Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 11. Dönem Sertifika Töreninde yapmış oldukları konuşma. 17 Ocak 2015
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 11. Dönem Sertifika Töreninde
yapmış oldukları konuşma.
17 Ocak 2015

 

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Değerli Misafirler,

Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sertifika Almaya Hak Kazanan Kıymetli Arkadaşlarım,

Sayın Basın Mensupları,

Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 11. Dönem Sertifika Töreni için bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Bu kapsamda yapacağım konuşmaya geçmeden evvel, sizleri en içten hissiyat ve hürmetimle selamlıyor, hepinize ayrı ayrı hoş geldiniz diyorum.

10 Ekim 2009 tarihinde açılışını yaptığımız “Siyaset ve Liderlik Okulu”nun hedeflediğimiz seviyelere yaklaştığını görmekten çok memnun olduğumu özellikle belirtmek istiyorum.

Aslında birbirini tamamlayan, içiçe geçen siyaset ve liderlik kavramlarının partimiz bünyesinde bir müfredat ve disiplin dahilinde öğrencilerimize aktarılması hepimiz adına bir kazançtır.

“Siyaset ve Liderlik Okulu” kısa sayılabilecek bir süre içinde, çok sayıda arkadaşımıza ev sahipliği yapmış ve katılımcılara mütevazı ölçülerde rehber olmuştur.

Sizler de takdir edersiniz ki, öğrenmenin, bilme arzusunun, bilgiye ulaşma yolculuğunun yaşı ve sınırı yoktur.

Cehalet koğuşunu aydınlatan, ümmiliğin durağanlığını kıran öğrenme ateşi, öğrenme aşkıdır.

Uygarlığın temeli okumayla, sorgulamayla, düşünüp yorumlamayla atılmıştır.

Birbirini takip eden asırlar boyunca insanlık hem kendisini, hem çevresini, hem de içinde yaşadığı yerküreyi tanıma ve anlamlandırma mücadelesi vermiştir.

Öğrenme merakı, yani tecessüs dediğimiz hal, yeni çığırlar açmış, yeni çağrışımlar yapmış, yeni ufuklar çizmiştir.

Bilhassa tarımdaki sıçramanın da etkisiyle medeniyetler kurulmuş, devlet ve imparatorluklar ortaya çıkmıştır.

Farklı kültürler, farklı coğrafyalar, farklı motivasyon ve amaçlar temasa geçmiş; hukuk, ticaret, iktidar, savaş, barış, siyaset, milliyet ve millet gibi realiteler dünya sahnesine çıkmıştır.

Dikkat ediniz, bunların hepsi öğrenme fiiliyle bir yönüyle bağlı ve bağlantılıdır.

Dünya’nın güneş etrafında döndüğü nasıl inkar edilemeyecekse, insanlığın öğrenme ve öğretimin yörüngesine sabitlendiği o denli yok sayılamayacaktır.

Siyasette de bundan muaf değildir.

Zira öğrenen siyaset kutuplaştıran değil kucaklaştıran, ayıran değil birleştiren, yerinde sayan değil her gün ileriye giden bir hüviyettedir.

Bizler ‘beşikten mezara kadar ilim öğrenmenin’ tavsiye edildiği bir inancın, bir itikadın, bir iftihar kutbunun neferleriyiz.

Bizler ‘ilim Çin’de dahi olsa gidip alınız’ diyen kutlu buyrukla müşerref olan gönül ve vicdan erleriyiz.

Hamd olsun bizler, ‘oku’ diye başlayan ilk emre, ilk vahye iman etmiş Türk-İslam ruhuyuz.

Yaşanmış onca asır işaret etmiştir ki, öğrenmeye kapalı toplumlar geri kalmaya, tarihi akışı geriden izlemeye mahkumdur.

Bilmenin kötülendiği, bilgiden korkulduğu, bilenlerin eziyetler gördüğü, bilmek için uğraşanların fişlendiği ilkellikler insanlık için kabus dönemleridir.

Ve bu dönemler hiç akıllardan çıkmamıştır.

Uzunca bir süre Türk-İslam medeniyeti sürekli gelişme, sürekli iyiye yönelme ve dar kalıpları kırma çabasında olmuştur.

Böylelikle medeniyetimiz insanlık için umut adası, Dünya için irfan tahtı mertebesine çıkmıştır.

Hem akla, hem de kalbe hitap eden elleri öpülesi büyüklerimiz, bilmenin aşkıyla gönüllere girmişler, öğrenmenin sevdasıyla şüphe ve tereddüt duvarlarını yıkmışlardır.

Nitekim önyargıların kilidini sabırla açmışlardır.

Belirsizliklerin tecridini azimle aşmışlardır.

Bilinmezliklerin tertibini akılla bozmuşlardır.

Felsefede, tıpta, sanatta, astronomide, matematikte, kimyada, tarihte, cebir ve coğrafyada nice zirve isimler Türk-İslam ahlakıyla bezenmiş, bu şuurla insanlığın gurur tablosuna isimlerini yazdırmışlardır.

Türk-İslam medeniyeti buluşların, muhteşem eserlerin, sayısız mütefekkirlerin, kul hakkı gözeten ve adalete önem veren yöneticilerin sayesinde insanlığın itibar ve görkem koltuğundan uzunca bir müddet inmemiştir.

Mesela, 10.yüzyılda yaşayan meşhur tarihçi el-Mesudi’nin Baykuş Masalı’ndaki adalet tanımı hala dillerdedir: “Adalet ki, Allah tarafından, kral denilen bir yönetim görevlisi ile birlikte insanlar arasına dikilen terazi gibidir.”

9. asırda yetişmiş ünlü matematikçi ve yüz akımız Muhammed İbn Musa el Harezmi Batı’nın örnek aldığı ve gıpta ettiği büyük bir alim olarak hala hatırdadır.

Kopernik’ten 150 yıl evvel güneş merkezli teoriye benzer bir çalışmayı yapan İbnü’ş Şatir hala insanlık için çok anlamlar içermektedir.

15.yüzyılda uzaya yönelen ve Semerkand’ın yetiştirdiği en büyük kafalardan olan Ali Kuşçu, 16. yüzyılda çizdiği haritalarla Dünya’yı kâğıda döken Piri Reis yaşadıkları çağlara sığmayan isimlerdir.

Tarih kitapları Ümit Burnu’nu Portekizli denizci Dias’ın keşfettiğini, bundan on sene sonra da Vasco Da Gama’nın buradan geçerek Hindistan’a ulaştığını yazmaktadır.

Ne var ki, doğru dürüst hiçbir yerde, mesela devrin meşhur Müslüman denizcisi Ahmet İbn Macid’in Ümit Burnu’nu çoktan geçtiği anlatılmamakta ve itiraf edilmemektedir.

İbn Sina’yı tanımadan, sırf özenti psikolojisiyle Rasyonalizm havarisi kesilmek ve Descartes’e övgüler yağdırmak geçmişi tanımamak demektir.

Farabi’yi bilmeden, aydınlanma çağına öykünmek, sırf akıl diyerek insanı duygulardan ve vicdani hasletlerden soyutlamak geçmişi anlamamak demektir.

Gazali’nin, 11.yüzyılda kaleme aldığı “Filozofların Tutarsızlığı” isimli anıtlaşmış eserine yaklaşık yüz yıl sonra “Filozofların Tutarsızlığının Tutarsızlığı” eseriyle cevap veren İbn Rüşd’ü bilmeden, bu iki dev ismin fikirsel rekabetini idrak etmeden felsefeyle ilgili polemik yapmak cahilliğin nursuz yüzüdür.

Gazali, yirmi ayrı noktada Aristo felsefesini yerden yere vurmuş, Rönesans’tan sonra zemini kaybolan bu antikçağ düşünürünü adeta kalem ve ilham darbesiyle sarsmıştı.

Endülüs’te yankılanan bu eleştiri sağanağına karşı İbn Rüşd’ün cevap vermesi sonuçları itibariyle sonraki asırlarda da canlılığını muhafaza etmiştir.

Büyük hakanımız Fatih Sultan Mehmed Han, Gazali ile İbn Rüşd arasındaki tartışmanın aydınlığa kavuşturulmasını isteyerek, devrin ünlü bilginlerinden el-Tusi ile Bursalı Hocazade Mustafa’yı görevlendirmiştir.

Kaldı ki, bu tutum ve davranış zenginliği Yavuz Sultan Selim zamanında da devam etmiş, Kanuni dönemini de kavramıştır.

Anlayacağınız üzere, ecdadımız oldukça hararetli geçen felsefi münakaşaları peşinen reddetmek yerine, anlamak, üzerinde düşünmek, sorgulamak ve sonuca varmak eğilimindedir.

Topyekûncü yaklaşımlara, eğri ve yaralı kanaatlere hiç kimsenin itibarı olmamıştır.

Ya da hiçbir hünkarımız, hiçbir arif ve gönül dehamız o tarihlerde dili bahane göstererek felsefe yapılamaz dememiştir.

Çünkü büyüklüğün şanı kendine güven, kendine inanmaktır.

Medeniyet ateşinin alemi kapsaması önce fikri derinlik, felsefi kavrayış, öğrenme ve bitmek bilmeyen arayışla yol almıştır.

Hâkim siyasetin çatısı da böyle örülmüştür.

Ecdadımızın kabzasında şahadet yazan kılıç, kaderinde fütuhat yazan cesaret her zaman kaleme saygı duymuş ve ön açmıştır.

Hatırlarsanız, 14 Haziran 2014 tarihinde, Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun 10.Dönem Sertifika Töreni’nde, merhum düşünürümüz Cemil Meriç’in bir sözünü paylaşmış ve şöyle demiştim:

“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah kalemdir.”

Evet, Türk-İslam mucizesi bir elinde kalem, diğerinde kılıçla çağları önüne katmış, coğrafyaları eline almış, insanlığın kartal yuvasına tırmanarak küreyi avucunda fırıl fırıl çevirmiştir.

İstismarı felsefe olan, inkarı fikir gören, fiiliyatı ise rüşvet ve yolsuzluk karanlığına sapan birisinin; Türkçe’ye çamur atması, Türkçe’yi alaya ve hafife alması en hafif deyimle taş devri kafasıdır.

Diyorum ki, Türkçe’yle bal gibi, buz gibi felsefe yapılır ve bugüne kadar da yapılmıştır.

Bilmeyen varsa, merhum fikir abidemiz Ziya Gökalp’in 922 sayfalık “Felsefe Dersleri” isimli muazzam eserini herkese öneririm.

Merhum Nihad Sami Banarlı’nın “Türkçe’nin Sırları” isimli muhteşem kitabını saraydan külliyeye telaşla dönen şahsa samimiyetle de tavsiye ederim.

Bir dil bir millettir. Türk milletinin dili de Türkçe’dir.

Dil bir kimliktir. Bu da Türk kimliğidir.

Türk kimliğini çözme ve çökertme ısrarında olanların müessir metotlar kullanması, tarih ve kültür değerlerimizi istismar etmesi basitlik ve çirkinliktir.

Geçtiğimiz yüzyılın başında İmparatorluğun içinde yaşanan dil karmaşasının, Babil kulesini andıran kaosun nasıl bir olumsuzluk serisine meydan verdiği yaşanmış onca hatırayla sabittir.

Dilde sadeleşme arayışlarının milliyetçi kalem ve düşünürlerin hedefi olduğu, misal olarak Genç Kalemler Dergisi etrafında oluşan fikir akımının hayranlıkla andığımız gelişmelerde rol oynadığı hepinizin malumudur.

Balık hafızasına sahip olmayan toplum ya da milletler dününü unutmayacaktır.

Gündem saptırmak için Osmanlıca üzerinden kutuplaşma tohumları saçanlar Türkiye’ye bir kez daha kötülük yapmaktadır.

Sanki karşımızda Ömer Seyfettin’in “Ashab-ı Kehfimiz” isimli harika eserinde Türklüğü ve Türkçe’yi yok sayanlarla düşüp kalkan, ama kendi kökünü de unutmayan Ermeni Hayikyan vardır.

Yine Ömer Seyfettin’in “Hürriyet Bayrakları” isimli hikayesindeki şuuru kapalı mülazım sanki tekrar atına binmiş ve karşımıza dikilmiştir.

Bunlara karşılık Peyami Safa’nın Mahşer Romanındaki tertemiz vicdanlı Nihad’ın hayal kırıklığı da fedakarlık numunesi zihniyetleri çevrelemiştir.

Bildiğimiz bir gerçek varsa o da şudur: Dil terkip edilmez terekküp eder, tesis edilmez teessüs eder.

Bunu anlamak için önce dil nedir onu bilmek, Türkçe’yle duymak, Türkçe’yle bakmak lazımdır.

Dışı külliye, içi manen küf, kof ve kül olan bir yerin tevil ve tavzihi için kırk dereden su getirmek, haram ve hırsızlığı örtmek için çırpınmak esasen “ağyarını mani, efradını cami” anlamıyla mütenasiptir.

Türkçe anamızın ak sütüdür.

Tabii olarak kendi zamanımızın ötesine geçip de yeni zamanları görme melekesini ve idrak etme becerisini kazandırmaktadır.

Türkçe susarsa Türk milleti mahv ve imhayı yaşayacaktır.

Türkçe vatandır, bayraktır, tarihtir, haysiyet vecizesidir, şeref simgesidir, Türk milletinin kalp atışı, damarlarında dolaşan asil kanıdır.

Millet için hayat tarihtir, hayat tecrübesi de kültürdür.

Dilimizin kaynağı Ötüken, dinimizin kaynağı Mekke’deki övünçtür.

14.Yüzyılın tefekkür beşiklerinden birisi olan İbn Haldun’un temennisine uyarak, yalan şeytanına karşı aklın aydınlığıyla savaşacağımızı, her birimizin, her bir Türkiye sevdalısının yılgınlık nedir bilmeyeceğini bu vesileyle bildirmek istiyorum.

Milli kimlik ve dilin kaçınılmaz bağını yine en anlamlı şekilde ortaya koyan Gazi Mustafa Kemal’in bir sözünü burada sizlere tekrarlayarak konuyu kapatmak istiyorum.

“Milliyetin en bâriz vasıflarından biri dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve behemehal Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan, Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse, buna inanmak doğru olmaz

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Merhum Erol Güngör “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” isimli başucu kitabında; milletlerin, milli tarihlerinin eseri olarak kendilerini bağımsız, milli özelliklere sahip varlık bütünleri olarak idrak edeceklerini söylemektedir.

Güngör Hocamıza göre, milliyetçiliğin doğuşu da bir bakıma milli tarihin doğuşu demektir.

Kısaca milliyetçilik, insanları millet denen sosyal bir bütünün parçaları olduklarına inandırmayı, böylece onlar arasında birlik ve dayanışma bağlarını kurmayı esas almaktadır.

Bu farazi bir hedef değildir.

Bu asla ham bir hayal, asla hamakatla kesişen bir mücadele olmamış, olmayacaktır.

Milliyetçi için yeter şart değilse bile, gerek şart saat gibi çalışan, her an olan ve olgunlaşan tarih şuurudur.

Bu şuuru öz olarak, tarihin akış istikameti hakkında doyurucu bir görüş sahibi olmak şeklinde izah etmemiz mümkündür.

Eğer bir insan, tarihsel olayları manalı bir bütün içindeki parçalar halinde görüyorsa, ruhundaki aşı tutmuş, maksadı hasıl olmuş ve kafasındaki tarih şuuru uyanmış demektir.

Bununla birlikte, milletimize yaşanmış koskoca maziyi, basit hadiseler yığınından mülhem değil de, bugünümüzü tescilleyen, geleceğin haritasını çizen sağlam ve kopmaz bir zincirin halkaları şeklinde görmek tarih şuurudur.

Merhum Hüseyin Nihal Atsız buna milli hafıza demektedir.

Tarih şuuru milli şuurun amentüsü, alameti farikasıdır.

Sahte kahramanlar, yalancı mabutlar, modern tiranlar, hırsızlar, rüşvetçiler, yandaşlar, yoldaşlar, zalimler, yüreksizler, Türk milletinin sefaleti üstünde tepinen, emeği üstünde tüfek çatanlar bu şuurdan nasipsiz ve habersizdir.

Şuur; cesareti çılgınlıktan, heyecanı yılgınlıktan koruyacaktır.

Şuur; bir fikri fiyaskodan, bir siyasi hareketi hamasetten dehlizinden alıkoyacaktır.

Ümitsizlik, kötümserlik aklın durması, şuurun durgunluk evresine geçmesi demektir.

Bu itibarla iyimserliğimizi korumalıyız.

Karamsarlığın ancak hasta ruhların, yıkıcı zekaların,  maneviyatı zaafa düşmüş olanların harcı olduğunu unutmamalıyız.

Başarısızlık korkusu, özgüven eksikliği, ne derler, ne söylerler vehmi ileriye doğru adımları kösteklediği gibi, atılganlığı da yiyip bitirecektir.

Dedikoduya aldanmak, asılsız haberlere kanmak, her rüzgara yelken açmak maalesef kapatılması çok zaman alacak manevi açık, ruhi teslimiyettir.

Kendine güvenen, Allah’a inanan, savunduklarına yüreğiyle onay veren birisi için mağlubiyetin soğuk duşu, bozgunun sert esintisi söz konusu bile olmayacaktır.

Zafer ancak; zafer nöbeti, zafer duası için gemilerini yakmayı göze alanların mükâfatıdır.

Niyetimiz nifak kadar güçlü değilse, hazırlığımız hayasızlığın salvoları kadar cüretkar olmamışsa, azmimiz ahlaksızların ısrarı kadar etkinlik göstermiyorsa, çıkacağımız her seferden boynumuz bükük dönmemiz hazin bir akıbettir.

Emniyetli hayat sürmenin her dönemde geçerli bir formülü, siyasetin her zamana uyan bir reçetesi henüz bulunmamıştır.

Kötülük insanlık kadar eskidir.

İftira, itham ve zulüm insanlıkla yaşıttır.

Az önce de ismini sizlerle paylaştığım medeniyetimizin yetiştirdiği dev simalardan birisi olan İbn Sina yaşarken küfür ile suçlanmış, kafir ilan edilmiş, hatta kitapları yakılmıştı.

Fakat İbn Sina buna aldırmadı, kabuğuna çekilmedi, doğruları haykırmaktan vazgeçmedi.

Hatta kendisinin bu alçak iddialara karşı şöyle dediği rivayet olunur:

“Benim gibi birisini kafir saymak kolay değildir.

Çünkü benim imanım gibi iman yoktur.

Dünyada benim gibi birisi olsun ve kafir olsun.

Öyleyse bütün zaman içinde tek bir Müslüman yoktur.”

Bildiğiniz üzere, Dört Halifeden üçünü şehit ettiler, ama isimlerini silemediler.

Ehl-i Beyt’e kıydılar; Hz. Hüseyin acı ve matemle de olsa manevi semalarımızda bayrak gibi dalgalandı, ama Yezid Mahşere kadar lanetle anılmayı hak etti.

İmam-ı Azam’ı işkenceden geçirdiler, şehit ettiler; ama yolundan çeviremediler.

I. Murat’ı hançerlediler, ama Söğüt çığlığını, şarıl şarıl akan Türkmen çağlayanını engelleyemediler.

Genç Osman’a kıydılar, ama tarih oturduğumuz minder, üstüne basıp çıktığımız merdiven olmayı sürdürdü.

Plevne’de direndik, Çanakkale’yi geçirtmedik.

Sakarya’da ayaklandık, Dumlupınar’da kanla parladık.

Ve elbette 12 Eylül öncesi binlercemiz bir hilal uğruna, bir dava adına kara toprağın koynuna cennet kokusuyla girdi; buna rağmen asla yıkılmadık, asla yenilmedik, asla ülkü yolundan geri dönmedik.

Yine yıkılmayacağız ve mutlaka başaracağız.

Elbette zora talip olanlar için çileler trafik lambaları gibidir, her an yanabilecektir.

Türk-İslam ülküsünün şafağında ‘devlet ebed müddet, millet ebed müddet’ destanı hep bir ağızdan okumak ve tarihin sayfalarına kazımak için zorluklara katlanmak durumundayız.

Ancak önce neyi savunduğumuzu, nasıl bir yüksek mükellefiyetin tarafı olduğumuzu iyi bilmeliyiz.

Şunu aklınızdan çıkarmayınız ki, Türk milleti binlerce yılda karılan, binlerce yılda olgunlaşan, binlerce yılda vücuda gelen devasa bir kardeşlik ve kültürel bir şuurun tarihe mal olmuş unvanıdır.

Bu değer ki, yıkıldığı yerden yeni baştan kalkmış, düştüğü anda yeniden toparlanmış, hasta adamlığa layık görüldüğü zamanlarda bir kez daha dirilmiş, nerede kalmıştık diyerek bağımsızlığın çınarını sulamıştır.

Tarih içinde şu anki Türkiye Cumhuriyeti de dahil 17 devlet kurmamızın bir sırrı, bu sırrın da bir sırrı vardır.

16 devletin yıkılması demek, her şeyi bittiği anlamına gelmemiştir.

Geçmişteki kayıplarımızın elbette çok farklı nedenleri vardır.

Ne var ki, kutlu ecdadımızın mirasını bölücülük değirmeninde öğütüp de, kıyafet gösterisine çıkmak, dombıra çalıp da Kandil’in dümbeği haline gelmek en azından tarihi hakikatlere yüz çevirmektir.

Hatırlarsanız, 20-21-22 Kasım 2013 tarihlerinde 3.Sanayi Şurası toplanmıştı.

Bu şurada dönemin Başbakanı, bugünün Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir konuşma yapmıştı.

Erdoğan, bu konuşmasında, tarih içinde 16 devlet kurmuş olmakla zaman zaman övündüğümüzü, ancak bir başka açıdan bakıldığında bu ifadenin 15 devletin de yıkılması anlamı taşıdığını iddia etmişti.

Ben de, bu konuşmadaki fahiş hataları 23 Kasım 2013 tarihinde Antalya’da düzenlediğimiz 2.Akademisyenler Toplantısında eleştirmiştim.

Erdoğan’ın, örtülemez, geçiştirilemez ve kapatılamaz cehaletinin bir kez daha kurbanı olduğunu vurgulamıştım.

Cumhurbaşkanlığı forsundaki 16 yıldızın tarihteki 16 büyük Türk devletini simgelediğine değinmiştim.

Ve bunlar arasında şu an sahip olduğumuz Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olmadığını ifade etmiştim.

Biz millet olarak gerçekte 17 devlet kurup, 16 devletin yıkılışını yaşadık.

Erdoğan ise bu basit gerçeği çarpıtmış ve zannederim mahcup olmuştur.

Cumhurbaşkanı, bugün gururla ve siyasi sinsilikle nemalanmaya çalıştığı Türk devletlerini idare-i maslahatçılıkla yaftalamıştı.

Tarihi karalamaktan özel bir haz duyan Erdoğan ve zihniyeti dünü iyi anlayamadığından bugünü ve yarını şüphesiz ki görememektedir.

Erdoğan o tarihlerde, ecdadımızı;

√       Mevcutla yetinen,

√       Reformdan kaçınan,

√       Durumu idare eden,

√       Kendisini yenilemekten aciz kalan bir nitelikte göstererek aşağılamıştı.

Peki, ‘Türklükle karşıma gelmeyin’ diyen bir garabet ve gaflet ehli, lekelediği, hakir gördüğü, basite aldığı 16 Türk devletinin mirasına hangi yüzle saklanır?

2013’de idare-i maslahatçı olarak mimlenen 16 Türk devleti, şimdi nasıl olmuştur da yere göğe sığdırılamamaktadır?

Değişen nedir, neler olmuştur?

Şayet Erdoğan, geçmiş günahlarına kefaret olsun diyen böyle bir teşebbüste bulunmuş ve içten yanmalı motorlar gibi pişmanlığı yüreğini ha bire yakıyorsa söyleyeceğimiz bir şey yoktur.

Ancak, Türk tarihine bakınca kıyafet gören, kaçak ve karanlık sarayda istismar podyumu kuran Erdoğan’ın inandırıcılığı kalmadığı için, yaptığı veya yapacağı hiçbir girişimin de samimiyeti olmayacaktır.

Biz tarihe baktığımızda şan, şeref ve süper güç bir millet görüyoruz.

17-25 Aralıkçılar bakınca masal görüyor, kullanılacak enkaz malzemesi gibi değerlendiriyor.

Biz bakınca Türk milletinin taşıdığı Üç Hilal’in üç kıtaya yayılmasını görüyoruz.

Erdoğan ve çevresi bakınca Türklükten arınmış, farklılıklarla bina edilmiş etnik ve kültürel bir yığın görüyor.

Biz bakınca vatan bırakan, kıt’alar alan, imparatorluklar bahşeden, dil, ülkü, fazilet, adalet, sanat ve medeniyetler bağışlayan ecdadımızı görüyoruz.

Erdoğan ve Davutoğlu bakınca terörist Rıza’yı, Damat Ferit’i, Anzavur Ahmet’i, BOP’u, Sevr imzacılarını, Yunan işgalini selamlayan nazırları, ayrılıkçı mebusları, milli mücadeleye ihanet edenleri görüyor.

Kaşgarlı Mahmud; “yerin düzeni dağ, milletin düzeni beydir” diyerek yüzlerce yıl geriden isabetle seslenmiştir.

Dağı eşkıya kaynayan, beylik taslayanların düzen bozan olduğu bir ülkede, 17. Türk devletini yıkmak için kolları sıvayanlara Türk milleti artık prim ve kredi vermeyecektir.

Harıl harıl bindikleri dalı kesenler, korkarım ki, yarın üstünde zıplayacak dal bile bulamayacaklardır.

Merhum Sadri Maksudi Arsal der ki: “Vicdan ve namusunuzu korumak için ilk kötü hareketten sakınınız. Çünkü ilk kötü hareket, bir duvarın üzerinden sökülen tuğla gibidir. Ondan sonra diğer tuğlalar kolaylıkla sökülür ve duvar az zamanda yıkılır.”

Maalesef tuğlalar uçmuş, duvar çatlamıştır.

İktidar ilk kötü hareketi yapmakla kalmamış, kötülükte rekor üstüne rekor kırmıştır.

Kimliğinden ve kim olduğundan utanan bir toplum inşa etmek için her kötülük, her karantinalık davranış sergilenmektedir.

Ne yazık ki soyulan millettir.

Sömürülen değerlerimizdir.

Yerli ve yabancı odaklar bir olup Türkiye’yi öğütmektedir.

Milli ve manevi cephemiz dağıtılmaktadır.

13 yıla yakındır iktidarda oturanlar için;

Tarih hikaye, ahlak göz boyamadır.

Demokrasi yalan, devlet palavradır.

Millet 36 parça, milliyet ise koca bir hiçtir.

Milliyetçilik paspas, Türküm demek ırkçılıktır.

Türkiye’de gelmiş geçmiş hiçbir iktidar bu kadar gülünç, bu kadar bayağı, bu kadar süfli, bu kadar art niyetli olmamıştır.

Tarihin kanına girenlerin, tarihi sürekliliğe kulp takanların iktidar saflarında toplanması acıklı bir manzaradır.

Şu hezeyan diline bakınız ki, Osmanlı İmparatorluğu’nun 90 yıllık reklam arası sona ermiş. AKP’li bir milletvekili böyle söylüyor.

Biz 624 yıl film çevrildiğini yeni öğrendik.

Demek ki, Türk milleti, 1919 Samsun’undan 1922 İzmir’ine kadar koltukta oturmuş, patlamış mısır yemiş, reklam arası için zaman geçirmiştir.

Demek ki, 1923’de reklam başlamış, beyaz perdenin ışıkları sönmüştür.

Bu zeka ve vicdan özürlü lafların tutar hiçbir yanı, hiçbir tarafı yoktur.

Eğer Cumhuriyet tarihi bir reklam arası ise, bu ucube lafı söyleyen kendisinin de nerede, hangi rüşvet ve ihaneti yıkama işinde rol aldığını sanıyorum açıklayacaktır.

Reklamda milletvekili olanın, film başladığında ne olacağı kendi meselesidir.

Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı İmparatorluğu’ndan keskin bir kopuş değildir.

Tarih şuuru olmayanlar bunu idrak edemeyecektir.

29 Ekim 1923, mazisi binlerce yılı bulan Türk milletinin süreklilik içinde muhafaza ettiği iradesi olup, 1299 Söğüt felsefesine yapılan güçlü bir aşı, muhteşem bir ekleme ve geçmişi tamamlayan kader noktasıdır.

Bunu bilmeyen ya provokatör, ya yabancı hayranı, ya tarih hasmı ya da kör bir cahildir.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Siyaset; insanlar arasındaki otorite, iktidar ve egemenlik olgularını içeren ilişkilerin sürekli ve kalıcı bir bütünü olduğu geçmiş sayısız örnekten anlaşılmaktadır.

Her zeminde siyasetin iki ana dinamiği, iki ana koordinat düzlemi vardır: Bunlardan ilki kolektif tasavvurları ve tasarrufları etkileyen kararları kapsaması, diğeri ise iktidar ilişkilerine dayanmasıdır.

Tunuslu düşünür İbn Haldun, devlet ve iktidarı kamusal bir pazar yerine benzetmektedir.

Ve devlet, kişisel çıkarların, sonuçsuz çekişmelerin, zorbalık, yolsuzluk ve hainlik eğilimlerinin kendisini gütmesine izin verirse, işte o zaman bu pazarda sadece sahte para geçeceğini İbn Haldun öngörüyle açıklamaktadır.

Bugün hepimizin öncelikli görevi; dünyada yaşanan gelişmeleri kavramak, insanlığın ortak kaderine ilişkin sorunları çözecek, Türkiye’nin içinde bulunduğu açmazları aşacak, zarar gören kardeşliğimizi onaracak siyaset anlayışını ortaya koymaktan geçmektedir.

Türk siyaseti ve siyasetçisi, bu birikimlerin ışığında ülke kaynaklarını en iyi ve en verimli bir şekilde kullanarak ülkesini geleceğe hazırlayıp taşımakla mükelleftir.

Ve partimiz buna hazır, Türkiye’nin sorumluluğunu göğüslemeye tüm gücüyle kararlıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi, Türk milletinin temel değer ve birikimlerini yeni atılımların güç merkezi yaparak, onu ilelebet var kılacak bir büyük siyasi ve fikrî hareketin adıdır.

Bu ad ve bu  iddia, dünya var oldukça yaşamaya devam edecek, 7 Haziran’da da Allah’ın izniyle iktidarla taçlanacaktır.

Bizlere düşen görev, milliyetçiliğin yalnızca coşku yönü ile kalmamasını ve yetinilmemesini sağlamaktır.

Bir yandan, karşımızdaki tehdidin bütün yönlerini anlamak ve anlatmak; diğer yandan ise ekonomik mutluluk ve refahın, eşitlik, paylaşma ve adaletin de milliyetçi düşüncede bulunduğunu kabul ettirmek durumundayız.

Gördüğümüz tehlikeler, tehditler ve riskler konusunda bütün vasıta ve platformları kullanarak milletimizi uyarmakla yükümlüyüz.

Çok şükür ki, utanacak, saklayacak, çekinecek, korkacak bir şeyimiz yoktur. Alnımız açık, başımız diktir.

Konuşmamın bu bölümünde, “Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 11. dönemini başarıyla tamamlamış arkadaşlarıma kısaca seslenmek istiyorum.

Her biriniz titiz bir seçimden sonra eğitime başladınız ve sonuçlandırdınız. Sizleri ayrı ayrı tebrik ediyorum.

Ancak bilmenizi isterim ki göreviniz ve sorumluluklarınız burada sona ermedi.

Milletimize hizmet yolunda siyaset sizin için bir tercih olacak ise öncelikle;

Türkiye ve Dünya nereye gidiyor?

İnsanlığın yaşadığı buhranın kaynakları nelerdir?

Bölgemizde ve küresel ölçekte oynanan büyük oyun nedir, aktörleri kimlerdir?

Türk milleti gelecekte nerede olmalıdır?

Milletim için hedeflerim nelerdir ve bunu nasıl başaracağım? sorularına cevap aramak durumundasınız.

Çalışmaktan bıkmayınız, araştırmaktan uzak durmayınız.

Haricimizdeki gelişmeleri, milletimizin değerleri ile buluşturmanın yollarını sürekli arayınız.

Gideceğiniz her yerde, alacağınız her görevde burada öğrendiklerinize yenilerini katacak, kendinizi gösterecek, emsalleriniz arasından tebarüz edecek bir siyaset ve bilim disiplinini aldığınıza inanıyorum.

Dileğim, bugünden sonra Türkiye’mizin kötü giden talihini yenmesi konusunda berrak düşüncelerinizle, yapıcı eleştirilerinizle, üreteceğiniz projelerle siyasetimize güç katmanız ve bizlere destek olmayı sürdürmenizdir.

Kapımız, yüreği Türk milleti için atan, onun derdiyle dertlenen, onun acısı ile üzülen, sevinciyle mutlu olan ve sahip oldukları birikim ve bilgileri milletimiz yararına Milliyetçi Hareket Partisi içinde değerlendirmek isteyen herkese ardına kadar açıktır.

Yalnızca sizler değil, temiz bir geçmiş, yüksek bir vicdan ve namusa sahip her vatandaşımız, ilke ve ülkülerimizi de benimsemiş ise aradığı hizmet, huzur ve kardeşlik ortamını Milliyetçi Hareket Partisinde mutlaka bulacaktır.

Bu vesileyle, sizleri bir kez daha kutluyor, çalışmalarınızda üstün başarılar diliyorum.

Eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen değerli misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.