Genel Başkanımız Dr. Devlet Bahçeli'nin Değerli Dava Arkadaşlarım, Basınımızın Kıymetli Temsilcileri, Saygıdeğer Misafirler, Grup Toplantımızın açış konuşmasını yapmak üzere huzurlarınıza gelmiş bulunuyorum. Sözlerime başlarken hepinizi saygıyla selamlıyorum. Geçtiğimiz Cumartesi günü Körfez Belediyesi'nin Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'nın destekleriyle inşa etmekte olduğu ve depremzede vatandaşlarımıza tahsis edilecek 5000 konutluk İlimtepe Konutları'nın 120 konutluk ilk etabının anahtar teslim törenine katılmak üzere Körfez ilçemizdeydim. Öncelikle, deprem afetinde ailelerini ve yakınlarını kaybedenlere verilecek olan bu konutların ortaya çıkmasında büyük emek ve gayretleri olan değerli belediye başkanımız Sayın Erhan Yenilmez'i burada, huzurlarınızda kutluyorum. Bilindiği üzere 17 Ağustos 1999 günü 9 ili kapsayan 7.4 büyüklüğündeki deprem ile 12 Kasım 1999 tarihinde meydana gelen 7.2 büyüklüğündeki depremle birlikte binlerce insanımız hayatını kaybederken, onbinlerce insanımızda evini, işyerini kaybetmişti. Bu ziyaretim sırasında yetkililer ve halkla yaptığımız temaslar, aradan geçen yaklaşık 6 aylık süre içerisinde devlet ve millet dayanışmasıyla hayatın normale dönmeye başladığını ve Hükümetimizin aldığı sosyal ve ekonomik önlemler neticesinde yaraların hızla sarıldığını ortaya koymaktadır. O günlerden bu güne kuşbakışı bir değerlendirme yaptığımız zaman, Allah'a şükür ki, deprem öncesinde başlayıp, sonrasında da devam eden ekonomik kriz ortamına, ağır kış şartlarına ve felaketlerin büyüklüğüne rağmen önemli bir mesafe katedilmiş bulunmaktadır. Kısa sayılabilecek zaman içerisinde bu denli önemli mesafe alınmasında yüce milletimizin her zaman olduğu gibi, bu ağır felaket karşısında da yekvücut olma başarısının büyük payı bulunmaktadır. Hali hazırda, Hükümet olarak planlandığı şekliyle bütün depremzede vatandaşlarımızın geçici barınma problemlerini çözümlemiş bulunmaktayız. Söz verildiği gibi, 36 bin prefabrik konut 1999 yılı Kasım ayının sonunda tamamlanarak, hak sahiplerine teslim edilmiştir. Düzce depremi sonrasında planlanan 10477 prefabrik konuttan 6407'si de tamamlanmış durumdadır. Diğerlerinin yapımı ise sürmektedir. Alınan ekonomik tedbirlerle deprem afetlerinin açtığı derin yaralarının sarılması için gerekli finansman sağlanmış, bu noktada gerek depremzede kardeşlerimize ve gerekse tüm topluma, büyük bir şeffaflık içerisinde yapılan harcamalar konusunda bilgi aktarılması yoluna gidilmiştir. Bölge insanının depremin getirdiği problemlerden en az düzeyde etkilenmesi için ne gerekiyorsa yapılmaktadır. Ağır kış şartlarında vatandaşlarımızın mağduriyetlerinin artmaması için kira yardımı, çadırkentler ve prefabrike konutlar dışında tatil beldelerinde ve kamu tesislerinde konaklama imkanları da tanınmıştır. Şu anda, depreme maruz kalan yerleşim yerlerindeki ticaret ve sanayi işletmeleri büyük ölçüde faaliyetlerine başlamış bulunmaktadır. Hükümetimizin bölge için getirdiği vergi, yatırım muafiyetleri ve indirimleri bu canlanmada önemli derecede etkili olmuştur. Bölge, inanıyorum ki, pek yakın bir zamanda yine eski ekonomik gücüne ve istihdam potansiyeline ulaşacaktır. Öte yandan, deprem bölgesinde hasar tesbit çalışmaları hızla tamamlanmış, vatandaşlarımızın bir an önce kalıcı konutlarına yerleşebilmeleri için yer tesbiti ve zemin etüd çalışmalarına gidilmiştir. Şu anda, yıkılan bazı yerleşim yerlerinde tekrar şehirlerin canlandırılmasının sakıncalı olacağına dair görüşler de dikkate alınarak, şehirlerin daha risksiz alanlara doğru kaydırılması hesapları yapılmakta, bu yapılırken de şehirlerin ulaştığı iktisadi potansiyelin gözardı edilmemesi için azami çaba sarfedilmektedir. İnşaallah, 2000 yılının sonuna kadar bütün hak sahibi depremzede vatandaşlarımızı kalıcı konutlarına yerleştirerek, hayatlarını huzur içerisinde sürdürmelerinin mutluluğunu hep birlikte paylaşacağız. Ancak, burada belirtmekte yarar gördüğüm bir önemli nokta vardır ki, o da, vatandaşlarımızın depremzedelere ilk günlerde gösterdiği yakın ilgi ve hassasiyetin aynı ölçüde devam etttirmeleri gerektiğidir. Zira, afete maruz kalan bölgede yaşayan insanlarımızın maddi ve manevi manada bizlerin ilgisine ihtiyaçları sürmektedir. Hepimizin de gayet iyi bildiği gibi, acılar ancak paylaşıldıkça azalır. Önümüzdeki mübarek Kurban Bayramını da vesile kılarak tüm milletimizin ve camiamızın depremzede kardeşlerimizle yeniden kucaklaşmasının yararlı olacağına inanıyorum. Değerli milletvekilleri, Saygıdeğer basın mensupları, Konuşmamın bu bölümünde ülke gündemini uzunca bir süredir meşgul eden Anayasa değişikliği tartışmalarına temas etmek istiyorum. Ülkemizde, Anayasa tartışmalarının uzunca bir süredir yapıldığı malûmlarınızdır. Bu tartışmaların geçmişi, ilk yazılı Anayasa tecrübemiz olan 1876 Kanun-i Esasi'ye kadar gitmektedir. Türkiye, o zamandan bu yana çeşitli vesilelerle yapılan Anayasa değişikliklerine ve tartışmalarına sahne olmaktadır. Modern siyasi kurumların ve kuralların ortaya çıkışından itibaren geçen 5 çeyrek asırlık dönemde, 5 kez Anayasa yapılmış, birçok kez de ciddi boyutlara varan Anayasa değişiklikleri gerçekleştirilmiştir. Bu tablo, aynı zamanda ülkemizdeki siyasi gelişme ve istikrarsızlık düzeyinin bir göstergesidir. Diğer bir deyişle, siyasi hayatımızda ortaya çıkan krizler ile Anayasal geleneğimiz arasında büyük paralellikler bulunmaktadır. Anayasa yapma ve değiştirme bakımından yaşanan bütün tecrübelere rağmen, bugün ulaştığımız boyut tatminkâr olmaktan uzaktır. En başta, temel siyasi kurum ve kurallar konusunda güçlü bir mutabakat ortaya çıkmamaktadır. Böyle bir siyasi zeminden mahrum bulunan Türk siyasetinin her türlü anayasa tartışmasını sürekli olarak sıfırdan başlaması da kaçınılmaz olmaktadır. Bu da, sonuç almayı zorlaştırmakta, siyasetin yeni sosyal ve ekonomik politikalar geliştirmesini, dış politikaya daha fazla zaman ve enerji harcamasını güçleştirmektedir. Tabii, bütün bunların tarihi ve zihni bir boyuta da sahip olan çok çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Ana sebepleri, demokratikleşmeyle ilgili samimi ve tutarlı olmayan farklı siyaset yaklaşımlarından siyaset sınıfının çözüm ve uzlaşma üretmekte zorlanmasına, bürokratik yönetim geleneğinin ağırlığından sosyal ve ekonomik alanda yaşanılan krizlere kadar birçok başlık altında toplamak mümkündür. Ancak, hem ülke olarak üzerinde titrememiz gereken hassasiyetlerimizin varlığı, hem de anayasa yapmanın ve değiştirmenin gerektirdiği titizlik, daha demokratik ve daha uzlaşmaya dayalı bir Anayasaya kavuşmamıza engel değildir. 1982 Anayasa'sında, kabulünden itibaren yapılan değişiklikler, bu açıdan küçümsenemeyecek adımları ifade etmektedir. Meclisimizin geçtiğimiz yıl içinde başardığı değişiklikler de, hem uzlaşma düzeyi, hem de muhtevası bakımından çok önemlidir. Bütün bunlar, yeni ortaya çıkan ihtiyaçlar ve önemli sorunlar karşısında yapılmış olsa da, son tahlilde ülkemizin ve demokrasimizin geleceği bakımından yararlı olmuştur. Ülkemiz, son birkaç aydır Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin gündeme gelmesiyle birlikte, yeni bir Anayasa tartışması sürecini daha yaşamaya başlamıştır. Cumhurbaşkanlığı görev süresine ilişkin olarak gelinen noktayı ifade eden "5+5 formülü" üzerinde bugün geniş bir konsensusun şekillendiği göze çarpmaktadır. Bunun yanında, Anayasa'nın, milletvekillerinin özlük haklarını düzenleyen 86. Maddesi ile siyasi partilerin uyacakları esasları düzenleyen 69. Maddesiyle ilgili değişiklik önerileri de gündeme gelmiş bulunmaktadır. Siyasi partiler arasında Cumhurbaşkanının seçim yöntemine ilişkin tartışmaların varlığı, yeni değişiklik önerileriyle ilgili bazı eleştirilerin ve tereddütlerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Fakat, gelinen son noktayı, partiler arası bir pazarlığın ürünü ya da milletvekillerimize verilen rüşvet şeklinde değerlendirmek hem üzücüdür hem de düşündürücüdür. Üzücüdür; çünkü, yüce meclisin mensuplarının bu şekilde töhmet altında bırakılması doğru değildir. Meclisimizin kendi özlük haklarına ilişkin bir düzenlemeyle, ülkenin kaderini yakından ilgilendiren bir Anayasal değişikliği birbirine karıştıracağını düşünmek büyük bir haksızlıktır. Aynı zamanda yanlıştır; çünkü, özlük haklarıyla ilgili değişikliklerin anayasal bir çerçeveye kavuşturulması bir zorunluluk haline gelmiş bulunmaktadır. Siyasi partilerin kapatılmasına ilişkin konu ise, zaten çok önceden beri akademik ve siyasi platformlarda tartışılmaktadır. Biz, Milliyetçi Hareket Partisi olarak, siyasi partilerin kapatılmasının esas değil, istisna olması gerektiğini savunan bir partiyiz. Demokrasilerin kurumlaşmasında, siyasi geleneklerin yerleşmesinde, siyasi partilerin sürekliliğinin önemi çok büyüktür. Türkiye'de askeri darbeler sonrasında ya da Anayasa Mahkemesi kararıyla partilerin sık sık kapatılması, siyasi geleneklerin oluşumunu ve yerleşmesini engellemektedir. Tabii ki, hiçbir demokratik hukuk devletinde, herhangi bir kişi veya kuruluş gibi, siyasi partiler de suç işleme ayrıcalığına sahip değildir. Herkes gibi, her kurum ve kuruluş da, Anayasal ve yasal çerçeveler içinde var olmak ve faaliyetlerini sürdürmek zorundadır. Burada önemli olan, suç işleyen ile tüzel kişilik arasındaki ayrımı da paralelliği de doğru ve sağlıklı bir şekilde kurmaktır. Herhangi bir siyasi parti mensubunun ya da yöneticisinin suç işlemesi durumunda, prensip olarak partinin değil, suç işleyenlerin cezalandırılması gerekir. Suç işleme fiilinin süreklilik arz etmesi ve parti yönetiminin buna çanak tutması durumunda, tüzel kişilik ile suç arasında özdeşlik bulunması halinde, parti faaliyetlerinin yasaklanması hukuk devletinin bir gereğidir. Bunun için diyoruz ki, suçluların cezalandırılması esas, parti tüzel kişiliğinin cezalandırılması ise istisna olmalıdır. Hem demokrasinin hem de hukuk devletinin gereğinin bu olduğuna şüphe yoktur. Anayasa değişikliklerinin zor bir süreci ifade ettiği gözönüne alınarak, Anayasa değişiklik paketinin daha da geliştirilmesi mümkündür. Meclisimizin bünyesinde bulunan Uyum Komisyonunun bugüne kadar yaptığı çalışmalar belli bir noktaya gelmiş bulunmaktadır. Her siyasi partinin üzerinde mutabık olduğu öneriler demetini birlikte görüşerek, kapsamlı bir Anayasa değişikliğini gerçekleştirebiliriz. Huzurlarınızda bütün siyasi partilerimize böyle bir çağrıda bulunmayı tarihi bir görev addediyorum. Değerli Arkadaşlarım, Saygıdeğer Basın Mensupları, Türkiye'nin karşı karşıya kaldığı terör sorununu aşmada ortaya koyduğumuz kararlı tutum terörden beslenen çevrelerde, hesaplarını terör üzerine kurmuş bulunan iç ve dış mihraklarda büyük rahatsızlık yaratmıştır. Bunlar arasında uluslararası uyuşturucu mafyasından, onların yerli ortaklarına silah kaçakçılığından, Türkiye üzerinde kirli emeller besleyen, ülkemizi bölmek isteyen karanlık niyetlilere kadar bir dizi fesat unsuru bulunmaktadır. Bu çevrelerin kullandığı veya onlarla irtibatlı olan elemanlar, bugün boş durmamakta, teröre karşı alınan tedbirlerin etkisi karşısında yeni taktiklerle varlıklarını devam ettirecek, kanlı ve karanlık emellere hizmet edecek her türlü imkânı yaratmak istemektedirler. Şunu açıkça tesbit etmek durumundayız ki, terörü besleyerek ülkemizin başına bela edenler, Türkiye'nin kalkınmasını hızla tamamlayarak bölgesel bir güç haline yükselmesini, milletlerin ancak birkaç yüzyılda yakalayabileceği bir ortamdan yararlanmasını engellemeye çalışmaktadırlar. Bu unsurlar, Türkiye'nin bölgesel bir güç oldukça; önüne açılan Balkanlardan Kafkasya'ya, oradan bütün Avrasya'yı kuşatan ekonomik, kültürel ve siyasi işbirliği alanında etkinlik kazanacağını ve sadece bölgesel bir güç olmayıp küresel bir güce dönüşeceğini hesaplayıp, Türkiye'nin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Terörü besleyenlerin ulaşmak istedikleri amaçlar bellidir. 1. Terör olayları ile içeride güveni sarsmak, toplumdaki kardeşlik kültürünü parçalayarak kültürel ve etnik temellerden çatışmalara dayalı bir parçalanma siyaseti oluşturmak; 2. Yaratılacak bunalımın siyasi alandan toplumsal alana, oradan ekonomik yapıyı felç edecek boyutlara getirip ekonomik büyüme ve toplumsal gelişmeyi frenleyecek bir noktaya taşımak; 3. Türkiye'nin sorun çözme kabiliyetini yok ederek, biriken sorunların altından kalkamayan bir ülke haline getirmek; 4. Ülkemizin bölgesel ve küresel gelişmelerden ilgisini kesip doğrudan doğruya iç dinamizmini, yine iç sorunlarla boğuşarak tüketmesini sağlamak; 5. Bütün bunların neticesi olarak içe yönelmiş, sorun çözemedikçe siyaseten içine kapanan halkla devlet arasında ihtilaflar yaratan, bunu önlemek için de bir baskı rejiminin şartlarını oluşturmaya yönelmek. Görüldüğü gibi, bu amaçları hedefleyenler, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik kalkınmasını durdurup zayıflatmak, demokratikleşme sürecini engellemek ve böylece güçsüz ve takatsız bırakılmış bir Türkiye'yi parçalamaya yönelmek, eğer onu beceremezlerse hiç olmazsa etkisiz, kendi sorunları içinde boğulmuş bir ülke haline getirmek istemektedirler. Muhterem Dava Arkadaşlarım, Değerli Basın Mensupları, Terör olayı karşısında terörist unsurlarının faaliyetlerine her aşamada destek veren bazı batılı ülkelerin tutumlarını anlamak çok zor değildir. Onların bizimle aynı ittifak ve ortaklık zeminlerinde bulunması bu durumun anlaşılmasını zorlaştırmamalıdır. Onlar Balkanlardan Kafkaslara, bütün Ortadoğu ve Avrasya'ya uzanan bu büyük uygarlık alanının dirilişinin yolunun Türkiye'den geçtiğini bildikleri için, bu bölgelerde yeniden güçlü, istikrarlı, dayanıklı siyasal yapıların kurulmasını mümkün kılacak, bu bölgeyi harekete geçirecek olan Türkiye'nin önünü kesmeye çalışmaktadırlar. Bizler, bütün bunları bilerek, dikkate alarak çalışmak mecburiyetindeyiz. Türkiye'yi geri bırakmaya, geri kalmışlığa mahkûm etmeye çalışanlara karşı kendi hedeflerimize ulaşmak için ısrarlı bir şekilde, kendi doğru siyasetlerimizi savunmak ve uygulamak zorundayız. Bu siyasetler, bir gelişme stratejisinin üç önemli aşamasını dengeli bir şekilde ele alarak pratiğe geçirmeyi şart koşmaktadır. Bunlardan birincisi, ekonomik istikrarı sağlayacak tedbirlerde başarılı olmak ve bu istikrarın hızlı büyümeyi motife edecek bir şekilde sağlam temellere dayanmasını sağlamaktır. Bu hususta uygulamaya koyduğumuz istikrar tedbirlerinin olumlu neticelerini üçüncü aydan sonra çok net bir şekilde görülebileceğini ifade etmek istiyorum. Onun için istikrar programından taviz vermeden bunun bir yıllık hedefleri tutturmasını sağlamak en acil görevlerimizden birisidir. Gelişme stratejisinin ikinci önemli unsuru Türk Dünyası ve bölgesel ittifaklarla sağlıklı ilişkiler geliştirmek, bu konuda somut adımlar atarken, Avrupa Birliği'ne katılma sürecinde, Batıyla olan ilişkilerimizde bölgesel gelişme politikalarıyla tutarlılığı esas almaktır. Üçüncüsü ise, Türkiye'nin demokratikleşmesini biran önce tamamlayacak şekilde, çalışmalara hız kazandırmaktır. Burada, bu demokratikleşme meselesinin diğer bütün süreçlerin üzerinde bir etkisi olduğunu dikkate alarak, biraz daha ayrıntıya gitmek istiyorum. Türkiye'nin dünyada yalnız bırakılmasını sağlamaya çalışan unsurlar, ülkemizi istikrarsızlaştırıp, siyaseten içine kapalı bir hale getirmede başarılı oldukları takdirde amaçlarına ulaşmakta epeyce mesafe almış olurlar. Bunun için, hem Türkiye üzerinde planlanan yıkıcı politikaları etkisiz hale getirmek, hem de, Türkiye'yi kendi doğrultusunda yönlendirmek için demokratikleşme meselesi önem kazanmaktadır. Bu aşamada, terörle ve terör örgütüyle ilişkisini kesmemiş, terör karşısında tavır takınamamış, hatta işbirlikçisi görüntüsü taşıyan unsurların ortaya çıkarak illegaliteyi sahneye taşıma çabaları karşısında yapmamız gereken en etkili uygulama, Türkiye'nin siyasi yapısını demokratikleştirmek, hukuk devletini güçlendirmek olmalıdır. Terörle flört ederek kanlı cinayetler işleyen canilere karşı tavır takınmamış unsurlar bu tutumlarıyla iki şeyi ifade etmiş olmaktadırlar. Bunlardan ilki, bu unsurların demokratik değerlere karşı terörün aracı olarak mevcudiyetlerini korumak istediklerini dolaylı olarak itiraf etmeleri; ikincisi ise, siyasi istikrarsızlığı besleyecek bir ortam yaratarak ülkedeki demokratikleşme çabalarının durdurulması ve hatta demokratik kazanımlardan bile geriye dönülmesini sağlayacak bir arayış içerisinde olmalarıdır. Bu durum tamamen Türkiye'nin demokratikleşmeyi başarıp istikrarlı bir ekonomik ve toplumsal gelişme sürecine girmesini önleyecek ve küresel süreçte yeralmasını istemeyenlerin arzuladığı bir neticedir. Türkiye'nin ekonomik kalkınmasının da toplumsal barışının da ancak demokratik gelişmeyle mümkün olduğunu bilenler, Türkiye'nin durdurulması için bu yolu kapamak istemektedirler. Değerli Arkadaşlarım, Kıymetli Basın Mensupları, Demokrasi, açık toplum, açık siyasi kurumlar, şeffaf ilişkiler rejimidir. Bu ilkeleri benimsemeden, hukuk devleti kavramına sahip çıkmadan, terörü reddetmeden, düşünce, inanç ve örgütlenme özgürlüklerini kurumlaştırmadan demokratikleşmede mesafe almak zordur. Bu noktada Türkiye'nin önüne, demokratikleşme projelerinin üzerine etnik ayrımcılığı çıkarmak, demokrasinin hak ve özgürlükler rejimi olarak, bireysel ve toplumsal çerçevelerini bunlarla değiştirmeye çalışmak önümüzdeki en büyük tuzaktır. Huzurlarınızda bütünüyle Türkiye'nin yeniden büyük bir gelişme dönemini başlatacak, Türk toplumunun dinamizmini harekete geçirecek köklü bir toplumsal uzlaşma ve demokratikleşme perspektifine ihtiyaç olduğunu ifade etmek istiyorum. Türkiye'nin böyle bir atılımı gerçekleştirmek için ilk adımı demokratik bir Anayasa'yla etnisite ve mezhep ayrımcılığını dışlayan, vatandaşlık esasında eşitliği temel alıp hak ve özgürlükleri garanti altına alan yeni bir Anayasal çerçeve oluşturma ihtiyacı vardır. Şüphesiz demokratikleşme sadece Anayasa değişikliği ile olacak bir süreç değildir. Fakat, böyle bir duyarlılıkla düzenlenecek Anayasal altyapı, diğer kurumsal değişikliklerin de temel çerçevesini oluşturarak, toplumda bireyden aileye, aileden siyasi toplumsal kurumlara, oradan bütün toplumsal sisteme yayılacak demokratik değerlerin beslendiği bir zemin olabilir. Böyle bir zemin, Türkiye'nin kendi gücünün, potansiyelinin açığa çıkmasına imkân sağlayarak Türkiye'yi başarıya götürecek gelişmelerin siyasi ve ahlâki temelini hazırlar. Sonuç olarak, Türk devletinin ve milletinin varlığına kasdetmiş, tarihte eşine az rastlanır cinayetler işlemiş bir terör örgütüyle ve onun uzantılarıyla dirsek teması içinde olanlara, teröre bilerek ya da bilmeyerek arka çıkanlara insanlık suçuna ortak olmamaları hususunu bir kez daha hatırlatmak istiyorum. Türkiye ile ilişkilerini bölücü-yıkıcı örgütün propagandalarıyla paralellik arzeden bir anlayışla dizayn etmeye çalışan ülkeler ile kuruluşların da tarihi bir yanlışın mimarları olmaktan özenle kaçınmaları gerekir. Unutulmamalıdır ki, Türkiye, her zaman için terörle başedebilecek güçtedir. Terörizmin insanlığa karşı işlenmiş en büyük suçlardan biri olduğuna inanmaktadır. Hangi amaçla ve yolla olursa olsun terörizmin onaylanmasını, desteklenmesini gayri ahlâki ve gayri insani bulmaktadır. Bu vesileyle, bütün devletleri ve kuruluşları, bu konuda Türkiye'ye karşı daha açık, daha samimi ve daha tutarlı olmaya davet ediyorum. Değerli dava arkadaşlarım, Saygıdeğer milletvekilleri, Sözlerime burada son verirken hepinizi en içten duygularımla selamlıyor, saygılar sunuyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |