Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Değerli Milletvekilleri, Muhterem Misafirler, Basınımızın Değerli Temsilcileri, Haftalık olağan Meclis grup toplantımıza başlarken sizleri sevgi ve saygılarımla selamlıyor en iyi dileklerimi sunuyorum. Konuşmamın başında iki konuya öncelikle temas etmek istiyorum: Bunlardan birisi acı verici bir kaybımızdır. Davamızın mümtaz isim ve emektarları arasında bulunan, Merhum Başbuğumuz Türkeş Beyin yakın arkadaşlarından birisi olan Sayın Ahmet Er’in vefatından derin bir üzüntü duydum. Partimizde değişik görevlerde bulunan ve ismi saygıyla hatırlanacak Merhum Ahmet Er’e Allah’tan rahmet, ailesine ve camiamıza sabır ve başsağlığı niyaz ediyorum. Bir diğer konuda Manisa’da gerçekleşen depremdir. 27 Mayıs 2017 Cumartesi günü Manisa’da meydana 5,1 şiddetindeki deprem hepimizi endişelendirmiştir. Allah’tan, depremde herhangi bir can kaybı yaşanmamıştır. Sadece hasarın konutlarla sınırlı kalması tek tesellimiz olmuştur. Saruhanlı ve Gölmarmara ilçelerindeki konutlardan 115’i ağır, 81’i de hafif hasar görmüştür. Manisalı kardeşlerimize çok geçmiş olsun dileklerimi iletiyor, parti olarak her zaman yanlarında olduğumuzu özellikle belirtmek ve bildirmek istiyorum. Rabbim’den, milletimizi ve ülkemizi doğal olan veya olmayan tüm felaketlerden, tüm musibetlerden korusun, kollasın niyazında bulunuyorum.
Değerli Arkadaşlarım, Bugünkü çağda insanlığın en önemli sorunlarından birisi maneviyatındaki devasa açıklar, kaygı verici açmazlar, derin çatlaklardır. Bu yüzden insanlığın manevi bir buhranın tahakkümüne maruz kaldığını söylemek abartılı ve afaki bir yorum olmayacaktır. Manevi sarsıntı ve bozguna diğer başka alanlardaki olumsuzluklar da kâh destek vermekte kâh sonuç itibariyle daha da şiddetlenmesini sağlamaktadır. Bilelim ki, artan eşitsizlikler alarm zilleri çalmaktadır. Çoğalan adaletsizlikler tehlike sinyalleri vermektedir. İnsan onurunun çiğnenmesi, insani kazanımların çürümeye bırakılması karamsar ve kötümser bekleyişleri tırmandırmaktadır. Bireysel hak ve hürriyetler alanındaki gerilemeler, hatta kimi hallerde vuku bulan gerilimler insanlığı adeta darboğaza sürüklemektedir. Bu itibarla sorunlar ağırlaşmakta, içinden çıkılmaz hale gelmektedir. İnandığı gibi yaşamayan, yaşadığı gibi de inanmayan insan veya toplumların zamanın pasif, bağımlı ve parçalı birer ögesi olmaları kaçınılmaz bir hayat gerçeğidir. Hz. Mevlana ne güzel de söylemişti: Güneş gibi ol şefkatte, merhamette. Gece gibi ol ayıpları örtmekte. Akarsu gibi ol keremde, cömertlikte. Ölü gibi ol öfkede, asabiyette. Toprak gibi ol tevazuda, mahviyette. Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol. Herkesin göründüğü gibi olmaya veya olduğu gibi görünmeye ihtiyacı vardır. Tutarlı olmak budur. Dürüst ve ilkeli olmanın yolu buradan geçmektedir. Ahlaklı olmak da bunu gerektirecektir. Maneviyatımızın hisarları delik deşik olmuşsa, kısa ömrümüzde anlaşmazlık, uzlaşmazlık, mutsuzluk, huzursuzluk ve kesif cepheleşmelere yakamızı kaptırmışsak, mutlaka bir yerlerde vahim bir hata ve yanlış var demektir. Paylaşmanın erdemi konuşulur, ne var ki komşunun aç yatıp aç kalkması dikkatleri çekmez. Gıybetin kötülüğünden yakınan çoktur, gelin görün ki, onu bunu çekiştirmekten kimse vazgeçmez, bundan da çekinmez. Kul hakkı denir, helal rızık tavsiye edilir, yetim malından bahsedilir, fakat bunlar sözde kalır, nitekim refakat ve riayet eden çıkmaz. İyi olmanın, temiz olmanın, ahlaklı olmanın, halis ve ihlaslı bir insan varlığının önem, değer ve vazgeçilmezliği sözde kalır, yüzeyde duramaz. Dilin söylediğini kalp onaylamaz, kalpten geçenleri dil telaffuz etmezse; aklın teklifi gönül süzgecinden geçmez, duygularla desteklenmezse olgun, kâmil, salih, yetkin, sözüne ve eylemine güvenilir bir insan nasıl olacaktır? İnsanlığın içinde bocaladığı manevi çoraklık ve aşınmanın nice savaş ve acımasızlıklara davetiye çıkardığını görmemiz lazımdır. Bir yanda israfa batan, ihtiyatsız bir zenginlik içinde yüzen azınlık; diğer yanda yoksulluğun, yokluğun, yozlaşmanın pençesine düşmüş çoğunluğun sürdürülemez bir çelişki olduğunu artık hepimiz görmeliyiz. Geldiğimiz bu aşamada, bunları konuşmaktan daha fazlasını yapmalıyız. İnançlarımızın müşfik ve muazzez sesine, imanımızın kutlu ve kuşatıcı buyruğuna daha çok kulak vermeliyiz. Bu nedenle inandığımız gibi yaşamaktan başka seçeneğimizin olmadığını bilmeliyiz. Siyasi, ekonomik ve ahlaki durgunluğun içine hapsolmuş İslam aleminin yeni bir yükseliş, yeni bir diriliş ruhuyla üzerindeki ölü toprağı atması kaçınılmaz bir zarurettir. Ortadoğu’nun petrol zenginliği ve stratejik ticari avantajlarına rağmen, mesela işsizlikte küresel ortalamanın iki katına ulaşması düşündürücü, bir o kadar da sarsıcıdır. Benzer şekilde ülkemizin durumu da parlak sayılamayacaktır. İslam âleminin büyük bir kesimi yoksullukla savaşıp, sağlık hizmetleri, temiz su ya da düzenli elektriği bulunmayan gecekondu mahallelerine tıkışmışken, küçük ve kaymak bir tabaka yer altı ve yerüstü kaynakları aç gözlülükle sömürmektedir. Hz. Ömer’in tek bir paltosu vardı ve onu da bizzat kendisi yamıyor, öyle giyiyordu. Efendimizin hayatı ise başlı başına bir örnek ve imrenilecek vasıf ve yaşayış şekliyle doluydu. İmana övgü, küfre sövgü vardı. Bir zamanlar, mümin olmaya çağrı, müşrikliğe, müsrifliğe, münafıklığa reddiye hâkimdi. Sabır, samimiyet ve safiyet inancımızın özü, manevi istiklal umutları fani hayatımızın ana gövdesiydi. İtikat baş tacı yapılırken, ikilik, iradesizlik, ikiyüzlülük ve iffet yoksunu bir zafer ve kazanma arayışı ayaklar altındaydı. Peki ne olmuştur da, koskoca İslam dünyası manevi hastalığa kapılmış, birbirine düşmüştür? Terörizm nasıl olmuştur da, etrafımıza kamp kurmuş, çevremizi kuşatmaya almıştır? Var olan tahammülsüzlük, yaygınlaşan insafsızlık ve vicdansızlık neye yorulmalı, nasıl yorumlanmalıdır? Yanlış nerededir? Mesela Riyad yönetiminin, ABD’yle kılıç dansı eşliğinde 110 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzalaması, tepeden tırnağa silahlanması hangi mantık ve mirasın sonucudur? ABD Başkanı’nın Suudi Arabistan’da benim için halklar değil, demokrasi değil, rejimler önemlidir sözünün adres ve muhatabı kimlerdir? Ve de, bir dilim ekmeğe aç, bir damla suya hasret, bir parça hak ve güvenceye muhtaç milyonların çığlığı ne zaman duyulacaktır? Din düşmanları takiyye maskesi takıp iblise hizmetkarlığa soyundular. Küresel güçlere taşeronluk yapanlar istismar kamuflajının ardına saklanıp fitneye bekçilik ve tetikçilikten dolayı utanmadılar, sıkılmadılar. Petrol kuyularından dolar çıktı, servet fışkırdı; ama insanlık o kuyulara gömüldü, hakikat ve hidayet toprak altında kaldı. Yerin altı yerin üstüne çıkarıldı, ne var ki yerin üstü de yerin altına sokuldu. En acısı da, bir yerinden İslam’a bulaşan, İslam’ı kullanan, yüce dinimizi hain emellerine alet etmeye kalkan terör ve vahşi örgütlerin varlığıdır. FETÖ’ye bakınız bunu göreceksiniz, IŞİD’e bakınız aynı şeyi fark edeceksiniz. Bunlar ki, İslam dinine yuvalanmak isteyen batıl ve küfür çeteleridir. Elbette İslam ile terörü yan yana getirmek, yani İslami terörden bahsetmek soysuz bir saptırma ve uydurmadır. Bir insanı öldürmenin tüm insanlığı öldürmekle eşdeğer olduğunu buyuran bir dine yapılabilecek en büyük kötülük, en çirkef hakaret ve saldırı terörizmle eşitleme teşebbüsüdür. Buna da hiç kimsenin hakkı yoktur. İslam insanlık değerlerinin tacı, tahtı, ilahi taltifidir; terörizm ise insanlığın inkarı, itlafı, tam karşısında mevzilenmiş, mevki bulmuş ihanet cephesidir. Dördüncü gününü idrak ettiğimiz rahmet ve bereket ayı Ramazan’da bu gerçekler üzerinde mutlaka düşünülmeli, gerekirse bir özeleştiri, gerekirse muhtevalı bir muhasebe yapılmalıdır. Şunu unutmayalım; maneviyatımızı saran tehlikelerle mücadele etmez, kendimize gelmez, yeni baştan ayağa kalkmazsak çok sürmez, çöküş mukadder olacaktır. Bu mübarek ve mukaddes ayda kardeşlik duygularımızı pekiştirerek, gaflet ve hezimet yolundan çıkarak tokalaşmaya, toparlanmaya, iç barış ve huzurumuzu sağlamlaştırmaya ihtiyaç vardır. Ramazan ayı aç ve susuz kalma ya da diyet yapma ayı değildir. Ramazan biz olma, bir nevi iman tazeleme, tövbe etme ayıdır. Aynı şekilde Ramazan Kuran ayı, bolluk, paylaşma, dayanışma ve kardeşlik halkalarını genişletme, güçlendirme zamanının adıdır. Sahurdan iftara kadar samimi ve sabırlı olmanın mükafatını sadece ve sadece Allah’tan beklemek, Allah’tan dilemek Ramazan’ın gerçek manasıdır. Allah’tan niyazım, dualarımızın, tuttuğumuz oruçların kabulüdür. Bu vesileyle Türk-İslam aleminin ve siz değerli arkadaşlarımın on bir ayın sultanı Ramazan-ı Şerifi’ni tebrik ediyor, bayrama sağlıkla ulaşmayı, yepyeni ve sağlam bir dayanışma ve birlik ruhunun canlanması için bir dönüm olmasını temenni ediyorum. Denemezsek başaramayız. Başaramazsak var olamayız. İstikrarlı ve iradeli şekilde bir ve beraber olmayı denemeli, başarmalı, günahkârlara, milli ve manevi bünyemizin yıkımını gözleyen karanlık çevre ve çehrelere şamarı indirmeliyiz.
Değerli Arkadaşlarım, 17 Aralık 2010’da, seyyar satıcı 26 yaşındaki Tunuslu Muhammed Buazizi’nin kendini yakması Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu da ateşe vermişti. Buazizi’nin meyve arabasının devrilmesiyle totaliter rejim ve yönetimlere karşı deyim yerindeyse isyan duyguları uyanmış, devrimler doğmuştu. Batıya kul köle olan despot yöneticiler birer birer yerinden yurdundan olurken çakılan kıvılcım hala sönmeyen kaos fitilini tutuşturmuştu. O günden bugüne Ortadoğu perişan, insanlık bitmiş haldedir. On yıllardır kuma gömülmüş Ortadoğu bu kez de kan ve şiddet seline kapılmış; birlik ve dirliğini terör örgütlerine kaptırmıştır. Tunuslu İslam düşünürü İbn-i Haldun der ki; akıl ruhun simgesidir. Ancak ruhunu ipotek ettiren, ruhu çalınan kişi ya da toplumlarda ortak aklın olmayacağı, olmayan bir şeyden de medet umulmayacağı su götürmez tarih tecrübesidir. Şu anda Ortadoğu’da ortak akıl yoktur. Akıl olmayınca irade bulunmayacaktır. İrade bir canlıyı insan, bir insanı ise şuur ve vicdan sahibi yapacaktır. Bu itibarla Ortadoğu, emperyalizmin her türlü telkin, dayatma, yönlendirme, baskı ve tehdidine açık ve korumasız durumdadır. Terör örgütleri komşu coğrafyalara demir atmış, risk ve belirsizlikler İslam dünyasına çengeli takmıştır. Salgın gibi yayılan, nerede ve nasıl biteceği hiç kimse tarafından bilinmeyen karmaşa ve vahşi çatışmalar elbette İslam ve insanlık alemi açısından felaketin izharıdır. Masum ve demokratik protestolardan kanlı hesaplaşma ve iç isyanlara varan dramatik zincirleme olaylar serisi en başta bölgesel barış ve huzuru baltalamıştır. Yozlaşmış yönetimlere karşı ekmek, iş, onur, özgürlük, adalet çağrısı yapan milyonlar, aslında dip akıntıyı yüzeye çıkarmakla kalmamış, Ortadoğu’nun yüzyıllık yapay ve ısmarlama haritalarının da tartışmaya açılmasını sağlamışlardır. Temel değerlerle stratejik çıkarları dengelemekten bihaber komşu ülkeler, küresel güçlerin resmen eline avucuna düşmüşlerdir. Düne kadar bağımlılık ve tutsaklık örtülü haldeyken, şimdi her şey billurlaşmış, gün yüzüne çıkmıştır. Ülkeler arasındaki sosyal ve ekonomik uçurumlar, toplumlar arasında devleşen adaletsizlik ve eşitsizlikler Afrika ve Ortadoğu’yu çoktan dehşet fanusuna almış, uzun süredir içten içe kemirmiştir. Misal olarak; Birleşik Arap Emirlikleri’nin başkenti Abu Dabi ile Yemen’in başkenti Sana veya Somali’nin başkenti Mogadişu arasındaki keskin ve büyük tenakuz aslına bakarsanız yanı başımızdaki coğrafyaların içler acısı durumunu gözler önüne sermektedir. Terör örgütleri hem küresel ligin zirvesinde bulunan efendilerinden aldıkları emir, hem de bölgesel dengesizlik ve değişik saiklerle kabaran öfke haliyle beslenmiş ve kan döken canavarlara dönüşmüşlerdir. Geçen hafta Birleşik Krallığın Manchester kentinde, bir konser salonuna düzenlenen terör saldırısıyla, Mısır’da Kıpti Hıristiyanları taşıyan bir otobüse yapılmış terör saldırısı hiç tereddütsüz aşağılık bir caniliktir. Kabul edilmelidir ki, Ortadoğu’nun temellerinin sarsılması, geleceğiyle oynanması tüm dünyayı güvensiz ve riskli hale getirmiştir. Şüphe yok ki, bu terör saldırılarında masum insanlar can vermiştir. Ve Milliyetçi Hareket Partisi hunhar eylemleri lanetlemekte, muhatap halk ve devletlere taziyelerini iletmektedir. Şunu unutmayalım ki, terör her yerde terör, terörist her coğrafya ve ülkede suçlu ve haindir. Terör örgütleri arasında sınıflandırma, ayrıştırma, iyi-kötü tasnifi, ehveni şer değerlendirmeleri sakıncalı olduğu kadar zulmün aklanmasıdır. Zulüm, mazluma kast etmek, haksızlığa çanak tutmaktır. Zulüm, insan olmanın inkarı, insanlığa apaçık saldırı ve suikasttır. Kaynağı, kökeni, motivasyonu, bahanesi, gayesi, yanında yöresinde kim olursa olsun her terör örgütü zalim, her terör eylemi ise zulmün ta kendisidir. Londra’da parlatılan, Berlin’de pırlanta gibi görülen, ama Ankara’da, İstanbul’da, Bağdat’ta, Şam’da bomba olup patlayan terör örgütleri insanlığın yenmesi, kökünü kurutması gereken zulmün paryalarıdır. Bunu yapmak için küresel akıl, adalet ve işbirliği kanalları açık ve aktif olmalıdır. Herhangi bir terör örgütünü, bir başkasına üstün tutmak hem adil, hem insani, hem de ahlaki görülemeyecektir. Terör örgütleri karşısında tarafsız kalmak diye bir şey yoktur. Bu olsa olsa cinayetlere rıza gösteren eyyamcılık ve entrikacı duruştur. Teröre net tavır alamayan, mazeret üreten, oraya buraya saklanan ülkeler bilinsin ki, zulme ortak olan, destek çıkan, mazlumların ahını alan potansiyel düşmanlardır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 25 Mayıs’ta Brüksel’de katıldığı NATO Zirvesi’nde aklımızın yatmadığı, ister istemez acaba diye sorguladığımız bazı kararlar alınmıştır. Bu kararlardan ön önemlisi, NATO’nun IŞİD’le mücadeleye katılacak olmasıdır. Türkiye’nin uzun bir süredir dillendirdiği bu seçenek ilk bakışta oldukça olumlu ve isabetli değerlendirilecektir. Bizim kanaatimiz de bu yöndedir. Ancak NATO’nun yalnızca IŞİD’e odaklanması, Rakka operasyonu için daha çok hava desteği sağlamayı öne alması, ayrıca istihbarat toplanması ve paylaşılmasıyla askeri faaliyetlerinin sınırlı kalacak olması kuşku ve kaygılarımızı artırmaktadır. Gündemde PKK-PYD-YPG yoktur. Türkiye’nin, Rakka operasyonunda PKK-PYD-YPG’nin kullanılmaması önerisinin reddi kabul edemeyeceğimiz çifte standart ve art niyetlilik olarak yorumlanmalıdır. ABD, tüm itiraz ve eleştirilere rağmen PKK-YPG’ye silah vermektedir. Bu çerçevede 15 ve 20 Mayıs tarihlerinde 100 tırlık silah ve mühimmat sevkiyatı ortadadır. ABD’nin Rakka operasyonunda PKK-PYD-YPG ile aynı cephede yer alması, bundan da tavize yanaşmaması çok ciddi sonuç ve bedelleri ortaya çıkaracaktır. Şimdi de bu cepheye NATO girmiştir; hem de Türkiye’nin karşı çıkışına rağmen. NATO’nun Rakka operasyonuna katılması, PKK-PYD-YPG’ye bir yönüyle destek, değilse bile eylem ve emellerine göz yumması anlamına gelecektir. Türkiye’nin NATO’nun ikinci büyük ordusuna sahip olduğu gerçeği ortada dururken, adeta ülkemize meydan okur gibi 65 yıllık bir ortaklık ve üyelik hukukunu yok saymak kesinlikle küstahlıktır. NATO bu kadar ucuz mudur? Üye devlet olmamızın hiç mi saygınlığı veya yaptırımı, hadi bunları da geçtik hiç mi hatırı yoktur? Ne demek NATO’yla PYD-PKK-YPG’nin aynı çizgide olması? Bu derin kumpası ne şekilde okuyalım? NATO, Türkiye düşmanlarıyla nasıl, hangi dürtü ve stratejik amaçla yan yana gelecektir? Bu ne menem bir çarpıklık, izahı ne şekilde yapılacak bir çirkinliktir? NATO bugüne kadar herhangi bir yaramıza merhem olmuş değildir. Üstelik Türkiye’ye kurulan tuzaklar da adı sıklıkla geçmiştir. Bilhassa darbeler tarihi incelendiğinde henüz aydınlanmamış çok sayıda iddia ve itham NATO’yu direkt kapsamına almıştır. Bunlar her vicdan sahibi vatan evladı tarafından değerlendirilmekte, konuşulmaktadır. İttifak hukuku tek yanlı yürüyen, tek taraflı çalışan; birilerinin keyfine, çıkarına, stratejik beklentisine göre ilerleyen bir oluşum, organizasyon hali değildir. NATO, PKK’nın değil Türkiye’nin ortak olduğu, nice fedakarlıklar yaparak katkı sunduğu küresel bir teşkilattır. Rakka operasyonuna katılsın, buna diyecek bir şey yoktur. Hatta Türkiye’nin desteği de malumdur. Ancak terör örgütleriyle NATO’nun ne işi vardır? Bu ayıp değil midir? ABD nereye varmayı planlamaktadır? IŞİD teröristse, PKK-PYD-YPG nedir, Brüksel ve Vashington’dan bakıldığında bu insan azmanları, insanlık katilleri nasıl görülmektedir? PKK’lı, YPG’li teröristler dağda bayırda kelebek peşinde koşan, çiçek böcek seven, papatya toplayıp fal açan, piknik yapıp mangal ziyafeti düzenleyen cici çocuklar değil, basbayağı canidir, bal gibi haindir, tartışmasız şerefsizdir, hepsi birden insanlığa kast etmiş düşmanlardır. Bunun ötesi yoktur. Bundan başka söylenecek söz de yoktur. 24 Mayıs 2017’de şehit olan Diyarbakırlı er Reşit Yıldız, Samsunlu polis memuru Mesut Yılmaz’ın; 25 Mayıs 2017’de şehit edilen Ankaralı er Emre Karagöz, Yozgatlı Uzman Çavuş Gökhan Peker, Samsunlu Uzman Çavuş Mustafa Özdemir, Çankırılı Uzman Çavuş Yavuz Bayram, Kayserili Uzman Çavuş Abuzer Doğan, Ağrılı Köy Korucusu Fetullah Aladağ’ın, 27 Mayıs’ta şehit edilen Gaziantepli Uzman Onbaşı Ferhat Gözen’in, İki hafta önce Şırnak’ta roketli saldırıya uğrayıp geçtiğimiz gün şehit olan ve dünde son yolculuğuna uğurlanan Osmaniyeli Uzman Çavuş Oğuzhan Yılmaz’ın katilleri, ABD’nin Rakka yürüyüşünde yanına aldığı canilerdir. 20 Temmuz 2015’den bu tarafa şehit düşen bin 209 vatan evladının canını alan esfele safilinler ABD’nin fiili kara gücü olarak planlanmışlardır. Bu olacak, sineye çekilecek, görmezden gelinecek bir husumet değildir. Batı terörizm konusunda karanlık bir sicile sahiptir. Batı başkentlerinde bir kişi öldürülse bu bir cinayet görülürken, doğuda onbinler katledilse buna sadece mesele gözüyle bakılması açık ve örtülemez bir vandallık ve ilkelliktir. Ne denli tuhaf ve tutarsızlıktır ki, geçen hafta, İtalya’nın Sicilya adasında bir araya gelen G7 ülkelerinin liderleri, terörle mücadelede anlaşmaya varmışlardır. Bu konuda ne kadar dürüst oldukları elbette çok geçmeden görülecek ve anlaşılacaktır. Özellikle AB konusunda ihtiyatlı bir iyimserlik dönemine geçilme sürecinde, Türk devletinin haklı ve meşru duruşunu geri adım atmadan müdafaa etmek siyasi otoriteden samimi beklenti ve tavsiyemizdir. Huzurlarınızda şehitlerimize bir kez daha Allah’tan rahmet, ailelerine, silah arkadaşlarına, milletimize sabır ve başsağlığı diliyorum. Halen tedavisi süren kardeşlerime acil şifalar temenni ediyorum. Diyorum ki, habis oyuncular, kirli senaristler, hemen heveslenmeyin, boşuna heyecan yapmayın. Acele etmeyin, yavaş gelin, nefes alıp şu kararlılığımızı iyi duyup düşünün: Sizde oyun bitmezse, bizde de kahraman nesil tükenmez. Sizde nefret ve kin azalmazsa, bizde de işgal niyetlerini tepeleyecek, ihanet teşebbüslerini silip süpürecek soylu, helal süt emmiş yiğit neferler eksilmez. Bir oluruz, tıpkı serhat boylarındaki akıncılar gibi, tıpkı mehterandaki kuvvet gibi, tıpkı fethe çıkmış iman kaleleri gibi, birlikte davranıp alayınızı birden her yerde karşılar, hak ettiğiniz cevabı veririz. Ve de, aynen 15 Temmuz’da olduğu üzere kaçtığınız yere kadar kovalar, inlerinizde boğarız. Zalimler korosu ne derse desin; şehitler ölmez, vatan bölünmez. Bayrak inmez, ezan dinmez, Türk milleti asla düşmez, Türkiye Cumhuriyeti düşmeyecektir.
Muhterem Arkadaşlarım, İstanbul, bir şehirden, bir ilden, bir kentten, bir metropolden daha fazlasıdır. İstanbul; muhteşem bir fetih ruhunun eseri, 13 yaşından itibaren hedefine kilitlenmiş kutlu hakanımız Fatih’in hediyesidir. 564 yıl önce İstanbul’un fethiyle bölgesel ve küresel statüko değişmiş, çağların yörüngesi kaymıştır. Hıristiyan Konstantinopolis gitmiş, Türk ve Müslüman İstanbul gelmiştir. Bizans düşmüş, Türklük yükselmiştir. Çürümüşlük sökülüp atılmış, Türk milleti sivrilip ileri atılmıştır. Her fetih bir stratejinin mahsulüdür. Her fetih kapsamlı bir hazırlığın, sağlam bir iradenin, inanmış kalplerin, hedefine kilitlenmiş bir cesaretin mükafatıdır. Anadolu Hisarı’nın karşısına inşa edilen Rumeli Hisarı aklın ve öngörünün marifetidir. Karadan çekile çekile Haliç’ten denize indirilen gemiler bir vizyonun gerçekleşmiş muhayyilesidir. Denizin üzerinden dev gibi giden yuvarlak topların yapımı kırılmayan, esnemeyen bir çalışmanın mukavemetidir. O güne kadar hiçbir gücün aşamadığı 6,5 km uzunluğunda, 30 metre yüksekliğindeki surlara Ulubatlı Hasan olup Üç Hilali dikmek medyunuşükran olduğumuz bir inanmışlığın maharetidir. Sabır, dua, zeka, cengaverlikle 53 gün boyunca kuşatmaya alınan İstanbul’un sonunda düşürülmesi, bu aziz kenti Türk milletinin kalpgahı yapmaya ant içmiş bir milliyetperverliğin şanlı muvaffakiyetidir. İstanbul’un fethi, sefer bizden, zafer Allah’tan diyen inanmış yüreklerin muteber ve müstesna bir mecmuudur. Yeniçerisinden Hakanına, elleri havada dua eden isimsiz neferlerinden devrin ilim irfan pınarı Aksemsettin’e kadar fetih; bir destanın, bir dirilişin, efendimizin övgüsüne mazhar olmayı kafa koymuş bir müjdenin şeref menkıbesidir. Büyük fetih; Mehmedi Fatih yapan, zamanın en büyük katedrali Ayasofya’yı camiye çevirerek Müslüman Türk milletine sunan, tüm mahlukatı gıpta ettirecek bir mahiraneliğin merkezi ve membaıdır. İstanbul’un fethiyle doğu ile batı arasındaki denge bozulmuştur. İstanbul’un fethiyle hak nail, haram zail olmuştur. İnsanlığın kader haritası, kader rotası değişmiştir. Çağların kilidi kırılmış, birisi açılırken diğeri perdeyi indirmiştir. Fatih Sultan Mehmed sadece kılıçla, sadece topla, sadece yaklaşık 70 bini bulan kahraman askeriyle değil; sabrıyla, sağduyusuyla, taşıdığı emsalsiz misyonuyla, sahip olduğu derin fikir, yüksek ahlak, alim vasfı tutkulu hükümdarlık niteliğiyle İstanbul’u Türkleştirmiştir. Fethin mirası üzerine yatıp durumu idare etmekle fütuhat bilinci muhafaza edilemeyecektir. İstanbul, eğer 564 yıl önce alınmışsa; bu her şeyden önce ülkülerine ve ilkelerine teslim olmuş, bunun da ötesinde muzaffer bir şuurla stratejik bakabilen, pes etmeyen bir hazırlık ve çalışma disiplini içinde hareketini planlayan elleri öpülesi ecdadımızın kazancıdır. Büyük düşünmeyen bir milletten, kendini aşmayı göze almamış bir toplumdan ne asırları kavramış fakih ne de yerküreye mühür vurmuş fatih çıkacaktır. Tarihte hiçbir başarı tesadüfi değildir. Tesadüfi olan fetih değil, cılız, güdük ve gevşek bir atılımdır. Fetih için önce cesaret, önce feraset, önce fedakârlık, önce irade, önce fazilet, önce ülkücü olmak lazımdır. Bu yüzden Fatih Sultan Mehmet Han; hayranlıkla andığımız, hatıralarını her daim hafızamızda taşıyacağımız devrinin yenilgi tanımayan Ülkücüsü, çağına sığmayıp ok gibi ileri fırlayan bir Bozkurtudur. Her fetih öncelikle gönülleri kazanarak, gönül vermişleri, güven duyanları inandırarak başlayacaktır. Altını çizmek isterim ki, fetih tarihin bir anında donmuş, durmuş, duraklamış bir hal değildir. Fetih dinamiktir, süreçtir, süreklilik içinde, tarihsel mizan ve milletin müdavim ve müdahalesiyle canlı tutulacaktır. Ecdadımız gibi biz de kendimize sorup şu soruların cevabını aramak durumundayız: Kahramanlık yolunda yürüyecek bilgelik ve cesarete sahip miyiz? Başarı istikametinde zorlukları yenip, engelleri ekarte edecek bir mücadele şuuruna malik miyiz? Yılgınlık göstermeden ülkülerimizin savunacak mizaç ve karakter olgunluğuna haiz miyiz? İçe dönük hesaplaşma ve mücadele yerine; başımızı dışa çevirip milletimize umut olmayı, canla başla çalışıp çırpınmayı göze alacak kararlılıkta mıyız? Ayağımızdan çekiştirenlere, çelme takanlara, nifak yayanlara aldırış etmeden hep ileriye, hep ufka, hep bir adım ötesine gidebilecek heyecan ve arzuda mıyız? Kim var diye sorulduğunda, sağa sola bakmadan, öne arkaya eğilmeden ben varım, biz varız demiş, diyen, diyebilecek bir hazırlık ve kendine güven içinde miyiz? Saldırı ve tahrikler karşısında vazgeçmeyi vebal sayan, sadakat ve asalete cephe alanları veba gören bir kavrayış ve ahlakta mıyız? Gece yastığa başımızı koyduğumuzda yalnızca gözlerin değil, vicdanımızın da huzurla uyuması için, Allah rızasına, millet sevdasına, ecdad ve şehitlerimizin hayır duasına layık olmayı hedefliyor, bunu istiyor muyuz? O bunu söylemiş, bu şunu anlatmış yerine; varız, başaracağız, zorlukların üstesinden gelip hak ettiğimiz zirveye hep birlikte ulaşacağız diyebilecek bir sorumluluk ve dava ahlakında buluşmaya gönül rahatlığıyla tamam diyebiliyor muyuz? Fetih için inanmak şart ise eğer, bu inancı taşıdığımızı kalben, fiilen, fiziken tasdik ediyor muyuz? Kişilerle değil olaylarla; gelip geçici heveslerle değil çağımızı sarıp sarmalayan derin hakikat ve hedeflerle uğraşmayı, bunlarla kaynaşmayı amaç ediniyor muyuz? Kısaca adam gibi yaşamak, gerçek bir ülkücü olmak için yarın geç, bugün ise geçiyor diyebilecek vakur, takdir ve şükranla anılacak bir vicdani temizlik, insani duruluk ve fikri aydınlanmanın tarafı mıyız? Bunlara evet diyorsanız, aşı tutmuş, işlem tamamlanmıştır ki, Fatih içinizde yaşamaya, fetih kanı damarlarınızda dolaşmaya başlamış demektir. Bugün burada, il ve ilçe kongrelerini başarıyla tamamlayan İstanbul İl Teşkilatımızı yeni bir fethe memur ediyor, kutlu bir sefer için görevlendiriyorum. Biliniz ki, İstanbul’u sizlerden istiyorum. Dünyanın en büyük Türk kentinin her sokağında, her mahallesinde, her hanesinde, 564 yıl önce surlara dikilen Üç Hilal gibi umutla dikilip gönüllere girmenizi, sesimizi ve mesajlarımızı ulaştırdığınızın haberlerini almayı ümit ediyorum. Sizlere güveniyor, alayınıza birden üstün başarılar diliyorum. İstanbul’u adaletle tanıştırıp, Türk’ün adıyla kaynaştıran, şaha kaldıran ve tarihe yön veren ecdadımızı hürmetle, minnetle yad ediyorum. Dün kutladığımız İstanbul’un fethinin 564. yıl dönümünde, Türk milleti için canlarını feda eden aziz şehitlerimize ve başta büyük hünkârımız Fatih Sultan Mehmet olmak üzere kahraman ecdadımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyorum.
Değerli Arkadaşlarım, Zannediyorum hiç biriniz, şampiyon Beşiktaş’tan bahsetmeden konuşmama son vereceğimi düşünmemiştir. Bir Beşiktaşlı olarak elbette şampiyonluktan sevinç duydum. Spor Toto Süper Ligin bitimine bir hafta kala şampiyonluğa ulaşan Kara Kartal Türk sporunun renkleri siyah beyaz olan yüz akı, iftihar edilecek kulüplerinden birisidir. Bu durum şahsım adına da oldukça anlamlı, memnuniyet vericidir. Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün futbolcularını, teknik heyetini, yağmurda çamurda, karda kışta, iyi günde kötü zamanda destek ve tezahüratlarıyla takımlarını yalnız bırakmayan taraftarlarımızı içtenlikle tebrik ediyorum. Kulüp Başkanımız Sayın Fikret Orman Bey ve yönetimini kutluyorum. Müsaade buyurursanız, taraftarlarımızın bir sözüyle konuşmamı noktalıyorum: Asıl olan hayattır, hayatta Beşiktaş’tır. Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyor, sağlık, başarı ve esenlikler diliyorum. Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.
|