Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
Çok Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Basınımızın Muhterem Temsilcileri, Hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Bizim anlayışımıza göre toplum hayatında yaşanan her sorun, siyasetin ilgi alanına girmelidir. Siyasete yansıyan tüm sorunların çözümü için ise azami mutabakat, asgari tartışma kültürünün yerleşmesi rejimimiz ve ülkemizin geleceği açısından önemlidir. Bu hassasiyetlere değer veren Milliyetçi Hareket Partisi, kamuoyunu meşgul eden sorunların çözümü amacıyla, kendisinden beklenen desteği ve yapıcı katkıyı bugüne kadarki uygulamalarıyla ortaya koymuştur. Partimizin tüm uzlaştırma çabalarına rağmen, üzülerek ifade etmeliyim ki, son zamanlarda toplumsal kutuplaşmanın ve ayrıştırma senaryolarının sahnelenmeye çalışıldığı tehlikeli bir gerilim sürecine girilmeye başlanmıştır. Millet olarak müşterek değerlerimizin etrafında birlik olmamız gereken kritik bir zamanda, Adalet ve Kalkınma Partisi ile Cumhuriyet Halk Partisi’nin sahneledikleri cepheleştirici siyaset taktikleri, zaten hassas bir dengede duran huzur ve güven ortamını yeni bir sıkıntılı istikamete yönlendirmiştir. Hatırlanacağı üzere, 22 Temmuz seçimlerinden önceki Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde benzer gerilim ve kutuplaşmalar yaşanmış, Türkiye bu sosyal ve siyasal ortamda yaşadığı kafa karışıklığı ve sıkıntılarla seçimlere giderek tercihini kullanmıştı. Bugün geldiğimiz aşamada ise sonu olmayan tartışmalar yalnızca söylem boyutunda kalmamış, siyasetçiler üslup değiştirerek siyaset kurumu ile devlet kurumları arasında bir siyasi düello ortamı yaratma gayretine girmişlerdir. İdam sehpalarının hatırlatıldığı, kefenlerin çağrıştırıldığı, beyaz çarşafla yola çıkma edebiyatı ile demokrasi dışı yöntemlerin ima edildiği bu ortamda, aziz milletimiz adeta cepheleşmeye çağrılmakta ve taraflar arasında saf tutmaya davet edilmektedir. İstismar alanları alabildiğine geniş, ancak siyasal etikleri iyiden iyiye çürümüş olan bu felaket tellalları; korku tacirliği yaparak bir yandan milletimizin gönlüne perde çekmeye çalışmakta, diğer yandan ise demokrasimizin olgunlaşmasını ve geleceğini tehlikeye atmaktadır. Türkiye, geçmişinde, siyaset kurumunun başı çektiği kutuplaşmaların ülkemizi nasıl bir darboğaza sürüklediğinin hazin örnekleri ile doludur. Değerlendirme yanlışı yaparak milletin kendisine verdiği iktidar gücünü müebbet bir kudret sananların, demokrasi dışı müdahalelere nasıl çanak tuttuğu da yakın tarihimizden iyi bilinmektedir. Bu nedenle, iktidar partisi ile ana muhalefet arasında ibret verici bir biçimde cereyan eden siyasal çekişmeler, hem toplumsal müsamahayı aşındırıp hoşgörüyü ortadan kaldırmakta, hem de toplumun demokrasiye olan inancını ve güvenini derinden sarsmaktadır. Çatışmadan beslenen bu ortamın Türk siyaseti üzerindeki etkisinin azaltılması ve bu alışkanlıkların ortadan kaldırılması için Milliyetçi Hareket üzerine düşen sorumluluğun farkında ve bilincindedir. Buna rağmen, siyasette, üniversitede ve medyada yer tutmuş Milliyetçi Hareket hasımlarının politik duruşumuzu anlamak istemeyişlerindeki ısrara rağmen, partimiz milletimizin ve devletimizin varlığını ve geleceğini korumak için üstüne düşen sorumluluğu yerine getirmeye sonuna kadar kararlıdır. Önümüzdeki yeni dönemde de uzlaşma ve anlaşmaya; sağduyu ve soğukkanlı davranmaya ihtiyaç duyulacağı bir gerçektir. Bu kapsamda Milliyetçi Hareket Partisi olarak aziz milletimize artan gerilimler karşısında itidal tavsiye ediyor, tahriklere ve tuzaklara karşı çok dikkatli olmalarını öneriyoruz. Milliyetçi Hareket Partisinin mecliste yer almadığı geçmiş dönemdeki alışkanlıklarını sürdürmek isteyenlerin, partimizi devre dışı bırakma veya kendilerine benzeştirme çabaları sonuç vermeyecek nafile bir girişimdir. Her fırsatta Milliyetçi Hareket’in varlığını ve toplum nazarında kabul görmesini içlerine bir türlü sindiremeyen sözde entelektüel mihrakların, hangi odaklarının taşeronluğunu yaptıkları da bizce çok iyi bilinmektedir. Unutulmamalıdır ki, Milliyetçi Hareket Partisi’nin hiçbir şerefli mensubunun demokrasi bezirgânlarından, özgürlük tüccarlarından, inanç pazarlamacılarından alacağı ve öğreneceği hiç bir şey yoktur ve asla da olmayacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi, Türk Devletinin bekasını ve Türk milletinin değerlerini her şeyin üstünde tutan bir gönül misyonunun haysiyetli bir yuvasıdır. Bu zamana kadar bizi, Türk milleti için doğru ve yararlı olacağına inandığımız konuları açık ve yüksek sesle söylemekten hiçbir güç alıkoyamamış ve buna cesaret edememiştir. Bundan sonra da, Türk milliyetçileri olarak inandıklarımızı haykırmaktan kaçınmayacağımızı, düşündüklerimizi sonuna kadar söyleyeceğimizi ve söylediklerimizin de arkasında mutlaka ve mutlaka durmaya devam edeceğimizi buradan bir kez daha açıklıyorum. Muhterem Milletvekilleri, Milliyetçi Hareket Partisi; Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ile Türk milletinin refah ve kalkınmasını ülkü edinmiş, milliyetçiliği bir siyasal proje olarak kabul etmiş kutlu bir davanın temsilcisidir. Aynı zamanda, aziz milletimizin gösterdiği teveccüh oranında temsil edildiği TBMM’de, talip olduğu demokratik görevleri önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben ilkesi ile samimiyetle uygulamış bir siyasi partidir. Hepinizin de bildiği gibi, 22 Temmuz seçimlerinden sonraki dönemde partimize aziz milletimiz tarafından muhalefet görevi takdir edilmiştir. Bu görev, en az iktidar olmak kadar saygın ve şerefli bir millet hizmeti ve demokrasi vazifesidir. Türk siyasetinde kronik hale gelmiş muhalefet anlayışının aksine bizim yaklaşımımız, yalnızca Türkiye’miz ve Türk milleti için doğru olduğuna inandığımız konularda olmak üzere;
Bu muhalefet anlayışımıza karşı, geleneksel çatışma anlayışını aşamamış mihraklarca ağır bir karalama kampanyası başlatıldığı, yaptığımız her hamlenin etkisizleştirilmeye çalışıldığı, girişimlerimizin yapay tartışmalarla sulandırılmak istendiği görülmektedir. Bu durumu, partimize yönelik olarak aşılamamış önyargıların yanı sıra geleneksel kirli muhalefet alışkanlıklarından kurtulamamış zihniyetlerin siyasal miyopluğun de bir sonucu olarak görmek gerekmektedir. Demokrasiler, ancak muhalefetin varlığı ile anlam kazanırlar ve demokratik kararlar, ancak muhalefetin katkıları ile bir değer ifade ederler. Bu itibarla rejimi ne olursa olsun her ülkenin mutlaka bir hükümeti varken, muhalefete yer ve imkân veren yegâne rejim demokrasi olmuştur. Bu itibarla demokrasinin, yaşatılıp yaygınlaşabilmesi için güçlü bir muhalefet her zaman gereklidir. Denilebilir ki; demokrasinin varlığı ve devamlılığı, ancak farklı düşünce ve sözleri yansıtan bir muhalefetin mevcudiyeti ile mümkündür. Özellikle uzlaşma kültürüne sahip olmayan ve kendinde güç vehmetmeye başlayan tek parti iktidarlarına karşı etkili bir muhalefetin varlığı çoğulcu demokrasiyi hem güçlendirmekte, hem de toplumsal huzurun sağlanmasına önemli düzeyde katkıda bulunmaktadır. Etkin ve çözüm üreten bir muhalefet anlayışı; aynı zamanda parlamenter demokrasiyi işleten bir unsur olması açısından da hayati bir öneme sahiptir. Bizim anlayışımıza göre ülke yönetiminde ve kararlarında en az iktidar kadar önemli ve sorumlu olan muhalefetin anlamı her şeye karşı çıkmak, her türlü öneriyi gözü kapalı reddetmek, ağır politik demagojilerle cevap vermek ve meydan okumak değildir. Ülkemizin ciddi sorunlarla yüz yüze olduğu bu dönemde; Milliyetçi Hareket olarak; iktidarı uyaracak, eleştirecek, yol gösterecek ve bu gücü milli menfaatler için harekete geçirecek etkin ve kararlı bir muhalefet anlayışını benimsediğimizi ifade etmek istiyorum. Bu aşamada herkesin şahit olduğu gibi; muhalefet tarzımız iktidar partisinin siyasal gücünü zorbaca ve başına buyruk kullanmasına bir engel teşkil etmektedir. Öte yandan, bu yaklaşımımız çatışmaya müsait ana muhalefetin de keskinliğini toplum yararına dizginlemeye yöneliktir. Nitekim, partimizin bu muhalefet duruşu ağır bir terör tehdidi karşısında yapay gündemle hareketsiz hale gelmiş Türkiye’yi uyandırmış, TBMM’ni sınır ötesi bir operasyon için karar verme noktasında uyarıcı olmuştur. Muhalefet anlayışımızın bir diğer yönü ise kendi siyasal tabanımızla birlikte, toplumun diğer kesimlerinden gelen taleplerin, hem demokratik bir platformda tartışılmasını ve temsilini, hem de siyasal alana taşınmasını sağlamaktadır. Milliyetçi Hareket olarak, demokrasilerde hiçbir siyasal hareketin sonsuza kadar iktidar ya da muhalefet olarak kalamayacağı gerçeğinden hareketle, er ya da geç iktidarın muhalefet, muhalefetin de iktidar olacağını biliyor ve bunu belirleyecek olan milletimizin engin sağduyusu ve isabetli tercihine sonuna kadar güveniyoruz. Ortaya koyduğumuz etkin muhalefet stratejisinin ana ekseni; AKP’nin elindeki sayısal gücü, kendi siyasi emelleri için değil, aziz milletimiz ve kutlu devletimizin yükselişi ve refahı yönünde kullanmasını sağlamaktır. Türkiye Cumhuriyeti eşit ve özgür vatandaş prensibine dayanan; Anayasamızda ifade bulduğu üzere; demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti olmanın çağdaş bir yorumudur. Demokrasi bireyler arasındaki güven ve karşılıklı saygıyla kurumsallaşıp kök salan, toplumsal huzur ve istikrarın en önemli güvencesidir. Tabuların hâkim olduğu, nereden gelirse gelsin her anlamda bağnazlıkların hüküm sürdüğü bir toplumsal yapıda demokrasinin sağlıklı işleyişinden bahsetmek mümkün değildir. Demokrasi; genel ve eşit oy prensibi çerçevesinde çoğunluğun yönetme anlayışına dayandığı gibi, aynı zamanda azınlıkta kalanların haklarını çoğunluğun tahakkümüne ihtimaline karşı da güvence altına alır. Bizim muhalefet anlayışımızın önemsediği ve savunduğu bir başka boyut da budur. Bu yönüyle Milliyet Hareket yalnızca kendisine oy vermiş vatandaşlarımızın değil, iktidar partisini tercih etmemiş bütün toplum kesimlerinin iktidar gücü karşısında korunmasını da amaç edinmiştir. Bilindiği gibi, Cumhuriyet idaresinin milletimizdeki yansıması demokrasiyle gerçekleşmiştir. Vatandaşlarımız demokrasi vasıtasıyla devletiyle bütünleşmiş, gönüllü bir biçimde egemenlik yetkilerini temsilcilerine devretmişlerdir. Egemenlik, siyasal düzeni koruyan, gözeten ve düzenleyen devletin yönetim için ihtiyaç duyacağı bir gücü olmakla birlikte, bu durum, devletin vatandaşlar üzerinde sınırsız ve sonsuz bir güç kullanma hakkına sahip olduğu anlamına da gelmemelidir. Burada önemli olan, vatandaşların kullandığı hak ve özgürlüklerin sınırı ile bunların anlam ve hayat bulduğu devletin bekası arasında hassas bir denge kurmayı başarabilmektir. Devlet, modern demokrasilerde egemenlik yetkisini milletten alır ve kullanır. Bu açıdan egemenliğin toplumsal bir boyutu ve zemini bulunduğunu, yani bu yetki ve erkin özde yönetilen bireylere ait olduğunu unutmamak gerekmektedir. Siyasetimizin ekseninde de burada söz konusu olan, fert-millet ve devlet arasındaki denge ve uyumun sürdürülmesi esastır. Bu aynı zamanda milliyetçiliğimizin siyasetteki doğal bir yansımasıdır. Bugün bu tür yönetim kaygıları bulunmayanlar ile devlet ve millet ihtilafından siyasal menfaat umanlar elbette ki bu vakıayı kabullenmek istemeyeceklerdir. Ancak bizler, başkaları nasıl hareket ederse etsin, kim ne söylerse söylesin yalnızca doğrular ifade etmek üzerine kurulu milliyetçi muhalefetimizi sonuna kadar muhafaza edeceğimizi, kamuoyuna bu vesileyle bir kez daha duyurmak istiyorum. Bizler hiçbir karanlık mihrak ve hiçbir yabancı güç ve dayatmaya aldırmadan yalnızca büyük Türk milletinden aldığımız kudret, muhteşem tarihimizden edindiğimiz ilhamla varız ve her zaman da burada olacağız. Değerli Milletvekilleri, 2007 Yılı Temmuz ayından itibaren küresel piyasalarda başlayan dalgalanma başta Türkiye olmak üzere, hiçbir ayrım yapmadan tüm dünyada etkisini hissettirmektedir. Geçtiğimiz günlerde Japonya’da toplanan G–8 ülkeleri tarafından, 'ABD'deki konut piyasasındaki bozulmanın daha da derinleşmesi ve kredi koşullarındaki sıkılaşmanın daha da uzun bir süre devam etmesi dâhil olmak üzere, aşağı yönlü risklerin hâlâ mevcut' olduğu teyit edilmiştir. G–8 ülkeleri, Türkiye’nin aksine, 'durum kontrol altında' ya da 'bize bir şey olmaz' gibi kolaycı ve basit açıklamalarla meseleye yaklaşmamaktadır. Küresel ekonomik sorunun ciddi olduğuna, 'gereken önlemlerin ülkelerce tek tek ya da topluca alınacağına dair açıklamalar, küresel dalgalanmanın dikkate alındığının bir kanıtıdır. AKP iktidarı tarafından ısrarla görmezden gelinmeye çalışılsa da, ekonomide uzunca bir süredir var olan ve üstü örtülmeye çalışılan kronik sorunlar; yaşanan dalgalanmanın sonucunda gün ışığına çıkmıştır. Ne yazık ki bugün ülkemizin en büyük talihsizliği; karşımızdaki ekonomik sorunların hangi olumsuzlukları doğurabileceğinin farkında ve bilincinde olmayan basiretsiz bir siyasal iktidarın yönetimde bulunmasıdır. Türkiye ekonomisinde var olan riskler, küresel kriz senaryolarının gerçekleşmesine ciddi anlamda davetiye çıkarmaktadır. Borsada işlem gören hisse senetlerinin % 70’inden fazlasına ve hazine iç borçlanma senetlerinin yaklaşık % 20’sine yabancıların sahip olduğu göz önüne alınırsa, durumun ne kadar kritik olduğu açıkça anlaşılacaktır. Yaklaşık 38 milyar dolara düzeyine ulaşan cari açık; ekonominin içinde bulunduğu riskli durumu göstermesi bakımından anlamlı ve önemli bir göstergedir. Bu zamana kadar, yabancı sermaye girişiyle ayakta duran finansal sistemin, muhtemel bir sıcak para çıkışı halinde ne hale geleceğini, hangi sorunların ortaya çıkacağını tahmin etmek hiçte zor değildir. Yabancı sermaye girişiyle finanse edilen cari açık, aynı zamanda ithalattaki önlenemez hale gelen yükselişin de bir sonucudur. İhracat artışıyla sürekli övünenlerin, ithalattaki yükselişi göz ardı etmelerini dikkatlerinize sunmak istiyorum. Anlaşılmaktadır ki, kısa ve orta vadede, AKP Hükümetinin dilinden düşürmediği ekonomik büyümenin gerçekleştirebilmesi için döviz açığına adeta mecbur olunacaktır. Son yıllarda gözlenen doğrudan yabancı sermaye akımlarının neredeyse tamamı yabancılara gayrimenkul satışları ve sahibi yerleşik olan şirketlerin yabancılara satışıyla sağlanabilmiştir. Bu durumun bu haliyle devam etmesi mümkün değildir. Nitekim günü kurtarma uğruna, AKP iktidarı süresince ekonomide oluşan yabancılaşma ciddi bir aşamaya gelmiş durumdadır. Yabancılaşma oranının bankalarda yaklaşık yüzde 50, sigorta sektöründe ise yaklaşık yüzde 90 oranına dayandığı göz önüne alındığında, finans sektörünün maalesef elimizden çıkmak üzere olduğu görülecektir. Diğer taraftan, istihdamı önceliğine almayan ekonomi politikalarının sonucu olarak ortaya çıkan işsizlik sorunu da ziyadesiyle kaygı vericidir. Büyümedeki gerilemeye paralel bir şekilde, resmi verilerle yüzde 10 düzeyini aşan işsizlik oranı, gayri resmi rakamlarla yüzde 20 seviyesine ulaşmış durumdadır. Endişe verici bir şekilde işgücüne katılımın azaldığı bu süreçte, işsiz sayısındaki artış AKP iktidarı tarafından yıllardır ihmal edilen bu kesimin aslında hiçbir şekilde dikkate alınmadığının bir göstergesidir. Özellikle genç işsizlerdeki artış sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik buhranlara neden olacak boyutlara ulaşmıştır. Ve bu mesele evlere kömür yardımıyla geçiştirilemeyecek kadar büyük boyutlara ulaşmış, her evin her ocağın en büyük meselesi haline gelmiştir. Artık birçok vatandaşımız iş aramaktan bile vazgeçmiş, gelecekten umudunu tamamen kesmiştir. Uygulanmakta olan ekonomi politikalarında köklü değişiklikler yapılmadığı sürece, tamamen dışa açık ve bağımlı hale gelmiş Türkiye ekonomisinin her dalgalanmada önemli ölçüde hasar görmesinin ve ülke kaynaklarının yurtdışına transferinin önüne geçilmesi mümkün olmayacaktır. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Konuşmamın bu bölümünde halen TBMM’nde, son iki maddesi görüşülmekte olan Vakıflar Kanunu ile ilgili görüşlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Hatırlanacağı üzere, 21. Dönem TBMM’nde temsil edilen, MHP dışındaki siyasi partiler, gizli bir koalisyon ortağı gibi hareket ederek 3 Ağustos 2002 tarihinde, azınlık vakıflarının yeni taşınmaz mal edinmelerinin önünü o dönemde açmışlardı. Ortaya çıkan bu duruma karşı, Milliyetçi Hareket Partisi olarak samimi ve ciddi bir şekilde muhalefet ederek, milli kaygılarla konuyu yüksek mahkemeye taşımıştık. Yüksek Mahkeme ise bu başvurumuzu maalesef reddetmişti. Vakıflar Kanunu, 22 yasama döneminde iktidar olan AKP tarafından tamamen değiştirilmek istenmiş, ancak bu girişim 10.Cumhurbaşkanı tarafından milli hassasiyetler gözününe alınarak bir kez daha görüşülmek üzere TBMM’ne iade edilmişti. Lozan Antlaşmasına açıkça aykırı olan ve daha önce Sayın Cumhurbaşkanı tarafından veto edilen Vakıflar Kanunu, AKP tarafından hiçbir değişikliğe tabi tutulmadan 23. Yasama Döneminde TBMM Genel Kuruluna tekraren getirilmiştir. Bilindiği üzere Lozan Anlaşması'nda "gayrimüslim Türk tebaa" azınlık olarak tanımlanmış olup, Türkiye'nin azınlıklara tanıdığı hakların, mütekabiliyet ilkesi gereğince Yunanistan’ın da Müslüman Türk azınlığa tanıması şartı getirilmiştir. Buna rağmen, Yunanistan Parlamentosu’nun 7 Şubat 2008 tarihinde, Trakya’da bulunan Türk ve Müslüman cemaatin vakıfları ile ilgili yürürlükte bulunan Kanunu değiştiren kararı ile TBMM’nde halen görüşülmekte olan Vakıflar Kanunu tasarısının hükümleri Lozan Antlaşmasında öngörülen mütekabiliyet ilkesi dikkate alınmadan hazırlanmıştır. Görüşülmekte olan vakıflar kanunu bu vazgeçilmez ilke çerçevesinde düzeltilmediği takdirde, hem Lozan Antlaşmasının dengeleri bozulmuş olacak, hem de Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesi içte içe tartışmaya açılacaktır. Bizim kararlı muhalefetimize ve bütün itirazlarımıza rağmen, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin, gizli bir taahhüt içine girmiş gibi ısrarla takındığı gayri milli politik tutumunu sürdürmeye çalışmasını anlamak mümkün değildir. Vakıflar Kanununda yer alan ve asla kabul etmediğimiz hususları açık bir şekilde aziz milletimizle paylaşmak istiyorum ve neticesini milli vicdana havale ediyorum. Yapılan değişiklilerle:
Yabancıların vakıflarda söz ve yetki sahibi olmasının önünü açan bu düzenlemeyle, ülkemizde sivil toplum yapısı kuşatılacak, milli konulardaki direnç etkisiz bir hale getirilecektir. 29 Ocak 2008 tarihli grup konuşmasında vurguladığım gibi; bu yasanın yürürlüğe girmesiyle;
Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Cumhuriyetimizin varlığına dönük açık bir saldırı ve ihanet olduğuna inandığımız Vakıflar Kanunundaki değişikliğe karşı karalı ve tavizsiz muhalefetimizi sonuna kadar sürdüreceğiz. Aziz milletimiz, bize hükümet olma imkânı verdiği takdirde bu değişikliklerin eski haline getirileceğimizi buradan huzurlarınızda açıkça belirtiyor, değişiklikten yararlanmak için pusuda bekleyen mihrakları da şimdiden uyarıyorum. Değerli Milletvekilleri, Pazar günü itibariyle Eski Yugoslavya Cumhuriyeti’nin bir parçası olan Kosova yönetimi bir Cumhuriyet olarak bağımsızlığını ilan etmiş bulunmaktadır. Kararın Kosova halkına ve bu bölgede yaşayan soydaşlarımıza hayırlı olmasını diliyoruz. 1389 yılında Osmanlı hakanı 1.Murat’ın şahadeti ile sonuçlanan 1 Kosova Zaferi ile Türklerin yönetimine olarak girmiş olan bu coğrafya, bilindiği gibi Balkan savaşları ile birlikte yönetimimizden ayrılmıştır. Bu tarihten sonra yaşadıkları zulüm ve baskılar neticesi büyük acılar ve göçler yaşayan evlad-ı fatihan torunları, akabinde soğuk savaş sonrası yaşanan küresel gelişmelerden de istifade ederek bağımsızlıklarını nihayetinde ilan etmişlerdir. Ancak, medyaya yansıyan görüntülerden, kutlamalarda bulunan Kosovalı göstericilerin ABD bayraklarını da taşıyor olmaları bağımsızlıklarına gölge düşürecek ciddi bir kırılma olarak değerlendirilmelidir. Bu son gelişme ile birlikte Osmanlı İmparatorluğunun Balkan topraklarından çekilmesinden sonra Avrupa’daki topraklardan bugün 11 ayrı devletin doğmuş olması, kutlu ceddimizin yönetim ve hükümranlık gücünü de göstermesi bakımından ayrıca ibret vericidir. Hükümetin, bu yeni devlet içinde yaşayan soydaşlarımızın haklarını ve hukuklarını koruyup kollamasını, Avrupa içinde yerini alan Müslüman Kosova halkı ve bağımsız Kosova Cumhuriyeti ile iyi ve kalıcı ilişkiler kurmasını temenni ediyorum. Dileğimiz, kendi ayakları üzerinde durabilen, halkının huzur ve refahını sağlamış bir Kosova Cumhuriyeti’nin çağdaş dünyada en kısa sürede yerini alabilmesidir. Değerli Milletvekilleri, Türkiye genç kızlarının yüksek öğrenimdeki kıyafetlerini bütün yoğunluğu ile tartışırken ülkemizde çok ciddi gelişmeler yaşanmakta, Türkiye’nin gerçek gündemi maalesef tartışmaların arasında gözlerden kaçırılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesiyle sorunu olan, Türk milletine karşı hasmane duygular besleyen mihrakların saldırı ve tacizleri, tabiri caizse artık sabırları taşıracak boyutlara ulaşmıştır. Bölücü hayâsızlığın ve iktidar gafletinin ulaştığı en son nokta, bağımsızlığımızın ve hürriyetimizin sembolü olan şerefli al bayrağımızın hainler tarafından dalgalandığı gönderden indirilerek, yerlerde sürüklenmesi hadisesi olmuştur. Benzerlerine işgal kuvvetlerinde bile görülmeyen bu alçakça saldırı böcülülüğün hangi seviye ve cürete ulaştığını göstermesi bakımından da bu konuyu anlamakta direnenler için ibret verici olmuştur. İmralı canisinin yakalanışını sözde protesto eden bölücüler, Türkiye’nin bir bölgesinde kepenkleri kapattırmışlar, yollara barikat kurmuşlar, sokağa döktükleri yandaşlarını güvenlik güçleriyle çatıştırmışlardır. Bu gelişmelerin, bölücülüğün siyasi uzantısı olduğu gün gibi ortada olan bir partinin; tek bayrak, tek millet, tek vatan kabullerimizi eleştirileri ile eş zamanlı gerçekleşiyor olması bu odakların asıl niyetlerini açığı vurması açısından önemlidir. Ancak daha önemli olan bu vahim hadiselerin, Türkiye’yi yönetme iddiasında bulunan siyasal iktidarın gözleri önünde açıkça cereyan ediyor olmasıdır. Türkiye, hükümetten umudunu kesmiş, kronikleşen sorunlarından kurtulmak için çare aramaktadır. Milli birliğimiz ve binlerce yıllık kardeşlik hukukumuz iktidarın müsamahası altında her yeni gün ağır tehdit ve şantajlara maruz kalmaktadır. Aziz Cumhuriyetimiz ve binlerce yıllık varlığıyla tarihe yön veren milletimiz; maalesef, AKP döneminde yeniden bir beka mücadelesi içine sürüklenmiştir. Türk milletinin kültürel ve moral direnci, sorumluluk mevkiinde bulunan siyasi iktidar tarafından adım adım tahrip edilmiş durumdadır. Dört bir yandan sahnelenen ihanet oyunu ne hazindir ki, AKP tarafından sadece izlenmekte, hiçbir tepki verilmemekte, gereken önlemler bir türlü alınmamaktadır. Gerek bölücülüğü küçümseyerek tedbir almaktan kaçınan iktadar mensupları ve gerekse ihanetlerinin dozunu iyice tırmandırarak bayrağımıza hakarete cüret eden mihraklar, Türk milletinin sabrının tükenmekte olduğunu artık görmeli ve çok geç olmadan anlamalıdırlar. Üniter devlet yapısını bir fantezi ya da farazi bir durum olarak değerlendirenler bilmelidirler ki; Türk milleti namus bildiği aziz vatanın her karışına sahip çıkacak cesarete ve Türk milliyetçileri ise yeri ve vakti geldiğinde müdahale edecek şuur ve inanca sahiptir. Türkiye’nin varlığına ve şanlı Türk Bayrağına kastetmek isteyenler bilmelidir ki, hain niyetlerinin gerçekleştiğini görmek, Türk milliyetçilerinin bulunduğu bir yerde kendilerine asla ve asla nasip olmayacaktır. Bu duygu ve düşüncelerle hepinizi bir kez daha saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.
Dr. Devlet Bahçeli |