde çok açık şekilde görmek mümkündür.

Bugün de Türkçülükle milliyetçiliği iki ayrı kutba koyup sanal medya üzerinden fitne ve dedikodu imali yapanlar kesinkes iyi niyetli değillerdir.

Türkçülüğü milliyetçiliğe rakipmiş veya antiteziymiş gibi gören ve gösteren zavallıların bozguncu ve edepsiz telaşları hiçbir şekilde maya tutmayacaktır.

Türk milliyetçiliğinin son 70 yıllık fikri ve siyasi mücadelesinde nereden nereye geldiğini aklı körleşmemiş, zekası paslanmamış herkes itiraf edecektir.

Bu kapsamda 3 Mayıs 1944 ve sonrasındaki olaylar yumağı bizde silinmez izler bırakmış, Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in anlam ve heyecan vahası olmuştur.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım, 

Her zaman söyledik, yine söylüyoruz; ülkümüzün yolu, milletimizin de yoludur.

Milletimiz ise kendisini aşmış, sığ tartışmaları, çıkar mücadelelerini terk ederek milletine yoğunlaşmış, büyük düşünebilen gönül ve dava insanları tarafından hedeflerine ulaştırılacaktır.

Bunu da yapacak Milliyetçi-Ülkücü Hareket’tir.

Bizi “ülkücü” yapan en belirgin yönümüz, şahsi beklentilerimizi milli geleceğimiz ve hedeflerimiz içinde eritebilmiş olmamızda gizlidir.

Bu, elbette ki özel hedeflerimizi terk etme anlamını doğurmayacaktır.

Ancak iç içe geçmiş amaçlar hiyerarşisinde, şahsi gelecek ile millet geleceğinin ortak paydasının kapsama alanı aynı maksada erişmek için müşterek hale getirilmelidir.

Türk Gençliğinin bunu başarabileceği konusunda hiçbir şüphem de yoktur.

Ülkümüz ne bizle başlamıştır, ne de biz olmadığımız zaman sona erecektir. Çünkü ülkünün varlığı yalnızca “ben” ile sınırlı değildir.

Ülküsünü sürekli canlı tutan, Türk ve İslam’ın değerlerini kendi hayatına aynen tatbik eden Ülkücü, hem millet var oldukça yaşayacak, hem de milleti sonsuza kadar yaşatacak manevi ve fikri kudretin tanımıdır.

Ülkücünün ülküsü, gelecekte varılması tasarlanan ve meçhul yarınlara ait bir hayal değil, kendi içinde sürekli tazelenen milli bir şuur halinin akılla duygudaki akisleridir.

Ülkü her an aşılan, bir merhaleden bir başka merhaleye doğru koşma ve kavuşma arzusuyla yenilenen, Ülkücüye çağın zorlukları ve değişik sorunlar karşısında fikren ve kalben koruma sağlayan rehberdir.

Milletle fert arasındaki bağları tahkim edecek, milletle devlet arasındaki gerilimleri yumuşatacak, demokrasiyle milli iradenin açıkta kalan yönlerini kapatacak Ülkücünün sorumluluk ruhu ve müdahalesidir.

Türkiye’de sosyal bir uyanış olacaksa, milli kalkınma sağlanacaksa, milli diriliş ve toparlanma temin edilecekse bu, ülkücünün inisiyatif almasından, ülkülerinin hakkıyla ve layıkıyla benimsenmesinden geçecektir.

Demokrasinin milliyetçilikle eş zamanlı doğduğunu, birisi olmadan diğerinin yarım yamalak kalacağını unutmamak lazımdır.

Milliyetçilik yabancılaşmanın yenildiği, yozlaşmanın durdurulduğu, son ve emniyetli mevzidir.

Özellikle bizim milliyetçilik anlayışımızda ötekileştirme, dışlama, zorlama, dayatma, içe kapanma, değişik milletleri aşağılama yoktur ve olmamıştır.

Ülkücü tamamıyla insana saygı ve riayeti merkezine alan, milli ve manevi değerleri yaşatmak için kararlılık gösteren, milletini doruklara çıkarma amacıyla yanıp tutuşan, içiyle dışı arasında tutarlık olan fazilet, adalet, iman, eşitlik, hürriyet ve ahlak mihveridir.

Kabul ve itimat ediyoruz ki, Türk Gençliği gelecekteki Türk milletinin ülkülerini temsil edecektir.

Bu itibarla her biriniz çok iyi yetişmek, iman ve terbiye dairesinden ve iyi insan olma iradesinden ayrılmamak durumundasınız.

Tarih, henüz vasıfsız insanlardan müteşekkil güçlü bir millete rast gelmemiştir. Nitelikli nesillere rağmen geri kalmış bir ülke de görülmemiştir.

Sizlerden isteğim geleceğinize geleneklerinizden aldığınız destek ve feyizle sahip çıkmanızdır.

Kalabalıklar arasında sıkışıp yanlışa razı olmaktansa fert fert doğrularınızın peşinden gidecek kadar özgüvenli olunuz.

Bu tavrınızdan dolayı sizlere korkak diyen çıkacaktır, bırakın desinler.

Eleştirilerden çekinmeyiniz, yılmayınız, sürekli gelişmeden, devamlı okumaktan, teknolojiyi en iyi şekilde kullanmaktan, dünyayı takipten, ailenize bağlılıktan, arkadaşlarınıza muhabbetten vazgeçmeyiniz.

Sizler ruhen, bedenen ve fikren selamete, kemale kavuştukça Türk milletini omuzlayıp ayağa kaldıracaksınız.

Başarılı oldukça, kendinize güvendikçe Türkiye ve Türk vatanı güvencede olacaktır, bunu hatırınızdan çıkarmayınız.

Sizler Türklüğün hayat iksirisiniz.

Sizler Türkiye’mizin var olma ümidisiniz.

Dost için kadife elli, düşman için çelik bileklisiniz.

Gözler onun için sizin üstünüzdedir.

Suskun musunuz, yoksa tepkili mi?

Uyuyor musunuz, yoksa uyanık mı?

Herkesin cevabını merak ettiği sorular da bunlardır.

Sizler oldukça, millette korku olmayacaktır.

Sizler oldukça Türkiye ve Türk milleti üzerindeki oyunlar paramparça edilecektir.

Sözlerime son verirken hepinizden çok şey bekliyor, sizleri Yüce Rabbime emanet ediyor, ailelerinize selam ve saygılarımı götürmenizi istiyorum.

Burada bulunan her dava arkadaşımı, her evladımı en içten sevgi ve saygıyla kucaklıyorum.

Partimizin kurucusu Merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey başta olmak üzere, milli mücadele kahramanlarına, aramızdan ayrılan 3 Mayıs 1944’ün sembol isimlerine, tüm vatan ve dava şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.

Yolunuz, bahtınız ve alnınız açık olsun.

Sağ olun, var olun.

Ne Mutlu Türküm diyene.