Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 3 Şubat 2015
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
3 Şubat 2015

 

Muhterem Milletvekilleri,

Değerli Misafirler,

Sayın Basın Mensupları,

Bir grup toplantımızda daha sizlerle birlikte olmanın bahtiyarlığını yaşıyorum. Bu vesileyle muhterem heyetinizi en halisane duygularımla selamlıyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.

Hiç kuşkusuz ki, her insanımızın onurlu ve kimseye muhtaç olmadan yaşama hakkı vardır.

Sosyal devlet anlayışı da bunu teminle mükelleftir.

İnsan emeği helal kazancın anahtarı, bereketli hayat sürmenin ana fikridir.

Verilen emekler çileye karşı mücadele, zahmet ve zorluklara karşı müstahkem mevzidir.

Emek demek alın teri demektir.

Emek demek rızkını taştan çıkarma iradesiyle aynı kapıya açılmaktır.

Emekli olma hali ise emeğin övünç madalyası, gurur tablosu, iftihar vesikası, gönül huzurudur.

Hayat boyunca çalışıp çabalamanın payesidir emeklilik.

Geleceği planlamanın, gelecekle ilgili hayal kurmanın, geleceği emniyete alma düşüncesinin tezahürüdür emeklilik.

Görevini yerine getirmenin, üzerine düşeni harfiyen yapmanın vicdan rahatlığıdır emeklilik.

Bugün emekli olan insanlarımız dünün çalışanları, bugün çalışanlarımız ise gelecekteki emeklilerimizdir.

Yani her insan, normal şartlarda günü geldiğinde emekli olacak, emekliliğe hak kazanacaktır.

Emeklilerimiz kendilerinden beklenen görevi yerine getirmenin kıvancıyla kalan ömürlerini sağlık ve saadet içinde geçirmenin hedefindedir.

Elbette bu onların en tabii hakkıdır.

Hiç kimse emeklilerimizi yabana atmamalı, işe yaramaz görmemeli, külfet olarak değerlendirmemelidir.

Bu en başta ahde vefanın gereği, geçmişe duyulan saygı ve minnetin tartışma götürmez sorumluluğudur.

Şunu samimiyetle söylemek istiyorum ki, emeklilerimizdeki itaat, onlardaki sadakat, onlardaki tevekkül, onlardaki tahammül, onlardaki cefakarlık ve alicenaplık kimseye nasip olmamıştır.

Merhum şairimiz Yahya Kemal Beyatlı bize şu dizeleriyle zihnimizde şimşekler çaktırmıştır: “Yürü, hür maviliğin bittiği son hadde kadar; insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar.”

Evet kim olursak olalım, ister genç ister yaşlı, ister çalışan isterse de emekli, şu fani hayatta hayal ettiğimiz sürece yaşayacağımız bir hakikattir.

Hayalin sözü biterse hüsranın dili çözülecektir.

Hayalin boğazı düğümlenirse hezimetin hükmü geçecektir.

Hiç kimse bu söylediklerimi hayalciliğin övülmesi olarak anlamamalıdır.

Emeklilerimizin bir hayali vardır; o da haklarını almak, ekonomik güvenceye erişmektir.

Emeklilerimizin bir hevesi, bir hedefi vardır; o da ömrün son demlerinde rahata ve huzura kavuşmaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin de bir hayali ve iddiası vardır; bu da haram sultasına son vermek, ihanet saltanatının hayat damarlarını kesmek ve emeklilerimizin yüzünü güldürmek, talihlerini güzelleştirmektir.

Allah’ın izniyle bunu yapacağız, bunu başaracağız; emeklimize yan bakandan, sinsi sinsi dudak bükenden misliyle hesabını soracağız.

Buna söz veriyor, buna ant içiyoruz.

Yeminler çiğnenmek için değil tutulmak içindir.

Varsın birileri yeminlerini yutsun, varsın birileri ilke ve ahlakla yollarını çatallaştırsın; ne gam, ne tasa.

Mutlaka ki, Milliyetçi Hareket Partisi ne diyorsa yapacak, ne söylüyorsa, neyi amaçlıyorsa Rabbim izin verdiği sürece hayata geçirecektir.

Vaatler sabahları esen meltem rüzgârları gibi değil; hilalle yıldızın sonsuzluğa akan kader ortaklığı gibidir.

Bir defa kararlılığımız kesin, azmimiz keskindir.

Gerçekleri söylemekten korkmayacağız.

Yanlışta direten ahmaklara, yozlaşma ve yolsuzlukta debelenen anarşist ruhlara, haram ve hıyanette çırpınan ahlaksız yüzlere Türkiye’yi teslim etmeyeceğiz.

Değerli Arkadaşlarım,

Rahmetle andığımız büyük düşünür ve fikir kaynağımız Kaşgarlı Mahmut der ki; dil ile düğümlenen diş ile sökülemez.

Demem odur ki, emeklilerimizin ızdırap dolu bakışları ve iç yaralayıcı halleri istismar dili ile bağlanmanın, sakat icraat ve tercihlerle ötelenmenin sonucudur.

Emekli darboğazdadır.

Gördüğümü, duyduğumu, tespit ettiğim gerçekleri kısaca ifade edecek olursam, emekliler perli perişandır.

AKP zulmü emeklilerimizi adeta kavurmakta, hayatlarından bezdirmektedir.

Parklar, caddeler, sokak araları, cami avluları mutsuz ve umutsuz emeklilerimizle dolup taşmaktadır.

Yıllarca emek verenlerin sessiz çığlığına kulak asan yoktur.

Yıllarca milleti ve devleti için üretenlerin şikayet ve beklentilerini özümseyen ve önemseyen bir Hükümet iradesinden ortada eser bulunmamaktadır.

Emeklilerimiz ısınamamaktadır.

Emeklilerimiz doymamakta, seyahat edememekte, tatil yapamamaktadır.

Üç kuruşla ömür geçiren, maaşları günden güne eriyen emeklilerimiz, 65 yaş aylığı alan mağdurlarımız, dul ve yetim kalmış biçarelerimiz unutulmuş, kenara itilmiştir.

Bunun ne inançlarımızda ne de milli kültürümüzde yeri vardır.

2015 yılı Ocak ayı itibariyle; asgari ücretle yaşayan kardeşlerimiz 949 liraya mahkumdur.

Memur emeklimiz bin 188, SSK emeklimiz bin 71, Bağkur emeklimiz ise 831 lirayla ayakta kalmanın çarelerini aramaktadır.

Yine geçtiğimiz Ocak ayı itibariyle, Türk-İş’in yaptığı araştırmaya göre; dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması gereken gıda harcaması aylık bin 256,80 lira olarak belirlenmiştir.

Bu tutar aynı zamanda açlık sınırıdır.

Yani bu sınırın altında kalanlar resmen açlığa bırakılmıştır.

Bu durum karşısında, içim yanarak belirtmem gerekirse; emeklilerimizin alayı açlıkla boğuşmaktadır.

İtirazı olan, kabullenmeyen, bahane arayan varsa; diyorum ki, Halep ordaysa rakamlar buradadır.

Gıda harcamasının yanı sıra, giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık ve benzeri ihtiyaçlar için yapılması zorunlu harcamaların toplamı da 4 bin 93,80 lira düzeyindedir.

Buna göre emeklilerimize ilaveten milyonlarca çalışanımız da yoksulluğun pençesindedir. 

2002’ye göre maaş ve ücretlerdeki reel erime, alım gücündeki azalma maruz kalınan sosyal ve ekonomik depremin açık ispatıdır.

Emeklilerimizin cebine giren her kuruş zamma, faize, vergiye gitmektedir.

Doğrudur, 2002 yılına göre emeklilerimizin maaşı nominal, yani kağıt üstünde artmıştır.

Fakat gerçekte bunun hiçbir anlam ve sonucu olmamıştır.

2002 yılından 2014 yılına gelinceye kadar, hepinizin dikkatini çekiyorum; ekmek yüzde 233, dana eti yüzde 300, beyaz peynir yüzde 464, mercimek yüzde 300, kuru doğan yüzde 316, pirinç yüzde 352, yoğurt yüzde 126 zamlanmıştır.

Bu zam seli emeklilerimize AKP’nin şamarı, AKP’nin eziyetidir.

Emeklilerimiz yıldan yıla fakirleşmiş, sefalete demir atmışlardır.

Asgari ücretle geçinen bir kardeşimiz 2013 yılsonunda276 kgekmek alırken, 2014 yılında bu miktar 270’e düşmüştür.

2002 yılsonunda380 kgekmek alan bir memur emeklisi, 2014’in aynı dönemine geldiğimizde maaşıyla352 kgekmeği zoraki alabilmiştir.

SSK ve Bağkur emeklilerimizin hali de bundan farklı değildir.

Diyeceğim odur ki, bırakınız kıymayı, kuşbaşını ve diğer gıda ürünlerini; AKP ekmeği dilim dilim azaltmış, emeklimizin sofrasını yağma etmiştir.

Emeklilerimizin her lokması, karnını doyurduğu her nimeti 12-13 yıl içinde pahalanmıştır.

Neden, çünkü AKP, emekliyi borca yatırmış, krize sokmuş, elinde avucunda ne varsa gasp etmiştir.

Normal görmeyeceğimiz bu durum ayıptır, günahtır, zalimliktir.

Emekli ekmek bulamazken, 17-25 Erdoğan kendisine eski parayla bir katrilyon 370 trilyon liraya bin bir gece masallarını aratmayacak bir saray yaptırmıştır.

Emekli giyecek ayakkabı bulamazken, Erdoğan ve haram yiyen yandaşları ayakkabı kutularını 2 milyon 445 bin dolar, 2 milyon 520 bin Avro, 520 bin Türk lirası, 990 İngiliz sterliniyle doldurmuştur.

Emeklimizden alınan kutuya girmiştir.

Emeklimizden çalınan yatak odalarından çıkmıştır.

Rüşvetçiler götürmüş, emeklimiz bakmıştır.

Hırsızlar soymuş, emeklilerimize 24 liralık zam reva görülmüştür.

Emekli kardeşim, sana diyorum, sana sesleniyorum; susarsan, durursan, korkarsan, kanarsan, tepki vermezsen cebine giren karanlık eller daha da azacaktır.

Emeklilerimizin maaşı kaçak ve karanlık sarayın bin 150 odasına gömülmüştür.

Emekler heba olmuş ve 17-25 Aralık çetesinin lüksüne harcanmıştır.

Emekli kardeşim, çok istediğin halde torununa harçlık veremiyor, evlatlarına yardım edemiyor, çarşıda, bakkalda, manavda, pazarda, markette hep boynunu büküyorsun.

Çok arzu ettiğin halde; dünyada ev, ahirette iman demene rağmen kiradan kurtulamıyor, bir göz ev alamıyorsun.

Bunları kabul etmiyorum, emeklilerimizin sorunlarının çözümsüz ve sürüncemede bırakılmasını hepiniz şahit olun ki, tüm gücümle reddediyorum.

Biliyoruz ki, bulut bengisu yağdırsa bile söğüt ağacından meyve alınamaz. Bu itibarla güneş batıdan doğup doğudan batsa da, AKP Hükümet’i emekliyi düşünmez, emeklinin prangalarını söküp atmaz.

Zira emekli demek emek veren, emek sarfeden demektir.

Ne var ki AKP’nin emek verene değil, kan emici kenelere, geleceğimizi eleyen emperyalist çevrelere düşkünlüğü vardır ve her şeyiyle de ortadadır.

 

Değerli Milletvekilleri,

Değişik tarihlerde emekli olan emeklilerimizin gelir ve aylıklarındaki farklılıklar süratle iyileştirilmeli, dengeye getirilmeli, intibakları sağlanmalıdır.

Emekli aylıklarının artışında sadece enflasyon değil, büyümeden de pay verilmeli ve bu çerçevedeki hesaplama ayrı bir endekste yapılmalıdır.

Hiçbir emeklimiz açlık sınırının altında bırakılmamalıdır.

Emekli sigortalıların ödedikleri yüzde 32 civarındaki prim aylıklara yansıtılmalıdır.

Emekli esnaf kardeşlerimizden kesilen yüzde 15’lik Sosyal Güvenlik Destek Primi kaldırılmalıdır.

Emekli aylığı bağlanması için, gerekli parametreler gözden geçirilmeli, kazancın güncellenmesindeki yüzde 30’luk refah payı oranı yüzde 100 olarak yansıtılmalıdır.

Asgari emeklilik yaşına ulaşamadıkları için emekli aylığına hak kazanamayan kardeşlerimize kolaylıklar sağlanmalıdır.

Dünyada kabul gören aktif/pasif oranı 4 çalışana karşılık 1 emekli iken, ülkemizde bu oran 2014 yılında 1,92’dir.

Emeklilerimiz dünya gözüyle derin bir oh çekmeli, cepleri para görmelidir.

Biz emekli aylıklarının intibakları konusunda alınacak her kararın yanında, her girişimin destekçiyiz.

Biz emeklilerimizi tebessüm ettirecek her teklifin arkasındayız.

AKP emeklilerimizle ilgili sosyal ve ekonomik tedbirleri aldı aldı, aksi halde 7 Haziran’dan sonra MHP iktidarı emeklimize hızır gibi yetişecek, elinden tutacaktır.

Emekli kardeşim hüzünlenme, MHP kuşatmayı yara yara geliyor.

Emekli kardeşim göz pınarlarından yaş süzülmesin, bükülen belini doğrultmak için MHP engelleri aşa aşa, iftiraları kıra kıra geliyor.

Türk milleti bu kez gür bir sadayla MHP diyor.

Zalimin hakkından gelmek için herkes MHP’de buluşuyor.

Millet ayağa kalkıyor ve Milliyetçi Hareket’te sözleşiyor.

Zorba ve kara düzeni kazımak için MHP yıldırım gibi çakıyor.

Emekli kardeşim ne yapacağım, ne yiyeceğim, nasıl alacağım deme; unutma kaderin üstünde bir kader vardır, AKP’yi kovup atacak gücün kaptan köşkünde de üç hilal pırıl pırıl parlamaktadır.

Meraklanma emekli kardeşim, en yükseğe ulaşmak için en aşağıdan başlanması bir insanlık yazgısıdır. Ve bu kutlu yolculuk yakında nihayet doruklara ulaşacak, seni de kanatlandıracaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi emeklimizi ezdirmeyecek, yalnız bırakmayacak, aç ve açıkta koymayacaktır.

Sözümüz söz, herkesi kucaklayacağız.

Sözümüz söz, Türkiye’yi kurtaracağız, istikrar ve düzeni tesis edeceğiz.

Biz 17-25 Aralığın diliyle konuşanlara; 19 Mayıs’ın hukukuyla, 29 Ekim’in kudretiyle, yaşanmış Türk-İslam asırlarının ruhuyla cevap verecek, mazlumun dostu, mağdurun sığınağı, Türklük düşmanlarının kabusu, Türkiye muhaliflerinin hasmı olacağız.

 

Muhterem Milletvekilleri,

Bizim her fırsatta dile getirdiğimiz “millet ebed müddet, devlet ebed müddet” çağrı ve beyanı kişilerle kaim olmayan tarihi bir derinlik ihtiva etmektedir.

Bazı dönemleri hariç tutarsak, Türk milleti hiçbir zaman fani heveslerin, mefkûre yoksunu cüce heyecanların oyuncağı olmamıştır.

Bu toprakları vatan yapan asaletin çıkar hesabı yapmadan, kendi derdine düşmeden geleceği düşlediği, gelecek nesilleri, gelecekteki torunları için yokluklara göğüs gerdiği bildiğimiz gerçekler arasındadır.

Milli mücadele yıllarında morga yatırılarak kilitlenen, sömürge kayışlarıyla bağlanan ve her kayışın bir zalim tarafından kontrol edildiği Türk milleti şayet küllerinden yeniden doğmuşsa, şayet giydirilen kefeni parçalayarak kalkmışsa bunda en önemli pay tarihten aldığı güçtür.

Türk milleti, kutlu bağrından hiçbir zaman führer, firavun, çar, kayzer, duçe çıkarmamış, çıkmasına da müsaade etmemiştir.

Faşizm, despotizm ve benzeri iptidai yönetim biçimleri bu topraklarda asla kök tutmamıştır.

İmparatorluk geçmişimiz de bile istişarenin, meşveretin önemi her zaman ön planda tutulmuş, padişahların birbirini takip eden tahta çıkış serüvenleri bir kurala, bir geleneğe bağlı kalmıştır.

Türk milleti tarih içinde parlamenter sisteme doğru adım adım, kademe kademe mesafe almıştır.

Her rejimin sosyal bir tabanı, siyasal bir kaynağı olduğunu tarih bize teferruatlı şekilde göstermektedir.

139 yıl önce ilan edilen 1.Meşrutiyet’le beraber parlamento geleneği oluşmuş, seçim, temsil, halk iradesi ve demokrasi gibi kavramlar ülke yönetimine nüfuz etmiştir.

23 Nisan 1920 bir bakıma Meşrutiyet dönemlerinin milli bir yorumu ve hatta devamı niteliğindedir.

Türk milleti parlamenter sistemde karar kılarken; çatısı altında bulunmakla övündüğümüz Gazi Meclis, kurtuluş destanımızın, istikbal mücadelemizin ana karargâhı mertebesine hak ederek çıkmıştır.

Gazi Mustafa Kemal millet iradesine inanarak, feyzini ve ilhamını Türk milletinden alarak bağımsızlığımızın sönmeyecek meşalesini tutuşturmuştur.

Ve Türkiye Cumhuriyeti meydanlardaki zafer nidalarının haklı gururu olarak tarihe mal olmuştur.

Gözümüzü dört açalım; Türk milleti, ruh köküne düşman iç ve dış odaklar karşısında işgal günlerinden daha tehlikeli bir duruma düşmüştür.

Savaşların, kıtlıkların, hastalıkların, küresel operasyonların yiyemediği bu aziz milleti saraya girmiş, saraya çöreklenmiş, saraya tünemiş bir bedbaht yiyip tüketmektedir.

Bereket versin ki, mukavemetimiz sağlam, zalime karşı koyma seciyemiz yüksektir.

2002’den sonraki devrin fecaati, müzakere çığırının sefaleti, teslimiyet hengâmesinin felaketi ruh ve fikir mahkûmiyeti olarak Erdoğan’da vücut bulmuştur.

Artık Recep Tayyip Erdoğan kendisini Türkiye’nin üstünde, Türk milletinin önünde görmektedir.

Var olan tüm totaliter sapmaların yan tesirleri Erdoğan’ın zihnine, iradesine ve basiretine bulaşmıştır.

Ne acıdır ki, Türk milleti iflah olmaz bir despotla, yasa ve anayasa tanımaz bir şahsiyetle yüz yüze kalmıştır.

Erdoğan Cumhurbaşkanlığına demokrasi sayesinde gelmiştir.

Fakat demokrasiye en büyük nankörlüğü yapmış, en büyük zararı yine Erdoğan vermiştir.

Şimdi de başkanlık sisteminin tesisi amacıyla varını yoğunu ortaya koymaktadır.

Hatta öyle ki, Cumhurbaşkanı sıfatıyla meydanlara inmiş, günlük politikaya girmiş, ilki Kırşehir’de olduğu gibi, milletimizden AKP’ye oy istemiştir.

Erdoğan’a kadar görev yapmış 11 Cumhurbaşkanının elbette farklı farklı siyasi düşünceleri olmuştur.

Ama hiçbiri bu kadar pervasız, bu kadar kontrolsüz, bu kadar devlet adabını hiçe sayan, üstlendiği yetkiyi kötüye kullanan bir seviyeye düşmemiştir.

Erdoğan’ın 30 Ocak 2015 Cuma Günü, Kırşehir’de, toplu açılış bahanesi altında, AKP’nin nam ve hesabına oy istemesi eşine benzerine az rastlanacak siyasi bir kırılma, hukuki bir travmadır.

Bu şahsiyet, “yeni Türkiye ve yeni anayasa” için Kırşehir’de destek aramış ve de AKP’yi adres göstermiştir.

Erdoğan kendi kişisel kariyer hedefleri, tek adam olmak, diktatörlüğe kaymak için taşıdığı makamın imkanlarını edep ve hayaya sığmayacak ölçüde ucuzlatmıştır.

Ayrıca 31 Ocak günü, Tüm Sanayici ve İş Adamları Derneği Genel Kurulu’nda da AKP’ye oy dilenmiş, 400’ü alan iktidarın yeni anayasayı hazırlayacağını, yeni Türkiye’nin temel taşlarını döşeyeceğini vurgulamıştır.

Erdoğan’ın meselesi millet değildir.

Erdoğan’ın kaygısı Türkiye değildir.

Erdoğan’ın aklında; işçi, memur, esnaf, sanayici, emekli, çiftçi zaten yoktur.

Varsa da yoksa da derdi koltuk, hedefi Türkiye’yi cehenneme çevirmek, Baasçı anlayışla çevrelemektir.

Şimdi, başkanlık sistemiyle ilgili yorum ve kanaatlerime geçmeden evvel üstüne basa basa diyorum ki, kaçak ve karanlık sarayda oturan Recep Tayyip Erdoğan Anayasa’yı delik deşik etmiştir.

Bir kez daha Anayasa suçu işlemiştir.

Ve sicilinde beyaz nokta kalmamıştır.

Hatırlarsanız, 10 Ağustos 2014 öncesi defalarca Erdoğan’dan Cumhurbaşkanı olmaz, olamaz demiştim.

Yine aynı noktadayım, yine aynı görüşteyim, yine aynı yerdeyim.

Recep Tayyip Erdoğan’dan Cumhurbaşkanı olmaz, cumhura baş olmak bu zihniyete asla yakışmaz, yakışmayacaktır.

Diyeceksiniz ki, ama Erdoğan şu anda Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturmaktadır.

Milli vicdanlara sığmayacak karar, tercih ve işlerin içinde olan; Türk milletini AKP’ye oy veren-vermeyen şeklinde kategorik olarak ayırıp tarafsızlığı bilerek, isteyerek, kasten gözden çıkaran bu adamdan, sorarım sizlere, Cumhurbaşkanı olur mu?

Anayasa’nın 104. Maddesi bakınız ne diyor: “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk Millet’inin birliğini temsil eder; Anayasanın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.”

Peki Erdoğan devletin başı mıdır, yoksa AKP’nin fiili eşbaşkanı mıdır?

Erdoğan Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin birliğini mi temsil etmekte, yoksa AKP’nin vesayet mihrakı, hırsızın uğursuzun vasi merkez midir?

Türk milletinin birliğini temsil eden ve kendine Cumhurbaşkanı diyen bir şahıs, nasıl olurda Kırşehir’de ve TÜMSİAD Genel Kurulu’nda bir siyasi parti lehine oy istemiştir?

Böyle bir dünya nerede vardır?

Demokrasiyle yönetilen, hukukla sınırları çizilmiş herhangi bir ülkede bu tip bir küstahlığa nasıl tahammül edilecektir?

Böyle bir devlet nerede kalmıştır?

Yine de ben size söyleyeyim; Kuzey Kore’ye bakınız görünüş haricinde Erdoğan’ın tıpkısının aynısını göreceksiniz.

Körfez ülkelerine, Sudan’a ve diğer bazı Afrika ülkelerine bakınız, Erdoğan benzerlerini mutlaka bulacaksınız.

Milliyetçi Hareket Partisi’nin geleneğinde, devletin başıyla siyasi polemiklere girmek gerçekte ve gerekmedikçe yoktur.

Ancak Erdoğan artık bizi mecbur bırakmış, konumundan kaynaklanan saygınlığını da nezdimizde kaybetmiştir.

 

Bizi en çok düşündüren, en çok rahatsız eden bir başka husus ise Erdoğan’ın Anayasa’nın 103. Maddesine göre ettiği yemini arka arkaya, sayısız kere çiğnemesidir.

Yeminleri bozmak Erdoğan’da alışkanlık halini almıştır.

Tekrar hatırlatmak gerekirse, Erdoğan 28 Ağustos 2014 günü TBMM’de özetle demişti ki; “Türkiye Cumhuriyetinin şan ve şerefini korumak, yüceltmek ve üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.”

Doğrusunu isterseniz, hayret etmemek, bu acıklı hale ah çekmemek elde değildir.

Şu sorunun cevabını bilen varsa hemen söylesin, yoksa söz gümüşse sukut altındır diyerek dilini kıssın: Üzerine aldığı görevi tarafsızlıkla yerine getirmek için millet ve tarih önünde namus ve şeref üzerine yemin eden Erdoğan; namustan ne anlamakta, şereften ne çıkarmaktadır?

Tarafsızlık kozasını yırtıp gözünü kan bürümüş gibi AKP adına oy talep eden Erdoğan, bundan sonra olsa olsa ruh heybesinden düşürdüğü namus ve şeref kristallerini arayıp da bulamayan bir kişi olarak hatırlanacaktır.

Şeref gibi bir derdi olmayanın Türkiye Cumhuriyeti’nin şerefini savunması beyhudedir.

Yemin bozan, yeminden dönen, yeminleri değirmen gibi öğüten birisinin Türk milletinin birliğini temsil etmesi de akla hakaret, zekaya ihanettir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Malumlarınız, Türkiye’de şu an iki sıcak gündem konusu vardır:

Birincisi PKK’nın yan kuruluşu HDP’nin barajı aşıp aşamayacağı, her iki halde de doğacak sonuçlar, bir diğeri Erdoğan’ın başkanlık sistemi hakkındaki zorlamaları, propaganda ve algı operasyonlarıdır.

HDP’nin Yunanistan’daki Syriza’ya benzeyip benzemediği, bir eşbaşkanının da Çipras’a özenip özenmediği kendi karanlık gündemlerinin ana konusu olup bizi de ilgilendirmeyecektir.

Bildiğimiz bir şey varsa o da şudur: Yunanistan’da iktidara gelen Syriza’nın bölücülük yaptığına, Yunanistan’ı parçalamak için taşeronluk akıntısına kapıldığına dair henüz bir emare ortaya çıkmamıştır.

Çipras’ın Yunan tezlerinden vazgeçtiğine dair bir kanıt da yoktur. Bununla birlikte Kıbrıs ile ilgili yeni açıklaması, Barbaros gemisinin çekilmesine dönük eleştirel bakışı çok yenidir.

Bu nedenle Türkiye’de Syriza kuluçkasına yatanlardan 7 Haziran’da Çipras çıkacağını zannedenler sanıyorum hayal alemine fazlaca dalanlar ve darı ambarı düşü görenlerdir.

Bu odakların, Çipras olmaya değil de, çıbanbaşı olmamaya gayret etmeleri hiç olmazsa kendileri adına hayırlı bir gelişme olarak teyit edilecektir.

Gündemin ikinci sıcak konusu deminden beri vurguladığım gibi başkanlık modelidir.

Erdoğan tüm yatırımını 7 Haziran sonrasına yapmaktadır.

Eğer AKP, TBMM’de anayasayı değiştirecek bir sayısal çoğunluğa ulaşırsa, AKP başkanlık modelini getirecek, yani Türkiye’de rejim ve sistem değişikliğine gidecektir.

Aslında Erdoğan’ın anayasa değişikliğindeki asal gayesi başkan olabilmektir ve bu yolla anayasal sınırlarını kat be kat aşmıştır.

Erdoğan-AKP-PKK-İmralı arasında tam teşekküllü bir al ver sürecinin çoktan kurulduğu anlaşılmaktadır.

Hatırlarsanız, Recep Tayyip Erdoğan 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanı Seçimi öncesi rakibini küçültmek, küçük düşürmek için devamlı surette vazo, saksı, monşer gibi ithamlarda bulunmuştu.

Rahmetle andığımız merhum şairimiz Arif Nihat Asya’dan mülhem diyebilirim ki, vazoyla saksıyı bırakalım da çiçekler söylesin, çiçekler itiraf etsin.

Ve nitekim milletimiz her şeyi görmüş, anlamış, idrak etmiş, niyet sahiplerini tanımıştır.

Bugünlerde vazonun kim olduğu, saksılığa kimin özendiği, çoban kulübesine yatıp krallık, emirlik, şahlık rüyaları görenin kimliği sanıyorum iyice berraklaşmıştır.

Erdoğan başkanlık modelini işaret ederek; hızlı gitmekten bahsetmektedir, demek ki bugüne kadar yavaş kaldığını kabullenmiştir.

Seri kararlar almaktan bahsetmiştir, demek ki alınan kararlar hep gecikmiştir.

Türkiye başkanlıkla yönetilirse, muasır medeniyetler seviyesine çıkacakmış.

Çok başlılık ayaklarımızı prangaya vuruyor, süreci ağırlaştırıyormuş.

Başkanlık sistemi olsaymış, ülkemiz bugünkü noktanın çok ilerisinde olurmuş.

Mevcut sistemde, üçlü kararnameyle iktidarın istediği bir kişiyi bürokraside belli bir makama getirmek zor oluyormuş.

Yargı engeli varmış. Ve bunlar parlamenter sistemin eksikleriymiş.

Başkanlık sistemi gelirse bunların hepsi aşılacakmış.

Erdoğan zannederim, aklına ne gelmişse esmiş, savurmuştur.

Dünyada şu anda G20 ülkeleri içerisinde, 10’nun başkanlık sistemiyle yönetildiğini vurgulayan ve buna özenen Erdoğan’dır.

En ileri demokrasi ülkesi olarak Amerika’yı gören, burada da nevi şahsına münhasır başkanlık sisteminin uygulandığını belirten Erdoğan’dır.

Ve Erdoğan geçmişten bugüne her zaman başkanlık sistemini savunduğunu iddia etmiştir.

Sonrada kalkmış, “Türkiye’de muhalefetin hepsini kast ediyorum, bugüne kadar ne dediysek hep onlar aksini söylemiştir. Biz beyaz dediysek, onlar siyah demiştir” diyerek bir kez daha yakayı ele vermiştir.

Doğrudur, Erdoğan’ın beyaz dediğine siyah, siyah dediğine beyaz deriz, aksi halde kendimizle çelişir, mazimizle ters düşeriz.

Çünkü Erdoğan’ın beyazı aldatma, siyahı ise vahim bir tuzaktır.

Geçmişten bu yana başkanlığı savunduğunu söyleyen ve özellikle ABD’yi örnek gösteren Erdoğan ya hafızasını sildirmiş, ya da yalancıların piri olmaya tam olarak karar vermiştir.

1993 yılında, 2.Cumhuriyet tartışmalarıyla ilgili hazırlanan ve Başak Yayınlarından çıkan çalışmanın 431. Sayfasında Recep Tayyip Erdoğan, başkanlıkla ilgili sorulan soruya bakınız ne diyor:

Lütfen dikkat buyurunuz; “Başkanlık sisteminin ortaya çıkışı bir özentinin sonucu ya da Amerikan emperyalizminin bize bir tavsiyedir.”

Sayın Erdoğan hala yüzün kızarmayacak mı? Hala aldatmalarından vazgeçmeyecek misin? Hala başını sarayın duvarlarına vurup nerede bu alo Fatih, nerede bu serok Ahmet demeyecek misin?

Aziz milletim, AKP’ye oy veren muhterem kardeşlerim; biz hangi Erdoğan’a inanalım; “Başkanlık emperyalizmin tavsiyesidir” diyen Erdoğan’a mı, yoksa “Amerika’da, Fransa’da var ne olacak” diyen Erdoğan’a mı?

Biz hangi Erdoğan’a itibar edelim; “başkanlık sistemi olmuş olsaydı, yatırımlar noktasında da altyapı, üstyapı, insana yönelik yatırımlarda da çok daha başarılı neticeler alırız” diyen Erdoğan’a mı, bir zamanlar “başkanlık özentidir, Türkiye buna hazır değil” diyen Erdoğan’a mı?

Türk milleti kaç Erdoğan’la muhataptır?

Yazık değil mi yapılanlar, günah değil mi kırılan umutlar?

Birleşik Krallığı yarı başkanlık olarak gören bu ümmi yuvasının sevenleri başkanlığın, yarı başkanlığın ne olduğunu kerrat cetvelini öğretir gibi öğretsin, yoksa dünya aleme gerçekten rezil olacaktır.

29 Ocak’ta TRT’de basın mensuplarının sorularını cevaplayan Erdoğan aynı zamanda Anayasa Komisyonu Başkanı Sayın Burhan Kuzu’nun yazdığı kitabı da referans göstermiş, yine çuvallamıştır.

Bize göre Erdoğan bu kitabı kesinlikle okumamış, okuduysa da kafası basmamıştır.

Sayın Kuzu, “Her Yönü ile Başkanlık Sistemi” isimli eserinin 37 ve 38.sayfalarında altı çizilmesi gereken şu bilgilere yer vermiştir:

“Bazı ülkeler başkanlık rejiminden esinlenerek bazı kurumsal düzenlemeler öngörmüş iseler de bunların hiçbiri ABD önderliğindeki sürekliliği sağlayamamıştır. Bu ülkelerde rejim, ya hükümet darbeleri ile son bulmuş ya da rejimler otoriter nitelikli başkancıl rejimlere dönüşmüştür”.

Devam ediyor Sayın Kuzu; Başkancıl rejimlerin en belirgin özelliği devlet başkanlarının yönetimdeki etkinliği ve iktidarın kişiselleşmesidir. Güney Amerika'da kurulan başkancıl sistemler, Kuzey'de kurulan başkanlık sisteminden çok farklı olarak dizayn edilmiştir. Bunun sonucu olarak da Güney'de diktatörlüğe kolayca dönüşebilmiştir."

“Yüce divana evet deseydik siyasi hayatımız biterdi” diyen Sayın Kuzu, kitabını sanki inkâr edercesine konuşmuş ve “başkanlık sisteminin tadına doyum olmaz” demek zorunda kalmıştır.

Dünya üzerinde, ABD dışında, Başkanlık sistemiyle düzlüğe çıkan, istikrarı yakalayan ülke sayısı yok denecek kadar azdır.

Erdoğan’ın istediği, Kuzu’nun kitabında itiraf ettiği başkancıl sistemdir.

Kuvvetler ayrımını tehdit olarak gören Erdoğan bütün erkleri elinde toplamak istemektedir.

Ve istenen bu sistem diktatörlüktür, demokrasinin ara dönemi, Türkiye’nin kuruluş felsefesinin temelden yıkımıdır.

Erdoğan üniter yapıyı tasfiye ederek, bebek katiline ve kriptolu telefonlarla görüştüğü Kandil’deki terör şeflerine eyalet yönetiminin, yani özerkliğin sözünü ve senedini vermiştir.

Az önce değindiğim çalışmanın 422. sayfasında; Erdoğan, “Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz derlerse” diye başlayan bir soruya verdiği cevap aynen şöyledir:

“Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şey yapılabilir.”

Takip eden soruda ise bağımsızlığın istenmesi halinde görüşü sorulmuş; Erdoğan’da, “bu toprak üzerinde böyle bir bağımsız bir yapıyı kurma kudreti varsa kurar” türünden hiçbir vatan evladının onaylayamayacağı şekilde ve tıpkı PKK’lıların ağzıyla cevap vermiştir.

Erdoğan Türkiye’nin kalesine gol üstüne gol atıyor.

BOP’un süvarileri, BOP’un uşakları Türkiye’yi çatır çatır çökertmek için tuzak kuruyor, dinimizi sömürüyor, milletimizi kemiriyor, birliğimizi, dirliğimizi havaya uçuruyor.

Aziz milletim, yeter artık demek için neyi ve hangi zamanı bekliyorsun?

Görmüyor musun, felaket kapımızda, uçurum dibimizde.

Anlamıyor musun, ihanetin tahtakuruları tıkır tıkır etrafımızda.

Erdoğan haramı yedi, demokrasiyi yedi, özgürlükleri yedi, tarihi yedi, milli kimliği yedi, dur demezsek devleti ve milleti de yemek üzeredir.

Fason ve fotokopi Başbakan ise üç maymunu oynamakta, orada burada selamla vakit kaybetmekte, başkanlık tartışılırken çıtını çıkarmadığı gibi seçimden sonra İzmir’e Başbakanlık ofisi açmaktan bahsetmektedir.

Bu Başbakan’ın sözde mahcup danışmanı, verdiği mülakatlarda, “Cumhuriyet’in bu haliyle devam etme ihtimali yoktur” demektedir.

Ve kamçı yemiş, çifte yemiş gibi konuşmayı sürdürerek, PKK’nın yüksek pazarlık gücüne sahip bulunduğunu, Öcalan canisinin de tarihe geçecek bir lider olduğunu utanmadan, sıkılmadan açıklamaktadır. 

Bu ehli salip kadrosuna sesleniyorum, bu işgal artıklarına, bu milli mücadele hazımsızlarına diyorum; kuruluşunda payınızın olmadığı Türkiye Cumhuriyeti’ni size yıktırmayız, size böldürmeyiz.

“Hukuk mu kanun mu; ben hukuk diyorum” diyen Erdoğan, tasalanma, hukuk karşısında iki büklüm olacağın günler elbette gelecektir.

Bu da çok uzak değildir.

Başkanlık sistemi olsaydı Türkiye uçardı diyorsun, 12 yıl Türkiye’yi sürüm sürüm süründürdün. Dert etme bunun da faturası önüne koyulacaktır.

Merkez Bankası’na faiz indir baskısı yaparak dövizi fırlattın, vatandaşlarımızın, özel şirketlerin canını yaktın, döviz lobisine hizmet ettin. Mesele yapma, biraz daha sabret yaptıklarının bedelini etrafınla birlikte ödeyeceksin.

Türkiye’yi korku parantezine aldın, önüne gelen sanatçıyı, oyuncuyu, öğrenciyi, vatandaşımızı korkuttun. Ama senin de korkacağın, titreyeceğin günler yakındır.

Türk milleti korkuları gömecek, 7 Haziran’da senin ve çetenin yakandan kavrayacak, yakandan tutacaktır.

Milliyetçi Hareket’in nefesi hainlerin, haram yiyenlerin, Cumhuriyeti yıkmak için kuyruğa girenlerin ensesindedir.

8 Şubat 2015 Pazar günü, Kırşehir’de, ‘Nefesimiz Ensenizde Olacak’ temalı açık hava toplantımızda milletimizle kucaklaşacak, Erdoğan’ın ve AKP’nin oyunlarını, tezgahlarını bir bir anlatmak için Anadolu bozkırlarına koşacağız.

Daha önce söylediğimiz gibi Erdoğan nerede miting yaparsa biz orada olacağız ve bunu karşılıksız bırakmayacağız.

Endişeye mahal yoktur, Türk milletinin verdiği mesaj ve müjde hepimizin ruhunu ısıtmaktadır.

Bu vatanın kara bağrında sıra dağlar gibi duranlar vardır ve manevi destekleri arkamızdadır.

Küfre karşı duracağız, batıla susmayacağız.

Ağızları küresel merkezlerde mühürlenip aramıza Truva atı gibi sokulanlara eyvallah etmeyeceğiz.

Meriç kıyısındaki en hakir kum tanesinden Ağrı Dağı yamacındaki en fakir deve dikenine kadar bütün memleketi tutsaklıktan kurtaran milli ruh hamd olsun ki, Milliyetçi Hareket Partisi’ne hakim olmuştur.

Türkiye himayesiz, başıboş değildir; himaye edecek, milletini ufukların ufkuna çıkaracak, zirvelerin zirvesine uçuracak irade Milliyetçi Hareket Partisi’dir.

Son olarak Erdoğan’ın bir sözüne daha temas edip, konuşmamı bitireceğim.

Bu zihniyet, 27 Ocak günü, muhtarlarla yaptığı toplantıda; “siz Türkçü parti zannediyorsunuz, ama bakıyorsunuz onlar aslında üst akla çalışıyorlar.” demiştir.

Erdoğan, bu üst aklın hüviyetini, neye benzediğini aydınlatmazsa, bizim üst akla çalıştığımız iddiasını ispatlamazsa namerttir.

Üst aklın duldasında yıllar geçiren, küresel türbülansta her şeyini yitiren Erdoğan, söylediği sözleri ispatlamazsa müfteridir.

Bu düşüncelerle konuşmama son verirken hepinizi bir kez daha sevgi ve saygılarımla selamlıyor, Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun.