Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Değerli Milletvekilleri, Muhterem Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. İnsanı toplumla bütünleştiren, toplumsal bünyenin doğal ve ayrılmaz bir parçası yapan ana harç ortak değerlerdir. Bizi, içine doğduğumuz toplumla bütünleştiren, toplumsal ilke ve esaslarla bağdaştıran ve birbirimize bağlayan tutkal herkesçe ortak kabul edilen değerler manzumesidir. Bu değerler yoluyla iyi-kötü arasında ayrım yapar, doğru-yanlış ikilemini aşarız. Türkiye’nin yaşadığı dramatik ve esef verici gelişmelerin özünde değerlerini yitirmiş, değerlerle yollarını ayırmış bir siyaset kadrosu yatmaktadır. Ülke manzarasına baktığımızda acı bir şekilde görüyoruz ki; AKP, değersizliğin manifestosu, hırsızın, uğursuzun, rüşvetçinin, haramzadenin ve hortumcunun adak ağacı, yasak elmasıdır. Görüyorsunuz, en sonunda ‘17 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması’ geçtiğimiz hafta bir çırpıda kapatılmış, bir kalemde çizilmiştir. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Terör ve Örgütlü Suçlar Birimi Savcısı, allem etmiş, kallem etmiş 63 sayfalık gerekçeli kararıyla 17 Aralık’a sünger çekmiştir. Aralarında meşhur İran’lı kara paracı, dönemin İçişleri Bakanı’nın oğlu, dönemin Ekonomi Bakanı’nın oğlu ve ayakkabı kutularıyla Halk Bankası’nı eşitleyen malum genel müdürün de bulunduğu 53 kişi şimdilik yakayı kurtarmıştır. Şimdilik diyorum, çünkü 17 Aralık teorik planda kapatılsa da, ma’şeri vicdanda hala açık, ahlak ve adalet nezdinde hala kanayan yaradır. Bu yara kabuk bağlamadan, bu illet tedavi edilmeden, 17 ve 25 Aralık zanlıları mahkeme önüne çıkarılmadan adalet zehirli duman olacak AKP’yi boğup atacaktır. Hatırlarsanız, ‘25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturması’ hakkında da 2 Eylül 2014 tarihinde kovuşturmaya yer olmadığına karar verilmiş ve 96 şüpheli bir çırpıda aklanmıştı. Rüşvet ve yolsuzluğu örtmek için AKP tarafından görevlendirilen savcı, delillerin usulsüz toplandığını, herhangi bir örgüte rastlanmadığını ve suç unsurlarının oluşmadığını kiralık vicdanıyla kaleme almıştır. 17 Aralık soruşturmasının Hükümeti yıkmaya yönelik planlı bir eylemin parçası olduğunu iddia eden yanlı ve taraflı savcı; yazdığı gerekçeli kararın içeriğinde pes doğrusu diyebileceğimiz detaylara yer vermiştir. Camiyi çalan kılıfını çoktan dikmiştir. Hakikaten de mızrak çuvala sığmamaktadır. Adliye’ye AKP tarafından yerleştirilen, saatli ve parça tesirli adaletsizlik demek olan bu savcı; kutucu banka müdürünün evinde bulunan paraların bir üniversite ve imam hatip lisesine ait olduğunu teyit etmiştir. Anlayacağınız AKP, hukuka ahlaksız bir operasyon düzenlemiştir. Bir savcının verdiği karar, bir diğeri tarafından çiğnenmiştir. 17-25 failleri mahkeme huzuruna bile çıkarılmadan, haklarındaki iddiaların doğruluğu-yanlışlığı bağımsız hakimlerce araştırılmadan adaletten kaçırılmıştır. Ne var ki, her sıkıştıklarında imam hatibe sığınan, her zorlandıklarında başörtüsünün altına saklanan, her yanlışlarını maneviyat kaçakçılığıyla örten içi baca, dışı hoca olanların maskeleri düşmüştür. Bunların dilinde besmele vardır, ama kalpleri mezbelelik çukurudur. Bunlar istismar sofrasında Rabbena, soygun safhasında hep bana diyen arsızlığın sembol isimleridir.
Değerli Arkadaşlarım, AKP’nin başını çektiği yolsuzluk ve rüşvet kervanı, helal kazancı mahkum etmiş, haramı ve haram yiyenleri methetmiş, açık ara farkla öne geçirmiştir. 17-25 Aralığın darbe olarak mimlenmesinden itibaren tüm suçlama ve isnatlar reddedilmiştir. AKP, hukuka zincir vurmuş, adalete kurşun sıkmış, yargı bağımsızlığına kara çalmıştır. AKP, adalet müesseslerini ve hak arama kanallarını tıkamış, iftira silahıyla taramıştır. Savcılar somut delil ve bugünlerin meşhur kavramı olan makul şüphelerle bir tespit yapmış, emniyet güçleri de bu minvalde aldıkları talimatları harfiyen uygulamıştır. 17-25 Aralık Soruşturmasıyla rüşvet yuvasına, hırsızlık kovuğuna adaletin sopası değmiş, içerdeki karanlık simalar korkuyla birer birer dışarı çıkmışlardır. İşin vahim ve aslında çok da şaşırtıcı olmayan yanı, bu yuvanın mimarının, bu kovuğun imalatçısının Recep Tayyip Erdoğan olmasıdır. Hükümet ölümcül rüşvet hastalığına yakalanmış; Erzurumlu Hatice Nine’nin kefen parasını, Konyalı Mehmet’in buğday parasını, Mersinli Ali’nin narenciye hasadını, Ordulu Hasan Efendi’nin fındık gelirini, Aydınlı Ayşe bacının yumurta ve peynir hasılatını götürmüştür. Hırsızlık öyle yayılmış, öyle kabından taşmış, öylesine cesamet kazanmıştır ki; Yozgatlı Hasan’ın traktör parası, Eskişehirli Ahmet’in pancar parası, Edirneli esnaf Kerim’in siftah parası, Diyarbakırlı Musa’nın okul harçlığı ayakkabı kutularından çıkmıştır. Aklımızın almadığı, bir türlü anlayamadığımız ve bunun için 10 aydır sorguladığımız husus şudur: Haksızlığa, hırsızlığa ve hukuksuzluğa karşı adaletin harekete geçmesi hangi mantıkla, hangi ahlaki ve vicdani değerle darbe diye püskürtülmüştür? İranlı suç makinesi hayırsever olarak taltif edilirken, mahdumlar villalara para doldururken, havuzlara yeşil dolarlar yağmur gibi yağarken bir sorun olmayacak da; savcılar ve polisler adaletin yanında durunca mı ajan, hain, haşhaşi ve komplo uydurmaları ağızlardan kurşun gibi çıkacaktır? Sayın Erdoğan, ahlak, din ve vicdan merceğinden baktığımızda; bilesin ki böyle bir dünya yoktur, olamayacaktır. Şimdi, ‘17-25 Aralık Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturma’sı zahiren örtüldüğüne göre; biraz tebessüm ettirici, fazlasıyla da düşündürücü şu sorularımızın cevabını beklemek de sanıyorum en tabii hakkımız olsa gerektir: Yatak odasında para madeni işlettiğinden Zerrap’ın önüne yatmaktan başka çaresi kalmayan zavallı İçişleri eski Bakanı’nın, talihli evladına ait 7 adet çelik kasa içinde kan ter içinde biriktirdiği 1,5 milyon lira, yani 1,5 trilyon iade edilecek midir? Demek ki savcı kasaları somut delil görmemiş, paraların kaynağını merak etmemiş, makul bulmamıştır. Ayakkabıları kutulara koyma gibi zararlı bir alışkanlığı olmayan ve bu nedenle kunduracıları bile hayrete düşüren sabık banka müdürünün kutulardan çıkan 4,5 milyon dolarına ne olacaktır? Bu para da aynen iade edilecek midir? Montaj, dublaj, piyes denilen yüzlerce tapenin, ses ve görüntü kaydının, fotoğraf karelerinin ve 29 klasörlük delil dosyasının başına ne gelecektir? MASAK ve MİT tarafından, 17 Aralık’tan aylar önce devrin Başbakanı’na sunulan 87 milyar liralık kara para aklama raporu nerede, kimin nezaretinde imha edilecektir? Her şey tamam da, 700 bin liralık saate ne olacak, zamanı merak edenlere, saat sormak için kuyruğa dizilenlere hangi mazeretler uydurulacaktır? İranlı karanlık adamın elleri öpülesi(!) babasına İtalya vizesi almak için ileri atılan akaracı makaracı eski bakanın; çikolata kutularında aldığı, ki muhtemelen şeker hastası olmasından çikolata yemiyordur, beşer yüz binlik dolarlık para demetlerine ne olacaktır? Elbise kılıflarına para istifleyerek hırsızlığı kadar zekası da pırıl pırıl parlayanlar bundan sonra insanım, adamım, şuyum buyum diyerek ortalık yerde gezecekler midir? Seçeneğimiz maalesef yoktur; eğer bunlar adamsa, insansa, adamlık ve insanlık sil baştan tekrar tarif edilmelidir. TBMM’de kasten sürüncemede bırakılan Soruşturma Komisyonu kendisini ne zaman feshedecek; şüpheli eski bakanlar hangi tarihte ele ele tutuşarak Hükümet sıralarında kurdukları tezgahın başına geçeceklerdir? Tahminlerim beni yanıltmıyorsa İranlı için de bir güzellik yapılacaktır. Mesela PKK’nın kara para ve uyuşturucu ticaretinden sorumlu militan yardımcısı olarak kadroya dahil edilmesi ve Kandil’de artan cari şerefsizlik açığının yüzde 25’ni karşılaması olmayacak bir şey değildir. Hepsini geçtik de, 17 Aralık’ta, babayla-evladı arasında geçen; para sıfırlama temalı o ünlü ve tarihe geçecek, aynı zamanda soygun konusunda uzmanlaşmak isteyen acemi çaylakların dikkatle dinlemesi gereken diyaloglara ne olacaktır, nasıl kapatılacaktır? Asla hatırdan çıkarmayalım; para sıfırlanabilir, velakin adalet sıfırlanamaz, hukuk sıfır çekmez, çekemez. İlk kez, 22 Nisan 2014 tarihli Meclis grup konuşmamda; 17-25’in kimin sıfatı olduğunu, kimin unvanı olduğunu boşuna söylemedim, boşuna konuşmadım. 17-25 rumuzlu kişiye sesleniyorum, o kendisini iyi bilecek, belki de birazdan yeni fatihciklerine hakaretler savuracaktır: Değil Çankaya’ya, değil sözde Ak Saray’a; uzaya da çıksan nefesimiz ensende, elimiz yakandadır. Türkiye’nin iç yaralayıcı rüşvet ve yolsuzluk enkazını muhakkak kaldırmak, mutlaka temizlemek şarttır. Görevi ve gücü ne olursa olsun; şüphelileri mahkemeye çıkarmak Milliyetçi Hareket Partisi için bir namus borcudur. Türk milleti 17-25 Aralık defterini kapatmamış ve hesap soruluncaya, hak yerini buluncaya, tüyü bitmemiş yetimler ‘oh be’ diyesiye kadar da kapatmayacaktır. Bu hamur daha çok su götürecektir. Unutmayalım ki, en büyük yaptırım vicdandır. Fazilet ahlaki olgunluktur. Faziletli insan vicdanı rahat insandır. Aradığımız beraat önce kalplerde, önce vicdanlarımızın derinlerindedir. Binlerce şükür ki, bunun için Milliyetçi-Ülkücü Hareket faziletli, mensupları da ahlak kahramanıdır. Bundan dolayı hırsızla kavgamız, hainle mücadelemiz, rüşvetçiyle husumetimiz en ufak bir yavaşlama ve savsaklama göstermeden şevkle sürecektir. Ta ki, dünyevi adaletten kurtulma hesabı yapanların, takipsizlik kararı olmayan ilahi adaletteki perişanlıklarını göresiye kadar kutlu ve dualı duruşumuzda bozulma ve gerileme olmayacaktır. Dünya alem birleşse, yedi cihan seferber olup üzerimize gelse; biz hakkı olmayanı alana hırsız deriz, hakkı çiğneyene zalim deriz, haksızlık yapanlara zorba deriz, Hakk’ı inkar edenlere de iblis demekten çekinmeyiz. Başbakan Davutoğlu, Adalet Bakanlığı’nda aldığı brifing esnasında; “adaletin hedef edinilmediği ya da adaletin ikame edilmediği düzenlerin sürdürülebilir olması mümkün değil" açıklamasında bulunmuştu. Bizzat kendisi, geçen hafta katıldığı bir televizyon programında; “yargı bağımsızlığı ve adalet mefhumunun yerleşmediği bir ülkede kimse kendinden ve geleceğinden emin olamaz” diyerek doğru bir noktaya vurgu yapmıştı. Devamla, “bir savcı, bir de şuraya sorayım demişse, o anda adalete ihanet etmiştir. O sorduğu kişi, melek dahi olsa ihanet etmiş demektir ve yetkisini kaybetmiş demektir.” sözleriyle altı çizilmesi gereken ve bizim de iştirak ettiğimiz bir durum tespiti yapmıştı. 17-25 Aralık üzerindeki tahrifattan sonra sözü Sayın Davutoğlu’na bırakıyor ve iradesinin en kadar arkasında durup durmayacağını merak ettiğimizi özellikle ifade etmek istiyorum. Evet Sayın Davutoğlu, şahsınıza yönelik, cevabı çok kolay ve iki seçenekli son sorum şu olacaktır: 17-25 Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmasının kapatılması ihanet midir, değil midir?
Muhterem Milletvekilleri, Karmakarışık bir dönemin içinden geçtiğimiz, milli mukavemetimizin ağır hasar ve yara aldığı hepinizin malumudur. AKP Hükümeti, Türkiye’yi süreç çukuruna, PKK ve İmralı canisiyle pazarlık girdabına hiç sıkılmadan, hiç gocunmadan, hiç mi hiç rahatsızlık duymadan savurmuştur. AKP-PKK ağız ağıza vermiş; yanlarına bölücülüğün HDP mangasını, akıl çivisi çıkmış 63 boş adam ve gafili alarak Türkiye’yi ameliyat masasına yatırmışlardır. Teessüfle takip ediyoruz ki, ülkemizin sırtında kambur üstüne kambur oluşmuştur. Aksilikler neredeyse birbirini kovalar hale gelmiştir. AKP Hükümeti PKK’ya deyim yerindeyse açık bono vermiş; bu sayede bölücülük ve bölücü terör avantajlı konuma geçmiştir. Artık pazarlıkların esasına ilişkin konu başlıklarından başka gizli saklı hiçbir şey kalmamıştır. İnkârla vakit kaybetmeye, yeni şerefsizlik polemikleriyle rezil rüsva olmaya da gerek yoktur. Yani Cumhurbaşkanı Erdoğan için bu bahis aleyhine olacak biçimde çoktan kapanmış, 2010 tarihinde alınan, ancak çarçabuk harcanarak biten şeref kredisinin son taksiti de uzun süre önce ödenmiştir. AKP ile PKK kader ortaklığı yapmış, Türkiye’ye ömür biçmek maksadıyla bazen çözüm, bazen barış morfiniyle algıları uyuşturmak, bilinçleri uyutmak için kolları sıvamışlardır. Türk milletinin varlığı, dokunulmaz ve üzerinde tartışma yapılamayacak milli ve tarihi çıkarları tehdit altındadır. İbretle izliyoruz, bölücülük dallanıp budaklanmıştır. İhanet ve melanet AKP’yi boyunduruk altına almıştır. Bir eli kan, bir eli katran olan Türkiye karşıtı küresel cephe birbirine sarılan, birbirine tutunan ve Türk tarihindeki en çirkin ikili olan AKP ile ahretliği PKK’yı aynı anda kullanmaktadır. Ülke gündemi 1,5 yıldır milletimize kan kusturan, fitneye sığınak olan, bölücülüğe korunak yapan ve teröre geniş imkânlar sunan çözüm süreciyle perdelenmektedir. Şu anda Hükümet’in tek ve en önemli meşgalesi süreç rezaletidir. 2013 yılının Ocak ayından buyana her fırsatta süreç felakettir, süreç ihanettir, çözüm çözülmedir, çözüm çürümedir, dedik. Özellikle sürecin mihenk taşı olarak gördüğümüz kıdemli siyasi ve bölücü aktörlerin milletimizi aldatmalarına, devamlı pembe tablolar çizmelerine tepki gösterdik. Recep Tayyip Erdoğan ve çevresi özetle; √ Terör bitiyor dediler; bırakınız bitmesini bilakis arttı, etkinlik alanını genişletti. √ 21 Mart 2013’de İmralı canisinin mektubunu okuttular, kalabalıklara alkışlattılar, 16 Kasım 2013’de Barzani’nin başından konfetileri temizlediler, hainliği baş tacı yaptılar; fakat hiçbir şey elde edemediler, dahası milli onurlarından oldular. √ PKK silah bırakıyor, eller tetikten çekiliyor, silahlar susuyor, fikirler konuşuyor dediler; tam tersine PKK iyice silahlandı, silahlar ateş aldı, geçmişi aratmayacak şekilde şiddet ve vahşet hakim oldu. √ Huzurun geldiğini söylediler, barış gülleri açtı dediler, korkusuzca dağlarda çiçek toplamaktan, nehirlerde serinlemekten bahsettiler; fakat gelen huzur değil hüsrandı, çiçeklenen gül değil nifak tohumlarıydı. √ Dağdan inişler olacak, silahlar gömülecek dediler; ne gezer, hepiniz gördünüz, PKK militan takviyesiyle gücüne güç kattı, cüretine cüret kazandırdı. Doğu ve Güneydoğu’dan çocuklar bölük bölük dağa kaldırıldı, şehirlerden dağlara militan sevkiyatı yapıldı, bunların hepsi baştan ayağa silahlandırıldı, kin ve nefret kampına alındı. √ Analar ağlamayacak, kan akmayacak, şehit haberi gelmeyecek, çatışmasızlık iklimi olacak dediler, ne var ki yalan mumunun yatsıya kadar yanacağını bir kez daha unuttular. √ Yine dediler ki, teröristler sınır dışına çıkıyor, sınır ötesine gidiyor; ancak, giden olmadığı gibi, kafileler halinde girişler, yurdumuzun değişik noktalarına çok yoğun mevzilenmeler yaşandı. Nitekim Başbakan Davutoğlu, bu sarih gerçeği sözde akillerle geçtiğimiz Pazar günü yaptığı toplantıda kısmen doğrulamış ve şöyle konuşmuştur. "Haziran raporunu sunduğunuzda bile, çok az unsurun sembolik olarak çekildiğini biz biliyorduk ama hiçbir zaman topluma deklare etmedik ki çözüm süreci zaafa uğramasın" Yani PKK sınır dışına çıktı çıkıyor, gitti gidiyor derken, ne çıkanın, ne de gidenin olmadığını Hükümet uzun bir süre gizlemiş, milletimizi oyalamıştır. Biz o zamanlar milleti kandırmayın, millete yalan söylemeyin; PKK’lılar bir yere gitmez, çekilme falan da olmaz derken; Erdoğan ağız dolusu hakaretlerle bize sataşmış ve saldırmıştı. İşte bugün meselenin içyüzü bizzat Davutoğlu tarafından açıklanmış, üzerindeki sis perdesi aralanmıştır. Aynı amaç ve emelde buluşan, hepsinden mühimi ihanet yolculuğunun iki ana şeridi olan AKP-PKK şanslarını ilk olarak 2009 yılında denemişlerdir. Polis Akademisi zemininde; 1 Ağustos 2009 tarihinde aktif olarak yürürlüğe konulan, önü açılan, fitili ateşlenen yıkım projesi kapsamında; PKK’lı teröristler Habur’da davullu zurnalı karşılama törenleriyle alkışlanmış, omuzlara alınmıştır. Bu rezalet, bu ayıp, bu kara leke millet vicdanını sızlatmış, hepimizin yüreğini kasıp kavurmuştur. AKP-PKK Habur’da kol kola girmiş, birbirlerini Türk ve Türkiye düşmanlığıyla kucaklamış, özlem gidermişlerdir. Hiç unutmayalım ve unutturmayalım; Vatan Habur’da darbe almıştır. Bayrak Habur’da mahzunlaşmıştır. Hukuk Habur’da kirletilmiş, PKK’nın dümen suyuna bırakılmıştır. AKP-PKK denen fesat kumkuması ikinci şansını Oslo’da denemiştir. Koskoca Türk devleti terörle masaya oturmuş; bu alçaklık AKP’nin eseri olarak tarihin sayfalarına kara harflerle yazılmıştır. Oslo’da PKK’lı canilerin karşısında iki büklüm olan ezik AKP görevlileri, masalara yüz sürerek terör karşısında boyun bükmüş, her zillete ön iliklemişlerdir. Malum, PKK kan alacak damarı iyi seçmiş, kanca taktığı balık hafızalıları ‘görüşüyoruz, konuşuyoruz, çözüyoruz’ yemiyle kapana düşürmüştür. AKP, PKK’yla ve bölücülüğün kurşun askeri HDP’yle poz vermiş, özçekim yapmış; vatanımızın ve insanımızın bir bölümünü gözden çıkardığını süreç mihmandarlığıyla tebliğ etmiştir. AKP-PKK yıkım ekibinin üçüncü ihanet girişimi bildiğiniz gibi sözde çözüm süreci olmuştur. AKP’ye göre şehit katilleriyle, annelerin bağrını yakan, babaların ciğerini kavuran namertlerle görüşmek demokratikleşmedir. AKP’ye göre Türkiye’yi bölmek isteyen terör çetesiyle pazarlık çözüm ve barıştır. Ancak çözümle neyin amaçlandığı, nereye varılmak istendiği bir türlü doyurucu şekilde açıklanmamıştır. Çözüm paralelinde, Başbakan ve bölücü ortakları, 63 akılsızı araya araya bulmuş, hepsini söz ve vaatlerle 4 Nisan’dan 26 Haziran 2013’e kadar PKK’nın emrinde çalıştırmıştır. Söylenenlere bakarsak bu 63 sözde akil, 12 bin km yol kat etmiş, 60 bin vatandaşımızla yüz yüze görüşmüş, arkasından da İmralı ve Kandil icazetli raporlarını tanzim etmişlerdir. Hükümet ne zaman paratoner arasa, ne zaman mayınların üstüne gönderecek birilerine ihtiyaç duysa, ne zaman söylemek isteyip de yutkunduğu konular olsa 63 sözde akil hemen tedavüle sürülmekte, hemen işbaşı yapmaktadır. Bir kısım eksik ve gedikle tekrar Dolmabahçe’de toplanan bu 63’lükler hevesle yeni işverenlerine kulak vermişlerdir. Bunlar arasında her zaman ki gibi; sinema artistleri, akademisyenler, gazeteciler, yazarlar, oyuncular, şarkıcılar, sivil toplum kuruluşu temsilcileri canla başla yer almışlardır. Acaba diyorum; bölücülüğün mütevelli heyeti olan bu lafın gelişi akiller, rüşvet ve yolsuzluk olayları patlak verdiğinde parlak akılları neredeydi? Kobani bahanesiyle Türkiye’nin her tarafı yakılırken, bölücü müfrezeler sokaklarda şiddet bariyeri kurup iç barış ve huzur iklimine suikast düzenlerken; bunlar hangi villada, hangi lüks otelde, hangi boğaz manzaralı masada atıp tutuyorlardı? İmralı canisine özel bir muhabbet besleyen, PKK için ellerini taşın altına koyan bu akiller; hayatlarında bir kez olsun şehitler için gözyaşı dökmüş, bir kez olsun bayrak dalgalanınca göğüsleri kabarmış mıdır? Sayıları gittikçe azalan bu tip adamlar akıllıdır da, 77 milyon mu ahmak ve akılsızdır? Allah için söyleyiniz, milletimiz ne yapsın; hain bir değil ki bağlasın, felaket bir değil ki ağlasın. Bunlara tavsiyem; eğer çok akılları varsa kendilerine saklamalarıdır. Daha kazançlı kapı bulmaları için farklı çareler ve aşınmayı bekleyen eşikler vardır.
Değerli Arkadaşlarım; Çözüm süreci PKK’yla yürütülen müzakereleri hareketlendirmiş, karşılıklı geliş gidişler hızlandırmıştır. AKP-İmralı, AKP-Kandil; HDP-Kandil, Kandil-İmralı, HDP-İmralı arasındaki süreç trafiği vızır vızır işlemekte, geceli gündüzlü ihanet mesajları taşınmaktadır. AKP, PKK’nın gözüne girmek, müzakereden mütarekeye geçmek, bölücü talep ve dayatmaları yol haritası ve bir takvim eşliğinde karşılamak için heyecanlıdır. TBMM’nde 10 Temmuz 2014 tarihinde kabul edilen; “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine” dair 6 maddelik Kanun PKK’ya özel çıkarılmıştır. Yıkımdan sorumlu eski bakan, sözde çözüm sürecinin çerçeve yasasını sürecin anayasası olarak göstermiştir. Bu doğrultuda, teröristlerle görüşmek yasal bir kılıfa büründürülmekle birlikte, PKK’lı militanların eve dönüşleri ile sosyal yaşama katılım ve uyumlarının temini konusunda Hükümetçe gerekli tedbirlerin alınacağı kararlaştırılmıştır. Söz konusu Kanun’da, “gerekli görülmesi hâlinde, yurt içindeki ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlarla temas, diyalog, görüşme ve benzeri çalışmaların” yapılacağından bahsedilerek PKK’ya meşruluk atfedilmiştir. Dahası, terör örgütüyle görüşen, temas kuran, pazarlık yapan, mesaj alıp götürenlerin hukuki, idari ve cezai bir sorumluluğu da olmayacaktır. İhanet müzakereleri kılıfına uydurulmuş, emniyete alınmıştır. İmralı canisinin geçtiğimiz yılın Aralık ayının ilk haftasında; çözüm için ‘üç ayak önemlidir’ demesi, bunun başında ‘yasal zemin’ ihtiyacından bahsetmesi cevap bulmuştur. Teröristbaşı, ikinci ayak olarak tarafların ve statülerinin bu yasal çerçeve içerisinde tanımlanmasını, üçüncü olarak da bir izleme kurulunun sürece dahil edilmesini istemiştir. Bunlardan ikincisi de gerçekleşmiş, üçüncüsü de beyin yıkama kadrosu ve psikolojik harekât üssü olan sözde akillerin, Hükümet suflörlüğüyle belirledikleri 10 maddelik ağır kusurlu tekliflerinin arasında bulunmuştur. Terörist Öcalan’ın icazetiyle çıkarılan “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” kapsamında yürütülecek çalışmalara ilişkin esaslar, 30 Eylül 2014 tarihinde Bakanlar Kurulu’nda kabul edilmiştir. Tuhaftır ki, Başbakan Davutoğlu, sürece milli, yerli ve özgün demekte, bu toprakların en önemli tarihi ve stratejik projesi olarak tanımlamaktadır. Davutoğlu’na göre, süreç başarılı olursa sosyokültürel ve sosyo-politik sorunlarla, etrafımızdaki jeopolitik çatışmalar engellenecektir. Bir Başbakan Yardımcısı da çözüm sürecinin Türkiye’ye özgü olduğunu Davutoğlu’nu yalanlarcasına söylemiştir. Başbakan konuşunca aklının dibini dökmekte; neredeyse Kaf Dağı’ndan kar bağışlamakta, elekle baraj gölü doldurmaktadır. Sayın Davutoğlu, açık söyle; süreç ihanetinin neresi millidir? PKK’yla pazarlık yaparak Türkiye’yi nasıl memnun edecek, prangaları nasıl sökeceksiniz? Bu menem bir çelişkidir ki, çözüm süreci kamu düzenin alternatifi değildir diyorsunuz; ama kamu düzenini yıkma, devlet otoritesini berhava etmek isteyenlerle yediğiniz içtiğiniz ayrı gitmiyor. Sayın Davutoğlu, Kobani rumuzlu olayları çıkaranlarla şu an masadanız, biliyor musun? Geçen hafta Hakkari’deki Dağlıca Karakolu’na saldıranlarla aranızdan su sızmıyor, biliyor musun? Bingöl’de iki kahraman polisimizi şehit eden, 16 yaşındaki Yasin’in başını ezen, kısa sürede 40’a yakın kişiyi katleden hainlerle çözüm konuşuyor, barış diye inliyorsunuz; biliyor musun? Çukurca’daki terör saldırısında ayağını kaybeden bir gazimizin banka kredisiyle aldığı protez bacağı için haciz gönderecek kadar alçalmayı iyi biliyorsunuz. Gel gelelim PKK’yla Kobani şiddeti esnasında bile pazarlık yapmanın, yandaşlarını sokağa ve isyana çağıran HDP’yle görüşmenin nasıl bir hıyanet olduğunu ya bilmiyor, ya da yattı balık yan gider diyorsunuz. Başbakan Davutoğlu, Amasya’da, ''Çözüm sürecinden bizim anladığımız, Ferhat ile Şirin'in muhabbetini bütün Türkiye'ye egemen kılmaktır” açıklanmasında bulunmuştur. Sayın Davutoğlu, çözüm sürecini sana yanlış anlatmışlar veya sen yanlış anlamışsın. Çözüm süreci Ferhat’ın Şirin’i katletme, Kerem’in Aslı’yı yok etme, Mecnu’nun Leyla’dan nefret etme sürecidir.
Değerli Milletvekilleri, PKK kanlı bir terör örgütüdür ve 30 yıldır Türkiye’nin başına musallat olmuş, küresel ve bölgesel kullanıma açık kiralık bir tetikçidir. Bu örgüt, hiçbir şart altında Kürt kökenli kardeşlerimin temsilcisi de olamayacaktır. Devlet terör örgütüyle görüşemez. Son terör örgütü militanı silah bırakasıya kadar mücadeleden vazgeçemez, vazgeçmemelidir. Mesele bir terör sorunudur. Bu sorunun ise iç ve dış boyutları olduğu kadar, yerli ve yabancı aktörleri vardır. İmralı canisi de ağırlaştırılmış müebbet hapse mahkum bir teröristtir. Kameraları çok seven malum Başbakan Yardımcısı Öcalan’ın cezaevi şartlarının iyileştirilebileceğini söylemektedir. Kaldı ki İçişleri Bakanı da benzer görüştedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, Afganistan dönüşü uçakta, “şartlarının iyileştirilmesi için yapılması gereken her şeyi devlet yaptı. Daha ilerisi olamaz. Villa tahsis edecek halimiz yok” açıklamasında bulunmuştur. Hatta bu sayede aziz milletimiz teröristbaşının 2 odalı, televizyonlu ve bahçeli bir yere alındığını da öğrenmiştir. Kandil’den yeni gelen ve bugün İmralı yollarına düşen siyasi bölücüler caniye sekretarya verilsin diye ısrarla bastırmaktadır. Türkiye’de müebbet hapis cezasına çarptırılmış hangi mahkum iki odalı, televizyonlu ve bahçeli bir yerde kalmaktadır? Bu imtiyaz, bu ayrıcalık nasıl izah edilecektir? Cezaevi şartlarını dikkate aldığımızda, bu durumun villadan ne farkı olacaktır? Hükümet Türk milletini ne yüzle, ne hakla aldatmaktadır? Oldu olacak, İmralı canisine bir bahçıvan, bir aşçı, bir odacı tahsis edin de her şey tamam olsun. Canibaşı, AKP yardımıyla; İmralı’yı örgütünün karargâhı haline dönüştürmüştür. Hukuk yoksa devlet olmayacaktır. Egemenliği tartışılan bir millet de soluksuz kalacaktır. Devlet elinde silah tutan bir teröristle masaya oturduğu zaman, hükmü şahsiyetini ve meşruiyetini tartışmaya açacaktır. PYD’ye terör örgütü diyen, PKK’ya terör örgütü diyen Cumhurbaşkanı Erdoğan; kan döken, can alan teröristlerle görüşen kendisinin ve AKP’nin terörün yedeğine düştüğünü ne zaman anlayacaktır? İmralı canisi terörist değil midir? Hükümet’in ne işi vardır adanın izbe odalarında? Terörle mücadele zaaf ve ihmal kaldırmayacak kadar hassas bir alandır. Meclis gündemindeki yeni yasa teklifi özgürlük-güvenlik dengesini elbette gözetmelidir. Ancak her şeyden önce Türkiye’nin güvenliği, bireysel hak ve kazanımlara halel getirmeden sağlanmalıdır. Güvenlik yoksak özgürlük rafa kalkacak, güvenlik zayıflayınca özgürlük sekteye uğrayacaktır. Kan akıtanlara özgürlük var diyerek sessiz kalınamaz, vatandaşlarımızın günlük hayatını zehir eden barbarlar ağırdan alınamaz. Bu itibarla makul şüpheli veya değil; kim suça niyetli ise, suça azmetmişse ve bunu da eyleme dökmüşse gereken yaptırımlar anında uygulanmalıdır.
Muhterem Milletvekilleri, Ayn el-Arab, diğer ismiyle Kobani’de IŞİD ve PYD terör örgütleri arasındaki çatışmalar sürmektedir. ABD, PYD terörünü arkalamak amacıyla, havadan silah, cephane ve tıbbi yardım yaptığını duyurmuştur. Bu esnada bildik sebeplerden dolayı bir asrı aşan süredir Ortadoğu’da her taşın altından çıkan Birleşik Krallık, peşmerge güçlerine silah eğitimi vermektedir. Dışişleri Bakanı, “Kobani’nin düşmesini hiçbir zaman arzu etmeyiz” sözleriyle peşmerge unsurlarının Kobani’ye geçmesine yardım ettiklerini açıklamıştır. Sorarım sizlere; Erdoğan’ın terör örgütü olarak yaftaladığı PYD’ye yardım etmek, yataklık yapmak millete ve vatana karşı işlenmiş suç değil midir? Türkiye, kendi topraklarından, peşmergenin geçmesine nasıl müsamaha gösterecektir? 1991’de, Körfez Harekatı’nın ülkemizin terörle mücadele siyasetine verdiği en ciddi zararlardan birisi, PKK’nın kanlı eylemlerini gerçekleştirecek sayısız silah ve mühimmata kısa zamanda ve zahmetsizce sahip olmasıdır. Irak ordusundan PKK’ya terk edilmiş veya peşmergelerden parayla satın alınmış çok sayıda silahın ve patlayıcı maddenin örgütün eline geçmesi PKK’nın lojistik imkanlarını arttırmış, vatan evlatlarını şehit etmesine yaramıştır. Bugün bunun bir yenisine daha açıkça şahit olunmaktadır. Silahlanan peşmerge ve PYD’nin, PKK’yı da çembere dahil ederek ne yapması planlanmaktadır? Bize göre amaç ne Kobani, ne Suriye, ne de Irak halklarının dirliği ve istikrarıdır. Amaç Kürdistan’dır, amaç petrolü tankerlerle, varillerle, boru hatlarıyla alıp götürmek, Ortadoğu haritasını küresel projelere göre tekrar ve kanla çizmektir. Hatırlarsanız, 1991’de Saddam’ın müdahalesine kapanan Irak’ın kuzeyindeki alan, adına ‘Hükümet Dışı Örgütler’ denen sözde yardım maksatlı sivil oluşumlara meydan açmıştır. Sözde insan hakları savunuculuğunu yapan örgütler insani yardım maskesiyle "Kürdistan” emellerini canlı tutmuşlar ve büyük bir senaryonun parçası olmuşlardır. Bugün Kobani’ye yardım adıyla da yeni bir oyun oynanmaktadır. AKP, Esad’la uğraşmayı bırakmalı, sınırlarımızın hemen yanındaki gayri meşru, milli güvenliğimize yönelik yüksek risk ve tehditlere odaklanmalıdır. Milli devlet için sınırlar namus ve istiklal tapusudur. Sınırlarımızın aşınması, yalamaya dönmesi, mücavir alanlarda oldubittiyle devletçikler kurulması mahvoluşumuza hizmet edecektir. Kendi sınırlarımız içinde güvenli bölge kurmak gibi sakat bir öneri getiren Hükümet’in, süreç ihanetinden vazgeçip terör örgütleriyle aynı hizadan çıkması; milli bekamızı, kardeşliğimizi ve toplumsal huzurumuzu koruyacak kalıcı strateji ve politikalar takip etmesi en büyük hedef olmalıdır. Türkiye’yi yöneten siyasi iktidar Türk milletinin vermediği yetkiyi kullanamayacak, tasvip etmediği ilişki ve kararların tarafı olamayacaktır. Ve AKP siyaset defterinden silindiği an adalet defterinde kaydı açılacak, inanınız bana bugünleri çok ama çok arayacaktır. Cenab-ı Allah Türk milletinin yar ve yardımcısı olsun diyorum. Konuşmama son verirken sizleri bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Yüce Allah’a emanet ediyorum. Sağ olun, var olun.
|