Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 18 Kasım 2014
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
18 Kasım 2014

 

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Misafirler,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki Meclis grup toplantımıza başlarken sizleri en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. 

Geçtiğimiz Cumartesi günü Çorum’un Bayat ilçesi Çukuröz Köyü’nde hepimizi üzen bir yangın vakası yaşanmıştır.

Bir evde çıkan yangının rüzgârın da etkisiyle yayılması sonucunda Çukurözlü vatandaşlarımız büyük bir tehlikeye maruz kalmışlardır.

120 haneli köyde 30 ev yanarak kül olmuştur.

Tek tesellimiz, tek sevincimiz can kaybının olmamasıdır.

Buradan Çukurözlü vatandaşlarıma geçmiş olsun dileklerimi iletiyorum.

AKP Hükümeti’nden, evsiz-barksız kalan vatandaşlarımıza şefkat eli uzatmasını bekliyorum.

Çukurözlüler yalnız ve sahipsiz bırakılmamalıdır.

Yangından zarar gören vatandaşlarımız müsterih olsunlar, Milliyetçi Hareket Parti’si bu sıkıntılı günlerinde her zaman yanlarında olacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Hayatın doğal akışı içinde beklenmedik, tahmin edilmedik ve hiç hesapta olmayan felaket ve musibetlerle karşılaşılmaktadır.

Bunun yanında tedbirsizlikler, dikkatsizlikler, riskleri öngörmedeki zafiyetler sorunların hacim ve boyutunu tehlikeli ölçüde artırabilmektedir.

En ufak bir ihmal can ve mal kayıplarına yol açmaktadır.

Tedbir-tevekkül arasındaki kopmaz bağın isabetli şekilde yorumlanamaması ağır sonuçlara neden olabilmektedir.

Soma’da 301 kardeşimizi kaybettiğimiz cinayet gibi kazadan aylar sonra, bu kez de Ermenek’te yaşadığımız maden faciası aslında fazla söze gerek bırakmamaktadır.

Madenlere neşter vurulması devamlı ertelenmiş, ilkel çalışma şartlarına ısrarla göz yumulmuştur.

Ölümlü kazalara adeta davetiye çıkarılmıştır.

İktidara nüfuz etmiş çıkar ittifakı madenlere sadece para kaynağı olarak bakmış; işçi güvenliğini, işçi sağlığını, insan haysiyetine yaraşır çalışma ortamlarını hep göz ardı etmiştir.

Ekmeğini kazanmak için yerin yüzlerce metre altına inen işçilerimize zulüm ve kabus gibi şartlar reva görülmüştür.

Bugünkü çağda ülkemizdeki çalışma ortamlarına hiçbir vatandaşımız layık değildir.

Kaza ve kayıplar artık tahammül eşiklerini çoktan aşmıştır.

Ermenek’te 4 kardeşimizin cansız bedenine ulaşılmış olup,  14’ü hala toprak altındadır.

AKP Hükümeti, 12 yıllık süre zarfında, iş güvenliği ve çalışma hayatıyla ilgili yasal ve idari düzenlemeler yapmıştır.

Bu çerçevede İş Kanunu da yenilenmiştir.

Fakat yine de madenlerden kötü haber gelmesine, umutların toprak altında kalmasına mani olunamamıştır.

AKP Hükümeti, uyarılara kulak tıkamış, sırf yandaşları kollayabilmek, madenleri eşe dosta peşkeş çekebilmek için yeni yeni kılıflar bulmuştur.

Maden ruhsatlarının 2012 yılından itibaren Başbakanlık tarafından dağıtılması buna dair verilebilecek en somut örnektir.

Bize göre yasal düzenleme yapmak, eylem planları hazırlamak önemlidir, ama önce bunları sahada tatbik etmek ve her yönüyle uygulanmasını denetlemek daha önemlidir.

Başbakan Davutoğlu’nun geçen hafta açıkladığı “İş Güvenliği Eylem Paketi” kağıt üstünde iyi niyetli gibi görünse de yeterli ve ikna edici değildir.

Bu vesileyle Başbakan işçilerimizin ve işverenlerin bir zihniyet dönüşümü sürecine girmeleri gerektiğini söylemiş, ne var ki bunun nasıl olacağını dile getirememiştir.

Acaba Soma’daki kardeşlerimiz zihniyet dönüşüm sürecine giremedikleri için mi hayatlarından olmuştur?

Ermenek’teki masum kardeşlerimiz zihniyet dönüşümünü sağlayamadıkları için mi tonlarca metre küp suyun içinde kalmışlardır?

Başbakan Davutoğlu emekçilerimize, dürüst çalışan işverenlere ne anlatmaya, neyi kabullendirmeye çalışmaktadır?

Türkiye’de bir zihniyet değişimi, bir zihniyet dönüşümü mecburidir.

Başbakan buraya kadar haklıdır.

Ancak bu değişimi, bu dönüşümü evvela zihniyeti bozuk, zihni karışık AKP gerçekleştirmelidir.

Başbakan maden kazalarının ağır faturasından yakayı kurtarmak için kolay yolu bulmuştur.

 İşçi ve işverenlere sorumluluk yıkılınca temize çıkacağını, birden bire aklanacağını zanneden Başbakan yanılmakta, taşıdığı görevi sakatlamaktadır.

Fırat’ın kenarındaki koyundan bile sorumlu olacak kadar sahte duyarlılık gösterileri yapan çürük zihniyetin, Soma ve Ermenek maden facialarında kaçak güreşmesi insaflı bir tutum olmayacaktır.

Başbakan işverenlerin zihniyet dönüşümüne ihtiyacı olduğunu gerçekten düşünüyorsa, önceden ayarlanmış adrese teslim ihaleleri alan yandaş çetelerin kulağını çekmelidir.

Ancak bu hesaplaşmanın yapılması, bu dirayet ve cesaretin sergilenmesi vesayet altındaki bir Başbakan’ın harcı olmayıp, kendisine de on gömlek bol gelecektir.

 

Muhterem Milletvekilleri,

İnsanı merkezine almayan, insan sağlığını ve insan haysiyetini güvenceye bağlamayan hiçbir çalışma ortamı adil ve ahlaki değildir.

Ekonomik ilişkilerin amacı değişik kısıtlar altında insanımızın refahını yükseltmek ve bu kapsamda elde edilen fayda düzeyini azami kılmaktadır.

AKP’nin ekonomi politikalarında ise başından beri insan yoktur, alın terinin karşılığı verilmemiş, emeğe saygı gösterilmemiştir.

İşsizlerin, karın tokluğuna çalışan milyonların çığlıkları duyulmamış, perişanlıkları görülmemiş, haklı taleplerine çare üretilmemiştir.

İnsanı yalnızca üretim faktörü ve meta olarak gören bir anlayışın sosyal ve ekonomik gelişmeye yön vereceğini iddia etmek saflık olduğu kadar çarpık bir uydurmadır.

Sosyal ve ekonomik meseleler günden güne ağırlaşmaktadır.

Zira AKP Hükümeti’nin ekonomi politikaları çoktan çuvallamıştır.

Çiftçinin şikâyetçi olduğu, işçinin ölümle pençeleştiği, esnafın bitkin düştüğü, memur ve emeklinin kan kaybettiği bir ekonomik tablonun umut vermesi imkânsızdır.

Türkiye ekonomisinin neresi istikrarlıdır?

Parmakla gösterilen, gıptayla bakılan, borç veren, büyüyen, kalkınan ve istikrar adası olarak yutturulan ülke nerededir?

Başbakan ve Hükümeti’nin istikrar takıntısı, güçlü Türkiye ezberi milletimizin gerçekleriyle örtüşmemektedir.

Doğrudur istikrar belirli çevrelerde vardır ve bu hepimizin gözü önündedir.

Hırsızlar istikrarlıdır, soyguncular istikrarlıdır, yan kesiciler istikrarlıdır, hainler istikrarlıdır, rüşvetçiler istikrar içinde havuzları doldurmaktadır.

Millet malını yiyen ahlaksızlar istikrar ve güven içindedir.

Neylersiniz ki, vatandaşlarımız ekonomik sefaletin göbeğindedir.

Tarım çökmüş, sanayinin çarkları durmuş, üretim kilitlenmiştir.

Davutoğlu ise aldatma düzeninde Kaf Dağı’ndan kar bağışlamanın hesabındadır.

Dün açıklanan resmi işsizlik oranının çift haneye tutunarak yüzde 10,1’e çıkması, gerçekte ise yüzde 20’ye yaklaşması eğer paralel komploya bağlanmazsa görmezden gelinecektir.

Her dört gencimizden birisinin işsiz kalması dış güçlerin oyunu olarak görülmüyorsa veya devlet içine yuvalanmış gayri meşru yapılanmaların provokasyonu şeklinde yorumlanmıyorsa, kimsenin ağzına alacağı da yoktur.

İş aramayıp çalışmaya hazır olanlarla birlikte 5,5 milyonu aşan işsiz, 30 milyon sınırını zorlayan yoksul Türkiye’nin ekonomik felaketinin tek kelimeyle özetidir.

ABD’nin keşfiyle ilgili kafa yorup internette dolaşan beşinci sınıf kulaktan dolma bilgilere itibar edenler, zaman bolluğundan canları sıkılıyorsa dizlerini kırıp işsizliğin, yoksulluğun millet varlığında açtığı dipsiz kuyuları keşfe çıkmalıdır.

Kolomb’un keşfiyle ilgili polemik yapanlar, ekonomik teslimiyete, ekonomik kaosa, ekonomik alaboraya eğilmelidir.

Amerika kıtasını alan almış, satan satmıştır; marifet fethin kim tarafından yapıldığını konuşmak değil, fethedilene kimin köle gibi bağlandığını itiraf edebilmek, bundan da utanç duymaktır.

Dahası saraya kurulan, hazineye çöreklenen zihniyet, Kristof Kolomb’un hatıralarında Küba kıyılarında bir dağın tepesinde bir caminin varlığından bahsettiğini söylemiştir.

17-25 Aralık akımının lideri burada da durmamış, Kübalı kardeşleriyle konuşacaklarını, o dağın tepesine bugün bir caminin yakışacağını açıklamıştır.

Elbette cami Müslümanların manevi görkem ve güzelliği olarak yeryüzünün her tarafına yakışacaktır.

Bundan gurur duyarız.

Merakımız Erdoğan’ın, hangi açık ve kabahatini kapatmak için böylesi muhterem bir girişimi alet edeceğidir.

Şayet konu ibadet ise, aziz Peygamberimiz kuralı koymuş ve; “yeryüzü bana mescit kılındı” buyurarak ibadetin mekanlar üstü olduğuna işaret etmiştir.

Yine de, Küba’ya tıpkı Çamlıca’dakine benzer şekilde bir cami yapılmasını temenni ediyorum.

Atatürk büstüne kucak açan Küba’nın camiye itiraz etmeyeceğini samimiyetle ümit ediyorum.

Erdoğan hayır yapmak istiyorsa, sevap kazanmak arayışında ise bankadaki milyar dolarlarından bir bölümünü kurulacak ‘Küba Cami Yaptırma Derneği’ne bağışlamalı, hiç olmazsa dua almalıdır.

Erdoğan her sıkıştığında cami, her zorlandığında başörtüsü, her dara düştüğünde imam hatip istismarından medet ummaktadır.

Çünkü Erdoğan için din ve mukaddesatımız siyasi hedefler için kullanılması mecburi vasıtalardır.

Ne tuhaftır ki,

Biz ‘Türkiye yanıyor’ diyoruz, Erdoğan Küba’ya cami diyor.

Biz ‘işsizlik var, yoksulluk var, vatandaş aç ve açıkta’ diyoruz; Erdoğan ‘başörtülü kardeşime saldırdılar’ diyor.

Biz ‘kaçak ve karanlık saray haramdır, israftır, kanunsuzluktur’ diyoruz; Erdoğan ‘az durun cami de yaptıracağız’ diyor.

Biz ‘çiftçi ne olacak, buğday, arpa, pancar ne zaman para yapacak’ diye soruyoruz;  Erdoğan ‘İmam hatip okulları aslında bir düşüncenin isyanıdır, bir fikrin adeta isyanıdır” diyor.

Biz ‘hırsız var, yolsuzluk diz boyu, rüşvet sel gibi, hukuk ve adalet tepeleniyor’ diyoruz; Erdoğan ‘inanıyorsanız kazanacaksınız’ diyor.

Biz ‘İranlı kara paracı bakanları rüşvete bağlamış, boğazınıza kadar pisliğe battınız’ diyoruz; Erdoğan ‘İranlı’ya laf yok, o hayırseverdir’  diyor.

Değerli arkadaşlarım, güneşi balçıkla sıvamak henüz mümkün olmamıştır.

Belki inkarla gerçekler saptırılabilir, belki siyasal güçle doğrular gizlenebilir; ama bunun sonsuz ve sınırsız olmadığı bugüne kadar sayısız defa görülmüştür.

Bakınız, İranlı karanlık simanın özel kuryesi Meclis Soruşturma Komisyonu’nda sahibinin tüm kirli çamaşırlarını dökmüş, üstelik AKP’yi de zımnen ele vermiştir.

Bu kurye, Ankara’ya pek çok kez para taşıdığını, bu paraları kime verdiğini hatırlamadığını, ayrıca altın bile getirdiğini ifade etmiştir.

Diğer yandan İranlı Zarrap’ın, İsviçre’den yılda bir milyon Avroluk saat aldığı da tescillenmiştir.

Koluna 700 bin liralık saati takacak kadar vicdanı kuruyan eski bakanla, İranlının rüşvet ağına düşen diğer bakanlar bu gelişmeler karşısında ne diyecektir?

Erdoğan, 17-25 Aralık’ı darbe olarak göstermeyi, Soruşturma Komisyonundaki ifadeleri tezvirat olarak yaftalamayı göze alacak mıdır?

Rüşvet ve yolsuzluk yandaş savcı ve hakimler tarafından ört bas edilse de, Türk milleti bu rezaleti vicdanında kapatacak mıdır?

Başbakan Davutoğlu, Avustralya'nın Brisbane kentindeki G-20 zirvesinde, Türkiye ekonomisini öve öve bitiremezken, yolsuzluğun gelişmekte olan pek çok ülkenin etkili kalkınmasında ana eksikliği ve problemi olduğuna dikkat çekmiştir.

Davutoğlu devamla, 1 Aralık’tan itibaren Türkiye’nin G-20 dönem başkanlığı süresince yolsuzluğa karşı bir strateji oluşturacağını heyecanla gündeme getirmiştir.

Yanlış duymadınız, Erdoğan’ın halefi ve Bakanlar Kurulu’ndaki özel sekreteri yolsuzluğa karşı bir strateji oluşturacaklarını ilan etmiştir.

 AKP’nin milletimizi kandırdığını biliyorduk da, diğer ülke ve milletleri de enayi yerine koymak için teşebbüste bulunacağını hiç tahmin etmemiştik.

Sonuç itibariyle Başbakan’a tavsiyem şunlar olacaktır:

G-20 dönem başkanlığı sırasında, yolsuzluk stratejisi oluşturmak yerine gelin ilk önce eline-avucuna düştüğünüz rüşvet ve yolsuzluk çetelerini yargıya teslim edin.

‘Yetmez ama evet’ diyorsanız, siz de teslim olun.

Kaçak ve karanlık sarayın, uçakların, otomobillerin hesabını verin.

Villada eritilemeyen soygun hasılatını anlatın.

17-25 Aralık üzerindeki ambargoyu kaldırın, kim neyle suçlanıyor ve kokuşmuşluğun ucu nereye dayanıyorsa devreye girmesi için bağımsız yargının önünü açın.

Sayın Davutoğlu, Brisbane’de yolsuzlukla ilgili sözlerinizden dolayı yüzünüze bakarak alaycı bir edayla tebessüm eden devlet veya hükümet başkanlarına hiç mi tesadüf etmediniz?

Biz buradan gördük de siz mi görmediniz?

Biz buradan sizin halinize ülkemiz adına acıdık da, siz kendinizi ne hallere düşürdüğünüzü hiç mi idrak edemediniz?

Sayın Başbakan, hakikaten de bir yolsuzluk stratejisi oluşturmak istiyorsan, önce işe kaynaktan, yani 17-25 Erdoğan’dan başlamalısın ki, attığın taş ürküttün kurbağaya değebilsin.

Bilesin ki, Brisbane’den yolsuzluktan sızlanıp, Ankara’da onaylamak ve bizzat tarafı olmak izah edilemeyecek bir çapsızlık, ne vicdan ne de siyasi ahlak açısından telafisi olmayacak bir küçülme halidir.

Kendinizi, içinde debelendiğiniz haram, hurafe ve hıyanet ticaretiyle kandırabilirsiniz, etrafınızı menfaat vaatleriyle uyuşturabilirsiniz. Bu sizin bileceğiniz bir şeydir.

Ama Türk milleti size artık kanmayacak, hele Milliyetçi Hareket Partisi asla inanmayacaktır.

Ve Başbakan’ın yolsuzluk stratejisi oluşturmakla ilgili sözleri sanıyorum hava değişiminden kaynaklı bir bilinç kaybından başka bir şey olmasa gerektir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bedelli askerlikle ilgili talep, beklenti ve sözler tekraren ülke gündemine yerleşmiştir.

Özellikle Başbakan’ın Avustralya’dan “değerlendireceğiz” mesajı dikkatleri fazlasıyla bedelli askerliğe çevirmiştir.

Konu çok nazik ve hassastır.

Hatırlarsanız, Meclis Genel Kurulu’nda 30 Kasım 2011 tarihinde “Askerlik Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” kabul edilmiş ve bu kapsamda bedelli askerlikle ilgili usul ve esasların çerçevesi çizilmişti.

Bu düzenlemeye parti olarak ilgisiz kalmadık ve biriken taleplerin cevaplanabilmesi amacıyla lazım gelen desteğimizi esirgemedik.

Ne var ki bedelli askerlikle ilgili yasal düzenlemenin yürürlüğe girmesinden sonra değişik nedenlerden dolayı başvurular tahminlerin altında kalmıştır.

İlke olarak şunu önem ve özellikle vurgulamalıyım ki, askerliğin, yani vatan savunmasının bir bedeli asla yoktur.

Ancak askerlik çağını geçmiş, bir sebeple askerlik görevini ifa edememiş yüz binlerce vatandaşımızın çağrısına ilgisiz kalmak belirli kıstaslar dahlinde çok makul da olmayacaktır.

Bizim bedelli askerlik meselesiyle ilgili görüş ve düşüncelerimiz dünden beri hiç değişmemiştir.

Konuyla ilgili olarak 15 Kasım 2011 tarihli TBMM Grup toplantısındaki konuşmamla birlikte 24 Kasım 2011 tarihli yazılı basın açıklamamız tüm yönleriyle ortadadır.

Dünden bugüne çizgimiz dümdüz, istikametimiz dosdoğrudur.

Öncelikle parası olanın bedelli askerlik imkânından yararlanacağı, olmayanın ise dışarıda tutulacağı algısını kırmak ve adaletsizliğin önüne geçmek lazımdır.

Askerlik görevi, Anayasa ve yasalar gereğince, her Türk vatandaşının eşitliğine dayanması gereken, milli ve manevi yükümlülüğü olan faziletli bir vatan hizmetidir.

Bu hizmetin sulandırılması ve değersizleştirilmesi milli birlik ve bütünlüğümüzde onmaz yaralar açacaktır.

Belirli aralıklarla bedelli konusunun seslendirilmesi, asker alma sistemindeki tıkanıklıkları da göstermektedir.

Milli bekamızla ilgili iç-dış tehdit ve tahriklerin sistematik olarak yoğunlaştığı bir dönemde bedelli askerliğin tartışılıyor olması ilave mahsurlara da yol açabilecektir.

Kaldı ki bunu gözden uzak tutmayız.

Bedelli askerlik konusu ele alınırken; TSK’nın ikaz, ihtiyaç, imkan ve kapasitesi belirleyici olmalı, vatan savunmasını aksatacak ve riske sokacak manevi ve moral çöküntüye müsamaha gösterilmemelidir.

Askerliğin milli bir görev olduğu ilkesinden taviz verilmeden, TSK’nın insan gücüne fazla gereksinim duymayacak bir şekilde modernizasyonun sağlanması bizim temel düşüncemizdir.

TSK’nın caydırıcılık vasfının gölgelenmemesi için herkes sorumlu davranmalıdır.

Askerlik süresi ülkemizin savunma ihtiyaçları göz önünde bulundurularak yeniden belirlenmeli ve hangi meslek, gelir düzeyi veya eğitim seviyesine sahip olunursa olsun bu süre herkes için bağlayıcı olmalıdır.

Dikkat etmeliyiz ki, şehit yakınları ve gazilerimizi incitecek, milli vicdanları sarsacak en ufak bir teklifte bulunmak Türkiye’nin iç huzuruna zarar verebilecektir.

Askerlik özel ve zorunlu bir hizmet alanıdır.

Her Türk vatandaşı buna uymak durumundadır.

Bazı mahsurlarına rağmen, askerlik yaşını geçirmiş vatandaşlarımızın fazlaca birikmesine kayıtsız kalmak da mağduriyetlere kapı aralayabilecektir.

Parti olarak, TSK’nın olumlu görüşü alınmadan bedelli askerlikte ısrar etmenin doğru olmayacağı kanaatindeyiz.

Bedelli askerlikle ilgili beklentileri de hesaba kattığımızda, meselenin etraflıca değerlendirilmesini, kısa süre içinde uzlaşma ve diyalogla çözüme kavuşturulup gündemden çıkarılmasını elzem görüyoruz.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin, bedelli askerlik konusu TBMM’ye gelmesi halinde mesafeli durmayacağını muhataplarına bilhassa bildirmek istiyorum.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Bir ülkenin uluslararası toplumdaki yerini ve mevkiini belirleyen en önemli faktör, bağımsız karar verebilme ve hareket edebilme yeteneğidir.

Bu durum, sahip olunan güç ve imkânlarla yakından bağlantılıdır.

Bir devletin dış dünyayı yorumlama, algılama ve ilişkilerini belirleme şekli ise milli menfaatlerini sürdürme arzusu ile bunlara yönelik engel ve tehditlerin tespiti ile mümkün olmaktadır.

Kalıcı dostluklar esas olmakla birlikte, bunun ilelebet sürdürülebilir olması ihtimal dâhilinde sayılamayacaktır.

Düşmanlıkların da ilanihaye devamı mümkün ve rasyonel değildir.

Dostluk ve düşmanlık gibi iki keskin uçtan diğerine geçiş süreçlerinde önce bağımsız karar verebilme ve sonra mütekabiliyet esas alınmalıdır.

Sürekli sizin adım attığınız, karşı tarafın hep yerinde durduğu bir ilişki şekli hem iyi niyetli bir yaklaşım değildir, hem de ancak mağlup bir ülkenin ezik halini yansıtacaktır.

Soğuk savaş şartlarında, ülkemiz takip edilen dış politikayla, dostu da düşmanı da kendi menfaatlerinden ziyade, bağlı olduğu pakt ve blokların dayatmaları ile belirlemek durumunda kalmıştır.

Bugün 12 yıldır AKP iktidarı ile yaşadıklarımız geçmişte gördüğümüz dayatmalara bile gerek kalmaksızın, kanlı küresel projelerin öncü kuvveti haline gelen tam bir pısırıklık halini almıştır.

Bu yönüyle Türkiye’nin ne bölgesinde, ne de dünyanın her hangi bir yerindeki sorunlara milli menfaatlerimize uygun ve bağımsız karar verebilme hal ve takati kalmamıştır.

Meşruiyetini ve geleceğini küresel projelerin gönüllü taşeronluğuna bağlayan ve ayakta kalabilmesini ancak bu projelere sadakatte gören Hükümet, ülkemizi karanlık bir mecraya yöneltmiştir.

Türkiye yabancı ülkelerin hükümranlık senaryolarına figüranlık yapmakta, Başkent Ankara’dan dünyaya bakan ve kendi vizyonunu belirleyen bir güç olmaktan uzaklara savrulmaktadır.

Bugün Türk dış politikasına yön veren hâkim anlayış, milli duruş ve kaygılar değil, içine düştüğü küresel türbülansın çekim gücüdür.

AKP, bölgesel güç, yumuşak güç, sözü dinlenen ve itibarlı ülke gibi kendinden menkul tanımlarla avunurken, Türkiye bütün geleceğini, dünyaya yön veren vahşi ve sömürgeci projelere eklemlemiştir.

Cumhurbaşkanı ve Başbakan küresel hegemonyanın emellerine alkış tutarak, çevresinde pervane gibi dönerek siyasi varlıklarını sürdürmeye çırpınmaktadır. 

Kendi kararını kendisi veren, kararlarını iç dinamikleri ile paylaşan ve destek alan bir devletin bugün, yarın ve gelecekte yapacakları bellidir ve bu kararları kalıcı, köklü ve tesirlidir.

Elbette ki dünya bizden ibaret, değişimin kontrolü de bizim elimizde değildir.

Ancak bu da stratejik vizyonun parametreleri arasında yer almalı, verilen kararlar bu değişkenleri de kapsamalıdır.

AKP Hükümet’i dış politikasını milli gerçeklerden soyutlamış, milli hedeflerden arındırmış, tamamen yabancı tasavvur ve tekliflerin güdümüne sokmuştur.

Başbakan Davutoğlu G-20 toplantısı için gittiği Avustralya’nın Brisbane kentinde ne söylerse söylesin, neyle avunursa avunsun gerçekleri öteleyemeyecektir.

Başbakan Türkiye’nin ayağına takılan prangaları kırdığını söylemiştir.

Ama kırılanın tarihi ve kültürel haklarımız olduğunu itiraf edememiştir.

Başbakan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önünde kimse duramayacaktır demiş, ancak neredeyse cümle alemin önümüzü kestiğini bir türlü anlayamamıştır.

Türkiye, kimsenin önünde duramayacağı bir ülke ise Davutoğlu, Obama’nın iki dudağından çıkacak sözlere niçin bu kadar merak salmıştır?

Esad’a karşı ABD’yi ikna etmek için geceyi gündüze katan, Ankara tehdit altındayken Halep’in derdine yanan bir Başbakan ve Hükümeti bize göre Türkiye’nin çıkarlarını ikinci plana atmış demektir.

IŞİD, yanı başımızda infaz törenleri düzenlemekte, kafaları bedenlerinden ayırmaktadır.

Eşi benzeri görülmemiş bir vahşet manzarası insanlığın gözü önünde cereyan etmektedir.

Komşu coğrafyalarda toplu cinayetler işlenmektedir.

Etrafımızda teröristler kol gezmektedir.

PKK ve Peşmergenin Cumhuriyet’in 91. Yıldönümünde vatan topraklarımızdan kortej ve kafileler halinde geçmesi bile Başbakan’da derlenmeye ve toparlanmaya neden olmamıştır.

Davutoğlu, aynen Erdoğan gibi, Esad ile yatmakta, Esad ile kalkmaktadır.

ABD’nin Suriye politikasında bir değişiklik olmamasına rağmen, Başbakan “tezimize yaklaştılar, bizi anladılar, aramızda görüş ayrılığı yok” gibi ucuz ve temelsiz sözlerle bile bile lades demektedir.

G-20 gibi katı kuralları olmayan, dünya ekonomisini yönlendiren, daha çok istişari olan bir platformda Türkiye’nin milli hassasiyetleri dile getirilmemiş, hak ve beklentileri savunulmamıştır.

Davutoğlu Brisbane’e Türkiye’yi temsil etmek için mi, yoksa ABD’nin Suriye’yi vurması konusunda yalvarıp yakarmak için mi gitmiştir?

Davutoğlu G-20 toplantısında Obama’nın masasında oturmayı ayrıcalık ve lütuf mu görmektedir?

Esad teröristtir, Esad zalimdir, Esad katildir de; IŞİD-PYD-PKK kırlarda bayırlarda çiçek toplayan, karıncayı bile ezmekten sakınan sevgi kelebekleri midir?

Taşın altına elini koymaktan bahseden Başbakan, Esad gidince, Suriye bölününce, sınırlarımız boyunca terör devletleri kurulunca Türkiye’nin ve bölgenin huzura kavuşacağını mı sanmaktadır?

Suriye’nin parçalanması milletimizin aleyhine olacak, büyüyecek kaos dalgasının nerede duracağı ve nerede son bulacağı bugünden kestirilemeyecektir.

Şüphesiz ki, çatışmaların Halep’te yoğunlaşması Türkiye’ye yönelik mülteci akınını hızlandıracaktır.

Türkiye bir ateşin ortasında, acımasız bir hesaplaşmanın, kanlı emperyalizmin yeni bir saldırısının hedefindedir.

Sorun Esad değildir.

Asıl sorun sömürgeciliğin güncellenmiş yepyeni bir operasyonudur.

Düne kadar Esad’a kardeşim diyenler, birlikte Bakanlar Kurulu düzenleyenler, tatile çıkanlar, aile fotoğrafı çektirenler, sorarım sizlere o tarihlerde aklınız neredeydi?

Esad 2011 Mart’ından önce de zalim değil miydi?

Esad ve babası 2011 Mart’ından önceki senelerde de kan dökmüyor muydu?

Erdoğan ve Davutoğlu’nun bütün iddia ve önermeleri sıfırı tüketmiştir.

Türkiye böyle gidemeyecek, bu politikalarla daha fazla yönetilemeyecektir.

Gidişat felakettir.

AKP Hükümeti, Esad’a karşı kurşun asker olmak için yanıp tutuşmakta, ABD’den rol kapmak için haysiyetini iki paralık etmektedir.

Türk milleti olanları görmektedir.

Bu gelişmeler karşısında, muhalefet ne yapıyor diye soranlara diyorum ki, Milliyetçi Hareket Partisi Türkiye’nin milli ve tarihi haklarını savunuyor.

Muhalefetin projesi var mı diye sorgulayanlara diyorum ki, Milliyetçi Hareket Partisi en büyük proje olarak tam bağımsız Türkiye, güvenli, huzurlu ve barış içinde bir vatan vaat ediyor.

Ne yapacağımızı, neyi başaracağımızı, Türkiye’yi bölgesinde ve dünyada güçlü ve sözü geçen bir ülke haline nasıl getireceğimizi bir yıla kalmaz herkes görecektir.

Şişirme anketlerle uğraşanlara, algı operasyonlarıyla kararsızları çoğaltıp muhalefeti yerinde saydıranlara Türk milleti şans tanımayacak ve inşallah heveslerini kursaklarında bırakacaktır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Hükümet’in “çözüm”, İmralı canisinin “yol haritası” adını verdiği çözülme süreci AKP-PKK arasındaki kısa paslaşmalara ve tüm rezilliklere rağmen sürmektedir.

Öteden beri iddia ettiğimiz gibi AKP ve PKK işbirliği, Başbakan ve İmralı dayanışması bütün yönleriyle gün ışığına çıkmıştır.

Hükümet memurları ve güvenlik güçlerinin müşahitliğinde PKK’lılara özel misafir muamelesi yapılmakta, araç yakan, maske takan, saldıran, yol kesen, haraç alan, tehdit eden hainlere kahredici bir suskunluk gösterilmektedir.

Başbakan kamu düzeni demekte, teröristler Diyarbakır’da iki belediye otobüsünü içindeki yolcularıyla yakmaya kalkışmaktadır.

Başbakan kamu düzeni demekte; teröristler Cizre, Silopi, Sur ve Nusaybin’de özerlik hendekleri kazmaktadır.

Hükümet canilere teşrifatçı, şehit ailelerine ceberuttur.

Hükümet katillere kucaklayıcı, gazilere zorbadır.

Bu olaylar karşısında artık saklanacak ve örtülecek hiçbir şey kalmamıştır. Her şey ortada ve aziz milletimizin gözü önündedir.

Şehadet ile ihanet, ay yıldızlı bayrak ile paçavra, gazi ile terörist, alçaklık ile kahramanlık, pişmanlık ile küstahlık AKP’nin lügatinde yer değiştirmiştir.

Ne hainlerde bir teslimiyet, mahcubiyet ve nedamet hissi vardır; ne de bunları kucaklayan Başbakan ve Cumhurbaşkanı’nda utanma, sıkılma ve pişmanlık emareleri görülmüştür.

Vatan uğruna şehadete ulaşmış yiğitlerimiz, gazi olmuş evlatlarımız, ömrünü vatanın ve milletin bütünlüğüne adamış on binlerce korucu kardeşimizin ve vatandaşlarımızın onurları, hatıraları ve yadigârları ayaklar altına alınmıştır.

Irak ve Suriye’deki gelişmelere paralel olarak ilerleyen vahim süreç, Amerika Birleşik Devletleri’nin Ortadoğu’daki sınırları değiştirmeye doğru giden projelerine yaramaktadır. 

Bugün aktif dış politika, sorunsuz ilişkiler, barışçıl gelişmeler adı altında yürütülen teslimiyetin tamamı AKP çaresizliğinin makyajıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi, yıllardan beri milletimizin huzur ve emniyetine musallat olan PKK terör örgütü ile etkili ve anlayacakları yöntemlerle mücadeleyi savunmuştur.

On yıllardır ülkemizi yoran ve acı çektiren terör örgütünün sona erdirilmesinin şartları bellidir:

Türkiye, silahlı ve silahsız bütün imkânlarını kullanarak teröristleri ortadan kaldırmak, silahları ile birlikte adalete teslimiyetini sağlamak zorundadır.

Ancak süreç ihaneti PKK’nın belini doğrultmuş, elini güçlendirmiş, saha üstünlüğü elde etmesini sağlamıştır.

AKP, PKK’nın tuzağına bile bile düşmüş, terörist talepleri takvim ve yol haritasına bağlamıştır.

Hükümetin süreç adını verdiği ihanete hala kulak verenlere soruyorum:

Bu çözüm nedir, neleri kapsamaktadır?

AKP neyi vaat etmiş, neleri gözden çıkmıştır?

6-7 Ekim isyan provalarıyla türbülansa girdiği söylenen ihanet müzakerelerinin onca kayba, onca zarar ve ziyana rağmen, bir şey olmamış gibi sürdürülmesi Türk milletine hakaret ve hürmetsizlik değil midir?

Son gelişmeler karşısında, silahı kimin bırakacağını anlayanınız var mıdır?

PKK’da bir suçluluk duygusu ve milletten utanma ve mahcubiyet var mıdır?

Terörle pazarlıklar, AKP’nin eseri ve çözülme sürecinin tipik sonucudur. Hazmettirilmek istenen seri alçaklıkların birincisi budur.

Bu, PKK’nın teslim alınmasını değil, AKP’nin ülkemiz sınırlarında teslim alındığını gösteren tarihi bir rezalet, ihanet ve melanet tablosudur.

PKK Türkiye’ye değil, AKP PKK’ya teslim olmuştur. Seri alçakların ikincisi de bu şekildedir.

Elbette terör son bulmalı, şiddet ortadan kalkmalı, vatandaşımız huzur ve emniyet bulmalıdır.

Bunun aksini savunmak ve söylemek mümkün değildir.

Ancak eline silah alarak ülkemizi bölmek için dağa çıkmış teröristlerin bütün taleplerini, silahsız çözecekleri ortam oluşturarak onlara kucak açmak dünyada görülmemiş bir uygulamadır.

Böylesi bir mantık garabeti ile ne Çanakkale savunulabilirdi, ne de milli mücadele yapılabilirdi?

İzmir’i Yunanlı’ya bırakırdınız, İstanbul’u İngiliz’e teslim ederdiniz, böylece pürüzler ve sorunlar ortadan kalkmış ve AKP’nin tanımındaki barış da sağlanmış olurdu.

Bugüne kadar sorunları çözmek adına onları yok sayan ve hatta sorunun parçası haline gelerek teslim olan hiç bir ülkenin ayakta kaldığına şahit olunmamıştır.

PKK’nın ve uzantılarının bütün hedefleri artık AKP tarafından temsil edilmektedir.

Bütün istekleri Başbakan ve Hükümeti tarafından dile getirilmektedir.

Sonuçta böyle olacak idiyse, 1984 yılında ilk silahlı eylem başladığında ne ordu sevk etmeye, ne de Mehmetçiğin, polislerin ve korucuların yıllar süren fedakârca mücadelelerine lüzum vardı.

Ne isteniyorsa verirdiniz, ne dayatılıyorsa teslim olurdunuz, ne yapmayı arzu ediyorlarsa el sıkışırdınız, böylece aradan geçen 30 yılda kayıplarımız da gerçekleşmezdi.

Bugün gelinen aşamada Türkiye’nin bölünmesi için PKK’ya ihtiyaç kalmamıştır.

Erdoğan ve Davutoğlu ikilisi ihanet projesini gönüllü olarak BOP kargosundan teslim almışlardır.

AKP zihniyeti Kandil Kadrolarının geride kalmış bütün niyetlerini siyaset zemini içinde çözmeyi kafasına koymuş ve bölücülüğün yeni liderliğine soyunmuştur.

Ve bu konuda İmralı Canisi ile rekabet ve işbirliği başlatmıştır.

Başbakan’ın refakat ettiği çözülme süreci; İmralı canisinin, Kandil’deki militanların, etnik bölücü mihrakların, Barzani ve küresel şirret kampanyanın etrafında kenetlendiği Türk milletine kefen biçme projesidir.

Hükümet’in hesabı ortadadır:

Teröristlere siyasi af çıkartılacak, bölücülerin statü ve kimlik talepleri karşılanacak, özerklikle ilgili tüm ön çalışmalar süratle tamamlanacaktır.

Erdoğan ve Davutoğlu dayatılan hain projeler gereğince Kürdistan’a yeşil ışık yakacaklardır.

Bu aşamalarla, Türkiye, çok yakında yaşayacağı daha vahim gelişmelerle Başbakanın ve AKP’nin foyasını görecek; kendisine huzur, esenlik, refah ve onur kazandırsın diyerek bu zihniyete verdiği desteğin pişmanlığını duyacaktır.

Ve tarihimizde göremeyeceğimiz bu küçülmenin adresi AKP, mihrakı işbirlikçiler, odağı ise Başbakan Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Erdoğan olacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Bölücü teröristler Kobani bahanesiyle Türkiye’yi ateşe verirken, AKP-PKK-HDP el altında temas trafiğini sürdürmüştür.

Yani, millet iradesiyle iktidara gelen bir parti, kan ve şehitlerimiz üzerinden pazarlığa ‘Yeni Türkiye’ propagandasıyla devam etmiştir.

Enselerinden güpegündüz vurularak şehit edilen vatan evlatlarının kanları yerde kalmış, Hükümet-Kandil-İmralı arasında verimli geçtiği söylenen müzakerelerle Türk milletine kast edilmiştir.

Geçmişte tutulan yol yanlış ise, bugün tutulan yolun doğru olduğunun güvencesini kim verecektir?

Biz asla kan ve intikam peşinde değiliz. Ama yapılanlar cezasız mı kalacaktır?

Anaların gözyaşları Türkiye’yi bölerek mi dinecektir?

Anaların gözyaşları PKK’ya Türkiye’yi devretmekle mi sona erecektir?

AKP sona yaklaştıkça Türkiye’yi de beraberinde sürüklemektedir.

Başbakan’ın Dersim isyanıyla Kerbela hadisesini özdeşleştirmesi, hainlerden özürler dilenmesi ne hale geldiğimizin en açık kanıtıdır.

Atatürk’e Yezid denilmesine, Türk milletinin Yezidle bir görülmesine bir tek Milliyetçi Hareket Partisi karşı çıkmıştır.

Bugünün PKK’sı neyse, 1937-1938’de Dersim’de isyan edenler aynısıdır.

Bugünün teröristbaşı Öcalan’ı neyse, Dersim ihanetinin baş aktörü terörist Rıza da kopyasıdır.

Devlete ve millete başkaldıran, kafa tutanların geçmişteki akıbetleri bellidir.

Bugün AKP’nin pazarlık yaptığı eşkıyayla Türk milleti asırlarca mücadele etmiştir.

Terörist Rıza emperyalizme piyonluk yaparak Türkiye’yi bölmek istemiş, ne var ki amacına ulaşamadan hak ettiği cezasını bulmuştur.

Milli irade yetkiyi bize versin, millet bize güvensin, yine yaparız, yine hainlerin alayını birden vatan topraklarından temizler atarız.

Dersim isyanına göstermiş olduğum kararlı tepkiden dolayı bazı şahısların sembolik de olsa tazminat davası açtığını görüyorum.

Bunlardan birisinin miktarı 4,9 kuruştur.

Ben özel olarak dava başına 4,9 kuruşluk bütçemi çoktan ayırdım.

Dileyen ve isteyen varsa peşin peşin ödemeye de hazırım.

Hiçbir şart altında, hiçbir dayatma ve tehdit karşısında yılmayacağımızı, yıkılmayacağımızı, mücadelemizden ödün vermeyeceğimizi buradan dosta da düşmana da haykırmak istiyorum.

Biz bu kutlu vatanı, bu aziz milleti tazminatla almadık, hibe yoluyla kazanmadık, masalarda bulmadık. Bu yollarla da vermeyeceğiz, devretmeyeceğiz, kesinlikle vazgeçmeyeceğiz.

Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.