Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 13 Kasım 2018
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
13 Kasım 2018

 

 

 

Değerli Milletvekilleri,

Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler,

Değerli Basın Mensupları,

Haftalık olağan Meclis Grup Toplantımızın hemen başında hepinizi hürmetle, muhabbetle selamlıyor, başarılı bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.

Televizyon ekranlarından bizleri izleyen aziz vatandaşlarımıza, Türk ve İslam coğrafyalarında var oluş mücadelesi veren kardeşlerimize her zaman olduğu gibi şükranlarımı sunuyorum.

Geçtiğimiz hafta Cuma günü akşam saatlerinde, Hakkari’nin Şemdinli ilçesine 40 km uzaklıkta bulunan Süngütepe Üs Bölgesi’ndeki bir mühimmat deposunda milletimizi acıya boğan bir patlama meydana gelmiştir.

Maalesef 7 Mehmedimiz şehit olurken, 25 Mehmedimiz de yaralanmıştır.

Tablo kahredici boyuttadır.

Söz konusu patlamaya, top atışı esnasında arızalı bir mühimmatın neden olduğu açıklanmıştır.

Arızalı mühimmatla ilgili tespitin yapılıp yapılmadığı, yapıldıysa arızanın giderilip giderilmediği, giderilemediyse envanterden neden düşülmediği elbette teknik inceleme, başlatılan adli ve idari tahkikat sonucunda ortaya çıkarılacaktır.

Hatırlarsanız, 5 Eylül 2012’de Afyonkarahisar ilimizde bulunan Uzman Çavuş Mete Saraç Kışlası’nın cephanelik bölümünde patlama yaşanmış, 25 evladımız şehit düşerken, 3’ü sivil olmak üzere 11 evladımız da yaralanmıştı.

Yeni bir mühimmat depo felaketine maruz kalmamız hakikaten düşündürücü ve yürek yaralayıcıdır.

Demek ki, Afyonkarahisar faciasından gerekli ders ve sonuçlar çıkarılamamıştır.

Mühimmat depoları Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hassas ve kritik alanlarıdır.

Cephanelerin mahfuz tutulup muhafaza altına alındığı kısımlarda en ufak dikkatsizlik, tedbir ve titizlikteki en küçük ihmal vahim sonuçlara davetiye çıkaracak, kapı aralayacaktır.

Mehmetlerimizin canı devlete emanettir.

Vatan görevini yapan her evladımız bizim için paha biçilemez önemdedir.

Şayet 7 kahramanımızın şehadetine yol açan Süngütepe Üs Bölgesi’ndeki patlamada herhangi bir ihmal, herhangi bir atalet ve gevşeklik varsa sorumlular bulunup ağır şekilde cezalandırılmalıdır.

Kaldı ki, Afyonkarahisar’daki patlamanın müsebbipleri bu yılın başında gerekli cezaları almışlardır.

Esasen Süngütepe’deki mühimmat deposunda yaşanan şiddetli patlamanın makul ve mantıklı izahını sabırla beklediğimizi de özellikle belirtmek isterim.

Tunceli Nazımiye’de donmak, Hakkari Şemdinli Süngütepe’de yanmak kaderimiz olmamalıdır.

Ayrıca 11 Kasım 2018 Pazar günü, Şırnak’ın Görmeç Köyü kırsalında icra edilen bir operasyon sırasında, teröristlerin Gabar Dağı Geverkaya Tepe Bölgesine tuzakladıkları el yapımı patlayıcıların infilakı sonucunda 2 kahramanımız şehit olmuş, bir kahramanımız da yaralanmıştır.

Aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet niyaz ediyorum.

Muhterem ailelerine, fedakâr silah arkadaşlarına, büyük Türk milletine sabır ve başsağlığı dileklerimi iletiyorum.

Bugün var isek şehitlerimizin sayesindedir.

Bugün yaşıyorsak şehit ve gazilerimiz, canlarını, kollarını, bacaklarını, gözlerini kaybettikleri içindir.

Bilinsin ki, şehitlerimizin duası biz olacağız.

Gazilerimizin kolu, bacağı, gözü, eli, ayağı biz olacağız.

Can verip, kan verip, gönül verip, nefes verip, tertemiz toprağa uzanan kahramanlarımızın mücadelelerine halel getirmeyeceğiz, geride bıraktıkları emanetlerini yalnız ve sahipsiz bırakmayacağız.

Diyorum ki, şehitler ölmedi, ölmez; vatan bölünmedi, bölünmez, bölünmeyecek.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Türk milleti asırlardır üzerinde yaşadığı kutlu topraklarda var olmanın, birlikte ve beraberce yaşamanın hedef ve heyecanıyla dolup taşmaktadır.

Bunu hazmedemeyen emperyalist güçler dağılmamızı projelendirdiler, çok şükür direnerek karşı koyduk.

Parçalanmamızı kurguladılar, devleşen mücadelemizle engel olduk.

Bölünmemizi, birbirimize düşmemizi, birbirimizden kopuşumuzu planladılar; kenetlenerek, kavlimiz ve kaderimiz bağımsızlıktır diyerek işgal planlarını buruşturup yüzlerine fırlattık.

Hangi meşum ve melun vasıtayı kullanırlarsa kullansınlar başaramadılar, nitekim Türk milletinin milli haysiyetine leke süremediler, gölge düşüremediler.

Bir öldüysek bin dirildik.

İstiklalimizden, tarihi ve egemenlik haklarımızdan asla taviz vermedik.

Ancak hala durmuyorlar, hala vazgeçmiyorlar, hala pes etmiyorlar.

Ülkemizi teslim almak, milli bekamızı sakatlamak için her tahrikten, her tertipten istifadenin peşindeler.

Bu amaca hizmet etmek için terör örgütlerini teşvik edip tembihleyerek mazisi yüz yılları bulan vahşi emelleri diri tutuyorlar.

Gözler üstümüzde, bütün dikkatler bizde.

Suskun muyuz, yoksa şuurlu mu, buna bakıyorlar.

Durgun muyuz, yoksa atılgan mı, bunu değerlendiriyorlar.

Korkak mıyız, yoksa sabırlı mı, bunu analiz ediyorlar.

Uyuyor muyuz, yoksa uyanık mı, bunu araştırıyorlar.

Türk milletini tanımayanlar, asaletini anlamayanlar, hayallerini, ilkelerini ve ülkülerini idrakte zorluk çekenler mutlaka rezilliklerinin içinde boğulup gideceklerdir.

Bu kaçınılmaz akıbete Türk ve Türkiye düşmanları eninde sonunda mahkûm olacaktır.

Merhum Dündar Taşer’in dediği gibi “biz çadırımızı sırtlanların yolu üstünde kurmuşuz.”

Ancak önümüze çıkan ister sırtlan, ister çakal, isterse de cani olsun; Türk milletine meydan okuyan, Türkiye’ye kafa tutan kim olursa olsun tepesine binmek, hakkından gelmek, doğduğuna doğacağına pişman etmek milli şerefin bizlere yüklediği tarihi görevdir.

Ecdadımız bu görevi hiçbir zaman ağırdan almadı, asla da yüksünmedi.

Tarih boyunca adam gibi yaşadık, imanla yaşadık, mertçe yaşadık, onurlu ve omurgalı hayat çizgisinden kesinlikle ayrılmadık.

Türkiye’nin hayat damarlarını kesmek istiyorlar.

Etrafımızı kuşatmaya almak için uğraşıyorlar.

Bitmek bilmeyen mütecaviz akın ve akımlarla oyun kuruyorlar, milli bünyemizi kundaklamaya çalışıyorlar.

Emperyalizm, terörizmi ve terör örgütlerini siyasi ve stratejik amaçları doğrultusunda acımasızca kullanıyor, arsızca seferber ediyor.

Özellikle ABD terör örgütleriyle aynı hizaya girmekten rahatsızlık duymuyor, aynı karanlık senaryonun aktörleri olmaktan gocunmuyor.

Bildiğiniz gibi, Washington yönetimi, Kandil çetesinin 3 hain elebaşıyla ilgili kimlik ya da yer tespitini mümkün kılacak bilgiler karşılığında toplam 12 milyon dolarlık para ödülü vermeyi geçen hafta açıklamıştır.

Teröristlerin başına ödül koyulması sahip olunan niyet ve zamanlama itibariyle oldukça kuşku vericidir.

ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi, YPG’yi PKK’nın aksine terör örgütü olarak tanımadıklarını söylemiştir.

Meselenin püf noktası da burasıdır.

Geçen haftaki Grup Toplantımızda açıkça sormuştum;

YPG, PKK’dan nasıl ayrılacaktır?

PKK, PKK’dan nasıl ayrıştırılacaktır?

Buna inanmamız nasıl beklenecektir?

ABD’nin YPG’yi kollayıp PKK’yı hedef haline getirmesi tamamen kandırmaca, yeni bir aldatma serüvenidir.

Dünya alem bilmektedir ki, PKK eşittir YPG’dir.

YPG’yi kuran ve kumanda eden Kandil ve mücavir alanlarda mukim PKK terör örgütüdür.

ABD, YPG’yi silahlandırmakta, eğitim desteği vermektedir.

ABD’li askerler YPG’lilerle kolkola devriye turu atmakta, beraber yiyip içmektedir.

Suriye Demokratik Güçleri isimli paravan örgütün içine yuvalanan YPG’ye her türlü imkanı sunmakta, her kolaylığı sağlamaktadır.

ABD ile YPG arasında Irak ve Suriye’nin paylaşılması hususunda derin bir anlaşma, alçak bir paslaşma vardır, tüm yönleriyle meydandadır.

Güney sınırlarımız boyunca kurulmak istenen terör devletinin alt yapı çalışmaları, bina faaliyetleri sinsice, kurnazca, kalleşçe devam etmektedir.

Açık ve ortadadır ki, PKK’lı teröristlerin başına ödül koymak, PYD/YPG’yi perdelemek, gözlerden uzak tutmak demektir.

Ederi 12 milyon dolar olduğu ilan edilen canilerin işin özünde bizim nezdimizde delikli kuruş kadar değeri yoktur.

1 dolarlık FETÖ’cüler neyse YPG’li ve PKK’lı teröristler aynısıdır.

ABD bölgemizde karıncayı bile izlerken, herkesi gözetlerken, kimin ne yaptığını takip ederken 3 PKK’lının yerini mi bilmeyecektir?

Eğer bilmiyorlarsa, eğer görmüyorlarsa ya uyduları bozulmuş, ya da gaflet uykusuna bulanmışlardır.

Başlarına ödül koydukları PKK’lılarla sabah akşam beraber olan, mağara deliklerinde, yer altı tünellerinde teröristlerle karşılıklı bağdaş kurup oturan ajanları da mı Washington yönetimini bilgilendirmekten acizdir?

ABD yönetimi YPG’yi saklayıp PKK’yı sobelemekle milletimizin gözünü boyayacağını, akılları çeleceğini, sempati uyandıracağını zannetmesin.

YPG demek PKK demektir, ölüm demektir, bebeklere sıkılan kurşun, mazlumlara hıyanet demektir.

YPG’yi PKK’yla savaştırmaktan bahsedenler zeka özürlü değilse, kesinkes riya ve yalan kapanına sıkışmışlardır.

YPG’nin yuları Kandil’in elindedir.

YPG de teröristtir, PKK da teröristtir.

Aralarında hiçbir fark yoktur.

Sahneye sürülen yeni ve vandal oyuna Türkiye asla düşmeyecektir.

YPG’yle birlikte planı yapılan sözde Kürdistan devletine, hatta büyük İsrail tasarımına Türkiye Cumhuriyeti bedeli ne olursa olsun izin vermeyecektir.

PKK’nın isim olarak miadı dolmuş, bütün cinayet ve hıyanet müktesebatı YPG’ye devredilmiş olabilir.

Hatta PKK’yı kuran ve kurduran muhasım odaklar için terör faaliyetlerinin YPG üzerinden devamı da planlanıp sağlanabilir.

Ancak ismi ne olursa olsun, Türkiye’ye silah doğrultmuş, Türk milletinin bekasına saldırmış ve kast etmek için kuyruğa girmiş hangi örgüt varsa düşmandır, yok edilmesi sonuna kadar meşrudur, mubahtır, müstahaktır.

Ödül yemi Vahşi Batı alışkanlığıdır.

Acaba ödül avcıları bundan sonra ne yapacaklar, teröristleri ne zaman derdest edip ödüle hak kazanacaklardır?

Merak ediyoruz, bu ödül parasının sponsoru kim olacaktır?

ABD kara mizaha dönen politikalarını revize etmedikçe, terörle arasına mesafe koymadıkça, bilinmelidir ki, YPG demek hem PKK hem de ABD demek olacaktır.

Önümüzde başka bir seçenek kalmamıştır.

6 Kasım Kongre ara seçiminden sonra demokratik bir uyarı alan Trump yönetiminin vakit geç olmadan, sağduyulu ve soğukkanlı şekilde, karşılıklı egemenlik haklarına hürmet eden bir siyaset anlayışına dönüş yapması arzu ve beklentimizdir.

Komşu ülkelerin sınır ve haritalarıyla oynamaya kalkışarak Türkiye’yi kafeslemek için zaman ve zemin yoklamak; bunu da kukla ve maşa örgütler IŞİD, PKK, YPG’yle yapmak vahşettir, kaostur, ateşle oynamaktır.

Türkiye müttefiklik hukukuna her türlü olumsuzluğa ve aleyhe gelişmeye rağmen saygı duymuş, riayet göstermiştir.

Aynı tutum ve tutarlılığı ABD’den beklemek en tabii hakkımızdır.

ABD’nin İran’a uyguladığı haksız yaptırım kararları, akıl ve insanlığın reddettiği, üstelik barbarlıkta zirveye çıkan yöntemlerle katledilen gazeteci Cemal Kaşıkçı olayı, etnik ve mezhebi kamplaşmalar, Fırat’ın doğusundaki provokasyonlar hep aynı kapıya açılmaktadır.

Ortadoğu’nun kargaşa ve krize sokulması, Arap Baharı’yla birlikte kırılan fay hatlarının yeni cephe hatları olarak değerlendirilmesi bölgesel huzur ve barış açısından büyük bir tehdittir.

Dünya, Soğuk Savaş döneminden çıksa da, sıcak çatışma ve asimetrik hesaplaşmaların tuzağına çoktan düşmüştür.

Bize göre 1.Dünya Savaşı’nın gerilim ve sancıları henüz geçmiş ve geride bırakılmış değildir.

Paylaşım kavgaları, hâkimiyet mücadeleleri ağırlaşarak, şiddetlenerek, hatta dehşet verici bir sarmala bürünerek devam etmektedir.

Burada asıl mesele Türkiye’nin çözülüp çözülmeyeceği, milli birlik ve dayanışma ruhunun canlı kalıp kalmayacağıdır.

Bu itibarla asıl hedef Türkiye’dir, Türk milletidir, Türk vatanıdır.

Tarihin akışını değiştirmek isteyen yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri; gönül, inanç ve kültür coğrafyalarımızla bağımızı koparmayı, kendi içimize kapanarak batışımızı ve bölünüşümüzü projelendirmişlerdir.

Sevr’de bunu dayatmışlardı, ne var ki Lozan’da püskürttük.

Topraklarımızı işgal etmişlerdi, savaş meydanlarında esarete itiraz ettik, çok güçlü şekilde hayır dedik.

İnanarak söylüyorum, Türkiye’nin tamam demediği, boyun eğmediği, rıza göstermediği hiçbir emperyalist senaryo bugünkü şartlarda hayata geçemeyecektir.

Bunu bildiklerinden dolayı Türkiye’nin siyasi, ekonomik ve diplomatik kanallardan önünü kesmek, irade ve istikbaline ipotek koymak gayesiyle her iğrençlikten, her ilkellikten medet ve menfaat umuyorlar.

Türkiye düşmeden, insanlık düşmeyecek, bölgemiz devrilmeyecektir.

Güvence büyük Türk milleti, yegane güç Türkiye Cumhuriyeti’dir.

Suriye’yi Türkiye’ye taşımaya, Türkiye’den bir Irak çıkarmaya, Ortadoğu’nun kanlı hesaplaşmalarını Anadolu’ya teşmil etmeye gayret ve heves edenleri acıklı bir son, tıpkı kurtuluş yıllarında olduğu gibi inanmış ve can pahasına da olsa geri adım atmayacak kahraman bir millet beklemektedir.

Terör örgütleriyle amansız ve tavizsiz mücadele edilerek Fırat’ın doğusu da, batısı da tertemiz yapılmalı, ülkemizi çembere almak için çırpınan mihraklara dünyanın kaç bucak olduğu gösterilmelidir.

Medeniyetler ve milletler mücadelesinde yenilmeyeceğiz, eğilmeyeceğiz, mahcup düşmeyeceğiz.

Terörizme karşı bir olacağız, zalimlere karşı dimdik duracağız.

Biz Türkiye’yiz, biz Türk milletiyiz, biz kahraman ve dualı bir ecdadın şerefli ahfadıyız.

Değerli Milletvekilleri,

Eğer bir milletin fertleri kendi tarihleri hakkında düşünceye sahiplerse tarih şuuru tezahür ve tecelli etmiş demektir.

Merhum Hocamız Erol Güngör’ün değerlendirmesi bu şekildedir.

Tarih şuuru, tarih birliğinden, tarih eskiliğinden daha önemlidir.

Şuur varsa huzur vardır, muhayyile uyanık, müstahkemin ufku parlaktır.

Yine Merhum Güngör Hocamız demişti ki: “Milliyetçilik esas itibariyle tarih hakkında bir yorum ve bu yoruma bağlı olarak öngörülen pratiklerden ibarettir.”

Ayrıca milliyetçiliğin bir memleketteki milli kültüre dayandığını tam isabetle dile getirmişti.

Tarih her yönüyle yaşanıp bitmiş olaylar mecmuu, üzeri düğümlenip örtülmüş muhtasar ilişkiler mevzu değildir.

Yaşayan tarih telakkisi kapsamında gelecek geçmişin gölgesinde ve güvencesinde vasat bulmaktadır.

Bütün dünler bugünleri aydınlatan gür meşalelerdir.

Tarih şuuru anlam bunalımına çaredir, ahlak ve aidiyet krizine çözümdür, köksüzlüğe reçetedir, kimliksizliğin şifa kaynağıdır.

Tarihi şuurla özümseyip idrak edemezsek gelecek hakkında konuşacak ne hakkımız ne de yüzümüz olacaktır.

11 Kasım 2018 tarihinde 1.Dünya Savaşı’nı sonlandıran ateşkes antlaşmasının yüzüncü yıldönümü Paris’te çeşitli etkinliklerle anılmıştır.

Peki Ortadoğu’daki şiddet ve savaşın bitişi ne zaman anılacaktır?

Paris’te toplananların alayı birden yüz yıl öncesi için sahte üzüntülerini paylaşırken, şu anda Ortadoğu’da yaptıkları için acaba ne diyeceklerdir?

Paris’teki anma toplantılarında milliyetçilik adeta öcü gibi gösterilmiş, neredeyse nefret objesi gibi takdim edilmiştir.

Fransa Cumhurbaşkanı milliyetçiliği vatanseverliğe ihanet olarak tanımlamış, Almanya Başbakanı at gözlüğü takan milliyetçiliğin tekrar hortlamasından korktuğunu dile getirmiştir.

Bu ülkelerin dünyanın yıkımından, insanlığın felaketinden birinci derecede mesul olmalarını görmeden milliyetçiliği suçlamaları hezeyanın ötesinde hüsran verici bir cehalettir.

Madem milliyetçilik vatanseverliğe ihanet ise, Fransa’nın deniz aşırı sömürge faaliyetlerine hala devam etmesi, buralarda yaşayıp vatanlarını seven insanların haklarını gasp etmesi nasıl izah edilecektir?

Bu kadar insancıl ve barışsever olan Fransa, mesela 1920’lerde Çukurova’da ne arıyor, ne geziyordu?

Sömürgecilik başka şeydir, milliyetçilik başka bir şeydir. Bu ayrımı bilmeyen akıl fukarasıdır.

Bu ikisini karıştırmak, bir ve aynı görmek Fransa horozuna tavuk kostümü giydirip yumurtlamasını beklemek kadar aptalca ve ahmakçadır.

1.Dünya Savaşı’nda yaklaşık 20 milyon kişi hayatını kaybetmişti.

21 milyon kişi yaralanmıştı.

Dünya üzerinde yaşanan tahribat korkunç boyutlara ulaşmıştı.

28 Temmuz 1914’de başlayan savaş, 11 Kasım 1918’de Fransa’da, bir demiryolu vagonun içinde imzalanan ateşkes antlaşmasıyla son bulmuştu.

Yüzüncü yıldönümü anılan bu ateşkes antlaşması aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun da ölüm fermanı olmuştu.

Savaşı önce başlatmışlar, sonra da keyifleri yetince, bölüşmeyi yapınca bitirmişlerdi.

1.Dünya Savaşı’nın ne başlamasında, ne de son buluşunda İmparatorluğumuzun hiçbir dahli, hiçbir payı olmamıştı.

Ancak en büyük bedeli biz ödemiştik.

En çok acıyı biz çekmiştik.

En fazla külfete biz katlanmıştık.

Hafıza kayıtlarımızı tazelemek, 1.Dünya Savaşı’na tekemmül etmiş bir tarih şuuruyla bakmak Milliyetçi-Ülkücü Hareket’in görev ve sorumluluğudur.

Osmanlı Beyliği, 1299’da Söğüt ve çevresini kapsayan 5 bin 631 kilometre karelik bir alanda kurulmuştu.

Beylik aşamasından devlet aşamasına geçtiğinde Osmanlı’nın sahip olduğu toprakların yüzölçümü 95 bin kilometre kareye ulaşmıştı.

Osmanlı İmparatorluğu, en geniş sınırlarına ulaştığı 1699 yılında etki alanlarıyla birlikte 24 milyon kilometre karelik bir coğrafyada hüküm sürüyordu.

Bu dönemde Akdeniz’in dörtte üçü, Kızıldeniz ve Karadeniz’in tamamı, Balkanların ve Basra Körfezi’nin büyük bir kısmı İmparatorluğun egemenliği altındaydı.

Osmanlı Beyliğinin kurulduğu 1299 yılından Karlofça Antlaşması’nın imzalandığı 1699 yılına kadar geçen 400 yıllık zaman içinde, yani 146 bin günde, 23 milyon 994 bin kilometre kare toprak kazanılmıştı.

Bir diğer ifadeyle bu zaman sürecinde her gün 164 kilometre kare toprak denetim ve kontrolümüze geçmişti.

Günümüzde, Osmanlı İmparatorluğu’nun hükmettiği topraklar üzerinde 64 ülke ve özerk bölgenin bulunduğu dikkate alındığında ne kadar güçlü ve muktedir bir tarihe sahip olduğumuz gayet net olarak görülebilecektir.

Ne üzücüdür ki, zirve noktası olan Karlofça Antlaşması aynı zamanda gerilemenin de miladıdır.

1699’dan 12 Ağustos 1914’e kadar geçen 215 yıllık sürede yaklaşık 20 milyon kilometre kare toprak kaybettik.

Bir başka ifade ile 215 yılda Osmanlı İmparatorluğu her gün 255 kilometre karelik toprağı yitirmiştir.

12 Ağustos 1914’ten 30 Ekim 1918 Mondros hezimetine kadar geçen 4 yıllık süre zarfında ise, yani 1461 günde, toplam 3 milyon 214 bin 200 kilometre karelik toprak elimizden kayıp gitmiştir.

Bu 1461 günlük süreç içerisinde her gün 2 bin 200 kilometre kare toprak kaybedilmiştir.

Osmanlı İmparatorluğu’nun gerileme döneminde günde yaklaşık 255 kilometre karelik bir alan kaybına karşı, 1914-1918 Birinci Dünya Savaşı yılları arasında günlük toprak kaybımız bunun yaklaşık 9 katına ulaşmıştır.

Yani tam bir felakettir.

Her beş ayda bir Almanya,

Her dört buçuk ayda bir İtalya,

Her üç buçuk ayda bir İngiltere,

Her iki ayda bir Yunanistan,

Her on dokuz günde bir Hollanda/İsviçre,

Her on dört günde bir Belçika,

Her beş günde bir Lübnan kadar büyüklükteki toprak parçası hâkimiyetimizden çıkıp gitmiştir.

Üstelik, Allah muhafaza, Sevr Antlaşması sonuç verseydi;

Batı Anadolu, İzmir ve havalisi dahil, Trakya’nın bir bölümü Yunanlılara,

Rodos, 12 Adalar, Akdeniz ve Ege bölgelerinin büyük bir kısmı ile Konya yöresi İtalyanlara,

Sivas, Malatya, Adana, Mardin, Urfa, Maraş, Antep ve Suriye Fransızlara,

Musul, Kerkük dahil Irak ve Arabistan yarım adası İngiltere’ye verilecek,

Doğubayazıt, Van, Muş, Bitlis ve Erzincan'ı içine alan bir Ermenistan tesis edilecek,

Irak ve Suriye arasında bir Kürdistan kurulacak,

Türklere de kala kala, Orta Anadolu Bölgesi ile Karedeniz Bölgesi’nin bir kısmından ibaret yaklaşık 200 bin kilometre karelik bir alan kalacaktı.

Hesap buydu, plan buydu, hedef buydu.

Bu durum karşısında yaşa yaşayabilirsen, kırk satır mı kırk katır mı?

Fakat Türk milleti enkazın içinde doğrulmayı bildi, bağımsızlığı namus belledi, Türkiye Cumhuriyeti devletini eşsiz cesaretiyle, engin ve inanmış mücadelesiyle kurmayı başardı.

Biz 1.Dünya Savaşı’nı bitiren makus antlaşmanın nesini ve neyini anacağız?

Kaybettiğimiz İmparatorluğumuzun ardından oh iyi oldu mu diyeceğiz?

Neresini tutup neyine saygı duyacağız?

Osmanlı’nın cellatlarından ne duyacağız, neyi öğreneceğiz?

Türk milletine hayat hakkı tanımayan, Türklüğü Anadolu’dan çıkarmak için el ovuşturan, ecdadımıza haysiyetsizce hücum eden müstevliler, acaba yaptıkları kötülüklerden, döktükleri kanlardan, çaldıkları topraklardan hiç pişmanlık duymuşlar mıdır?

Bize Macron ne söylüyor? Merkel ve diğerleri ne anlatıyor? Söyleseler bile inandırıcılıkları ve itibarları olacak mı?

Türkiye’yi siyasi oyunlar oynamakla itham eden Fransız zihniyeti asıl oyunları, asıl içten pazarlıkları, asıl ikiyüzlülükleri kendilerinin sahnelediğini ne zaman görüp kabullenecek?

1.Dünya Savaşı’nın mirası üzerine utanmadan kapaklanıp konan bu sömürgeciler, bize hangi demokrasiden, hangi barıştan, hangi insanlık ve huzurdan bahsediyorlar?

Az evvel de ifade ettiğim gibi, 1.Dünya Savaşı bitmiş falan değildir.

Kanlı sayfa açıktır, çatışmalar ve çekişmeler sadece bünye değiştirmiştir.

Bir damla petrol için devasa medeniyet ve tarihi birikimlere savaş açanlar bu dünyada değilse, mahşerde yaptıklarının bedelini mutlaka ödeyeceklerdir.

Allah’ın sopası yoktur ve adaleti tartışmasızdır.

Çekildiğimiz hiçbir toprak parçasında, hiçbir coğrafyada huzur yoktur, umut yoktur, adalet yoktur, barış yoktur, saadet ve selamet yoktur.

Ahımızı alanlar bu dünyada gün yüzü görememişler, ilelebet de göremeyeceklerdir.

Bu nedenle, Paris’te yüzüncü yıldönümü anılan ve infazımızın ilanı demek olan malum ateşkes antlaşması bizim ayaklarımızın altındadır, hiçbir ahlaki, vicdani ve manevi hüküm ihtiva etmemektedir.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Hassasiyetlerimiz kaşınıyor, değerlerimiz aşındırılıyor.

Toplumsal gerginlikler, fikri ayrılıklar, ideolojik farklılıklar kamçılanıyor, devamlı kanatılıyor.

Laik-anti laik, inanan-inanmayan- Sünni-Alevi, Türk-Kürt ayrımı körükleniyor, milli ve tarihi değerlerimiz üzerinden kutuplaşmalar alçakça kışkırtılıyor.

Atatürk’ü sevenler-sevmeyenler cepheleşmesi tehlikeli şekilde tırmandırılıyor.

Anıtkabir ile Kocatepe arasında aşılmaz bariyerler dikilip, çift taraflı nifak kazıları yapılıyor.

Bu yanlıştır, vahimdir, art niyetliliktir, cepheleşme tetikçiliğidir.

5 Şubat 2008 tarihli Meclis Grup Toplantımızda şöyle haykırmıştım:

“Milliyetçi Hareket Partisi, kimseyi asla bir tercihe ve taraf olmaya zorlamadan, her ikisini de en yüksek seviyede benimseyen ve temsil eden, bu değerler arasındaki rabıta ve bağın kopartılmasına asla izin vermeyen duruşu ile Anıttepe ile Kocatepe arasına çekilmiş çelikten bir halattır.”

Hiç kimse karanlıktan göz kırpmasın, istismardan çıkar elde etmeye kalkışmasın.

Hiç kimse ne tarihi kazanımlardan ne de inançlarımızdan husumet türetmeye cüret etmesin, bunu aklından dahi geçirmesin.

Atatürk de bizimdir, Ankara’da bizimdir, Cami de bizimdir, Cemevi de bizimdir, doğulusu da biziz, batılısı da biziz, güneylisi de bizden, kuzeylisi de bizim ayrılmaz bir parçamızdır.

Biz, kuvveden fiile geçeli asırlar olmuş büyük Türk milletiyiz.

Türkiye’yi tehlikeli bir girdaba çekmek için pusuya yatanlar Anıtkabir ile Kocatepe arasında fitne hatları oluşturmaya, bozgunculuk yapmaya, milli duyguları ve manevi duyarlılıkları pis oyunlarına alet etmeye asla kalkışmasınlar.

Çünkü bedeli çok ağır olacaktır, bunun altından da kalkamayacaklardır.

Maalesef gelişmeler ve gidişat hayra alamet değildir.

İç bunalıma yatırım yapan, birlik ve beraberliğimizi çürütmeye çalışan bir dip akıntı gün geçtikçe hız ve yaygınlık kazanmaktadır.

Atatürk üzerinden Cumhuriyetle hesaplaşılmaktadır.

Atatürk bahanesiyle mukaddesatımıza tahammülsüzlük sergilenmektedir.

İki ayrı kampa ayrılanlar gittikçe azgınlaşmaktadır.

Türklük üzerinden milletle hesap görülmektedir.

Bitmiş ve kapanmış Türkçe ezan tartışmalarıyla maneviyatımız sömürülmekte, milli ve manevi değerlerimiz örselenmektedir.

Bir grup kiralık ve görevli siyasetçi, sözde uzman, yarım aydın zehir saçmakta, milletimizi tahrik etmektedir.

Türkiye üzerinde kumar oynanmaktadır.

Bir yanda bunlar oluyorken, diğer yanda Diyanet İşleri Başkanı’nın geçen hafta gerçekleştirdiği esef verici bir ziyareti tartışmaların odağına oturmuştur.

Diyanet İşleri Başkanı, 9 Kasım saat 14.30’da cüppesini giyip, eline de vereceği hediyesini alarak Atatürk’e hakaret eden, Yunan tezlerine methiyeler düzen fesli Türk düşmanını ziyarete gitmiştir.

Bunun tamamen insani duygularla yapılan hasta ziyareti olduğu bizzat Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından açıklanmıştır.

Kimin nereye gideceği, kimin kiminle görüşeceği veya düşüp kalkacağı, hangi maksatla buluşacağı bizim meselemiz ve ilgi alanımız değildir.

Herkes beşeri münasebetlerinde toplumsal adap ve ahlaki ölçülere uyduğu sürece özgürdür.

Anlayamadığımız, tuhafımıza giden, garipsediğimiz husus, Diyanet İşleri Başkanı’nın, fesli provokatörü ziyaret tarihindeki manidarlıktır.

Diyanet İşleri’nin Sayın Başkanı, sorarım sana, meczubu ziyaret tarihi olarak bula bula 9 Kasımı mı buldun?

Yılın diğer günlerinin suyu mu çıktı? Diğer tarihler torbaya mı girdi?

Durdun durdun da 10 Kasım’dan bir gün önce mi hasta ziyaretini hatırına getirdin?

Mustafa Kemal’e ne inançlarımıza ne de kültürümüze uymayacak şekilde bühtanla saldıran şahsı 10 Kasım’ın arifesinde ziyaret etmek nasıl bir aklın, nasıl bir çarpıklığın mahsulüdür?

10 Kasım saat 9’u 5 geçe kenefe gidin diyen, Yunan galibiyetine özlem çeken bir çukur şahsiyete geçmiş olsun demek, bunu da milletimize kafa tutar gibi uluorta yapmak fesli münafığı manen onaylamak, yanında olmak, arka çıkmak değil midir?

Ne istiyorsunuz Cumhuriyet’ten?

Atatürk düşmanlarına zırh olmak gayeniz nedir? 

Diyanet İşleri Başkanlığı görevi Türkiye Cumhuriyeti’ne söven, kurucu değerlere ihanet eden, kurucu şahsiyetlere galiz ifadelerle yüklenen vatansızları aklama, anma ve alkışlama görevi değildir.

Aksi tavır ayıptır, günahtır

Türk milletinin ortak değerlerine saldıranlara maneviyatımızda cevaz yoktur, yer yoktur, hoşgörü olamayacaktır.

Hangi kurumuş vicdan, hangi satılmış ruh, hangi işgal artığı varsa duysun ve bilsin ki, Gazi Mustafa Kemal Atatürk milletimizin ortak değeridir.

Bu gerçek değişmeyecektir.

Ancak, Atatürk üzerinden, Anıtkabir’e gelen kalabalıklar gerekçesiyle yeni bir karşıtlık oluşturmaya, yeni bir güç devşirmeye de hiç kimse heves etmemelidir.

Bu yolun sonu karanlıktır, çıkmazdır, hüsrandır, buhrandır.

Tartışmaların göbeğindeki Diyanet İşleri Başkanı’nın kendi durumunu gözden geçirip erdemli davranış içinde hareket etmesi ve gereğini derhal yapması samimi tavsiyem ve temennimdir.

Son olarak, Danıştay Sekizinci Dairesi’nin Andımızla ilgili aldığı kararı temyize götüren Milli Eğitim Bakanlığı’nın dilekçesinde tarihi ve sosyolojik olarak örtülemez yanlışlıklar vardır.

Bakanlık diyor ki; “Türkler kendi çağdaşı unsurlara göre ulus bilincine en geç ulaşan topluluktur. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran kadro zaten gecikmiş olan süreci hızlandırmak için yoğun çaba harcamıştır.”

Türkleri millet bilincine en geç ulaşan topluluk olarak değerlendirmek tarih inkarı, tarih ihmali, tarih ihanetidir.

Unutmayınız ki, tarihimiz mührü sökülmemiş bir hazinedir.

Bu hazinenin talanına müsaade etmeyeceğiz, bu hazinenin karalanmasına onay vermeyeceğiz.

Milli Eğitim Bakanımızın temyiz dilekçesini görmediğine veya yoğunluktan dolayı dikkatle bakmadığına inanmak istiyor, bunu ümit ediyoruz. 

Türk milletine kara çalan zihniyet Orhun Yazıtlarını nereye koyacak?

Tarihte kurulan 16 Türk devletini nasıl izah edecek?

Türklerin millet bilincine en geç ulaşan topluluk olduğunu söyleyen şahıs direkt sana soruyorum, bunu nasıl yazdın, nasıl iddia ettin, hangi çevrenin mahsulü, nerenin piyonusun?

Bu yanlı ve maksatlı değerlendirmelere imza atanlara diyorum ki, asıl sizin sabah akşam Andımızı okumaya ihtiyacınız vardır ve Türk milletinin kim olduğunu, Türklüğün nasıl bir tarih ve sosyolojik derinlikten süzülüp geldiğini öğrenmeniz şarttır, önünüzdeki asıl ödevdir.

Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken, yüksek heyetinizi bir kez daha hürmetle, muhabbetle selamlıyor, değerli milletvekillerimize Meclis çalışmalarında muvaffakiyetler diliyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.