Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin
Muhterem Milletvekilleri, Kıymetli Misafirler, Değerli Basın Mensupları, Bu haftaki Meclis Grup toplantımıza başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Tarih, nice acılara, nice kayıplara, nice haksızlıklara şahit olmuştur. Seneler seneleri kovalayıp asırlar asırları takip etse de bazı olaylar hiç unutulmamıştır. Mazlumların çığlığı zamanın ruhuna işlemiş, maneviyatımızın derinlerine nüfuz etmiştir. Mağdurların yürek atışı her dönemde yankı bulmuştur. Zalimlerce katledilen masumların gök kubbede çınlayan feryadı günümüze kadar ulaşarak hepimizin ortak sızısı, ortak hicranı, ortak hüznü haline gelmiştir. Körpe umutlara kan kusturanlar; hikmet ve hidayetle pişen gönüllere ölüm saçanlar her zaman lanetlenmiştir. Hakk’a karşı gelenlerin, iktidar hırsı uğruna insanlıktan çıkanların ve nefsinin tutsağı olanların isimleri şerle, şirkle ve şirretle bir anılmıştır. Tarihin her döneminde dünyevi saltanat uğruna vicdanını zindana çevirenler sadece yıkmış, sadece yok etmiştir. Geçmişten buna dair sayısız örnek vermek mümkündür. Özellikle Hicri bin 375 yıl önce Kerbela’da yaşanan vahşet, oluk oluk akan Ehl-i Beyt kanı hala ilk günkü kadar kasvet ve keder vericidir. Hicri 61. yılın 10 Muharrem Günü’nde Kerbela’da İslam’a, Efendimize ve tüm inananlara kılıç çekilmiştir. Dün idrak ettiğimiz Aşure Günü’nde bu hazin ve yürek burkan hadiseyi bir kez daha hatırladık ve yeniden Hz. Hüseyin’in susuz bırakılarak ailesi ve dostlarıyla birlikte şehit edilişinin hüznünü yaşadık. Efendimizin; ‘reyhanım’ dediği, ‘cennet gençlerinin efendisi’ olarak gösterdiği Hz.Hüseyin’in Kerbela’da önü kesilerek şehit edilmesi tüm Müslümanların hala kanayan yarasıdır. Yüzyıllardır Kerbela’nın haklı matemi tutulmaktadır. Kerbela; müminle münafığın, hoşgörüyle taassubun, hakikatle yalanın, iyilikle kötülüğün, Hak ile batılın kesin ve keskin çizgilerle ayrıldığı bir kader noktasıdır. Hz. Hüseyin; Efendimizin gül yüzlü torunu, Ehl-i Beyt’in mensubu, Ashab-ı Kiram’ın da kutlu isimlerinden birisi olarak hepimizin örnek aldığı bir şahsiyettir. İhlaslı hayatının yanında, suya hasret bırakılarak şehit edilmesi bizler için çok büyük ders ve öğütler içermektedir. 14 asır önceki Kerbela vahşeti maalesef her gün yaşanmaktadır. Mezhep gerilimi, mezhep karşıtlığı, mezhep kutuplaşması pimi çekilmiş bomba gibi neredeyse saat başı patlamaktadır. Ölen Müslüman, öldüren yine Müslüman’dır. Kıyan Müslüman, kıyılan yine Müslüman’dır. İster Sünni, ister Şii olsun; mezhepçi bakış ve yaklaşımlar İslamiyet’in iliğini kurutmakta, kanını emmektedir. İslam Dünyası’nın şu an ki durumu tam bir felaketi işaret etmektedir. IŞİD gibi terör örgütleri böylesi bir zeminden yeşermiştir. Şii de Müslüman, Sünni de Müslüman’dır. O halde paylaşılamayan nedir? Camileri ve türbeleri havaya uçurmak, canlı bombalarla cana ve mala kast etmek; Yüce Allah’ın hangi buyruğunda yazılıdır? Allah diyerek kafa kesmek, besmele çekerek hırsızlığa ve hıyanete ortak olmak nasıl bir aklın ve anlayışın ürünüdür? Bunları sormak ve sorgulamak en doğal hakkımızdır. Yüce dinimiz İslam, mazisi çok eskiye giden bir operasyon sağanağı altındadır. Haçlı saldırılarıyla amaçlarına ulaşamayanlar, şimdilerde değişik senaryo ve oyunlarla Müslümanların varlık ve inanç haklarına saldırmaktadır. Mezhepçi aymazlık bu kapsamda silah gibi kullanılmaktadır. Sırf Şii veya Sünni olduğu için insanlar katledilmektedir. Ön tarafta Müslümanlar birbirini yiyip tüketirken, arka tarafta haritalarla oynanmakta, kaynaklar sömürülmektedir. Asırlar önce yaşanan olayların kızgınlığıyla alevlenen vekalet savaşları devamlı körüklenirken, Vasginton’da, Londra’da, Berlin’de, Paris’te Müslümanlar için defin merasimi hazırlığı hızla sürmektedir. Ortadoğu’daki petrol kuyularının etrafında vızır vızır dolaşan emperyalist acımasızlık, iç bölünmeleri kaşıyarak, tahrik ederek ve kışkırtarak amacına ulaşmanın hevesindedir. Maalesef İslam toplumları da buna alet olmaktadır.
Değerli Arkadaşlarım, Malum çevrelerin, etnik ve mezhep cepheleşmesinin Türkiye’ye de sıçraması için özel bir çaba harcadığını görüyoruz. Ortadoğu’daki kaos havasının ülkemize bulaşması maksadıyla yoğun çabalar sergilendiğini tüm çıplaklığıyla izliyoruz. Alevi-Sünni, Türk-Kürt, laik-antilaik, inanan-inanmayan, Doğulu-Batılı gibi suni ayrımlarla Türk milletinin çözülmesi ve parçalanması planlanmaktadır. Esasen bu yeni bir durum da değildir. Bilhassa Alevi İslam inancına mensup kardeşlerimiz istismar edilmekte, hassasiyetleriyle oynanmaktadır. AKP, yıllardan beridir ‘Alevi Çalıştayları’ düzenlemekte, umut tacirliği yapmaktadır. Ne var ki, halen bu alanda bir arpa boyu mesafe alınamamış, oyalama taktikleriyle yıllar israf edilmiştir. Başbakan Davutoğlu yeni bir çalışmadan bahsetse de, Hükümet’in Alevi İslam inancına sahip kardeşlerimizin beklentilerine cevap bulması ve ihtiyaçlarını karşılaması mümkün görülmemektedir. Biz öteden beri, milli ve manevi değerlerimizin toplumsal çatışma konusu yapılmaması hususunda özel bir gayret sergiledik. Türkiye’nin inanç ve mezhep temelinde ayrışma yaşamaması için elimizden gelen mücadele ve sorumluluğu titizlikle gösterdik. Milli birlik ve bütünlük içinde, muhatap kaldığımız sorunların derinlikli ve makul bir şekilde çözüme kavuşturulması gerektiğini her fırsatta vurguladık. Bu kapsamda dün ne söylemişsek, bugün de aynı çizgide, aynı noktadayız. Etnik ve mezhep kanalından sürdürülen istismar ve itirazların engellenmesi Türkiye’nin toplumsal huzuru için vazgeçilmez bir önemdedir. Siyaset kurumu bu konuda, günübirlik hesap yapmadan samimiyetle inisiyatif almalıdır. Sorunlarımızın çözümü için ilk şart dürüstlük, ikincisi adil özveri, üçüncüsü ise tarihi ve kültürel dokumuzun zedelenmemesine dikkat etmektir. Karşımızdaki her meseleyi ‘kazanan-kaybeden’ ikilemine sokmadan, herkesin gönül huzuruyla benimseyebileceği vasıtalarla çözüme kavuşturmakla yükümlüyüz. Özgüvenle hareket edip, demokrasinin kurallarını çalıştırarak, bireysel hak ve özgürlüklerin katalizörlüğüyle kronik problemlerin üstesinden gelebiliriz. Siyasetin ilgi sahasına giren her konunun konuşulacağı demokratik mekân milli iradenin tecelligahı olan TBMM’dir. Ortak akıl ve ortak değerler yardımıyla her zorluk giderilecek, her engel aşılacaktır. Alevi İslam inancını benimseyen kardeşlerimiz aziz milletimizin yeri dolmaz fertleridir. Yıllardan beri ısrarla seslendirdikleri inanç ve kültür temelli sıkıntıları olduğu hepimizin bildiği gerçekler arasındadır. Bu sıkıntıları zamana yayarak ötelemek, görmezden ve duymazdan gelmek doğru ve adil bir durum olmayacaktır. Alevi kardeşlerimizin ağırlaşan sorunlarını milli birlik ruhuyla ele alıp, karşılıklı hoşgörü, iyi niyet ve dayanışma duygusuyla paylaşmak, arkasından da kapsamlı çözümler üretmek artık kaçınılmaz bir görevdir. Hiç kimse Alevi kardeşlerimizin vatana bağlılığını, Türkiye’ye sevgilerini tartışmaya açamayacaktır. Hiç kimse Türk kültürüne yaptıkları yeri dolmaz katkıları yok sayamayacaktır. Alevi kardeşlerimizin istek ve arzularının ‘doğru-yanlış’, ‘meşru-gayri meşru’ diye tasnif edilmesi de haddini aşan bir saygısızlık olacaktır. Alevi İslam inancı dairesinde; neyin doğru, neyin gerekli, neyin zorunlu olduğunu bilecek ve tayin edecekler bellidir. Bu konuda hariçten gazel okumaya gerek yoktur. Alevi kardeşlerimiz sadece inançlarının, kültürel miras ve geleneklerinin doğrultusunda yaşamak istemektedir. Alevi İslam inancı asırlar içinde hep var olarak bugünlere ulaşmıştır. Bizleri bir millet yapan muhteşem değerler manzumesinin içinde Alevi kardeşlerimiz de vardır ve milli kimliğimizin ayrılmaz bir parçası olarak Türk milleti mevcudiyetinin içinde yer almışlardır. Alevilik ne inançlarımızdan ayrı görülebilir, ne de milletimizden ayrı tutulabilir. Biz onlarla birlikte bir milletiz ve millet olmamızın mayasında onlar da vardır. 18 Kasım 2008 tarihindeki Grup toplantımızda, bu hassas konunun muhatapları ile oluşacak bir temas ve uzlaşma sürecine bırakılmasını önermiştim. Bu toplantıdaki konuşmamda özetle, √ Sorunun TBMM çatısı altında çözülmesinin gerekliliğini, √ Toplumu kucaklayan bir anlayışla ve milli bütünlük içinde bir çözümünün uygun olacağını, √ Alevi İslam inancını benimsemiş kardeşlerimizin haklı beklentilerinin bulunduğunu, √ Ertelenmesi halinde toplumsal birliği sekteye uğratacak bu durumun zorluklarına rağmen görmezden gelinemeyeceğini, √ Bu konuda siyasete, parlamentoya, hükümete, Alevi inanç önderlerine, Alevi İslam’ın çatı kuruluşlarına, akademik çevrelere büyük görevler düşeceğini açıklamıştım. Artık önyargıları kırmalı, kuşku ve güvensizlikleri yenmeliyiz. Alevi kardeşlerimizin haklı taleplerine kulak tıkamanın vicdanen izahının olmayacağını görmeliyiz. Bu kardeşlerimizin yıllardır dillendirdikleri, yıllardır umut ettikleri ihtiyaçlarını siyasi çekişmelere, ideolojik anlaşmazlıklara feda etmemeliyiz. Mesele Cami-Cemevi karşıtlığı olarak değerlendirilmemelidir. Mesele zıt kutupların buluşması ya da bir tarafın diğerine lütfu, bağışı veya tavizi olarak da ele alınmamalıdır. Hz. Muhammet hepimizin Peygamberi, Hz. Ali hepimizin iftihar kaynağıdır. Kerbela hepimizin müşterek teessürü, Hz.Hüseyin hepimizin kahramanı, hepimizin şehididir. Cem de bizimdir, semah da bizimdir. Cami de bizim, Cemevi de bizimdir. Saz da bizim, söz de bizimdir. 12 İmam da bizimdir, erenler, evliyalar, arifler, Anadolu’ya Türk-İslam nefesi üfleyen elleri öpülesi büyüklerimiz de bizim şanımız, göz nurumuzdur. Hz. Yesevi’nin dergâhında diz dize, gönül gönüle oturan bizim ecdadımızdır. Hacı Bektaş Veli’nin duasıyla irşat olan, yönünü çizen Türk milletidir. Şeyh Edebalı’dan Geyikli Baba’ya, Lokman-ı Perende’den Pir Sultan Abdal’a, Ahi Evran’dan Sarı Saltuk’a, Arslan Baba’dan Mevlana’ya, Akşemsettin’den Yunus’a kadar bütün kutup yıldızlarımız Anadolu’nun ve Türk yurtlarının bağrına nakış nakış Türk milletini dokumuştur. Bizim aramızda ayrımcılığa yer yoktur. Bizim aramızda bölücülüğe yaşama hakkı yoktur. Bizim aramızda ayrık otları tutunamayacaktır. Ne Sünni’den geçeriz, ne Alevi’yi iteriz. Ne 36’ya kanarız, ne milletten vazgeçeriz. Ve elbette ne Yavuz’u unutur, ne de İsmail’e yüz çeviririz. Artık Alevi kardeşlerimizin sorunları kökünden bitirilmelidir. Her konuyu istismar eden AKP Hükümeti, Alevi kardeşlerimizi yüzüstü bırakmamalı, kavrayıcı çözüm için harekete geçmelidir. Milliyetçi Hareket Partisi bu konuda yapılacak her girişim ve teklife önyargısız şekilde destek vermeye vardır ve hazırdır.
Muhterem Milletvekilleri, Bildiğiniz gibi 28 Ekim 2014 günü, Karaman’ın Ermenek ilçesi Güneyyurt Beldesi yakınlarında bir maden kazası yaşanmıştır. Madende çalışan işçi kardeşlerimiz yerin altında öğlen yemeklerini yerken su baskınına uğramışlar, bunun sonucunda 8 madencimiz kurtulurken, 18’i de içeride mahsur kalmıştır. Ne üzücüdür ki, bu 18 işçimize hala ulaşılamamıştır. Kurtarma çalışmaları günlerdir sürmektedir. Ailelerin tedirgin ve kaygılı bekleyişleri devam etmektedir. Bu maden kazası duyulur duyulmaz partimizi temsilen Konya Milletvekilimiz Sayın Mustafa Kalaycı Başkanlığındaki bir heyet olay mahalline gitmiştir. Görevlendirdiğimiz heyette konuyla ilgili teknik uzmanlar da yer almıştır. Arkadaşlarımız geniş çaplı inceleme ve araştırmalarını yapmışlardır. Su baskını, Karaman-Ermenek ilçesine bağlı Güneyyurt beldesi ile Pamuklu Köyü yakınlarındaki sahada bulunan linyit kömürü ocaklarında meydana gelmiştir. Söz konusu kömür ocağı özel bir şirket tarafından işletilmektedir. Ermenek Cumhuriyet Başsavcılığı dün yaptığı açıklamada kazanın; eski imalat bölgesine yıllar içerisinde birikmiş olan suların zaman içinde basınç eşik değerlerini aşarak, zayıflayan topuktan çalışma alanlarına ani su baskınıyla gerçekleştiği ileri sürülmüştür. Yani kaza göz göre göre gelmiştir. Maden denetimleri sırasında var olan tehlikelerin ya bilerek ya da bilmeden görülmediği açıktır. Mevzuat gereğince, zorunlu olan ve çevrede olası yer altı suyu olup olmadığını belirlemek için kullanılan 25 metrelik kontrol sondajının yapılmadığı, hatta bu cihazın madende olmadığı özellikle partimizi temsilen bölgeye giden Heyet tarafından belirlenmiştir. Buna rağmen madende çalışılması tedbirsizlik olduğu kadar ölüme davetiye çıkarmak anlamına da gelmektedir. Soma’daki 301 işçimizin kaybına neden olan maden felaketinden sonra, yapılan yasal düzenleme maden şirketlerinin işine gelmemiştir. Torba Kanunla getirilen yer altında 6 saatten fazla çalışmama kuralına işverenler riayet etmemiştir. Daha önce, dışarı çıkarak yemek yiyen işçilerimiz, firmaların dayatmasıyla yerin altında, insanlık dışı şartlarda karınlarını doyurmaya zorlanmışlardır. Su baskının yaşandığı madende asansör olmayışı, giriş-çıkışların bir saate yakın zaman alması işçilerimizin kötü şartlarda çalıştıklarını göstermektedir. Maden ocaklarında ömür tüketen işçilerimizin daha fazla kömür çıkarmaları için mola süreleri kısılmakta ve sendikalaşmanın önüne geçilmektedir. Şayet 18 işçimiz yemeğini dışarıda yemiş olsaydı Ermenek’teki acı verici olay yaşanmayacaktı. Şunu özellikle ifade etmeliyim ki, su baskını sonucu yerin yüzlerce metre altında kalan işçilerimiz; ihmalkârlığın, sorumsuzluğun ve maliyetleri azaltma adına insan canını umursamayan bir zihniyetin kurbanıdır. Kar hırsı, vicdansızlığın örtüsü olamayacaktır. Daha çok üretim hedefi, işçi sağlığı ve iş güvenliğini yok sayarak, köle düzenini kurumsallaştırarak sağlanamayacaktır. Zamandan kazanmak amacıyla, maden çalışanlarının toprak altında yemek yemelerini dayatmak tek kelimeyle zalimlik olarak tanımlanacaktır. 18 işçimizin sorumluluğu öncelikle ilgili maden ocağını işleten Has Şekerler Madencilik Şirketi’nin üstündedir. Geçtiğimiz günlerde, bu şirket tarafından yapılan açıklamada; ocakta tüm iş güvenlik tedbirlerinin alındığı, gerekli denetimlerin yapıldığı iddia edilerek kaza doğal afet olarak lanse edilmiştir. Bu pişkinliğin, bu utanmazlığın, bu edepsizliğin hesabı mutlaka sorulmalıdır. Türkiye’de insan canı ne yazık ki çok ucuzdur. Dünya’da en çok maden kazası Türkiye’de yaşanmaktadır. Teknik ve fiziki alt yapı eksiklikleri, denetimdeki açıklar, siyaset ve ticaret arasındaki menfaat bağları insan canını riske atmaktadır. Maden ruhsatlarının 2012 yılından beridir Başbakanlığın uhdesinde dağıtılması, bu sayede yandaşların korunup kollanması, kapatılması lazım gelen madenlerin siyasi baskılarla açılması adeta felaketlere davetiye çıkarmaktadır. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’nın, bu tip ocakların kapatılması gerektiğini söylemesi, ancak çok sayıda kişinin bunu engellemek için devreye girdiğini dile getirmesi aczin ve AKP markalı usulsüzlüğün çok veciz bir beyanıdır. Bu bakan, Ermenek’teki madeni almak için kimlerin tavassutta bulunduğunu, kimlerin sıraya girdiğini, göz göre göre kimlerin işçileri ölüme sürüklediğini açıklamak durumundadır. Yoksa bu bakan, milli vicdanda; işçi ölümlerine azmettiren, görev süresince binlerce kayba imza atan bir şahıs olarak hafızalara kazınacaktır. Şu anda kapanması gerekli olup da faal halde bulunan kaç maden ocağı vardır? İlgili bakan derhal bunu açıklamalıdır. Başbakan Davutoğlu’nun maden denetimlerine göndermek yaparak; “bir denetim elemanının denetime gittiği yerde işverenin çayını içmesi bile haramdır” sözleri de hiçbir anlam taşımayacaktır. Hatırlarsanız, Davutoğlu, yani AKP’nin görünürdeki Genel Başkanı, imar rantının da haram olduğunu söylemişti. Doğrusunu isterseniz, bu söze hayret etmemek elimizde değildir. Davutoğlu ya hayal aleminde yaşamakta, ya da milletimizin aklıyla ve havsalasıyla alay etmektedir. Rant demek AKP demektir. Haram demek AKP’nin kartvizitindeki en göze çarpan unvan demektir. Eğer Başbakan, kupon arazi koleksiyonu yapan imar vurguncularının, rant kapılarında el ovuşturan gemicilerin ve haram sultası kurmuş hırsızların kimler olduğunu bilmiyorsa, tavsiyem, kapatmaya çalıştığı 17-25 Aralık’ın soygun sayfalarına bakmasıdır. Davutoğlu, 21.Yüzyılın Davut El Kayseri’si olduğunu gerçekten iddia ediyor, buna da inanıyorsa haram elebaşlarından yakasını kurtarması ve omurgalı davranması kendisi adına ahlaken tutarlılık olacaktır. Aksi takdirde gelecek seçimde boyunun ölçüsünü sandıkta alacaktır. Ne kadar kahretsek azdır ki, haram kadroları, mezara dönen madenlere fakir fukarayı ölüm pahasına doldurarak haksız kazancın peşindedir. Denetim elemanlarına ‘helal-haram’ hatırlatması yapan Başbakan; ölüm çukuruna dönmüş madenleri açtırmak için kuyruğa girmiş ve sözünü geçirmiş menfaat çetelerini ne zaman görecektir? Madenlerde denetim yapan müfettişleri kafasına takan Başbakan, asıl suçluları, asıl gözü dönmüş ilkesizleri ne zaman fark edecektir? Sayın Davutoğlu, çay içmek haramdır da, kapanması gereken madenleri açtırmak için araya hatırlı isimleri sokmak, ihalelerden komisyon almak, devlet hazinesini boşaltmak helal midir? Kömür ocağında mahsur kalan 18 işçimizden birisi olan Tezcan Gökçe’nin, yılların yorgunluğu yüzüne vurmuş 75 yaşındaki annesi Ayşe Gökçe; “oğlum yüzme bilmezdi, suyun içinde ne yaptı?” sorusuna Hükümet ne cevap verecek, kazayı afete bağlayan şirket ne diyecektir? Sayın Davutoğlu dikkatini çekerim ki, bu su, meşhur havuzunuzda biriken yağma hasılatı değildir. Bu su; sizlerin ihmalkârlığıyla emeğe, alın terine, bir dilim ekmeğe, bir parça umuda çöreklenmiş, üstelik gelinleri, anaları, babaları ağlatmış, evlatları da derinden yaralamış kâbustur. Güneş yüzü görmeden nasibini toprakta arayan, kömürden ekmek çıkaran, helal kazancı için kazma kürek sallayan vatan evlatlarının perişanlığı hepimizi kaygılandırmaktadır. Taşeronlaşma can yakmaktadır. Bu çerçevede çalışan işçilerin sayısı 750 bine yaklaşmıştır. İş güvenliğindeki derin açmazlar cinayet gibi kazalara neden olmaktadır. Geçtiğimiz hafta Ermenek için üzülürken, Bartın ve Zonguldak’tan yine maden kazaları bağlamında üç acı kayıp haberi gelmiştir. Artık madenlere neşter vurulmalı, seriye bağlanan katliam gibi iş kazalarının önüne geçilmelidir. Madenlerdeki ölümlerde, kimin payı, kim dahli ve kimin parmağı varsa silsile yoluyla en ağır şekilde cezalandırılmalıdır. Madenlerde radikal ve seferberlik boyutunda önlemler almak için vakit daralmaktadır. Ankara’da yasa yapıp, Ermenek’teki kazanın kaynağına kafa yormak inandırıcı değildir. Her şey meydandadır. Kötü yönetim, kötü denetim, kötü işletme, kötü adamlar, kötürüm şartlar, köhne uygulamalar, vahşi kapitalizm çarkı insanımızı öğütmek, geleceğimizden çalmaktadır. İnsanca düzenlenmiş çalışma şartları, insana yaraşır iş güvenliği hemen temin edilmeli, her kesime, her iş koluna, her sektöre yaygınlaştırılmalıdır. Milliyetçi Hareket Partisi işçilerimizin lehine olacak tüm adımların yanındadır. Ve Ermenek’te 18 işçimizin her şeye rağmen sağ salim şekilde kurtarılmaları Allah’tan niyazımızdır. Umut varsa, hayat vardır. Umut varsa, gelecek vardır. MHP varsa umutlar sönmeyecek, hayaller bitmeyecektir. Bacası tütmeyen hanelerin umudu biziz. Ocağı yanmayan mutfakların umudu biziz. Üzerinde ekmeği olmayan sofraların umudu biziz. Sırtında kabanı olmayan her babanın, ayağında giyecek ayakkabısı bulunmayan her annenin, soğuk kış günlerinde tir tir titreyerek yürüyen her dedenin, solgun elleriyle kalem tutmak için çırpınan, aç yatıp aç kalkan her körpe yavrunun umudu biziz, çaresi Milliyetçi Hareket’tir. Ayaz gecelerde umuda sarılıp yatan biçarelere uzanacak el biziz, onlara deva olacak vicdan ateşi içimizdedir. Dayıbaşı isimli çirkef ve çirkin sisteme mahkûm edilerek, karın tokluğuna çalıştırılan kardeşlerimizin sözcüsü biz olacağız. 23 kişilik midibüse 46 kişinin binmesine yol açan çarpıklığı biz düzelteceğiz. Yerin altında evladına ekmek götürmek için kayayı sabrıyla delen madencinin sözcüsü biz olacağız. Tarlasında başını öne eğip ‘yine çıkmadı, yine olmadı’ diyen çiftçimizi biz teskin edeceğiz. Esnafımız ‘kim var’ dediğinde, sağa sola bakmadan ‘biz varız’ diyeceğiz. Memurumuz ‘çilem ne zaman’ bitecek diye sorduğunda hiç tereddütsüz biz ileri atılacağız ve ümit olacağız. İşsizimizin, yoksulumuzun, yetimlerimizin, muhtaç ve düşkünlerimizin, emekli ve yaşlılarımızın, hep birlikte 76 milyonun davasını şeref bileceğiz, Allah’ın izniyle Türkiye’yi uçurumun kenarından çekip çıkaracağız. Çünkü biz Türklük aşığı, millet sevdalısı, vatan ve kardeşlik tutkunu, huzur ve güvenlik adresi Milliyetçi Hareket Partisi’yiz.
Muhterem Arkadaşlarım, 3 Kasım 2002 seçimlerinin üzerinden dün itibariyle tam 12 uzun yıl geçmiştir. AKP bu 12 sorunlu yılın tamamında iktidarda bulunmuştur. Bu süre zarfında 58, 59, 60, 61. Cumhuriyet Hükümetleri görev yapmıştır. Erdoğan sonrası kurulan bağımlı 62. Hükümet ise halen işbaşındadır. Biliyor ve inanıyorum ki, önümüzdeki yıl dirilen, ayağa kalkan, küllerinden yeniden doğan Türkiye’nin müjdesi 63. Hükümet olacaktır. Türk milleti, hurdaya dönen AKP’yi görevden alacak, milli ahlakın, milli vakarın, gelişmenin, kazanmanın, büyümenin, zenginleşmenin adı olan Milliyetçi Hareket’e iktidar ehliyetini verecektir. AKP’nin gitmesine az kalmıştır. Aldatmanın sonuna gelinmiş, yenilginin bitmesine sayılı günler kalmıştır. Teslimiyetin sonu görünmüş, yıkımın akıbeti belli olmuştur. AKP artık olmayacak, millet bu karabasandan kurtulacaktır. 12 yılı deviren bozgun dönemi demokrasi destanıyla kapanacaktır. Milli ve ahlaki hiçbir ölçüsü olmayan, manevi mevta olan AKP kadroları Türkiye’nin üzerine saldırmıştır. AKP iktidarlarında; √ ‘Büyük düşünmekten’ bahsedilmiş, büyük büyük götürülmüştür. √ ‘İşimiz hizmet, gücümüz millet’ denilmiş; gerçek işin talan, gerçek gücün yalan olduğu görülmüştür. √ ‘Büyük güç, büyük millet, hedef 2023’ yutturmacasıyla; ‘büyük zaaf, 36 etnik parça, hedef dağılma’ amacı gizlenmiştir. √ ‘Hayaldi gerçek oldu’ uydurmasıyla, rezalet galeri açmış, skandal gün yüzüne çıkmış, ihanet gövde gösterisi yapmıştır. Sevindirici bir gelişmedir ki, AKP’ye oy veren muhterem vatandaşlarım vahametin farkına varmaya başlamıştır. Hükümet’in tek sermayesinin istismar olduğunu, tek ayak üzerinde kırk yalan söylediğini anlamışlardır. Hükümet özellikle, Türkiye’nin bekasını ateşe atmıştır. Milli kimliğe suikast düzenlemiş, milli birliği sabote etmiştir. PKK, AKP’yle birlikte parsayı toplamış, voleyi vurmuş, altın yıllarını yaşamıştır. 2002’de sıfırlayan terör AKP’yle canlanmıştır. İmralı Adası’ndaki canibaşı pazarlıklarla belini doğrultmuş, tavizlerle bilenmiştir. Şu an Hükümet sözcüsü olan Başbakan Yardımcısı 2010 yılında Turgutlu’da yaptığı bir konuşmada: “Biz teröristle, örgütle pazarlık yapacak kadar namussuz, şerefsizlerden değiliz” diyerek çok kat’i ve kendinden emin bir tavırla konuşmuştu. Yine o tarihlerde, dönemin Başbakanı Sayın Erdoğan partimize yönelik şöyle demişti: “Bizim masaya oturduğumuzu söylüyorsanız bu iddianızı ispatla siz mükellefsiniz. Bunlarla bir araya oturduğumuzu söyleme şerefsizliğini yapanlar, bu alçakça iftirada bulunanlar bunun hesabını er ya da geç verecektir”. Sanıyorum, şeref ve namusu ipe serilmiş un gibi olanlar bundan böyle iki düşünüp bir konuşacaklar, ağızlarının perhizini bozmaya yanaşmayacaklardır. AKP, PKK için adeta kanlı çekilişten çıkmış ödül gibidir. İmralı ve Kandil arasında tam bir pazarlık hattı kurulmuş, Türkiye’nin akıbeti buraya zincirlenmiştir. Başbakan’ın, kalemini millet aleyhine kullanan ve Mahçupyanlığıyla tanınan bir danışmanı, katıldığı bir televizyon programında; PKK’nın süreç boyunca çok şey kazandığını açıklamıştır. Bu bizim için yeni bir şey değildir. Bu danışman dikişi patlayan yama gibi açıldıkça açılmış, kamu düzeninin bölgede şu anda devlette değil PKK’da olduğunu keyif içinde, bir telaş ve kaygı hali göstermeden duyurmuştur. İşte gerçek Türkiye tablosu budur ve çözülme sürecinin hangi badirelere yol açtığı ortaya çıkmıştır. Daha sonra panikle inkar edilse de, bu itiraf yarışına İçişleri Bakanı da katılmış ve “alan hakimiyetini kaybettiğimiz zamanlar oldu. Kırsalda terör baskısı arttı, şehirlere inmeye başladı” demiştir. AKP cenahından ne söylenirse söylensin, bizim tespit ve müşahedelerimiz ihanet sürecinin Türkiye’yi çöküşe götürdüğüdür. PKK mahkemeler kurmakta, yol kesmekte, haraç toplamakta, özerklik ilan etmekte, kanlı eylemlerini sıklaştırmaktadır. Doğu ve Güneydoğu kamu gücünden arındırılmaktadır. Devlet otoritesi sıfırlanmaktadır. PKK meseleyi uluslararası platforma taşımak için son kozlarını kullanmakta, uluslararası güçlerin, mesela ABD’nin sürece dahil olmasını istemektedir. Türkiye çözülmeyle kanlı savaş tehditleri arasına sıkıştırılmıştır. Kırmızı kitabı kaleme alanlar, Türkiye’nin üzerine kırmızı kalem çekmek üzeredir. Erdoğan, Başbakanlık görevindeyken, 16 Nisan 2013 tarihindeki Meclis Grup konuşmasında; “çözüm süreci umut yolculuğuna dönüştü” demiş, bölünmeyi umut olarak lanse etmiştir. 4 Mayıs 2013 tarihinde Kızılcahamam’da, “yurdun dört bir yanından müjdeler geliyor, bahar kalıcı olacak” diye iddiada bulunmuş, neyin geldiği, neyin kalıcı olduğu bugünlerde iyice açığa çıkmıştır. 23 Haziran 2013 tarihinde Erzurum’da, “terör prangasını söküp atıyoruz” açıklamasıyla pembe tablolar çizmiş, sökülenin, yıkılanın ne olduğunu aziz milletimiz şimdilerde net olarak görmüştür. Süreç tam bir curcuna, tam bir kargaşa, tam bir kaostur. Gerek Cumhurbaşkanı, gerek Başbakan süreçten ne anlaşılması gerektiğini, çözümle neyin amaçlandığını açık açık Türk milletine anlatmalıdır. Herkes süreç ihanetinin içyüzünü öğrenmelidir. Bu egemenliğin sahibi Türk milletinin en tabii, en meşru hakkıdır. Soruyorum: Teröristbaşının, 15 Ağustos 2009 tarihinde hazırladığı 156 sayfalık sözde yol haritasıyla ihanet sürecinin bağ ve bağlantısı var mıdır? Erdoğan ve Davutoğlu, Öcalan canisinin yabancı servisler tarafından eline tutuşturulan kanlı planlarına çözüm mü demektedir? AKP milletvekillerinin bilmediği, Bakanlar Kurulu sıralarında oturan şahısların birçoğunun öğrenemediği bu çözüm süreci nedir? PKK vatan evlatlarının ensesinden vururken, hala süreç ihanetinden bahsetmek, hala müzakereleri şerefsizce sürdürmek nasıl tevil edilecektir? Sayın Erdoğan, Sayın Davutoğlu; birileri sizi tehdit mi ediyor? Bilmediğimiz açıklarınız var da kullanılıyor, şantaj altında mı tutuluyorsunuz? Durmayınız, korkmayınız, kaçmayanız, söyleyiniz, itiraf ediniz. Eğer ki, sizi kafa kola almışlarsa, oyuna geldiyseniz, eğer ki hesabını veremeyeceğiniz gizli saklı ilişkileriniz bulunuyorsa yine de milletimizin şefkatine sığınınız. Türk milletine karşı emperyalist planların, lord hesaplarının içinde olsanız da, tehditle boyun eğdirildiğinizi beyan ederseniz yine de sahipsiz kalmayacaksınız. Erdoğan PYD’ye terör örgütü diyor, ABD çatır çatır bu örgüte silah yağdırıyor, peşmergenin Ayn el Arap’a geçmesi için koridor açtırıyor. Peşmerge sanki Türkiye’yi işgal etmiş gibi, sanki meydan okur gibi, Habur’dan Suruç’a kadar konvoylarla, sevgi seli altında, alkış ve tezahüratlarla karşılanıyor. Bu ihanet geçidinin 2 Ekim tarihli Tezkereyle hiçbir ilgisi olmadığını herkes bilmelidir. Zira peşmerge grupları uluslararası hukuka göre yabancı asker statüsünde görülemeyecektir. Zira peşmerge yönetimi bir korsan devlettir. Milliyetçi Hareket Partisi’nin desteği Türkiye’nin savunması, milli bekasının korunması içindir. Bunun dışında peşmergeye alan ve koridor açmak kesinlikle vatana ihanet suçudur. AKP, Kobani çığlığı atan fistanlı teröristlerin, maske takmış yaralı yüzlerin elinde avucunda oyuncak olmuştur. Ey Davutoğlu, sen orda burada kamu düzeni derken vatan toprakları çiğnendi, abin Barzani Erbil’den füzelerle geldi; bunu kendine yedirebildin mi? Taşıdığın tarihi sorumluluğa sığdırabildin mi? Peşmergenin geçişine ister ABD dayatmasıyla, ister farklı saiklerle yeşil ışık yakanlar suç işlemişlerdir. Ve bu cezasız kalmayacaktır. Anlaşılan odur ki, Kürdistan’ın inşası için ABD bizzat devreye girmiştir. Ayn el Arap’tan kaçarak Türkiye’ye sığınanlarla beraber bazı hainler peşmergeye karşılama törenleri düzenlerken Obama’ya sevgi gösterisinde bulunmuşlardır. Obama’yı bu kadar seven kalabalıkların Türkiye’de ne işi vardır? Bunlar hem ekmeğimizi yiyecekler, hem suyumuzu içecekler; sonra da dönüp bir yanda askerimize taş atıp kurşun sıkarken, diğer yanda ABD sevdasından yanıp kavrulacaklardır. Bu nankörlük, bu kalleşlik, bu kahpelik Türk milletinden uzak durmalı, uzak olmalıdır. Erdoğan “sınırlarımızda oynanan oyun rastgele bir oyun” değildir diyor; Suruç kaymakamı bine yakın YPG teröristinin tedavi edildiğini hayasızca gündeme getiriyor. Bu nasıl bir iştir? Nasıl bir çelişki, nasıl bir kepazeliktir? Ayn el Arap’ta sivil unsur kalmamışken, bu da AKP tarafından kabul edilmişken tırlarla malzeme gönderilmesi, buna da insani yardım ismi takılması hıyanettir, Türkiye’nin sırtından vurulmasıdır. AKP, bedenleri bir ve aynı olan çift başlı PYD-PKK yılanına silah ve lojistik destek sunmaktadır. AKP Türkiye’yi hançerlemektedir. Şehitlerimizin kanları yerde, katiller havalardadır. Suruç’tan Ayn el Arap’a koridor açmak demek, Irak’ın kuzeyiyle Suriye’nin kuzeyini birbirine zorla eklemlemek demektir. PYD’nin, PKK’nın, peşmergenin; IŞİD’e karşı batı kamuoyunda desteklenen ve parlatılan mücadelesi, sınırlarımızın hemen dibinde tutunmalarını sağlayacak, peşinden bölücü mahiyetli minyatür devletlere kapı aralayacak; şartlar olgunlaştıkça Kürdistan yüzeye çıkacaktır. Tehdit kırmızı sınırı geçmiştir. Başbakan Davutoğlu; Afyonkarahisar'da düzenlenen partisinin 23. İstişare ve Değerlendirme Toplantısı'nda; "Şimdi soruyorum MHP yetkililerine buradan, bu toprakların birliği ve beraberliğini teminat altına alacak olan politikanız nedir? Çıkın ve anlatın" diyerek tarafımıza soru yöneltmiştir. Sayın Davutoğlu sizin yapmadıklarınızı yapmak, yaptıklarınızı ise yapmamak emin ol ki Türkiye’yi düzlüğe çıkaracaktır. Bizim politikalarımız net, yönümüz bellidir. Geldiğimiz yer belli, gideceğimiz yer bilinmektedir. Sayın Davutoğlu asıl sen ve pazarlık ortakların kamuoyunun karşısına beraberce çıkın ve sürecin ne olduğunu açıklayın? Çözüm isimli çözülme ve çürümeyi teferruatlı şekilde anlatın da Türk milleti her şeyi görsün ve niyetlerinizi berrak şekilde anlasın. PKK ön şartsız silah bırakmadan, son terörist teslim alınmadan, hain pazarlıklar kesilmeden Türkiye’nin huzura ulaşması, dirliğe, esenliğe ve selamete kavuşması söz konusu olmayacaktır. İhanete herkes ikna olsa da bir tek MHP kanmayacak, herkes razı olsa da sadece MHP onay vermeyecektir. Milliyetçi Hareket Türkiye’dir, Türk milletidir ve kardeşliğin simgesi, barış ve huzurun hilallerle süslenmiş güvencesidir. Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum. Sağ olun, var olun.
|