Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 14. Dönem Sertifika Töreninde yapmış oldukları konuşma. 16 Aralık 2017
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 14. Dönem Sertifika Töreninde
yapmış oldukları konuşma.
16 Aralık 2017

 



Aziz Dava Arkadaşlarım,

Değerli Kardeşlerim,

Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sayın Basın Mensupları,

Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 14.dönem mezuniyet töreni münasebetiyle burada toplanmış bulunuyoruz.

Konuşmamın başında sizleri, yurdumun dört bir köşesinde hayat ve varlık mücadelesi veren saygıdeğer vatandaşlarımızı hürmetle selamlıyorum.

10 Ekim 2009 tarihinde açılışını ümitle yaptığımız Siyaset ve Liderlik Okulumuz yaklaşık sekiz yılı geride bırakmıştır.

Bu süre zarfında yüzlerce kardeşimiz eğitim almış, kişisel gelişim ve tecrübelerini artırmışlardır.

Her biri alanlarında yetişmiş çok sayıda değerli arkadaşımız da zamanlarını ayırıp fedakârlık yaparak burada ders vermişlerdir.

Siyaset ve Liderlik Okulumuz Türkiye ve dünya meselelerine Türkçe bakışın, mütevazı katkının, milli yaklaşımın, milliyetçi yorumun adresi olmuştur.

Olduğuyla yetinmeyen, hep daha fazlasını isteyen, öğrenmenin yaşı ve zamanı bulunmadığına inanan kardeşlerimiz Siyaset ve Liderlik Okulumuzun imkanlarından layıkıyla istifade etmişlerdir.

Şahsen eğitime ayrıcalıklı önem atfettiğimden dolayı bu gelişmeden fazlasıyla bahtiyarlık duyduğumu bilhassa ifade etmek istiyorum.

Okuyan gönüller arınır ve ayaklanır.

Okuyan zihinler aklanır ve aralanır.

Eğitim engelleri yıkar, mesafeleri kaldırır.

Merhum Cemil Meriç, okumak, okutmak, tartışmak zorundayız diyordu.

Mimarı ve işçisi cehalet olan zindanlardan şikayet ediyordu.

Bu nedenle kendimizi tanımanın, nasıl bir tarihin mensupları olduğumuzu bilmenin önemine bazen umutsuzlukla, bazen de parlak bir vurguyla temas etmişti.

Kırmamız gereken zincirler vardır.

Kucaklamamız gereken muhteşem bir mazi, kavuşacağımız muazzez bir ati vardır.

Bunları ancak eğitimle yapabilir, eğitimle başarabilir, disiplinli ve derinlikli okumayla tamamlayabiliriz.

Cehalete kefalet, sefalete de delalet olmaz, olmamıştır.

Birbirimizle ilgili kaygı duymak, önyargıların kilidini açmak, tahammülsüzlüklerin isini silmek elbette ve öncelikle mürekkebin gücüyle, kâğıdın-kitabın künhüyle mümkündür.

Bir başkasını düşünmek, bir başkası için fedakârlık yapabilmek, ruhumuza açılan zindan kapılarını ya kıracak ya da kapayacaktır.

Bizim kaynağımız aziz millet varlığıdır.

Milli kimliğimizin doğum ve doğrulma mihrakı Türk tarihidir.

Düşüncemizin merkez ve mihverine Türk milleti hâkimdir.

Amacımız ise aziz milletimize samimiyetle, safi bir hissiyatla hadimliktir.

Milliyetçiliğin özü ve esası da buradadır.

Hayat boyunca yorulmadan çalışmak, yılmadan çabalamak; ülkülerimize giden en emin, en güvenli, en sağlam yolları araya araya bulmak zorundayız.

Siyaset ve Liderlik Okulumuzun bu mücadele sürecinde mühim ve mümtaz bir desteği olacağına kafi bir ümitle kani olduğumu söylemek istiyorum.

Dünyanın kanunu hareket, insanın kanunu hürriyettir.

Sadece dünyayı tanımak yetmeyecektir.

Sadece çevreyi tasvir ve tanımlamak da yeterli olmayacaktır.

Tanımak için kendimize dönmeli, özümüze bakmalı, öz değerlerimize tutunmalıyız.

Bu sayede muhtaç olduğumuz kudreti görebilir, gösterebiliriz.

Bu sayede zamanın ruhuna, asrın ufkuna nüfuz edebilir, bağlanan umutları boşa çıkarmayız.

Ve de Türklüğümüzü bütün asaleti ve tarihiyle tanımak, tanıtmak, takviye etmek için muazzam bir fırsatı yakalamış oluruz.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk, 1067’de Bağdat’ta Nizamiye Medresesi’ni kurmuştu.

O devirlerde İslamiyet altın çağlarını yaşıyordu.

Bilimsel düşünce Türk-İslam aleminin adeta tekelindeydi.

İncelik, içtenlik ve bilgelik dolu yüzler her yerdeydi.

Eflatun’un Atina’da kurduğu akademi eskimiş, miadını doldurmuştu.

İslam dünyasında kurulan mektep ve medreseler akılcı düşünmenin köşkü, hür ve haysiyetli ilmi faaliyetlerin kutbuydu.

Kütüphaneler dolup taşıyordu.

Âlimler doğuya akıyordu.

Yapılan tercümeler yoluyla, insanlık bir köşeye atılmış, unutulmaya terk edilmiş eser ve isimlerle tanışıyordu.

İbn-i Rüşd batıda, İbn-i Sina doğuda İslam felsefesinin doruk isimleriydi.

Onuncu ve onbirinci yüzyıllarda yaşayan fizik, matematik ve astronomi alimi İbn-i Heysem Irak’ın Basra şehrini yeni fikirlerin cazibesiyle donatmıştı.

Kepler’e, Newton’a parmak ısırtan bu büyük isme gelesiye kadar insanın nesneleri nasıl gördüğü üzerinde tam bir ittifak sağlanamamış, güneş sisteminin varlığından kimselerin haberi olmamıştı.

İbn-i Heysem sorarak, sorgulayarak, şüphe ederek gerçeğin peşine düşmüş ve çığır açmıştı.

Aristo ve Batlamyus’un fikirlerini ele alarak yanlışlarını bulmuştu.

İslam dünyasında kitaplar yakılmıyor, baş tacı ediliyordu.

Kurtuba’dan Semerkant’a; Hicaz’dan Herat’a; Kazan’dan Tebriz’e; Şam’dan Buhara’ya kadar kültür, sanat ve bilim hayatı canlı ve cüretkârdı.

Türk-İslam alemindeki uyanış muazzam sonuçlar vermişti.

Ne var ki, o asırlardan bugüne köprünün altından çok sular akmıştır.

İslam dünyası elde ettiği stratejik avantajları bırakınız geliştirmeyi, muhafaza dahi edememiştir.

Bu nedenle merhum Cemil Meriç, hikmetin, yani bilgeliğin, Müslüman’ın kaybedilmiş malı olduğunu hatırlatmakla kalmamış, adeta haykırmıştır.

İbn-i Tufeyl’in hayali adasında yalnız başına yetişen Hayy Bin Yakzan kendi aklıyla hakikate ulaşırken, şimdilerde başkalarının akıl ve dayatmasıyla hakikate sırt dönenlerin mevcudiyeti hem üzüntü hem de utanç kaynağı olmuştur.

Öz zayıfladıkça kabuk sertleşmiştir.

Tahakküm duvarları kalınlaşmıştır.

Ülküsüzlük ilkesizliği getirmiştir.

Siyaset ve strateji noksanlığı dağınıklığı ve parçalanmayı tetiklemiştir.

Asırlar asırları kovalamış, dünya döndükçe dönmüş; maalesef İslam aleminde cüruf özü tümden kapatmıştır.

Akıl, taassupla girdiği müsabakayı kaybetmiştir.

Aklın ve ahlakın gerçeği ve doğru olanı kavradığına dair derin inanç yok sayılmıştır.

Tereddütlerin kalkması, hakikatin hakikati uyandırması beklense de, bu şimdilik gerçekleşmemiştir.

Şu anda, derin bir kaosun girdabında bulunan komşu coğrafyalar bir zamanlar hâkimiyetimiz altında görkemli günlerini yaşıyordu.

Huzur vardı.

Onur vardı.

Adalet vardı.

İç barış ortamı egemendi.

Kılıçlarımızla sınırlarını çizip irfan ve irademizle muhteviyatını belirlediğimiz haritaların kuytu ve karanlıkta kalan noktalarında ateş böceği gibi ışıldayan hatıralarımız vardır.

Mahzun bir iyimserlikle,

Muzdarip bir ümitle,

Ve de mahcup bir yüzle geriye dönüp baktığımızda hayıflandığımız, hayrete kapıldığımız pek çok şey olduğu ortadadır.

Bir imparatorluk bakiyesinin emanetini taşımak kolay değildir.

Hakkını vermek hiç kolay değildir.

Vicdanımızın derinlerinde; mazlumların kalp atışı, kutlu anılarımızın ayak sesleri, hükümran mazimizin güçlü seslenişi duyulmaktadır.

Merhum Ziya Gökalp’in işaret ve ifade ettiği gibi, Allah bir insanı vicdan felaketinden korusun. Çünkü onunun tesellisi yoktur.

Türk milleti doğruyla yanlışı tefrik edecek vicdana sahiptir.

Nitekim mahşeri vicdan asırlardır zinde ve zirvededir.

Hem ülkemize, hem de çevremize bakıp da; sönsün ışıklar, sürünsün insanlar, silinsin istiklal, sökülsün istikbal diyenler, düne nazaran bugün daha hasis, daha hırçın, daha hırslıdır.

FETÖ, PKK, IŞİD, YPG, DHKP-C gibi terör örgütlerinin saldırganlıkları, küresel güçlerin çevremizde tedavüle soktuğu vahşi senaryolar ortadadır.

Böylesi bir ağır saldırı dalgasına, vahim operasyon sağanağına atıl ve hareketsiz kalmamız abes olduğu kadar akıl ve ahlak dışılıktır.

Biz elbette vicdanımızın çığlığına, tarihimizin çağrısına, ecdadımızın ihtarlarına, inançlarımızın buyruklarına kulak verip tedbirli ve temkinli davranacağız.

Bekamızı can pahasına müdafaa edeceğiz, birlik ve beraberlik çizgisinden ayrılmayacağız.

Tefrikanın, tezviratın ve küresel müstevlilere tekmil veren iç odakların fermanını yırtmak için müteyakkız bir ruhla teyakkuz halinde olacağız.

Çünkü olur ya, gaflete düşersek, tehditleri hafife alırsak, tehlikelere gözlerimizi yumarsak felaketin ağırlığı kaçınılmaz bir şekilde üzerimize çökecektir.

Başka yolumuz olmadığını aklımızdan çıkarmayacağız.

Nitekim biz insafımızı kaybetmedik.

İrademizi rehin vermedik.

İnsani, İslami ve milli değerlerimize gölge düşürmedik.

Karmaşa çoğaldıkça, kıvrılıp içinden geçebileceğimiz çatlakların da çoğalacağına inanıyoruz.

Derin uykuya dalan ahlakı kaldırmalı, derin komaya giren adaleti ayaklandırmalıyız.

Merhum Gökalp, “durgun bir su nasıl bozulur ve kokarsa, durgun bir millet de zulme boyun eğer” diyordu. Nitekim haklıydı.

Türk milleti durgun olmadığı için bugüne kadar hamd olsun durdurulamamıştır.

Durgun olmadığı için zulme tamam dememiş, zalimlere boyun eğmemiş, bölücü teröristlere, Pensilvanyalı hainlere, Sevr’in taşeronlarına göz açtırmamıştır.

Bundan sonra da boyun eğdirmeye kimsenin gücü yetmeyecektir.

Yeri gelmişken hatırlatmak isterim ki, Lozan, Sevr metni ile Misak-ı Millî’nin siyasi anlamda çarpıştığı ve medeniyetler çatışmasının “20. yüzyıl versiyonunun” yaşandığı mekândır. 

Lozan Antlaşması’nın değerini “zafer mi hezimet mi?” sorularıyla, yargılamaya çalışmak eksik ve yanlış bir yaklaşımdır. 

 Misak-ı Millî’den Lozan Konferansı’na bakıldığında bazı kayıpların olduğu, özellikle Musul ve Batı Trakya meselesinde Misak-ı Millî’nin tam anlamıyla gerçekleşmediği doğrudur. 

Ancak Sevr’den bakıldığında Lozan Antlaşması’nın, yok edilmeye çalışılan bir milletin olağanüstü zaferi olduğu açık ve nettir. 

Bu millet, Türk milletidir.

Ve bizim göbeğimiz vatan, millet sevgisiyle kesilmiştir.

Ruhumuz onların aşkıyla ekilmiştir.

Türk ve Türkiye sevdalıları olduğu müddetçe şeytani planlar kazanamayacaktır.

Karamsar olmayın, Allah bes, baki hevestir.

Zalim niyet ve hedefler gene göğüslenecek, gene her cephede karşılanacak, alayı birden yok edilecektir.

 

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,

Bugün zulmet nerede hüküm sürüyorsa, zulmün prangaları hangi coğrafyalara vuruluyorsa, doğrudan doğruya milli yüreklerde hissedilmektedir.

Çünkü hedef ya bir Türk yurdu ya da bir İslam beldesidir.

Şu anda dünya üzerinde, kökü geçmişe dayanan, tarihi hesaplaşmaların ana arterinde yer alan Altı K’lı bir huzursuzluk sarmalı hakimdir.

Kaşgar, Keşmir, Kerkük, Kudüs, Kıbrıs, Kırım”dan oluşan altılı sorun zinciri çözüme ulaşmadan, hak ettiği köklü, kalıcı ve kapsayıcı sükûnete kavuşmadan dünyaya huzur gelmeyecektir.

Sözünü ettiğim Türk ve İslam yurtlarının hepsi haksızlıklarla, adaletsizliklerle, dayatmalarla boğuşmaktadır.

En son olarak ilk kıblemiz Kudüs, ABD yönetiminin oldubittisiyle İsrail’in başkenti ilan edilmiştir.

İsrail’in 1980’deki girişimi Birleşmiş Milletler Kararıyla çürütülmüştü.

Şimdi yeni bir izansızlık ve haydutluk karşımızdadır.

Bu olacak şey midir?

Bu kabul edilecek bir durum mudur?

ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan etmesi bir defa tarihe, vicdana, hukuka, insafa, insanlık mirasına hakaret ve hıyanettir.

Bu aynı zamanda siyasi cürüm ve cinayettir.

Vahşi Batı hukukunun aynısıyla Ortadoğu’ya tatbik etme çabasıdır.

Türk ve İslam’ı katletmeye azmetmiş keskin ve zehirli bir hançeri bağrımıza sokma teşebbüsüdür.

Kalp sineden, can ciğerden ayrılır mı? Ayrılmaz, Kudüs de İslam’dan ayrılamaz, koparılamaz.

Ateşle su, hakla batıl, doğruyla yanlış arasında tarafsız kalınır mı? Kalınmayacağına göre, tarafız, tavırlıyız, Kudüs davası karşısında manen intifadayız, kurtuluşuna kadar da infial halindeyiz.

Unutmayınız, Kudüs Harem-i Şerif’tir.

Kudüs Miraç’tır.

Kudüs Kıbledir.

Kudüs İslam’dır, iftihardır, itibardır, iradedir, iffettir.

Kudüs vatan, Kudüs vicdan, Kudüs ecdat, Kudüs İslam’ın namusudur.

Bu namusa musallat olan, bu namusa el uzatan Siyonizmin tetikçileri ve onların işbirlikçileri kaybetmeye hem insanlık hem de Allah nezdinde mahkûmdur.

Kulun hesabı varsa, Allah’ın da hesabı vardır.

Kul tuzak kurmuşsa, onu bozacak, onu alt edecek ilahi bir tuzak muhakkak varlığını gösterecektir.

Oyunlarla elimizden alınan yerin adıdır Kudüs.

9 Aralık 1917’de işgal edilen vatandır Kudüs.

İstanbul’dan atanan idarecilerle 4 asır yönetimimiz altında bulunan şehrin şanıdır Kudüs.

Efendimizin mirası, Hz.Ömer’in emaneti, Yavuz Sultan Selim’in heyecanı, Kanuni Sultan Süleyman’ın rüyasıdır Kudüs.

Hz.Mevlana der ki: “Hilecinin özü, içi çürümüş ceviz gibidir.”

Kudüs’e ambargo koymak için mevzi almış ABD-İsrail korsanlığının hilesi, hurdası, hayasız kumpası imanın ateşiyle, birlik ve dayanışma ruhuyla bozulacaktır.

Bugünkü alacakaranlık, inancım odur ki, doğacak fecirlerin müjdesidir.

Trump, madem İsrail’e başkent bulmaya meraklıdır, madem içine düştüğü siyasi darboğazı Kudüs komplosuyla aşmanın gayretindedir; o zaman tavsiyemiz ya gitsin İsrail’e iltica etsin, ya da durmasın İsrail’in kripto başkenti olan Vashington’u alenileştirsin.

Kendisine yakışan bu olacaktır.

Kudüs’ü yüz yıl önce bırakmak zorunda kalmıştık.

Ancak bu kez kaderine terk etmeyeceğiz, etmemeliyiz.

Hiçbir zafer bedava kazanılmaz.

Hiçbir başarı yattığımız yerden elde edilemez.

Zorlayacağız, zora dayanacağız, zorbaların üstüne üstüne gideceğiz, haklı davamızdan tek bir adım geri atmayacağız.

Çünkü Kudüs düşerse tarih düşer, İslam zaafa uğrar.

Kudüs düşerse Ankara kaybeder, İstanbul kavrulur.

Buna da kimsenin hakkı yoktur.

Bunu da hiç kimse yapamayacaktır.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Muhterem Ülküdaşlarım,

Kenya’nın ilk devlet başkanı bir keresinde şöyle demiştir:

“Batılılar geldiklerinde ellerinde İncil, bizim elimizde topraklarımız vardı. Bize gözlerimizi kapatıp dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımızda baktık ki, İncil elimizdeydi, topraklarımız ise onların elindeydi.”

Sömürgecilik budur.

Barbarlığın aslı da, astarı da bu şekildedir.

Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak ilan eden ABD Başkanı, hayat boyu peşini bırakmayacak skandal ve fahiş bir yanlışın içindedir.

Tıpkı terör örgütlerine verdiği destek gibi, İsrail terörünü de provoke etmiştir.

ABD Başkanının, tarihin akışını tek başına değiştirmesi mümkün değildir.

Uluslararası anlaşmaları tek başına rafa kaldırması meşru değildir.

İslam’ın mahremini karalamaya, Müslümanların kutsallarını çiğnemeye tevessül etmesi masumane hiç değildir.

Birleşmiş Milletler kararları ne olacak, nereye koyulacak?

1,5 milyarlık İslam aleminin tepki ve itirazları nasıl yok sayılacak?

Dinler arası ihtilaf ve düşmanlıkları kışkırtmak kim ne kazandıracak?

Filistinli mazlumların hakkını gasp etmenin sonuçlarına insanım diyen birisi nasıl onay verecek?

Verirse, buna rıza gösterirse, dünyada huzurdan, barıştan, adaletten, küresel vicdandan nasıl bahsedilecek?

ABD, yerkürenin jandarması değildir.

Dünya, ABD ve İsrail’den ibaret değildir.

Müslümanların inanç ve yaşama hakkı vardır.

Bu hakka yakınlık veya sempati duymayanlar, saygı göstermek mecburiyetindedir.

Medeniyetler arası çatışmaların iklim ve vasatı oluşturulmamalıdır.

Birleşmiş Milletler Teşkilatı derhal Kudüs krizine el koymalıdır.

ABD’nin tek taraflı aldığı karar aynen iade edilmelidir.

İsrail, başkentini Kudüs’e taşımaktan vazgeçmeli, hatadan dönmelidir.

Küresel zeminde, kişisel iktidar ve çıkar iddialarından sıyrılmış bir siyaset ahlakına, insanlık değerlerinin havzasında buluşmaya şiddetle ihtiyaç vardır.

20.yüzyılda bunun aksi gelişmeler olduğu için yaşanan felaketler insanlığı mahvetmiştir.

İki dünya savaşı milyonlarca insanın ölümüne yol açmıştır.

Despot, duyarsız, kibirli, ben yaptım oldu anlayışıyla tarih sahnesine çıkan bildik isimler, hem milletlerini hem de ülkeleri yıkıma sürüklemişlerdir.

Geçen yüzyıldan ders almak şarttır.

Yanlışlarla yüzleşip, onca yanlışın içinden tek bir doğru çıkarmak hepimizin görevidir.

1337’de başlayıp 1453’de biten yüz yıl savaşlarından, 1618’de başlayıp 1648’de sonlanan otuz yıl savaşlarından da Batılı zihniyet tekrar ibret almalıdır.

Ayrıca Haçlı akınlarının dinler ve medeniyetler arası nefreti körüklemekle kalmayıp hala diri tuttuğu inkar edemeyeceğimiz bir gerçektir.

Bu itibarla, Kudüs İsrail’in başkenti demekle başkent olmaz; tarih şuuru, beşeri ve manevi vicdan buna izin vermez, vermeyecektir.

Doğruluk diyordu Sokrates, alınan şeyi geri vermektir.

Kudüs alınmamıştır, alınmaya teşebbüs edilmiştir.

Doğruluk ve doğru olanı bu teşebbüsten süratle vazgeçmektir.

Çünkü ABD ve İsrail ateşle oynamaktadır.

Bu oynamanın sonu herkes için gazap ve azap olacaktır.

ABD aklını başına almalıdır.

İsrail ise yangına körükle gitmekten sakınmalı, kaçınmalı, silkinip kendine gelmelidir.

 

Muhterem Dava Arkadaşlarım,

Yaşanan gelişmeler karşısında, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın olağanüstü zirvesi 13 Aralık’ta İstanbul’da toplanmıştır.

Altını kalın olarak çiziyorum ki, bu zirvede alınan kararları aynısıyla destekliyor, Sayın Cumhurbaşkanı’na ve katılımcı diğer ülkelerin temsilcilerine teşekkür ediyorum.

İslam İşbirliği Teşkilatı’nın tavizsiz duruşu umut vermiştir.

Şunu bir defa ifade etmeliyim ki, bu Teşkilat kuruluş amacına tam manasıyla uygun hareket etmiş, yani Kudüs’ün kurtuluşuna bağlı ve sadık kaldığını bir kez daha dünyaya ispatlamıştır.

9 Aralık 2017’de Antalya’da demiştim ki:

“Türkiye’nin öncülüğünde, Sayın Cumhurbaşkanı’nın zirve başkanı sıfatıyla 13 Aralık 2017’de İstanbul’da gerçekleşecek İslam İşbirliği Teşkilatı toplantısı tarihi önemdedir.

Bu toplantı mutlaka desteklenmelidir.

57 İslam ülkesi arasındaki ilişkiler güçlenmeli, bunlar gereken tavırlarını ABD’ye ve İsrail’e karşı mutlaka göstermelidir.

Önemle diyorum ki, Filistin, başkenti Doğu Kudüs, bağımsız ve egemen bir devlet yapısıyla kabullenilmeli, tanınmalı, ilanı yapılmalıdır.”

Ve de İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul Deklarasyonu adıyla yayımlanan sonuç bildirgesinde Filistin’in, başkenti Doğu Kudüs, bağımsız ve egemen bir devlet yapısıyla ilanı yapılmıştır.

Doğru olanı da kesinlikle budur.

Bu aşamadan sonra, 14 Aralık’ta yapmış olduğum basın açıklamasında aynen vurguladığım gibi;

“Görev alanı Doğu Kudüs ile Filistin Ulusal Yönetimi’ne bağlı bulunan Batı Şeria ve Gazze’den oluşan Türkiye’nin Kudüs Başkonsolosluğu resmen Büyükelçilik seviyesine çıkarılmalıdır.

Bu çerçevede İslam İşbirliği Teşkilatı’nın kararına binaen diplomatik misyonumuz Doğu Kudüs’te Büyükelçilik olarak belirlenmeli, şekillenmeli ve temellendirilmelidir.

Buna 57 İslam ülkesi aynısıyla iştirak etmelidir.

2019’da Gambiya’da yapılacak 14.İslam İşbirliği Teşkilatı Zirve Toplantısı’na kadar, İslam ülkelerinin diplomatik temsilciliklerini Doğu Kudüs’e taşımaları konusunda samimi, tavizsiz ve kararlı adımlar kesinlikle atılmalıdır.”

Bu konuda çaba gösterecek, mücadele edecek Cumhurbaşkanı ve hükümete üstün başarılar diliyorum.

Desteğimizin tam olduğunu söylemeyi milli ve manevi bir görev addediyorum.

Harem-i Şerif sancağının düşmemesi hususunda sorumluluğumuz neyse onu yapacağımızdan herkes emin olmalıdır.

Hayatımıza ve siyasetimize yön veren maddi güçler değil, fikri, milli, manevi ve ahlaki değerlerdir.

Biz de bunun gereğini gönül huzuruyla yaptık, yapıyoruz.

Müslüman Türk milletinin önşartsız tercümanı oluyoruz.

Bu arada, İslam İşbirliği Teşkilatı’nın İstanbul Zirvesi’ni sulandırmaya çalışanların varlığını görmekten hicap duyduğumu da huzurlarınızda ifade etmek istiyorum.

Bildik ekran yorumcularının, tezatların maskarası olmuş bazı sözde aydınların, gazetelerindeki köşelerinde kalemleriyle kuyu kazan bir kısım köksüzün neye ve kimlere hizmet ettiği meydandadır.

Bunların tarifleri güdük ve topaldır.

Dürüst ve nezih bir mizaçtan mahrumlardır.

Mutlu ve kokuşmuş bir azınlığın temsilcisi olarak her milli ve manevi meseleye kulp takarlar.

Yalana sarılırlar.

Gerçekleri karalamak için uğraşırlar.

Bunların aslında manen yıkanmaya, ruhen temizlenmeye ihtiyaçları vardır.

Milletimizin ümit ve teselli kilidinin açılmasının önündeki en büyük bariyer olduklarını bilmeyen kalmamıştır.

Emperyalizme onay verenler, mandacılığa göz kırpanlar, haklı davalarımızın savunulmasını çekemeyenler, bedenleri nereye ait görünürse görünsün, irade bakımından boyunlarına ihanetin tasma izi geçmiş bu devrin haçlı yanaşmalarıdır.

Biz Kerkük deriz, bunlar Barzani sevdalısı kesilirler.

Biz Kaşgar deriz, bunlar aman Çin’i kızdırmayın ikazı yaparlar.

Biz Kudüs deriz, bunlar İsrail’in gözüne girmek için yarışırlar.

Biz Kıbrıs deriz, karşımıza Rum palikaryası kostümüyle çıkarlar.

Biz Kırım deriz, bunlar Rus havarisi kesilirler.

Bunlar ki, temiz bir vicdandan, halis bir imandan yoksun katmerli ve damgalı hainlerdir.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Nizamülmülk, Siyasetnamesinde, koşutluktan zıtlığa geçişi siyasetçi için yanlışlık olarak tanımlar; yani uzlaşmak varken çatışmak affedilemez aymazlıktır.

Böylesi siyaset anlayışları devleti ayağa düşürüp kavga ve kutuplaşmayı teşvik ederler.

Uzlaşmaya teşebbüs etmeden önce neyin veya nelerin risk altında olduğunu bilmek lazımdır.

Bugünkü şart ve ortamda milli bekamızın risk ve tehlike altında olduğunu görmek, buna uygun bir uzlaşma hukukunu kurumsallaştırmak elzemdir.

Yaptığımız, yapmaya gayret ettiğimiz de budur.

Merhum Gökalp, “yaşamak için insanın önce mefkuresi olmalıdır” tavsiyesinde bulunmuştu.

Bu durum siyaset için de geçerlidir.

Mefkuresiz siyaset, melanet kalkışmalara, melun senaryolara ortam açacak, davetiye çıkaracaktır.

Aynı zamanda siyasetin ahlakı da olmalıdır.

Büyük düşünür Farabi ahlakın siyasetten bağımsız değerlendirilemeyeceğini asırlar evvel hatırlatmıştı.

Kaldı ki Farabi’ye göre siyasetin amacı; insanın kendisiyle ilgili mükemmelliğe eriştirecek veya yardımıyla elde edeceği şeylerin araştırılmasıdır.

Siyaset yalan, dolan ve boş bir uğraş değildir.

Hayatın bizatihi kendisi siyasetin gövdesidir.

Karar ve kaynakları yönetmek en yalın ifadesiyle siyaset demektir.

Yönetmenin, eğitmenin, yetiştirmenin, tercih ve takdir süreçlerinin temeli hiç şüphesiz siyasettir.

Mücadelesiz siyaset, mükâfatsız riyasetten bahsetmek mantıklı ve makul değildir.

Asırlarca süren uzun hakimiyet ve parlak medeniyet geçmişimizde milli bir siyaset her daim olmuş, varlığımızı temellerini oluşturmuştur.

Siyasete yüz çeviren, siyasete gölge düşürüp yargılamaya kalkan kim varsa, ya siyaseti bilmiyordur ya da insanı tanımıyor tarihi gelişmelerden habersizdir.

İnsanlık tarihinin, insani hal ve durumun kalıcı ve kuşatıcı asıl gücü siyasettir.

Ne yapacaksak yolumuz bellidir.

Nasıl yapacaksak yöntemimiz belirgindir.

Unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizden merhum Mehmet İzzet Bey, demokrasi olmadıkça hiçbir millileşme ve milletleşme hareketinin başarılı olmayacağını söylemişti.

Şu kadar ki, demokrasinin mayası da siyasettir.

Osmanlı aydınları, milliyetçilikle tanıştıklarında, yayılmacı güçler karşısında çökmekte olan bir imparatorluğu nasıl ayakta tutabileceklerinin kavgasını veriyorlardı.

Milliyetçiliğe yönelişteki temel muharrik buydu; bu da devleti kurtarmak fikrinde somutlaşmıştı.

Bunu da doğru ve doğal olarak siyasetle yapmışlar, en azından bu yönde mücadele etmişlerdi.

Merhum Hocamız Erol Güngör, “milliyetçilik milli kültürü bizzat medeniyet kaynağı haline getirmek ve cemiyeti soysuz değişmelerin açık pazar yeri halinden kurtarmak hareketidir” demiştir.

Bunun da ancak milli ve diri bir siyasetle yapmaktan, milliyetçiliği siyasetin pusulası, kılavuzu görmekten geçeceği çok nettir.

Yine Merhum Hocamız Mümtaz Turhan, “millet her şeyden evvel sosyolojik bir birlik, sosyal bir psikolojik vakıadır” tespitini yaparken, siyasetin kalıp ve sınırlarını, sezişle muhakemeyi buluşturan tecessüs kudretiyle belirlemişti.

Şunu bilmenizi isterim ki, sanatçıyla siyasetçiyi kesiştiren, yollarını buluşturan ortak bir payda vardır.

Nitekim hem sanatçı hem de siyasetçi belki de hiç karşılaşmadıkları, karşılaşmayacakları insanların hislerine, isteklerine ve arzularına sözcülük yapmaktadırlar.

Yusuf Has Hacib, “kimin düşündüğü ile söylediği bir olursa, işte doğru insan odur” demişti.

Milliyetçi Hareket Partisi doğru siyaseti, davasında erimiş, ülküleriyle devleşmiş engin ve yürekli doğru insanlarla takip ve icra eden millet eseri, Türk-İslam ülküsünün yadigârıdır.

Ancak bazen, doğru bir siyaset izlerseniz, yanlış zamanda bulunursunuz.

Zaman doğru olur, bu defa da siyaset yanlışa gömülebilir.

Durum ne olursa olsun, şartlar nasıl gelişiyorsa gelişsin; ilkeli olmak, tutarlı davranmak, ahlaklı ve milli duruş göstermek, eğilmeden, bükülmeden milliyetçi şuura sahip çıkmak fazilettir, fikri bereket ve kuvvettir.

Milliyetçi Hareket Partisi de işte aynısıyla, tıpkısıyla budur.

Unutmayınız ki, milliyetçilik Türkiye’nin ruhudur.

Bu ruh zapt edilmedikçe,  bu ruh hapsedilmedikçe, bu ruh çözülüp dağıtılmadıkça bu vatana, bu devlete, bu millete yan gözle bakmak bile mangal gibi yürek, bu da yetmez demir gibi bilek ister.

 Merhum Nurettin Topçu, “Anadolu’nun kurtuluş savaşı ruh cephesinde henüz yapılmadı” görüşünü seslendirmişti.

Bu mücadeleyi verecek nesiller Ülkücüdür, bu mücadeleyi sürdürmüş kahramanlar davayı omuzlayıp fitneden, fücurdan, dedikodudan, gıybetten, ihanetlerden ve şer güçlerden titizlikle koruyarak bugünlere gelmişlerdir.

Allah hepsinden razı olsun diyorum.

Türkiye’nin ve Türk milletinin geleceğinin aydınlık olacağına içtenlikle inanıyor, bunun içine fedakarlıktan kaçınmayacağımızı hassaten dile getiriyorum.

Bize göre fedakarlık karşılıklı ise anlamlıdır.

Biri feda ederken, diğeri kar ediyorsa buna dense dense ticaret denecektir.

 

Sertifika Almaya Hak Kazanan Değerli Kardeşlerim,

Şimdi sözüm yalnızca sizleredir.

Tereddüt gerçeğin idrakini engeller, yanlışa sürükler.

Bu nedenle tereddüt göstermeyiniz.

Zekaya sınır çizilmez.

Hayallere söz geçmez, gem vurulamaz.

Hayal etmekten, hedeflerinizi yüksek tutmaktan korkmayınız.

Uyanık ve uzak görüşlü olmaktan vazgeçmeyiniz.

Cumhuriyetle Osmanlı ve Selçuklu arasında bir köprü olmak için hayatı boyunca emek sarf etmiş, Türk kültürüne sönmeyen bir inançla bağlı kalmış Merhum Süheyl Ünver diyordu ki; “herkesin bir mesleği bir de meşgalesi olmalı. O meşgale de kültürümüzdür.”

Ben de bu tavsiyeye uyacağınızı düşünüyor ve inanıyorum.

Aklıselim olunuz, kalbiselim olunuz, zevkiselim olunuz.

Ne olursanız olunuz, her zaman adam gibi adam olunuz, ülkenize, ülkünüze, ilkelerinize bağlı kalınız.

Hem göreneğe, hem de gerçeklere dayanınız.

Düşüncesiz bir zihnin susmak bilmeyen dili olmak yerine; düşünen, ama az söyleyen, öz söyleyen canlı ve verimli bir dimağ olmaya çalışınız.

Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 14. dönemini tamamlamış arkadaşlarıma bundan sonraki hayatlarında başarılar diliyorum.

Sizlerin, aziz milletimizin, Türk-İslam aleminin yeni yılını şimdiden tebrik ediyorum.

Bu vesileyle, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun değerli yöneticilerine, eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen saygıdeğer misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkürlerimi sunuyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi hürmetle, muhabbetle selamlıyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.

Ne Mutlu Türküm Diyene.