Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin TBMM Grup Toplantısında Yaptıkları Konuşma. 11 Ekim 2016
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yaptıkları Konuşma
11 Ekim 2016

 

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Değerli Misafirler,

Medyamızın Saygın Temsilcileri,

Bu haftaki parti Meclis grup toplantımıza başlarken yüksek heyetinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.

Milletçe huzur arıyoruz, fakat karşımıza her seferinde hezimet, her defasında hüsran çıkıyor.

İstikrar gelsin diyoruz; analar, gelinler, çocuklar ağlamasın, vatan evlatları ölmesin istiyoruz; nafile, yine umutlarımız boşa çıkıyor.

Türkiye gittikçe kan kaybediyor, günden güne eriyor.

Suçlular geziyor, sorumlular bahane üretiyor.

Bunu her vicdan ve namus sahibi vatan evladı görüyor, elbette kızgınlıkla beraber kaygı duyuyor.

Felaketlerden başımızı kaldıramıyoruz.

Sorun ve sıkıntılardan nefes alamıyoruz.

Kayıpların yaygınlığı, kara haberlerin yoğunluğu, şikâyet ve feryatların ağırlığı aziz vatanımızın üzerine çığ gibi düşüyor.

Türkiye terörizmle savaşmaktadır.

Artık bu gerçeği açık seçik kabul etmekten başka çaremiz yoktur.

Türk milletine kin besleyen, nefret duyan, tarihsel varlığından ürken, çekinen ve rahatsız olan ne kadar zalim varsa kah piyonlarıyla kah doğrudan doğruya saldırmaktadır.

Türkiye’nin karşısından mevzilenmiş husumet cephesi tüm gücüyle, tüm imkânıyla zehir kusmakta, fitne ve fesat kazanını kaynatmaktadır.

Yıkılmamızı gözleyenler faaldir.

Yok oluşumuzu projelendirenler faaliyetlerine hız vermişlerdir.

Türkiye’nin yanıp kül olmasını hedefleyenler hiç olmadığı kadar dinç, diri ve dirençlidir.

Terörizm, şu anda Türkiye’nin bir numaralı meselesidir.

Bu belayı defetmeden, bu vahşi saldırganlığı alt etmeden Türkiye’ye huzur yoktur.

Terör örgütü PKK’nın menfur saldırılarıyla birlikte değerlendirmelerim arasında bulunan diğer konu başlıklarına geçmeden, Muharrem ayının 10’nuna tekabül eden Aşure Günüyle ilgili bazı görüşlerimi de, yeri gelmişken sizlerle paylaşmak istiyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Acılar zaman içinde hem insanları hem de toplumları olgunlaştıran beşeri bir halin tezahürüdür.

Olgunlaşmak demek, unutmak, yok saymak, ihmal etmek değildir.

Bilakis olgunluk, yaşananlardan zor da olsa ders çıkarabilmektir.

İslam akıl, adalet ve ahlak kadar hoşgörü dinidir.

Bu değerler sayesindedir ki, İslam’ın mesajları evrensel boyut kazanmış, insanlığın ve inananların geleceğini güneş gibi aydınlatmıştır.

Asırlar evvel, dünya karanlık çağa mahkûmken İslam toplumları altın ve şahlanış dönemlerini yaşıyordu.

Üstelik Asr-ı Saadet dönemi hala hasret ve hayranlıkla anılan emsalsiz bir devrin adıdır.

İslam ne zaman iktidar kavgalarına alet edilip, ne zaman saltanat ve dünyevi mücadelelerin içine çekildiyse işte o andan itibaren Müslümanların ortak vicdanına kazınan acılar da ortaya çıkmaya başlamıştır.

Geçmişte yaşanan ve yaşatılan acılar zamanın ruhuna işlemiş, manevi hayatımızın derinlerine inmiş ve hiçbir zaman unutulmamıştır.

Mağdurların yürek atışı her dönemde yankı bulmuştur.

Masumların ahı günümüze kadar ulaşarak hepimizin ortak sızısı, ortak hicranı, ortak hüznü haline gelmiştir.

Elbette körpe umutlara kan kusturanlar; hikmet ve hidayetle pişen gönüllere ölüm saçanlar her zaman lanetleneceklerdir.

Bundan şüphe yoktur.

Hakk’a karşı gelenlerin, iktidar hırsı uğruna insanlıktan çıkanların ve nefsinin tutsağı olanların isimleri şerle, şirkle ve şirretle bir anılmış, bundan sonra anılmaya devam edecektir.

İstisnalar olsa da, tarihin her döneminde makam ve mevki uğruna yaşadıkları dönemleri karanlığa gömen hasis, hırçın ve aşırı ihtiras sahibi kişilikler çıkmıştır.

Özellikle Hicri 61. yılın 10 Muharrem Günü’nde Kerbela’da yaşananlar asla hatırdan çıkmayacak, hafızalardan silinmeyecektir.

Kerbela’da İslam’a, Efendimizin torununa, ailesine ve arkadaşlarına kılıç çekenler, şiddet saçanlar, amansız düşmanlık edenler bugünlerde yaşadığımız kaos ve kargaşanın da mimarlarıdır.

Şurası tartışmasızdır ki, Kerbela’de akan Ehl-i Beyt kanı ilk günkü kadar keder verici, can yakıcı, yürek yaralayıcıdır.

Hz. Hüseyin ve Ehlibeyt’in aziz büyüklerinin 10 Muharrem 61’de şehit edilmelerinden beri İslam âleminin gözyaşları eksik olmamış, acı ve kayıplarında azalma görülmemiştir.

Bugünlerde Türk askerine ahlaksızca işgalci suçlaması getirip topraklarında tüm sömürgeci güç ve terör örgütlerinin cirit attığı Irak’a bakınız.

Musul’u IŞİD’e bırakıp kaçan Irak’ın, Türkiye’ye atarlanması, rest çekmesi, Başbakanından büyükelçisine kadar atıp tutması her şeyi özetlemektedir.

Suriye’ye ve diğer İslam ülkelerinin perişan ve tükenmişliklerini söylemeye bile gerek yoktur.

Geçmişin tramvalarını, ızdırap verici vahim olaylarını günümüze taşıyıp yeni bir kavga ve kutuplaşma malzemesi yapmak elbette kimseye bir şey kazandırmayacaktır.

Önemli ve asıl olan dünden ibret almak, sonuç çıkarmaktır.

Ancak bu yapılıyorken, Hüseyni ahlak ve adanmışlık kılavuzumuz, Efendimizin tebliğ ve mesajları yegane başvuru kaynağımız olmalıdır.

Yezitler her dönemde olacaktır ve olmuştur.

Çünkü iblis günah mesaisine aralıksız devam etmektir.

Mutlaka ki, kendisine uşak bulacak, masum canlara, tertemiz vicdanlara kast edecek bir günahkârı insanlığın ve de İslam’ın başına musallat edecektir.

Kaldı ki bu zamana kadar olan da budur.

Mesele Yezid’i lanetlerken, Hz. Hüseyin’i anlayabilmek, onun ve ashabının tarafında yer alabilmek, tefrika ve fitnelere kapalı durmaktır.

Kerbela’yı anlamak için, Hz. Hüseyin’i tanımak, özümsemek ve idrak etmek lazımdır.

Ve uğruna şehit olduğu adalet ve fazileti doğru kavramak gerekmektedir.

Kerbela denilince haksızlığa eğilmeyen bir iman şuuru, yanlışa ve yozlaşmaya göz yummayan cesur bir irade sırrı anlaşılmalıdır.

Tüm Müslüman toplumların karşısında aslında iki seçenek vardır ve bunlar her şeyiyle ortadadır:

Bundan böyle ya Hüseyni ahlak ve asalet hâkim olacak, ya da Yezidi arsızlık ve alçaklık etki ve tesir alanını genişletmeyi sürdürecektir.

Ya barış, anlaşma, uzlaşma ve kardeşlik egemenlik kuracak; veya savaş, çatışma, kutuplaşma ve kanlı hesaplaşma kaldığı yerden, hatta yükseldiği noktadan değerlerimizi yutmaya devam edecektir.

Hz. Hüseyin tüm mazlumların tercümanı, tüm masum gönüllerin efendisiydi.

Şehadeti ise İslam alemini asırlardır kasıp kavurmuştur.

Kerbela’da dökülerek sıcacık kumlarla karışan mazlum kanları bir bakıma bütün inananların, bütün iman edenlerin ahı, feryadı, yarım kalan özlemleridir.

Ne üzücüdür ki, yüzyıllar geçse de bu kan kurumamış, bu hunhar olay akıllardan çıkmamıştır.

Hz. Hüseyin vahdetin yanında duran, şehadetinin bile bunun için vesile olmasını dileyen kutlu bir nefer, Yezit ise kesrete umut bağlamış, ayrımcılığa kapılmış, bölünmeye heves etmiş, cepheleşmeye tutunmuş bir bozguncu olarak ilelebet anılacaklardır.

Kerbela’da kaybeden zalimlerdir. Aksini iddia etmek Yezitle bir olmaktır.

Eğer mezhepçilik bugün İslam coğrafyasının ufkunu kapatıp düşmanlıkları kışkırtıyorsa bunun müsebbibi Kerbela’yı siyasileştiren, kangrenleştiren fırsatçılardır.

İster Sünni, ister Şii olsun; mezhepçi bakış ve yaklaşımlar İslamiyet’in iliğini kurutmakta, kanını emmektedir.

İslam Dünyası’nın şu anki durumu tam bir fecaati işaret etmektedir.

IŞİD gibi terör örgütleri böylesi bir zeminden yeşermiştir.

Şii de Müslüman, Sünni de Müslüman’dır.

O halde paylaşılamayan nedir?

Bu hazımsızlık, bu kan revan içindeki Ortadoğu’nun durumu nasıl izah edilecektir?

Canlı bombalarla cana ve mala kast etmek Yüce Allah’ın hangi buyruğunda yazılıdır?

Allah diyerek kafa kesmek, besmele çekerek harama ortak olmak nasıl bir aklın ve anlayışın ürünüdür?

Tabiidir ki, bunları sormak ve sorgulamak en doğal hakkımızdır.

İslamiyet mazisi çok eskiye giden bir operasyon sağanağı altındadır.

Haçlı saldırılarıyla amaçlarına ulaşamayanlar, şimdilerde değişik senaryo ve oyunlarla Müslümanların varlık ve inanç haklarına saldırmaktadır.

Mezhepçi aymazlık bu kapsamda silah gibi kullanılmaktadır ve çok tehlikeli aşamalara ulaşmıştır.

Sırf Şii veya Sünni olduğu için insanlar katledilmektedir.

Karşımızda mahvın sınırında bir kültür ve inanç vardır.

Ön tarafta Müslümanlar birbirini yiyip tüketirken, arka tarafta haritalarla oynanmakta, kaynaklar sömürülmekte, çocuklar öldürülmekte, bir medeniyetin ışıkları söndürülmektedir.

Bir zamanlar Dünyaya yön ve nizam veren İslam alemi, şimdiler de düştüğü şiddet, cinayet ve tahammülsüzlük girdabından çıkabilmek için çare ve yollar aramaktadır.

Vekâlet savaşları devamlı körüklenirken, Vasginton’da, Londra’da, Berlin’de, Paris’te Müslümanlar için defin merasimi hazırlığı hızla sürmektedir.

Ortadoğu’daki petrol kuyularının etrafında vızır vızır dolaşan emperyalist acımasızlık, iç bölünmeleri kaşıyarak, tahrik ve teşvik ederek mesafe almaktadır.

Maalesef İslam toplumları da buna sessiz ve seyirci kalmaktadır.

Hz. Hüseyin ve muhterem ailesinin şehadeti asılarca kanayan bir yara olsa da, az evvel söylediğim gibi, bundan sonuç çıkartıp geleceğe bakmamız, Yezitlerin oyununa düşmememiz en samimi dileğimdir.

Yeni Kerbelaların olmaması, yeni acıların doğmaması Müslümanım diyen herkesin hem ödevi, hem de boynunun borcudur.

Ve de Kerbela’daki acılar üstünden iktidar kurmaya, güç devşirmeye kalkmak hem bugünümüze hem de geleceğimize büyük bir haksızlık ve günahkârlık olacaktır.

Mezhepçi taassuptan kurtulmanın, birbirimize sımsıkı sarılmanın tam zamanıdır ki, gecikmemiz halinde ödeyeceğimiz bedeller çok fazladır.

Ülkemizin ve gönül coğrafyamızın esenliğe, denge ve düzene kavuşması dileklerimle Peygamberimiz Hz. Muhammed’e salat ve selam ediyorum.

Efendimizin; ‘reyhanım’ dediği, ‘cennet gençlerinin efendisi’ olarak gösterdiği Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt mensupları başta olmak üzere, tüm Kerbela şehitlerini rahmet, minnet ve saygıyla anıyorum.

Rabbim onları sevenlerden ve sevdiklerinden olmayı cümlemize nasip etsin diyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Terör Türkiye’yi her gün vurmaktadır.

Kanlı örgütler sırayla Türkiye’yi hedef almaktadır.

Ülkemiz zorlu, kanlı, şiddeti sürekli artan ölüm-kalım mücadelesinin ortasındadır.

Geçtiğimiz Pazar günü, katiller Hakkari Şemdinli’de bulunan Durak Jandarma Kontrol noktasına, lütfen dikkat buyurunuz, tam 5 ton bomba yüklü kamyonetle saldırmışlardır.

Benzerlerine Ortadoğu’da tesadüf edilen bu eylem türünün son zamanlarda ülkemizde sıklaşması milletimizi kara kara düşündürmektedir.

Bombalar ülkeye nasıl sokulmaktadır?

Ve de patlatılmak üzere nerede saklanmaktadır?

Türkiye’nin her yerine bomba yerleştirildiğini Oslo’da itiraf eden memurlar geceleri rahat ve vicdanen müsterih şekilde uyuyabilmektedir?

Merak ediyoruz, bu istihbarat ne yapmakta, neyle meşgul olmaktadır?

Türk milletinin canını alan hainlere hak ettikleri ders ne zaman verilecek, ihanetin başı ne zaman koparılacaktır?

Beklemeye tahammülümüz kalmamıştır.

Milletimiz infial halindedir.

Şemdinli’deki hunhar saldırıda 10 Mehmedimiz şehit olurken, biri İranlı 5 kişi hayatını kaybetmiştir.

Dün ise Diyarbakır Silvan kırsalında operasyona hazırlanan askeri time, PKK’lı hainler roketatar ve uzun namlulu silahlarla ateş açmış, 1 Mehmetçiğimiz şehit düşerken 5’i de yaralanmıştır.

20 Temmuz 2015’ten beri 516 askerimizi, 333 polisimizi, 52 korucumuzu, 31 memurumuzu, 600 sivil vatandaşımızı teröristlerin menfur saldırı ve suikastları neticesinde kaybettik.

Bu süre zarfında 2 bine yakın askerimiz, bin 600’e yakın polisimiz, 4 bine yakın sivil vatandaşımız da yaralandı.

Hiçbir vicdan ve insaf sahibi insan bu kara tablonun izah ve açıklamasını yapamayacaktır.

Şehitlerimize Allah’tan rahmet dilerken, yaralı kardeşlerimize acil şifalar temenni ediyorum.

Dün analar ağlamayacak diyorlardı, oysa bugün bir millet hüngür hüngür ağlamaktadır.

Çözüm diyorlardı, barış türküleri söylüyorlardı, fakat ne çözüm oldu, ne de barışın sesi duyuldu.

Terörizmin dehşeti 79 milyon Türk vatandaşına hayatı zindana çevirdi.

15 Temmuzdan itibaren FETÖ’yle amansız mücadele edilmektedir.

Kararlı, haklı ve son derece doğru şekilde FETÖ’cülerin üzerine gidilmektedir.

Devlet ve toplum hayatının her hücresine yerleşmiş FETÖ’cülerin ayıklanması için olağanüstü şartlarda emek ve çaba sarfedilmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu sürece elbette destek veriyor, makul ve meşru görüyoruz.

Ancak FETÖ’yle yapılan mücadelenin, FETÖ’cülere yönelik cezri, cebri ve yıldırıcı tedbirlerin aynısının PKK’lılara da uygulanmasını tutarlılık gereği istiyor, bunu bekliyoruz.

Hakkari’de, Şırnak’ta, Diyarbakır’da, İstanbul’da patlayan bombalara Ankara’dan alkış tutan, İzmir’den tezahürat yapan, Mersin’den el sallayan terör yedeklerine, terörist sevicilere hak ettikleri dersi vermek hükümet ve devletin namus borcudur.

PKK’ya destek veren memurlar, işadamları, sivil toplum kuruluşları, medya organları ne zaman hak ettiğini bulacaktır?

PKK saldırılarını açık veya gizli övenlerin yakasından ne zaman tutulacaktır?

PKK’lı diye açığa alınan öğretmenlerin, suçu somut olarak tespit edilen bölücülerin devletle bağının kesilmesi için daha neyin olması beklenmektedir?

FETÖ’ye ceberut kesilenler, sıra PKK’ya gelince niçin suspustur?

PKK demek FETÖ demektir.

FETÖ, bölücü hainlerin ikizi, eylem yoldaşıdır.

Bunlar terörizmin Türkiye’yi yıkmaya çalışan maşalarıdır.

Ve bu iki Türkiye düşmanı örgütün kaynaklarının kurutulması, destekçilerinin tasfiyesi, işbirlikçilerinin sökülüp atılması ertelenmeden, sürüncemeye bırakılmadan gerçekleştirilmelidir.

PKK, FETÖ’nün 15 Temmuz’da başaramadığı çözülmeyi tamamlamak, dağılmayı temin etmek için çırpınmaktadır.

Hükümete sesleniyorum, arkanızda milletin yardım ve duası vardır.

Yanınızda Milliyetçi Hareket’in desteği hazırdır.

O halde ne duruyor, ne oyalanıyorsunuz?

Ellerine kına çalıp davul zurnayla uğurlanan kahramanlarımızın, salayla baba ocaklarına dönmesine tahammülümüz kalmamıştır.

Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Türkiye’ye meydan okuyan insanlığın yüz karalarını bu milletin kahır ve azametiyle tanıştırmak için acele ediniz, elinizi çabuk tutunuz.

Türk milletini infazla görevlendirilmiş terör cellatlarını, bunları silahlandıran, yemleyen, pışpışlayan arkalarındaki güçleri rezil etmek, yenilgiye uğratmak artık bir vatan görevidir.

Önce millet, önce Türkiye irade ve azmiyle harekete geçme, kan tüccarlarını tepeleme zamanı gelmiştir

Hem korkuya hem de korku tüccarlarına el ele, gönül gönüle, tam bir kenetlenmeyle hadleri bildirilmelidir.

Hainlerin temizliği, ihanetin tenkili için gün bugündür.

Dünyanın beşten büyük olduğunu söyleyelim; ama Türkiye Cumhuriyeti’nin terörden daha büyük olduğunu dosta da düşmana da hem söyletelim hem de yüzlerine haykıralım.

Türkiye’nin ateşle imtihan edildiği günlerde, Van’da bir araya gelip PKK’yı lanetleyerek devletin yanındayız mesajı veren Doğu ve Güneydoğu’daki 16 ilden 181 aşiret temsilcisini de içtenlikle kutluyorum.

Bölge insanımızın tercümanı olan ve cesur bir çıkışla yüreklere su serpen bölgenin ileri gelenlerini ayrım yapmaksızın kucaklıyorum.

Kürt kökenli kardeşlerim, PKK’nın kanlı saldırılarından ziyadesiyle muztarip, en fazla şikâyetçi olan insanlarımızdır.

Hiçbir Kürt kökenli kardeşimin, elinde silah ve bombayla devlete hücum eden, askerimize, polisimize, korucumuza ve masum vatandaşlarımıza kıyan, kurşun sıkan kiralık çete PKK’yı arkalaması düşünülemeyecektir.

PKK, emperyalizmin iğrenç bir tetikçisidir.

PKK Kürt düşmanlarının, Türkiye’yi hazmedemeyen yedi düvelin, kokuşmuş bir taşeronudur.

Kürt kökenli kardeşlerim PKK’nın dümen suyuna girmez, hak yolundan dönmez, günaha ortak olmaz, oyuna gelmez.

Devletin varlığına, milletin birliğine zincir vurmaya kalkışmış çürümüşlere, milli ruhu hafife alıp bağımsızlığımızı bozmaya, bin yıllık kardeşliğimizi boğmaya gayret eden batılın piyonlarına tek yürek, tek bilek, tek beden halinde karşı çıkacağız.

Zulmetin ateşini göğsümüzde söndüreceğiz.

Onlar vatanı bölmek isteseler de, biz böldürmeyeceğiz.

Onlar milleti ayırmak, birbirine düşürmek isteseler de, biz bir olacağız hıyanetin emellerini ayaklarımızın altında çiğneyeceğiz.

Unutmayınız, muhtaç olduğumuz kudret, aziz Atatürk’ün ifadesiyle, damarlarımızdaki kandadır.

Türk milleti tarih boyunca bağımsızlığının bedelini nice feragat ve muhteşem mücadelelerle ödemiştir.

Türkiye yaşayacak, bayrak inmeyecek, ezan susmayacaktır.

Ve de şehitler ölmez, vatan bölünmez sesi gök kubbemizde sonsuza dek çınlayacaktır.

Muhterem Arkadaşlarım,

Türkiye çok ciddi bir beka sorunuyla karşı karşıyadır.

İç ve dış güvenlik sorunları giderek ağırlaşmakta, vatanımızı içine alan husumet çemberi giderek daralmaktadır.

Bu kuşatmayı kırmak, ülkemizin huzuruna ve güvenliğine kast eden risk ve tehditleri ortadan kaldırmak hepimizin temel önceliği olmalıdır.

Milli birlik ve beraberliğin titizlikle korunması gereken bir dönemdeyiz.

Kemikleşmiş önyargıları ve kısır çekişmeleri bir kenara bırakmalıyız.

Vatan ve millet sevdasıyla hareket edebilme basiretini muhakkak surette gösterebilmeliyiz.

Türkiye hepimizindir, hepimizin ortak vatanıdır.

Siyasi gündemde kronik çekişme ve çatışma konusu olarak duran temel sorunları bu anlayışla ele almak, ülkemizin önünü açmak ve geleceğini planlamak durumundayız.

Bunların en önemlilerinden birisi de hatırı sayılır zamandır ülkemizi meşgul eden yeni Anayasa kapsamında derinleşen hükümet sistemi tartışmalarıdır.

Konu önemlidir; çünkü sistem tartışmaları siyaseti tıkarsa rejim krizine dönüşebilecektir.

10 Ağustos 2014’de Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesiyle birlikte anayasal yetki ve sınırları devamlı tartışma konusu yapılmıştır.

Bunun yanında başkanlık, yarı başkanlık ve partili cumhurbaşkanlığı ekseninde çok yoğun fikri münakaşalar süregelmiştir.

1 Kasım 2015’ten sonra başlatılan yeni Anayasa süreci başkanlık sistemiyle ilgili anlaşmazlık nedeniyle akamete uğramıştır.

Türkiye Cumhuriyeti bir hukuk devletidir.

Hukukun üstünlüğü herkes, her mevki ve makam sahibi için bağlayıcı, kapsayıcı ve zorlayıcı niteliktedir.

Ve de Cumhurbaşkanı yasalara ve Anayasaya uymak mecburiyetindedir.

Hiç kimse kendisini hukukun önünde ve üstünde göremeyecektir.

Hepsinden önemlisi, yürürlükteki Anayasanın 6’ıncı maddesinde, hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı ifade edilmektedir.

Kanunlar önünde herkes eşittir.

Bu itibarla, suç ve suçluyla mücadele edilirken, herhangi bir devlet görevi yerine getirilirken yegâne referans ve müracaat kaynağı hukuk kurallarıdır.

Bu kurallar ihlal edilirse, yasa ve Anayasa açıkça yok sayılırsa en başta devleti ayakta tutan dinamikler laçkalaşacak, ardından da toplumsal huzur ve asayiş temelden bozulacaktır.

Türkiye’nin yeni bir toplum sözleşmesine ihtiyacı vardır ve sorumluluk hepimizin sırtındadır.

Bize göre, bilhassa 15 Temmuz’dan sonra bu ihtiyaç acil bir hal almıştır.

Türkiye’de hiçbir şey, 14 Temmuz’daki gibi olmayacak, olamayacaktır

Milletimizin yeni bir soluğa, yeni bir hukuki mutabakata yönelik çağrı ve talebi hissedilir ölçüde fazladır.

Bunu görmezden gelemeyiz, kulağımızın üstüne yatamayız.

Milliyetçi Hareket Partisi Anayasanın tadilatına veya yeniden yazımına başından beri sıcak ve olumlu bakmaktadır.

Anayasa, devlet-millet ilişkilerini demokratik ölçülere göre düzenleyen, birlikte yaşamanın asgari kurallarını koyan ve dengeleyen kapsayıcı toplum sözleşmesidir.

Bizim Anayasaya bakışımız da herhangi bir değişiklik, bir sapma veya farklı bir anlayışa savrulma yoktur.

Dün ne söylemişsek bugün de aynı çizgideyiz.

Dün nerede duruyorsak bugün de aynı noktadayız.

Özellikle Anayasanın ilk dört maddesinin değişmemesi, değiştirilmesinin dahi teklif edilmemesi hususundaki ısrarımızı kayıtsız şartsız muhafaza ediyoruz.

Bu çerçevedeki tutarlı ve sağlam irademizi yıllardan beri samimiyetle koruyor, sürdürüyoruz.

Bildiğiniz gibi, 15 Temmuz’dan sonra, TBMM’de grubu bulunan üç partinin değerli temsilcilerinden teşkil edilen komisyon 12 Ağustos 2016 tarihinde faaliyetlerine başlamıştı.

Bu komisyon 9 kez toplanarak çalışmalarını sürdürmüş ve son olarak 23 Eylül 2016’da yaptığı toplantıyla görevini tamamlamıştır.

Söz konusu uzlaşma komisyonu, Türkiye’nin içinden geçtiği hassas ortamı dikkate alarak yapıcı, uzlaşmacı ve karşılıklı anlayış çerçevesinde görevini ifa etmiş ve sonuçta 7 maddelik mini anayasa değişiklik paketini hazırlayarak genel başkanlara sunmuştur.

Daha önce üzerinde uzlaşılan 60 maddelik değişiklik de dikkate alındığında yeni bir anayasa çerçevesinde önemli ve kayda değer bir aşamaya gelindiği görülebilecektir.

Milliyetçi Hareket Partisi millet yararına olduktan sonra her zaman, her zeminde uzlaşmadan, konuşmadan yanadır.

Anayasa üzerinde yapılan söz düellolarının son bulmasını, bu meselenin milli birlik ruhuyla, karşılıklı hoşgörü ve saygı dahilinde sonuçlandırılmasını arzulamaktayız.

Ne var ki, Türkiye’yi yöneten devlet ve hükümet ricalinin Anayasaya uyma konusunda çok iştahlı ve hevesli olmadığı gelişmelerle sabittir.

Cumhurbaşkanı, millet tarafından seçildiği gerekçesiyle fiilli başkanlık sistemini dayatmakta, Anayasayı açıkça ihlal etmekte, görevinin sınırlarından tüm eleştirilere rağmen taşmaktadır.

Anayasanın 104. Maddesinde Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkileri, 105. Maddesinde de sorumluluk ve sorumsuzluk halleri düzenlenmiştir.

Sayın Cumhurbaşkanı seçildiği andan itibaren, Anayasanın amir hükümlerini özüne ve ruhuna aykırı olarak yorumlamış,

Anayasanın vermediği yetkileri kendisinde hak görmüş,

Partili Cumhurbaşkanı gibi davranmış,

Tarafsızlığına gölge düşürecek şekilde hareket etmiş ve yetkisini aşmış,

Siyasi propagandalara katılmış, AKP lehine oy istemiş,

Siyasi polemiklere katılmış,

Fiilen hükümet başkanı gibi hareket etmiştir.

Cumhurbaşkanı’nın bu tutum ve davranışları fiili bir durum yaratmıştır.

Sayın Erdoğan’ın 14 Ağustos 2015’de Rize’de yaptığı konuşmada, yönetim sisteminin değiştiğini, yapılması gerekenin bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesi gerektiğini vurgulaması malumun ilanından başka bir şey olmamıştır.

AKP’nin 2’inci Olağanüstü Kongresinde Genel Başkanlığa seçilen Sayın Binali Yıldırım’ın, yönetim yapısındaki filli durumu açıkça dile getiren, aslında örtülü şekilde rahatsızlığını ima eden konuşması da henüz çok yenidir.

Hatırlarsanız Sayın Yıldırım aynen şöyle demişti:

“Bugün yapmamız gereken en önemli iş, fiili durumu yasal hale getirmek, anayasayı ve bu kafa karışıklığını sona erdirmektir. Bunun yolu da yeni bir anayasadır, yeni anayasada başkanlık sistemidir.”

Son olarak, Sayın Cumhurbaşkanı’nın 19 Eylül 2016’da Newyork’ta verdiği bir mülakatta; “Türkiye’nin yeni bir süreci Başkanlık sistemiyle devam etmesi” gerektiğini söylemiştir.

Cumhurbaşkanı ile Başbakan ve Bakanlar Kurulu’nun Anayasada sınırları çizilen görev, yetki ve siyasi sorumlulukları içiçe geçmiş, birbirine karışmıştır.

Anayasa değişmeden yönetim sistemi üzerinde zorlamayla ve fiilen oynama yapılmıştır.

Elbette bu çarpık durumun anayasal meşruiyetinin olmadığı da ortadadır.

Net olarak söylemek isterim ki, şu anda Anayasa çiğnenmekte ve suç işlenmektedir.

Fiili durumla hukuki gerçek taban tabana zıtlık içermektedir.

Parlamenter sisteminin miadının dolduğunu, bekleme odasına alındığını, ayak bağı olduğunu AKP yöneticileri ve Sayın Erdoğan defalarca ileri sürmüşlerdir.

Ülkemizde hukuksuz, kanunsuz ve Anayasaya tamamen aykırı bir yönetim modeli tecelli etmiştir. Ve Türkiye’nin mukavemeti bu nedenle esnemekte, zayıflamaktadır.

Elbette bunu kabul etmek, onaylamak, meşru görmek mümkün değildir.

Sayın Cumhurbaşkanı, Anayasanın kendisine vermiş olduğu yetki ve sorumlulukları zımnen tanımamakta, deyim ve ifade yerindeyse az bulmaktadır.

Sayın Başbakanın buna dünden razı olduğunu bilmeyen, duymayan da yoktur.

Anayasanın nasıl değiştirileceği, anayasal hükümlerle belirlenmiştir ve bu kesindir.

Filli durum ve dayatmalarla Anayasanın değişeceğini iddia etmek, Anayasayı rafa kaldırmak eğer gaflet değilse vahim bir art niyetlilik ve sinsi bir tezgâhtır.

Değerli Milletvekilleri,

Bir hükümet sistemi belirlenirken tarihsel tecrübeler, içinde yaşanılan coğrafya, sosyo-politik ve ekonomik yapı, siyasi kültür, toplumsal eğilim ve beklentiler mutlaka dikkate alınmalıdır.

Demokrasiyle yönetilen ülkelerde oldubittiyle sistem değişikliği görülmüş şey değildir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin beka mücadelesi verdiği bugünlerde, siyasi iktidarın ve devletin en tepesinde bulunan Cumhurbaşkanın hukukla ters düşmesi geleceğimiz açısından çok mahsurlu, çok tehlikelidir.

Bu açık tehlikenin bertaraf edilebilmesi için karşımızda iki alternatif yol bulunmaktadır:

Bunlarda birincisi ve bizim açımızdan da en doğru, en sağlıklı olanı, Sayın Cumhurbaşkanı’nın fiilli başkanlık zorlamasından vazgeçmesi, yasa ve anayasal sınırlarına çekilmesidir.

Şayet bu olmayacaksa, ikinci olarak, fiili durumun hukuki boyut kazanabilmesinin süratle yol ve yöntemlerinin aranmasıdır.

Dünyanın hiçbir medeni ve demokratik ülkesinde her gün suç işleyen bir yönetim ve iktidar yapısı görülemeyecek, bundan bahsedilemeyecektir.

Bu durum karşısında, Adalet ve Kalkınma Partisi başkanlık sistemiyle ilgili inadını sürdürecekse yine karşımıza iki seçenek çıkacaktır:

İlk olarak AKP, hazırda tuttuğu veya üzerinde çalıştığı bir anayasa hazırlığı varsa, mutabık kalınan daha önceki maddeleri de ihtiva etmek kaydıyla TBMM’ne getirmelidir.

Milletvekilleri, ilkeleri ve inançları doğrultusunda vicdanlarının sesini dinleyerek oy kullanacaklar, bir karara varacaklardır.

İkinci olarak bu anayasa değişiklik teklifi TBMM Genel Kurulunda ya 367 sınırını aşarak kanunlaşacaktır ya da 330 eşiğinin üstünde kalarak referandum yoluyla milletin kararına sunulacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi Türk milletinin vereceği her karara saygılı ve bağlıdır.

Bizim tercihimiz her zaman olduğu gibi parlamenter sistemin devamı, güçlendirilmesi, reforma tabi tutulmasıdır.

Ancak milletimiz aksini söyleyecek olursa buna da diyeceğimiz herhangi bir şey doğal olarak bulunmayacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi ilke ve ülkülerine sonuna kadar bağlıdır.

Siyasette tutarlı, dürüst, sorumlu ve milli anlayışımızdan taviz vermeden yolumuza devam edeceğiz.

Demokratik olgunluk, ahlak ve sabırla meseleleri karşılayacağız.

Çözüm ve çıkış yollarının aranacağı yer olarak TBMM’yi göreceğiz.

Türkiye’nin yasa ve Anayasaya uymayan yönetim yapısının derhal düzeltilmesini, hukukun tam manasıyla egemen kılınmasını öncelik görüyoruz.

Egemenliğin sahibi aziz milletimiz aynı zamanda son sözün de sahibidir. Buna inancımız tamdır.

Millet ne derse odur, neye karar verirse boynumuz kıldan incedir.

Bizim başkanlık sistemine yönelik kuşku, eleştiri, çekincelerimiz bilinmektedir.

Merhum Başbuğumuz Türkeş Bey’in Dokuz Işık isimli eserinde; Güçlü İktidar- Güçlü İdare: Tek Başkan-Tek Meclis Sistemi başlığıyla dile getirdiği görüşleri de ortadadır.

Elbette dönemsel şartlar gereğince başkanlık sistemini savunması, konjonktürel gelişmelerin, stratejik düşüncesinin ve toplumsal ihtiyaçların doğal bir yansımasıdır.

Ancak daha sonra da parlamenter sistemle ilgili görüşe dönüş yaptığı bilinmektedir.

Mesela, Gönül Seferberliği isimli eserinin 1977 tarihli basımında merhum Başbuğumuz şöyle demektedir:

“Milliyetçi Hareket Partisi’nin yolu hukukun üstünlüğünü esas alan, çok partili, demokratik, parlamenter, hürriyetçi nizamdır.”

Merhum Türkeş Beyin 1997’de vefatına kadar bir defa olsun başkanlık sistemini gündeme getirmediği, aksine 1985’te tahliye olduktan sonra Turgut Özal’ın başkanlık rejimi arzularına karşı çıktığı hatırımızdadır.

Türkiye’nin nasıl ve hangi sistemle yönetileceğiyle ilgili muamma bize göre kapanmalı, bu iş kökünden bitirilmelidir.

Bugün milletimizle ve siyasi muhataplarımızla paylaştığımız değerlendirmelerimizin tüm yönleriyle tartışılmasını, ortak akıl ve sağduyunun rehberliğinde başkanlık mı-parlamenter sistem mi sorusunun kalıcı şekilde cevaplandırılmasını diliyor, sözlerime son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.