Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin Değerli Üyeleri, Basınımızın Kıymetli Temsilcileri, Dünyanın ve Türkiye'nin önemli değişimler yaşadığı bir dönemden geçerken, 55. Genel Kurul toplantısı vesilesiyle aranızda olmaktan ve bu gelişmeleri değerlendirme fırsatı bulmaktan duyduğum memnuniyeti ifade ederek, hepinize saygı ve sevgiler sunuyorum. Yeni çağa ümitle giren toplumlar arasında, Türkiye'nin en ön sıralarda olduğunu söylemek sanırım gerçekçi bir tespit olur. Bir toplumun modernleşme ve gelişme taleplerinin yüksekliği, geçmişte yaşamış olduğu uygarlık tecrübesi ve tarih bilinci ile ilgilidir. Bu bakımdan, biz Türkler, geleceğe yönelik ümitleri olan milletler arasında, iki yüzyıl önce büyük bir imparatorluk kaybetmiş olmanın hüzün ve hayal kırıklıklarını aşmak için de, sadece ümitle sınırlı kalmayan, inanç ve projeleriyle de farklı bir konumda olmak zorundayız. 21. Yüzyıl'ın dünya açısından önemini muhtelif şekillerde yorumlamak mümkündür. Fakat, bu yorumlarda ortaya çıkan ortak nokta, yeni yüzyıla adım atan dünyanın aynı zamanda yeni bir çağın içine girmiş olmasıyla da ilgilidir. Bilindiği gibi, "yeni çağ" kavramı bir zaman dilimini, bir yüzyılı aşan tarihsel olarak yeni ilişki ve gelişmeleri ifade eden bir dönemi işaret etmektedir. Bu çerçevede, bugünün dünyasında "sanayi ötesi çağ" denilen yeni bir dönemin zaten başlamış olduğunu kolaylıkla tespit etmemizi sağlayacak çok sayıda veri bulunmaktadır. Dünyanın yaşadığı bu yeni çağı karakterize eden temel süreçlere baktığımız zaman durumu daha iyi görebiliriz. Bunlardan ilki; sanayi çağının karakteristiğini teşkil eden hususlarda önemli değişmeler yaşanmıştır. Yeni teknolojiler esnek üretim sistemlerini besleyen niteliktedirler. Ayrıca, "hafif endüstriler" denen bilgi teknolojilerine dayalı yeni bir çalışma süreci ve üretim tarzı ortaya çıkmıştır. Bugünkü dünyanın en hızlı gelişen kesimi bu yeni ekonomilerle ilgilidir. İkincisi; ekonomik faktörler, sermaye, mal ve hizmetler daha önce kimsenin tahmin edemeyeceği boyutlarda hareketlilik göstermeye başlamış, dünyayı küçülterek, iletişimcilerin söylediği şekliyle "global bir köy" haline sokacak yeni bir sürecin doğmasına neden olmuştur. "Küreselleşme" diye ifade edilen bu yeni dinamik ilişkiler sistemi, sadece ekonomiler arasında değil; bilgi, kültür, eğitim teknikleri gibi birçok sosyal ve kültürel alanda da dünya ölçeğinde yoğun etkileşim alanları yaratmıştır. Bu sayede ülkeler arasında karşılıklı etkileşim süreçleri ortaya çıkmıştır. Bu bir anlamda, farklı ülkelerin ekonomilerinde karşılaştırmalı avantajlar yaratacak etkilere yol açmıştır. Bu süreçlerin, işbirliği kadar rekabet ve mücadele şartlarını da yarattığını ifade etmek gerekir. Dolayısıyla küreselleşmenin bir yüzünde imkânlar, diğer yüzünde ise engeller bulunmaktadır. Bu sürecin imkânlarından faydalanmak bir anlamda küresel şartlara hazırlanmakla ilgilidir. Böyle bir sürece gözlerimizi kapamak, anlamamak ise, yeni çağın sadece dışında kalmak anlamına gelmez; aynı zamanda, küresel ilişkilerin tahribatına bütünüyle maruz kalmak anlamını da taşır. Sanayi ötesi çağın üçüncü önemli özelliği ise, iletişim ve ulaşım sistemlerindeki hızdır. Artık dünya bütünüyle iletişim, haberleşme ve bilgi sistemleriyle birbirine bağlanmış vaziyettedir. Bilgi teknolojileri, iletişimde olduğu kadar ulaştırmada da hem hız konusunda, hem de etkinlik konusunda baş döndürücü gelişmelere imkân vermiştir. Yeni çağın niteliklerinden bir diğeri ise, toplumsal ve siyasal alanda evrensel doğruların, küresel norm ve standartların yükselmesidir. Bir başka ifadeyle, değer sistemi olarak milli ve dini kültürlerin, eşit ve bir arada yaşama hakları; siyasette ise, özgürlüklere dayalı bir sistem olan demokrasinin küresel ölçekte siyasal gelişmenin kriteri olarak kabul edilmesidir. Bu gelişmeleri tamamlayan ve arka planda motive eden süreçlerden birisi de, hiç şüphe yok ki, piyasa ekonomisi ve rekabet etkisidir. Müdahaleci-devletçi yapılardan, tekelci yapılara kadar rekabet etkisini yok eden veya azaltan geri ekonomik zihniyetler, bugün tamamen geçersiz hale gelen ve gelişmeyi engelleyen faktörler olarak değerlendirilmektedir. Bütün bu gelişmelerle birlikte, son yıllarda, giderek güçlenen benzer kültürler ve uygarlık alanlarında ortaya çıkan bölgesel ittifak ve uluslararası işbirliği yapıları, dünyanın yeni siyasal aktörleri haline gelmiştir. Değerli Misafirler, Kıymetli Basın Mensupları, Dünyayı anlamaya çalıştıkça, yeni gelişmeleri değerlendirdikçe neleri yapmak gerektiği konusunda daha doğru karar verebilir, daha tutarlı politikalar üretebiliriz. Bugün bu kadar iç-içe geçmiş bir dünya sisteminde bunu yapmak zorundayız. Konuşmamın başında Türk milletinin yeni yüzyıla büyük ümitlerle girdiğini ifade ettim. Bu ümitlerimizi gerçeğe çevirmenin yolu, bu yeni çağı kavramak, anlamak ve yorumlamak ve onun kapılarını açmakla mümkündür. Hiçbir yeni başlangıç, yeni bir çağ kendi kendine açılamaz. Akıp giden yüzyılları bir çağ değişime götürmek her şeyden önce inanç, ruh, bilgi ve tarih bilincine sahip olan toplum ve hareketlerin işidir. Geçtiğimiz iki yüzyılı, yani, dünyanın Sanayi Devrimi'nden sonra yaşadığı gelişmelerin cereyan ettiği 19. ve 20. Yüzyılları geri kalmış toplumlar arasında yaşayan Türkiye, bugün önemli işler başarmak mecburiyetindedir. Geldiğimiz nokta, bunları başarma konusunda bize sadece ümit değil güven vermektedir. Burada atılması gereken ilk adım, gerçekçi bir ekonomik ve toplumsal kalkınma stratejisi ile, Türkiye'nin önünü kesen, gelişmesini engelleyen unsurları tasfiye etmek, toplumsal dinamikleri harekete geçirmek yolunda olmalıdır. Bunun başarılması için mevcut sorunların biran önce çözümüne yönelik, sosyal ve ekonomik dengeleri inşa edecek, bir istikrar programı ilk aşamayı oluşturmaktadır. Biz bu programı uygulamaya koyarak Türkiye'yi stabilize etmek üzere işe başladık. Bu yolda daha şimdiden önemli neticeler elde edilmeye başlamıştır. Değerli Üyeler, Hepimizin bildiği gibi, ülkemizin önünde büyük imkanlar olduğu kadar, önemli sorunlar da bulunmaktadır. Türkiye'nin büyük imkanlarla buluşmasının yolu, ülkemizin ve toplumumuzun karşı karşıya bulunduğu sorunları aşmasıyla mümkündür. Biran önce aşılması gereken en önemli sorunumuz, ekonomide karşılaşılan ve son yirmi beş yılı kapsayan bir dönemde yerleşik hale gelen enflasyon sorunudur. Bugün içinde bulunduğumuz Koalisyon Hükümeti yıllardır yapılamayanı, ihmal edilmiş olanı ve yanlışları bir tarafa bırakarak, enflasyonu önlemeye yönelik köklü bir istikrar programını uygulamaya koymuştur. Programın üzerinden geçen dört aylık süre, bize muhtemel sonuçları hakkında önemli ipuçları vermeye başlamıştır. Reel faizler hızlı bir düşüş trendine girmiş, enflasyonda ciddi bir gerileme eğilimi ortaya çıkmıştır. Bu gelişmeler bugüne kadar uygulanan istikrar programının başarısı konusunda en kötümser durumda olanları bile ümide sevkedebilecek neticelerdir. Türkiye'nin enflasyonu yeneceği artık dost düşman herkes tarafından kabul edilmeye başlanmıştır. Bu hususta siyaseten kararlı olmak, takip edilen politikalarda tutarlı olmak başarının ön şartıdır ve bu konudaki ısrarımız Türkiye'nin geleceğe dönük ümitlerinin artması ve realize olması demektir. Bu çerçevede gelişmeler devam edecektir. Bilindiği üzere, çeşitli dönemlerde, enflasyonla mücadeleye yönelik programlar uygulanmasına rağmen, gerek programların yarıda kesilmesi, gerekse kapsamlarının dar olması nedeniyle enflasyonda kalıcı bir düşüş sağlamak mümkün olamamıştır. 24 Ocak 1980 Kararları ile enflasyon oranlarında ciddi bir düşüş sağlanmış; ancak, enflasyon oranını yüzde 30'ların altına düşürmek mümkün olamamıştır. 1986 yılından sonra, tekrar yükselme trendine giren fiyat artış hızı, 1988 yılında yüzde 70'ler düzeyine çıkmıştır. 1989-93 döneminde yüzde 50-60 aralığında seyreden enflasyon, 1994 yılında tekrar artarak yüzde 150 olmuştur. Takip eden yıllarda ise yüzde 70-80'ler seviyesinde seyretmiştir. Uzun süredir yaşanan yüksek oranlı enflasyon, gelir dağılımını bozmuş, yoksulluğu yaygınlaştırmıştır. Yüksek enflasyon, bir taraftan yarattığı belirsizlik ortamıyla mevcut potansiyel büyüme hızını aşağıya çekerken, diğer taraftan, uluslararası sermaye piyasalarında ülkemizin kredi değerlendirme notunu aşağıda tutarak doğrudan yabancı sermaye girişine engel olmuştur. Enflasyonu etkileyen talep ve maliyet yönlü faktörler zaman içinde farklılık göstermekle beraber, yaşadığımız kronik yüksek enflasyonun en önemli kaynağı kamu kesimi açıklarıdır. Avrupa Birliği'nin kriterlerine göre yüzde 2'den az olması gereken kamu açıkları, 1988 sonrasında sürekli artma eğilimi göstermiş ve 1997 yılında GSMH'nın yüzde 7,6'sına, 1998 yılında yüzde 9,2'sine çıkmış, 1999 yılında ise gsmh'nin yüzde 14'üne ulaşmıştır. Artan kamu kesimi açıkları yeterince derin olmayan yurt içi mali piyasalar üzerinde baskı oluşturmuş ve reel faiz oranlarının yükselmesine neden olmuştur. Yüksek reel faizler kamu kesiminin borçlanma ihtiyacını daha da artırmış ve borç-faiz kısır döngüsünü ortaya çıkarmıştır. Böyle bir ekonomik istikrarsızlık ortamında göreve başlayan 57. Hükümet ilk olarak ekonomide tekrar istikrarı sağlamak ve sürdürülebilir bir büyüme yapısını tesis etmek, bozulan kamu kesimi dengelerini yeniden sağlıklı bir yapıya kavuşturmak amacıyla, yapısal reformlarda dahil olmak üzere, ekonominin tüm unsurlarını dikkate alan orta vadeli ve kapsamlı bir program hazırlıklarına başlamıştır. Programda, büyüme hızının 2000 yılında yüzde 5-5,5 civarına yükseleceği, 2001 ve 2002 yıllarında ise yüzde 5-6 aralığında gerçekleşeceği öngörülmektedir. Reel faizlerde sağlanacak düşüşün ve yapısal reformlar sonucu ekonomide kaynak kullanımında sağlanacak etkinliğin, hem mevcut büyüme potansiyelinin daha etkili biçimde kullanılmasını sağlaması hem de potansiyel büyüme hızının daha da yükselmesine katkıda bulunması beklenmektedir. Türkiye'nin önemli yapısal sorunlarını çözme kapsamında tarımsal destekleme, sosyal güvenlik, kamu maliyesi yönetimi ve şeffaflık, özelleştirme ve bankacılık sisteminin denetim ve gözetimi konularında kapsamlı yapısal reformların gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. Hükümetimiz, Türkiye'nin, son 25 yıldır tüm dengelerini alt üst eden enflasyonu tek haneli rakamlara indirme konusunda, kararlıdır. Bu çerçevede, biraz önce ana hatlarıyla üzerinde durduğum mevcut programın gerekleri tavizsiz ve eksiksiz uygulanacaktır. Eldeki veriler çerçevesinde programın maliye, para-kur, gelirler politikaları ile yapısal reformlar alanlarında yüksek performans sağlandığı görülmektedir. Yılın ilk dört ayında özelleştirme uygulamalarında da önemli adımlar atılmıştır. Özelleştirme faaliyetlerinden beklenen gelirin önemli bir kısmını oluşturan Petrol Ofisi'nin yüzde 51 hissesinin devri ve Tüpraş'ın hisselerinin bir bölümünün halka arz işlemleri gerçekleştirilmiştir. Üçüncü GSM 1800 lisansı 2,5 milyar dolara satılmıştır. Ayrıca, Türk-Telekom'un özelleştirilmesi için altyapı çalışmaları tamamlanmıştır. Böylece, 2000 yılı için öngörülen 7,6 milyar dolarlık özelleştirme hedefine ulaşılacaktır. Bu tutar, Türkiye'nin şimdiye kadar yaptığı toplam özelleştirme gelirlerinin çok üzerindedir. Burada önemle üzerinde durulması gereken bir diğer husus da, özelleştirmede sağlanan bu yüksek performansın aynı zamanda toplumun gözü önünde ve şeffaflık içerisinde gerçekleştirilmesidir. 1999 yılı sonunda kamu oyuna açıklanan program hedefleri gerek iç, gerekse uluslararası piyasalarda olumlu algılanmış ve faiz oranlarında 2000 yılının ilk aylarından başlayarak, hızlı bir düşüş gözlenmiştir. Nitekim, uluslararası değerlendirme kuruluşları da uzunca bir aradan sonra Türkiye'nin kredi notunu yükseltmişlerdir. Öngörülen tedbirlerin hızla alınması ve bütçe uygulamalarındaki başarı bu düşüşü kalıcı kılmış ve 1999 yilinda 100'lerin üzerinde seyreden bileşik ağırlıklı ortalama iç borçlanma faiz oranları, 2000 yılının Ocak-Nisan döneminde yüzde 38,5 seviyesine gerilemiştir. Programın ilk dört aylık uygulama sonuçları umut vericidir ama, unutmamak gerekir ki, bu program üç yıllık bir programdır. Elde edilen başarılar kimseyi rehavete sokmamalıdır. Asıl hedefin 3 yıllık bir dönemin sonunda enflasyonu yüzde 5'ler düzeyine çekmek olduğu unutulmamalıdır. Değerli Misafirler, Basınımızın Saygıdeğer Temsilcileri, Türkiye ekonomik diriliş ve yeniden yapılanma mücadelesini rayına oturttuktan sonra, süratle sosyal hastalıklarını iyileştirmeye yönelmek zorundadır. Bu vesileyle bir noktanın altını özellikle çizmek istiyorum. Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı terör sorununu aşmada ortaya koyduğumuz kararlı tutum terörden beslenen çevrelerde, hesaplarını terör üzerine kurmuş bulunan iç ve dış mihraklarda büyük rahatsızlık yaratmıştır. Bunlar arasında uluslararası uyuşturucu mafyasından, onların yerli ortaklarına silah kaçakçılığından, Türkiye üzerinde kirli emeller besleyen, ülkemizi bölmek isteyen karanlık niyetlilere kadar bir dizi fesat unsuru bulunmaktadır. Bu çevrelerin kullandığı veya onlarla irtibatlı olan elemanlar, bugün boş durmamakta, teröre karşı alınan tedbirlerin etkisi karşısında yeni taktiklerle varlıklarını devam ettirecek, kanlı ve karanlık emellere hizmet edecek her türlü imkânı yaratmak istemektedirler. Şunu açıkça tesbit etmek durumundayız ki, terörü besleyerek ülkemizin başına bela edenler, Türkiye'nin kalkınmasını hızla tamamlayarak bölgesel bir güç haline yükselmesini, milletlerin ancak birkaç yüzyılda yakalayabileceği bir ortamdan yararlanmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Bu unsurlar, Türkiye'nin bölgesel bir güç oldukça; önüne açılan Balkanlardan Kafkasya'ya, oradan bütün Avrasya'yı kuşatan ekonomik, kültürel ve siyasi işbirliği alanında etkinlik kazanacağını ve sadece bölgesel bir güç olmayıp küresel bir güce dönüşeceğini hesaplayıp, Türkiye'nin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Terörü besleyenlerin ulaşmak istedikleri amaçlar bellidir. 1. Terör olayları ile içeride güveni sarsmak, toplumdaki kardeşlik kültürünü parçalayarak kültürel ve etnik temellerden çatışmalara dayalı bir parçalanma siyaseti oluşturmak; 2. Yaratılacak bunalımın siyasi alandan toplumsal alana, oradan ekonomik yapıyı felç edecek boyutlara getirip ekonomik büyüme ve toplumsal gelişmeyi frenleyecek bir noktaya taşımak; 3. Türkiye'nin sorun çözme kabiliyetini yok ederek, biriken sorunların altından kalkamayan bir ülke haline getirmek; 4. Ülkemizin bölgesel ve küresel gelişmelerden ilgisini kesip doğrudan doğruya iç dinamizmini, yine iç sorunlarla boğuşarak tüketmesini sağlamak; 5. Bütün bunların neticesi olarak içe yönelmiş, sorun çözemedikçe siyaseten içine kapanan halkla devlet arasında ihtilaflar yaratan, bunu önlemek için de bir baskı rejiminin şartlarını oluşturmaya yönelmek. Görüldüğü gibi, bu amaçları hedefleyenler, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik kalkınmasını durdurup zayıflatmak, demokratikleşme sürecini engellemek ve böylece güçsüz ve takatsız bırakılmış bir Türkiye'yi parçalamaya yönelmek, eğer onu beceremezlerse hiç olmazsa etkisiz, kendi sorunları içinde boğulmuş bir ülke haline getirmek istemektedirler. Saygıdeğer Üyeler, Türkiye'nin dünyada yalnız bırakılmasını sağlamaya çalışan unsurlar, ülkemizi istikrarsızlaştırıp, siyaseten içine kapalı bir hale getirmede başarılı oldukları takdirde amaçlarına ulaşmakta epeyce mesafe almış olurlar. Bunun için, hem Türkiye üzerinde planlanan yıkıcı politikaları etkisiz hale getirmek, hem de, Türkiye'yi kendi doğrultusunda yönlendirmek için demokratikleşme meselesi önem kazanmaktadır. Bu aşamada, terörle ve terör örgütüyle ilişkisini kesmemiş, terör karşısında tavır takınamamış, hatta işbirlikçisi görüntüsü taşıyan unsurların ortaya çıkarak illegaliteyi sahneye taşıma çabaları karşısında yapmamız gereken en etkili uygulama, Türkiye'nin siyasi yapısını demokratikleştirmek, hukuk devletini güçlendirmek olmalıdır. Terörle flört ederek kanlı cinayetler işleyen canilere karşı tavır takınmamış unsurlar bu tutumlarıyla iki şeyi ifade etmiş olmaktadırlar. Bunlardan ilki, bu unsurların demokratik değerlere karşı terörün aracı olarak mevcudiyetlerini korumak istediklerini dolaylı olarak itiraf etmeleri; ikincisi ise, siyasi istikrarsızlığı besleyecek bir ortam yaratarak ülkedeki demokratikleşme çabalarının durdurulması ve hatta demokratik kazanımlardan bile geriye dönülmesini sağlayacak bir arayış içerisinde olmalarıdır. Demokrasi, açık toplum, açık siyasi kurumlar, şeffaf ilişkiler rejimidir. Bu ilkeleri benimsemeden, hukuk devleti kavramına sahip çıkmadan, terörü reddetmeden, düşünce, inanç ve örgütlenme özgürlüklerini kurumlaştırmadan demokratikleşmede mesafe almak zordur. Bu noktada Türkiye'nin önüne, demokratikleşme projelerinin üzerine etnik ayrımcılığı çıkarmak, demokrasinin hak ve özgürlükler rejimi olarak, bireysel ve toplumsal çerçevelerini bunlarla değiştirmeye çalışmak önümüzdeki en büyük tuzaktır. Huzurlarınızda bütünüyle Türkiye'nin yeniden büyük bir gelişme dönemini başlatacak, Türk toplumunun dinamizmini harekete geçirecek köklü bir toplumsal uzlaşma ve demokratikleşme perspektifine ihtiyaç olduğunu ifade etmek istiyorum. Türkiye'nin böyle bir atılımı gerçekleştirmek için ilk adımı demokratik bir Anayasa'yla etnisite ve mezhep ayrımcılığını dışlayan, vatandaşlık esasında eşitliği temel alıp hak ve özgürlükleri garanti altına alan yeni bir Anayasal çerçeve oluşturma ihtiyacı vardır. Şüphesiz demokratikleşme sadece Anayasa değişikliği ile olacak bir süreç değildir. Fakat, böyle bir duyarlılıkla düzenlenecek Anayasal altyapı, diğer kurumsal değişikliklerin de temel çerçevesini oluşturarak, toplumda bireyden aileye, aileden siyasi toplumsal kurumlara, oradan bütün toplumsal sisteme yayılacak demokratik değerlerin beslendiği bir zemin olabilir. Böyle bir zemin, Türkiye'nin kendi gücünün, potansiyelinin açığa çıkmasına imkân sağlayarak Türkiye'yi başarıya götürecek gelişmelerin siyasi ve ahlâki temelini hazırlar. Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin Değerli Üyeleri, Saygıdeğer Basın Mensupları, Türkiye sadece fert başına düşen milli geliri arttırmak, ekonomik büyümeyi bir önceki yıla göre yükseltmek ve enflasyonu azaltmak gibi hedeflerle yetinemez. Türkiye bütünüyle ekonomik ve toplumsal yapısını yarı köylü, geri kalmış toplumsal yapıların manzarasından köklü bir kopuşla sanayi ötesi çağa dönüştürecek atılımları gerçekleştirmek durumundadır. Türkiye için, bu tür hedefler koymak bir ütopya değil, neyin nasıl yapılacağını bilenler açısından ulaşılabilecek gerçeklerdir. Bu programın sağlayacağı toparlamadan sonra, yeni bir büyüme stratejisi ile, köklü yapısal değişmeleri gerçekleştirmek üzere atılım yapacak aşamaya geçilecektir. Burada, en önemli gücümüz ve güven kaynağımız gelişme beklentisi ve dinamizmi yüksek, büyük Türk Milleti ve O'nun başta yeni teknolojilere yatkın küresel ölçeklere uyma eğilimi yüksek küçük ve orta ölçekli sanayicileri olmak üzere bütün müteşebbislerimizdir. Programın uygulamaya konulmasından beri başta Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği olmak üzere sivil toplum örgütlerinin ve toplumun tüm kesimlerinin Hükümetimize verdiği destek ve katkılar takdire şayandır. Bu destek ve katkıların sürmesi ve hükümetimizin kararlılığı, enflasyonla mücadelede başarıyı kuşkusuz getirecektir. Biz, bir taraftan Avrupa Birliği ve Batıyla ilişkilerimizi yoğunlaştırırken; küresel sürecin önemli parametrelerinden birisi olan bölgesel güç merkezi aşamasına ulaşmak için de, Türk ve İslam coğrafyasında, Balkanlar'dan Kafkaslar'a, Ortadoğu'dan Orta Asya'ya kadar uzanan büyük bir alanda, yeni işbirliği örgütlerini ve dayanışma yapılarını harekete geçirerek, Türk Dünyası'nın ve Türk müteşebbisinin yaratıcı gücünü küresel bir aktörün doğuşunu hazırlamak üzere yönlendirmek durumundayız. Şunu unutmayalım ki, küreselleşmenin yolu, kendi kültür ve uygarlık dünyamızda gelişen küresel rekabet gücü kazanmış ekonomik entegrasyonlardan geçmektedir. Bunu başarmak bir tercih değil bir mecburiyettir. Bu duygu ve düşüncelerle, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin 55. Genel Kurul toplantısının hayırlara vesile olmasını diliyor, hepinizi bir kez daha saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |