Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Değerli Milletvekilleri, Saygıdeğer Misafirler, Sayın Basın Mensupları, Parti Meclis Grubumuzun bu haftaki toplantısına başlarken hepinizi en halisane duygularımla selamlıyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Ülkemiz farklı boyut ve ölçülerde sorunlarla boğuşmaktadır. Türkiye’nin önünü kesmek isteyen çevreler her boşluktan istifade arayışında, her fırsatı değerlendirme çabasındadır. Bölgesel ve küresel operasyonlar milletimizin huzur ve bekasını sürekli tehdit kuşağında tutmaktadır. Bunlar oluyorken milli kimliğimiz zarar görmekte, milli birliğimiz ağır yara almaktadır. İtiraf ve kabul edelim ki, ülkemizin etrafı husumet çemberine alınmıştır. Komşu coğrafyalardaki sıcak çatışma ortamı doğrudan doğruya ülkemize yansımaktadır. Art niyetli kimlik siyasetleri milli bekamıza zarar vermektedir. Etnik körlük, mezhepçi tahammülsüzlük, emperyalist komplo hem ülke içini hem de komşu coğrafyaları kaosa sürüklemektedir. Bu nedenle belirsizliklerin hızla yayıldığı, hatta kökleştiği bir zaman diliminden geçtiğimiz açık ve hakikattir. Hassas ve zorlu bir coğrafyada bin uzun yıldır yaşadığımızı hiç kimse inkar edemeyecektir. Aynı şekilde, tarihsel husumetlerin de nesiller boyunca birikerek, dahası derinleşerek bugünkü zamana miras kaldığını hiç birimiz yok sayamayacaktır. Coğrafyamızı değiştiremeyeceğimize göre arayışlarımız bu aziz vatanın ahlaki ve politik gerçekleriyle sınırlı olmalıdır. Bizim başkent Ankara vizyonuyla söylemek istediğimiz aslında budur. Tarihimize yüz çevirmeyeceğimizden dolayı; neyi istiyor, neyi hedefliyorsak dünümüzden kopmadan, ecdadımızın vasiyetine nankörlük yapmadan başarabilmeliyiz. Dünyaya Türkçe bakış önerimizin altında yatan ana dinamik buradan feyzini almaktadır. Uluslararası ilişkilerde kalıcı dostluk, kalıcı düşmanlıktan bahsetmek gerçeklere sırt dönmekle eşanlamlıdır. Her ülkenin kendi çıkarını gözetmesi normaldir ve kaldı ki bunun aksini beklemek saflık ötesidir. Her ülkenin siyasi ve ekonomik bağlantılar tesis ederken, en çok fayda ve avantajı gözetmesi olağandır, tersini düşünmek ise akıl tutulması olacaktır. Bu itibarla Türkiye’nin bölgesinde yalnızlık çekmesi, üstelik buna gönüllü olması; hem rasyonel, hem akılcı, hem de coğrafyamızın yüklediği sorumluluklar gereğince izah edilebilir değildir. Bölgesinde yalnızlaşan, sözü yere düşen ve dikkate alınmayan bir ülkenin muhasımları da doğal olarak fazla olacaktır. Bu ilkel ve geri tablo sonucunda; ekonomiden güvenliğe, sanattan spora, siyasetten ticarete kadar her alanda yeşeren zincirleme olumsuzluklar az ya da çok etkisini hissettirecektir. İnsanlık küreselleşme gerçeğiyle karşı karşıyadır. Sınırların fiilen silikleştiği, gümrük duvarlarının incelip küçüldüğü de ortadadır. Bu yüzden ultra küreselleşme tufanının yaşandığı bir dünyada milli ve manevi temellerden savrulmadan; tarihi ve kültürel emanetlerden uzaklaşmadan çağı anlamak, yorumlamak ve bu kapsamda yeni atılımlar yapmak şarttır. Dünde kalan sorunları bugünlere taşımanın, yarınlara açılan kapıları önyargı ve taassuplarla sürgülemenin mantıklı ve meşru bir açıklaması sanıyorum aransa bile bulunamayacaktır. Türkiye’nin dış politikasında pek çok ayak bağı, pek çok açmazı vardır. Yıllardan beri, dış politikamız maceracı ve marazi bir zihniyetle ele alınmış, bu şekilde yönetilmiş ve yönlendirilmiştir. İşin garibi, değerli yalnızlıktan bile medet umulmuştur. Fakat haklı olduğumuz konularda haksız sayılmamız, kazanmamız gerekirken kaybetmemiz hatalı ve hamasi dış politik tasavvurun eseridir. Aktif dış politika söyleminden pasif ve edilgen bir pozisyona gelinmesi yılların gaflet ve ihmalinin neticesidir. Ülke olarak; ön alacaktık, önü alınan olduk; sözümüz geçecekti sözü kesilen olduk; caydırıcılığımız artacaktı, her cephede cayan bir duruma düştük. Bölgemizde ve dünyada parlayan yıldız olduğumuz iddia edilmişti. Ne var ki ortada ne bir yıldız ne de bir parlaklık görüldü. Yalnızca sönmüş ve dumanı tüten bir volkana döndük. Türkiye Ortadoğu’ya model olacak, gıpta ile bakılacak, herkesin örnek alacağı bir ülke olacaktı. Değişim dalgasını biz yönetecektik. Bizden habersiz yaprak bile kımıldamayacaktı. Dünya Türkiye’yi hayranlıkla konuşacaktı. Ancak bu yüksek gayelerin hepsi bir bir hayal ve yalan oldu. Çünkü dış politikamız başka başkentlerin çekim alanına girdi, yabancı tez ve hedeflerin yörüngesine sabitlendi. Milli güç ve imkanlarımız dış politikadaki abartılı söylemlerle uyuşmadı, örtüşmedi. Siyaset alabora olmuşken, ekonomi yavaşlayıp tökezlerken, iç barış ve huzur iklimi istikrarsızlığa hapsolmuşken dış politikadaki aşırı hedeflerin, hayali taahhütlerin gerçekleşmesi elbette imkânsızdır. Hükümet bunu görememiş, 14 yıl süresince havanda su dövmüş, boşa kürek çekmiştir. Keşke her iddia yerini bulsaydı. Keşke Türkiye bölgesinde ve küresel zeminde süper güce ulaşmış olsaydı. Biz samimiyetle bunu ister, bunu dilerdik. Kaldı ki bizim de asıl ve yegane hedeflerimizden birisi Türkiye’nin bölgesel güç, küresel aktör olmasıdır. Bu aziz ülkenin, küresel düzeyde söz sahibi olması; siyasi, ekonomik ve diplomatik alanda belirleyici bir konuma gelmesi bizi yalnızca gururlandırır, kesinlikle göğsümüzü kabartır. Kültürel birikimimizi, sahip olduğumuz kadim değerleri, küreselleşmenin daha insani bir nitelik kazanması yolunda kullanmak dururken; yerimizde saymak, kısır çekişmelerle vakit kaybetmek bir defa gelecek nesillere büyük bir haksızlıktır. Mazlum milletlerin asırlardır sömürülmesini, demokrasi, insan hakları ve adalet adına sürdürülen zorbalık düzeninin bitirilmesini kalbi vatan ve millet aşkıyla çarpan her insanımız isteyecek ve bunun için çalışacaktır. Maalesef ki AKP hükümetleri dış politikayı eritmiş, anlam ve değerini küçülterek iç politikaya malzeme yapmıştır. Tüm komşularımızla aramız bozulmuştur. Üç tarafımız denizlerle, dört tarafımız düşmanlarla çevrilmiştir. Sayın Binali Yıldırım Başbakan olduktan sonra, bir ihtimal, dış politikadaki hasarın büyüklüğünü görmüş olacaktır ki, birden bire dostların çoğaltılmasından bahsetmeye başlamıştır. Nitekim “dostlarımızı artıracağız, düşmanlarımızı azaltacağız” diyen Başbakan’dır. Başbakan daha da ileri giderek; “Mısır, Suriye, İsrail, bu üç ülke de Akdeniz’deki komşularımız. Komşularımız arasında daimi düşmanlık olmaz. Zaman zaman gerginlik olacaktır. Bu durum Rusya için de böyle” deme gereğini duymuştur. Bu sözler tabii olarak olumlu ve pozitif niteliktedir. Buna karşılık Cumhurbaşkanı’nın ''Kendimizden başka dostumuz yok'' sözleri Başbakan’ın sözlerini açığa düşürmektedir. Yine de Sayın Erdoğan’ın bu ifadelerini boş bulunduğu bir anda heyecana gelerek yaptığına inanmak istediğimizi özellikle vurgulamak isterim. Madem gün gelip pişmanlık gösterilecekti, o zaman Mısır’la niçin kavga edilmiş, Mısır politikası Mursi’ye niye tapulanmıştır? Yaşananlar sıradan gerginlik idiyse, kardeş Esad’tan, katil Esed noktasına hangi saik ve düşünceyle gelinmiştir? Suriye’nin iç işlerine karışmanın, toprak ve insan bütünlüğüyle oynamanın mahsur ve maliyetleri hiç mi hesap edilmemiştir? İsrail’e edilmedik hakaret, yapılmadık suçlama kalmamışken, sonra dönüp zeytin dalı uzatılmasını, birbirimize mecburuz, anlaştık anlaşıyoruz çizgisine gelinmesini nasıl okuyalım, neye bağlayalım? Bu U dönüşlerini hayra mı yoralım, hüsran mı görelim? Başbakan’ın açıklamaları önemlidir, bundan sonraki politik adım ve uygulamalar için bağlayıcıdır. Sayın Yıldırım, komşu ülkelerle yaşanan vahim sorunları zaman zaman maruz kalınan gerginlik seviyesinde mütalaa ettiğine göre; AKP’nin Suriye politikası başta olmak üzere komşu ülkelerle arasındaki soğuk ilişkilerin seyri de değişecek demektir. Bu isabetlidir, yerindedir, zira başka çare de yoktur. Ancak bu kadar kırık dökükten sonra, hiç mi özeleştiri yapılmayacaktır? Pardon yanlış oldu demekle, dış politikadaki bunca ağır kambur ve problemden bir çırpıda kurtulmak mümkün müdür? Dış politikadaki kahredici dağılmanın sorumlusu kim ya da kimlerdir? Sayın Başbakan, sanıyorum bu sorular üzerinde de kafa yoruyor olsa gerektir. Aksi halde, bir şey olmamış gibi yeni politik duruma yumuşak geçiş yapmak milletimizin gözünden kaçmayacak, kutlu iradesinden de vize alamayacaktır.
Değerli Arkadaşlarım, 24 Kasım 2015’den bugüne geçen yedi aylık sürede, Türkiye ile Rusya arasında soğuk savaş yıllarını aratmayacak gerilimler yaşanmıştır. Haklı yere düşürülen Rus uçakları iki ülke arasındaki ilişkilerin donmasına, durmasına neden olmuştur. Rusya’nın hemen devreye soktuğu yaptırımlar seti Türkiye ekonomisini can evinden vurmuştur. Bilhassa turizm sektörü vahim bir darbe yemiştir. Rus uçakları adeta Akdeniz sahil boyuna düşmüştür. Rezervasyonlar yarı yarıya iptal olmuş, istihdam ve döviz girişinde keskin inişler yaşanmıştır. Turizmcilerimizin şikâyetleri haddinden fazladır. Artan terör olayları, patlayan canlı bombalar, dış politikadaki sancılı gidişat turizme doğrudan yansımış, çıkan fatura hem ülke ekonomisine hem de girişimcilerimize zarar vermiştir. Bu yılın ilk beş ayında, özellikle Antalya’ya gelen turist sayısı geçen yıla göre yüzde 42 düşmüş, Rus turist sayısındaki azalma ise yüzde 98’i bulmuştur. Bu tablo elbette kaygı vericidir ve müdahaleyi beklemektedir. Cumhurbaşkanı’nın Putin’e yazdığı mektup, Moskova’ya yeni büyükelçi atanması, Rus Milli Günü’ne katılım gibi girişimler, iki ülke arasındaki ilişkilerin düzelmesi adına yapılan bazı iyimser hamlelerdir. Türkiye’nin komşularıyla iyi geçinmesi, gerekmedikten ve şartlar zorlamadıktan sonra kutuplaşma ve husumete şans tanınmaması milli menfaat açısından elzemdir. AKP hükümeti, milli hak ve konulardan taviz vermeden, önüne çıkana iç politikada mevzi elde etmek için meydan okuma gayretkeşliğine tevessül etmeden, girdiği yanlış ve karanlık yoldan derhal dönmelidir. Komşu ülkelerle ilişkilerimizin tamiri, dış politikanın tümden tashihi gecikmeden sağlanmalıdır. Çünkü içi boş diklenmelerin zararını çeken, sonuçlarına katlanan Türkiye’dir, Türk milletinin tamamıdır. Turizm sektörüne muhakkak surette destek verilmeli, ülkemiz normalleşmelidir. 2016 yılının ikinci yarısı, hükümet tarafından samimiyetle atılım dönemi şeklinde görülüyor ve hedefleniyorsa, bunun icap ve sorumlulukları da harfiyen yapılmalıdır. Lafla peynir gemisi yürütme dönemi geride kalmıştır. Hükümet hayatın gerçekleriyle, milletimizin beklentileriyle mutlaka yüzleşmeli, üstlendiği göreve layık olacak donanım ve dinamizmi gösterebilmelidir.
Değerli Milletvekilleri, Türkiye’nin giderek çetrefilleşip çatallaşan bir mülteci sorunu vardır ve gündemdeki sıcaklığını her yönüyle korumaktadır. Yurdundan yuvasından kopup gelen milyonlarca Suriyeli ve Iraklı’ya kapımızı ve gönlümüzü açtık. Milletçe misafirperverliğimizi özenle yaptık. Komşu komşunun külüne muhtaçtır dedik, sabır ve tahammül gösterdik. Ne var ki, mülteci yığılmasının sosyal, ekonomik ve demografik mahsurlarını parti olarak sürekli dile getirdik, muhataplarımızı ısrarla uyardık. Hükümet ise kulağının üzerine yattı, oralı bile olmadı. Bir önceki Başbakanı Davutoğlu’nun; “Kayseri pazarlığı yaptık” sözleriyle 18 Mart 2016’da AB’yle Geri Kabul Anlaşması imzalandı. Davutoğlu, AB’nin istediği gibi, Ege’de yakalanan bütün mültecileri geri almayı kabul ederek, bunun karşılığı olarak, “AB’nin kendi seçeceği mültecileri Avrupa’ya göndereceklerini” açıklamıştı. Ne var ki, AB’nin mülteci seçme işinin BM Mülteciler Yüksek Kurulu sistemi içinde değerlendirileceğine, kalifiye, vasıflı ve işe yarar kişiler dışında alımın yapılamayacağına nedense değinen hiç olmadı. Avrupa’dan alınan her Suriyeli için bir başka Suriyeli’yi mülteci statüsünde alacaklarına inandık, inandırıldık. Bu hezeyanla temellenmiş anlaşma aslında Kayseri pazarlığı değil, at pazarlığıydı; karşılığında para alınacak, 1 Haziran’dan itibaren vize muafiyeti olacaktı. Söylenen, servis edilen, milletimize zafermiş gibi takdim edilen buydu. Türkiye Avrupa’nın sınır bekçisi, mültecilerin toplanma kampı olarak görülmüş, hükümet de buna razı olmuştu. Milli onurumuzu ayaklar altına alan bu anlaşmayla ülkemiz AB’nin keyfine mahkum edilmişti. AB Komisyonu’nun 15 Haziran’da yayımlamış olduğu ikinci raporunda, anlaşmanın hedefine ulaştığı sayılarla ortaya koyulmuş, Ege adalarından alımlarla AB ülkelerine yeniden yerleştirme süreçlerinin standartlara uygun gerçekleştiği vurgulanmıştır. Tabii olarak AB açısından herhangi bir mesele yoktur. İstediğini almış, verdiği sözlerini ise mizaç ve cibiliyetine uygun olarak çiğnemiştir. AB, Türkiye’ye vize muafiyeti konusunda ilave şartlar getirmiş ve terörle mücadeleyi kösteklemeye, engellemeye kalkışmıştır. Başbakan Yıldırım, partisinin geçen haftaki grup toplantısında son derece yerinde bir ifadeyle, “varsın orada kalsın vize muafiyeti” diyerek, AB’nin terörle mücadeleyi durdurmaya tevessül eden utanmazlığına haddini bildirmiştir. Bunun yanında, Avrupa Parlamento binasının kirli koridorlarında kanlı örgüt YPG’nin sözde flamaları asılmış, bu örgüte selam verilmiştir. Sayın Erdoğan’ın Avrupa Parlamentosu’na etkili cevabı da bizleri memnun etmiştir. Bir terör örgütüne ait paçavraların Avrupa Parlamentosu’nda ne işi vardır? Bu nasıl bir medeniyet anlayışıdır? Bu YPG denen illet PKK’nın ikizidir. Bu YPG isimli cinayet örgütü, ABD desteğiyle Fırat’ın batısına geçtiğinden beri, tıpkı IŞİD gibi önüne geleni öldürmekte, işkenceye tabi tutmakta, çiftçilerden haraç toplamakta, yargısız infaz ve etnik kıyımla şiddet saçmaktadır. Geçtiğimiz aylarda, Avrupa Konseyi binasının önünde terör örgütü PKK’nın çadır kurmasına izin verenlerin, bu defa koridorlara örgüt flamalarının teşhir edilmesine müsaade etmelerini hangi dostluğa, hangi insanlık değerlerine sığdıralım? Avrupa Birliği’nin bu PKK sevdasının, bu YPG tutkusunun kaynağı nedir? AB’nin tedavisi imkansız kafa yapısına göre, terör Avrupa ülkelerini kana bularsa kötü; ama İstanbul’u, Ankara’yı, Diyarbakır’ı, Şırnak’ı, Mardin’i vurursa iyidir. Brüksel bombalanırsa dünya ayağa kalkar, Ankara’nın kanı akarsa insanlık üç maymunu oynar. Paris’te teröristler ölüm saçarsa ülkeler alarma geçer, Van’da, Hakkari’de, Tunceli’de masumlar acımasızca katledilince hiçbir ülkeden çıt çıkmaz. Gelişmiş olmak demek insan olmak anlamına gelmez. Nitekim robotta gelişmiştir, ama vicdan ve duyguları yoktur. On yıllardır aralarına katılmak istediğimiz birlik üyesi ülkelerin konu Türkiye olunca birden bire hissizleşmesi sadece vicdansızlıkla değil, Türk-İslam müktesebatına nasıl baktıklarını da göstermektedir. Avrupa’ya akın akın giden mültecilerin zor durumlarından istifade ederek Kiliselerde vaftiz ettiren anlayışın, ne demokrasiye ne de özgürlüğe hürmet ve bağlılığı vardır. Gelişmelerden çıkardığımız sonuç budur. Avrupa Parlamentosu’na asılmış YPG flamalarının altında poz veren, terörün yanında sırıta sırıta saf tutan, bu tavırlarıyla Türk milletine alçakça meydan okuyan HDP eşbaşkanı artık çok olmuştur. Biz bu siyasi teröristlerin sırtlarını YPJ’ye, YPG’ye, PYD’ye dayadığını biliyorduk da, Kandil’in AB şubesiyle bu denli haşır neşir olduklarını delilleriyle yeni gördük. Bu ne küstahlıktır? Bu ne hayasızlıktır? Başbakan, AB’ye “varsın orada kalsın vize muafiyetiniz” derken, bir tarafını eksik bırakmıştır. Biz bu eksiği tamamlıyor ve diyoruz ki, vize muafiyetiniz başınızda paralansın, vizeniz kadar başına taş düşsün. AB’ye yakışan bundan böyle zirveleri Kandil’de yapması, yetmiyorsa, İmralı önlerinde yatıya kalması, kapıdan giremiyorsa şansını bacadan deneyerek bebek katiline yüz sürmesidir. Kendilerine yakışan bu olacaktır. Avrupa ülkelerinin; emzikli bebeklerin, henüz doğmamış yavrularımızın kanını dökecek kadar canileşmiş teröristlere ilgi ve sempatileri tam manasıyla Türk düşmanlığıdır. Ve bunun mazisi eskiye dayanmaktadır. Keskin sirke küpüne zarardır, rüzgar eken fırtına biçecektir ve artık AB’nin sonu da görünmüştür. Birleşik Krallık’ta 23 Haziran’da yapılacak AB’den çıkış referandumu beklenen sonucu verirse hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. AB sorgulanmakta, dayandığı zemin çatlamaktadır. Birleşik Krallığın ayrılması, Avrupa’daki denklemi baştan ayağa değiştirecek, birlik hukukunda büyük bir gedik açacaktır. AB su almakta, tel tel dökülmektedir. Açıkça diyorum, Türkiye AB’ye mecbur ve mahkûm değildir. Biz kendi söküğümüzü kendimiz dikebiliriz. Biz kendi göbek bağımızı kendimiz kesebiliriz. Çok şükür hiçbir müstevliye muhtaç da değiliz. Hiçbir namerde el açmaz, diz çökmeyiz. Biz Türk milletiyiz. Hepimiz Türkiye’yiz. Ülkemizin bırakınız kapanmasını, açılmayan müzakere başlıklarıyla yıllardır oyalanması, aşağılanması, küçük görülmesi milli onurun kabul etmeyeceği acziyettir. Gerekirse yeni bir dünya kurar, orada yerimizi alırız. Bunu iktidarıyla muhalefetiyle hep birlikte başarırız. Ne hazindir ki, Birleşik Krallık Başbakanı belirli aralıklarla Türkiye’ye hakareti iş edinmiştir. Emperyalizm mirasçısı bu şahıs diyor ki, “Bu hızla Türkiye 3 bin yılında üye olur.” Şu çelişkiye bakınız ki, bunu söyleyen şahsın ülkesi AB’den çıkmak için iki gün sonra referanduma gidecektir. Birleşik Krallık Başbakanı, Panama belgelerinde yakayı ele verdikten sonra anlaşılan nevri dönmüş, aklı bulanmış, zamanlar arası bocalama yaşamıştır. Bu Sakson zihniyetine, İngiliz sinsiliğine dedelerimiz cevap vermişti; lazım gelirse biz de veririz, biz de haklarından geliriz. Bilinsin ki, Türk milletinin mukaddes surunda delik açtırmayız, Ortadoğu’ya fitne tohumları ekenlerin oyunlarına asla tamam demeyiz. Artık AB’yi masaya yatırma zamanı gelmiştir. AKP bunu yapacak dirayet ve cesareti gösterebilmelidir. Hükümet, milli vicdana tam bir sadakatle hareket eder, Türkiye’nin tarihi haklarını korkusuzca savunursa, Milliyetçi Hareket sorumlu ve milli muhalefet anlayışından dolayı desteğini asla esirgemeyecek, iktidarı yalnız bırakmayacaktır.
Değerli Arkadaşlarım, Milliyetçi Hareket Partisi milletinin sinesinde doğmuş, yine milletine hizmetle dolmuş taşmış Türk siyasetinin 47 yıllık destan ve dimağıdır. Milliyetçi Hareket Partisi’nin kökleri 1948’de kurulan Millet Partisi’ne kadar inmekte, devamı olan Cumhuriyetçi Millet Parti’sine gitmekte, Türkiye Köylü Partisiyle kesişmekte, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisine kadar dayanmaktadır. Fikri kaynaklarımızın ise bir asrı aşan geçmişi vardır. Hatıra, heyecan, hedeflerimizin asırları aşan, ta Orta Asya’ya uzanan bir arka planı, kültürel ve tarihi zemini vardır. Bu yüzden Türkçü olduğumuz kadar da Turancıyız, Turan coğrafyasının özlemleriyle geleceğe bakıyoruz. Milliyetçi Hareket Partisi; gelenekleri ve töreleri olan, mensupları tarafından sevdayla benimsenmiş teamül ve kuralları bulunan bir millet çınarı, demokrasi şaheseridir. Milliyetçi Hareket Partisi yerlidir, millidir, Türk-İslam ülküsünün göz nuru, yürek atışıdır. Bizi başkalarından ayıran en temel fark buralarda aranmalıdır. Biz bir siyasetin değil, kutlu ve payidar bir davanın gönül erleriyiz. Biz dünyevi tamah ve gelip geçici arzuların peşinde değil; kızıl elmanın ardında, İlayı Kelimetullah’ın izinde, aleme nizam verme amacının tertemiz yolundayız. Biz Türk milletinin gönüllü neferleriyiz. Hedeflerimiz yüksek, hayallerimiz büyüktür. Bu nedenle ülkücüyüz, bu nedenle ülkümüze Ferhat’ın Şirin’e, Mecnun’un Leyla’ya olduğu gibi aşığız, ölümüne bağlıyız. Şunu da biliriz ki, Milliyetçi Hareket Partisi imanlı ve ihlaslı kadrolarıyla hiçbir oyuna gelmez, hiçbir tuzağa düşmez, hiçbir operasyona, habis senaryoya boyun eğmez. Türkiye’nin yanındayız. Zalimlerin karşısındayız. Her neviden terör yapılanmasının, legal görünümlü illegal örgütlerin tam karşı cephesindeyiz. Parti içi sözde demokrasi arayıp paradigma değişimi propagandasıyla diretenlerin, paralel kuluçkasında pışpışlanıp MHP’ye yuvalanmayı hedeflemiş çürük yumurtalar olduğunu da gayet iyi biliriz. Hatırlarsanız, değişim korosu 15 Mayıs’ta tarlaya doluşmuş, polis bariyerlerine tırmanmış, tozda toprakta bu kutlu davayı cümle aleme mahcup etmişlerdi. Güya kurultay yapacaklardı. Güya 15 Mayıs’ta MHP’yi denetim altına alacaklarını zannediyorlardı. Çünkü aldıkları paralel talimat buydu. İlk etapta, MHP’yi millet nezdinde küçük düşürürlerse, sağından solundan hırpalayıp çekiştirirlerse efendilerinden ödül alacaklar, servet ve şöhretleri artacaktı. Başaramadılar, yorgun argın geldikleri gibi gittiler. 6.Olağanüstü Büyük Kurultay takvimimizi açıklamamıza, 10 Temmuz’da demokratik şölenimizi yapacağımıza rağmen, bu defa da 19 Haziran diye tutturdular, bu kez de otel salonlarına yığıldılar. Malum isimler, geçtiğimiz Pazar günü, 70 yıllık çok partili siyaset hayatımızda bir ilki gerçekleştirdiler ve kendileri çalıp kendileri oynadılar. Bu zamana kadar görülmemiş çirkeflik ve pervasızlıkla sözüm ona Parti Tüzüğümüzde 13 maddelik değişiklik yaptılar. Vay zavallılar vay; bu kadar mı küçüldünüz, bu kadar mı şuur kaybına uğradınız? Hadi diyelim, kurultay yaptınız. Hadi bunu kabul ettik sayalım. Peki, yargı kararına göre tek maddelik Tüzük değişikliği gündemiyle toplanması gereken bir kurultayda, hele hele hiç kimsenin haberi olmadan 13 maddeyi hangi ara değiştirdiniz? Merkez Yönetim Kurulu ile Genel Başkan yetkilerini nasıl tırpanladınız? Bu kararmış aklı, bu ucube hakkı size hangi satılmış, hangi MHP düşmanı verdi? Gözle kaş arasında açılması usulen mümkün olmayan kurultay açıldı, saatlerce delege sayımı yapıldı, gecikmeyle divan seçildi ve çok geçmedi oylama yapılarak Tüzük maddeleri değiştirilmiş oldu. Allah inandırsın, Turist Ömer olsa hızınıza yetişemezdi. Korsan kurultaya kim katıldı, kaç kişi katıldı, neye onay verdi, neye zorlandı belli olmadan, bir baktık ki olan olmuş, Tüzüğün 13 maddesi değişivermiş. Benim diyen madrabazın yapamayacağı bir kurnazlıkla adrese teslim iş tamamlanmış. Ankara 13.Noter, bir gün sonra zorlaya zorlaya 656 delegenin salonda hazır bulunduğunu açıklamıştır. Ne var ki, hiçbir vicdan sahibi çıkıp da, Tüzük hükümlerinde yapılacak bir değişiklik için Denekler Kanunuyla, Türk Medeni Kanunun 78 ve 81’nci maddeleri kapsamında, toplam delege sayısının üçte iki çoğunluğunun aranacağını söyleyememiştir. Salt çoğunlukla Tüzük değiştirilemeyeceğini tescil eden emsal Yargı kararlarını hatırlayan ise hiç olmamıştır. Bizim toplam delege sayımızın üçte iki çoğunluğu 809’dur. Noter 656 delegenin salonda hazır bulunduğunu açıklamıştır. İyi niyetli delege kardeşlerimizi hariç tutarak soruyorum, bu şartlar altında Tüzüğümüzün değiştiğini hangi bedbaht, hangi şuursuz ileri sürebilecektir? Eğer süren olursa MHP’ye oyun kuranların işbirlikçisi, içimize sızmış Truva atı, dünya durdukça hain olmayacak mıdır? Karar yeter sayısıyla toplantı yeter sayısını karıştıran, Tüzük değişikliğini kanunsuz şekilde oldubittiye getirerek 47 yılımızı inkar eden birkaç densize bu partiyi teslim edeceğimiz, buyurun ne yaparsanız yapın diyeceğimiz mi sanılmaktadır? Nerede bu yoğurdun bolluğu, nerede bu suyun kaynağı? Söylesinler de biz de bilelim, biz de gidip içelim. Ayrıca Akyurt, Ankara il Merkezi olmamasına rağmen, kurultay mekânı olarak bu ilçenin seçilmesi yasa dışı olmayacak mıdır? Böyle görülmeyecek midir? Siyasi Partiler Kanununun çiğnenmesi alışkanlık haline gelip de, yarın birileri Diyarbakır’da parti kurultayı yapmaya kalkarsa ne olacak, bu pirincin taşını kim ayıklayacaktır? Şu keyfe ve cürete bakınız, 10 Temmuz’da Olağanüstü Büyük Kurultayı sözde seçilmiş divan yapacakmış. Biz de sadece misafir olarak katılacakmışız. Türk siyasetinde böyle bir kepazelik ne görülmüş, ne de duyulmuştur. Söylenecek çok söz vardır. 19 Haziran oyunu tam olarak deşifre etmiştir. Ve bize de düşen hem oyunu bozmak, hem de oyuncuları rezil rüsva etmektir. Temiz duygularla Ankara’ya gelen delege kardeşlerim, oyunu görün, oyunun sinsiliğini ve kahpeliğini anlayın. Bizim ne meselemiz varsa, neyi istiyorsanız ve ümit ediyorsanız, bunların hepsini kendi aile içimizde çözeriz, dava hukuku çerçevesinde hallederiz. Pensilvanya’nın oyunlarına kanmayınız, paralel işbirlikçisi maskeli siyaset bezirganlarına aldanmayınız. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı olarak, davanın namusunu kendi namusum biliyor, bu kutlu hareketi asla mütecaviz ellere, müptezel emellere bırakmayacağımı, asla teslim etmeyeceğimi bir kez daha ilan ediyorum. Tüm delegelerimizi, tüm dava arkadaşlarımızı 10 Temmuz’da 6.Olağanüstü Büyük Kurultayımızı yapmak için Ankara’ya bekliyorum. Milliyetçi Ülkücü Hareket bu badireyi el birliği, güç birliği ve ülküdaşlık ruhuyla aşacak, tam bir kenetlenmeyle oyunu bozacaktır. Herkes emin ve rahat olsun, davamız için doğru adımları atacağız ve oyunu hepten, kökten, tümden bozacağız. Sözlerime son verirken, muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, başarılılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyor, hepinizi Rabbime emanet ediyorum. Sağ olun, var olun.
|