Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Değerli Milletvekilleri, Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler, Basınımızın Saygın Temsilcileri, Bu haftaki Meclis Grup Toplantımıza başlarken muhterem heyetinizi en iyi dileklerimle selamlıyor, ekranları başlarında bizleri izleyen, gözü kulağı bizlerde olan muhterem vatandaşlarıma sevgi ve saygılarımı sunuyorum. İlaveten ve her hafta olduğu gibi, gönül ve kültür coğrafyalarımızda yaşayan kardeşlerime hürmet ve muhabbetlerimi iletiyorum. Dün Leyl-i Mevlid’i idrak ettik. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş Efendimiz Resulullah’ın dünyaya teşrifinin yıldönümünü dua, minnet ve şükranla andık. Kandiller; öze dönüşün, Rabbimize yürekten yakarış ve yönelişin, kalplerimizi arındırmanın, nefsin yanıltıcı arzu ve isteklerinden uzaklaşmanın imkânlarını sunan muazzez ve müstesna zamanlardır. Hz.Peygamber bir ahlak kutbuydu. Şefkat, samimiyet, cesaret, dürüstlük ve hoşgörü meşalesiydi. İlahi lütufla müşerref olmadan önce bile çevresinde; zeki, sakin, ahlaklı, ölçülü, dengeli bir kişi olarak anılıyor ve biliniyordu. Sözü dinlenirdi, herkes tarafından sevilip takdir edilirdi. Doğruluğundan, kısacası eminliğinden hiç şüphe duyulmazdı. Ne mutlu bizlere ki adalet, ahlak, merhamet ve iman doruğu aziz Peygamberimizin izinden yürüyoruz. Onun kutlu hayatını örnek alıyor, kutsal mesajlarını özümsüyor, daha iyi anlamak ve anlatmak için çaba sarf ediyoruz. Mevlid Kandili, Peygamber Efendimizin bütün zamanlara hitap eden, bütün insanlığa umut ve huzur vaat eden evrensel mesajlarını değerlendirmemiz bakımından önemli bir fırsattır. Onun doğumu, beşeriyet tarihinin en önemli hadiselerinden birisidir. Sevgili Peygamberimizin dünyaya geldiği dönemde, her tarafı zulüm kaplamış, cahiliye devri hakimiyet kurmuş, insanlık her türlü değer ölçülerini yitirmiş ve yolunu şaşırmıştı. Sosyal hayat bozulmuş, iyilik ve güzellik adına ne varsa terk edilmişti. Tıpkı bugünkü gibi mazlumlar inim inim inliyor, feryat figan ediyorlardı. Peygamber efendimizin dünyayı şereflendirmesiyle birlikte umut kapıları aralanmış, toplumların hasret kaldığı huzur ve refah yeniden yeşermiş, adeta kabuğunu kırmıştı. Biliyoruz ki, İslam toplumları dinimizin ana rotasından ne zaman sapmış ve Efendimizin duruşundan ne zaman savrulmuşsa anında krize sürüklenmiş, derin bir uçuruma yuvarlanmıştır. Yaşanan pek çok hadiseden bu sonucu çıkarmamız mukadderdir. İçinden geçtiğimiz zaman diliminde, Müslüman coğrafyası öyle bir buhrana gerilemiştir ki, katliamlar seriye bağlanmış, haksızlıklar ve adaletsizlikler yaygınlaşıp yoğunlaşmıştır. Hz.Peygamber adaletin zıddı olan zulmü her defasında lanetlemesine rağmen, hem zulüm, hem de zillet bugünkü şartlarda maalesef öne çıkmış, öne geçmiştir. Kur’an-ı Kerim’de Efendimiz insanlar arasında adaleti gerçekleştirmekle emrolunmuş, aziz varlığı bu ilahi emri de son nefesine kadar tatbik ve tahkim etmekle meşgul olmuştu. Ne var ki vahim bir adaletsizlik döngüsü İslam toplumlarını kasıp kavuran bir aşamaya gelmiş durumdadır. Fitne uykudan uyanmış, zehirli sarmaşık misali her yeri sarıp sarmalamıştır. Karşımızdaki tablo berbattır, hezimettir. İnsanlık, tarih boyunca, eline geçirdiği maddi veya manevi güçle kendi türüne zulmeden, hatta Allah’a şirk koşan nice çürümüş iktidar sahibi görmüştür. Ancak Efendimiz bunlardan tamamen ayrı, çok ama çok farklıydı. O bir sözünde; “Ben ne kralım, ne de zorbayım; bilakis Kureyş’ten kurutulmuş et yiyen bir kadının oğluyum, yalnızca insanım” diyerek engin ve mütevazı vasfını göstermişti. Hayranlık ve gıptayla andığımız bu tavır ve tutuma bir bakınız, bir de İslam ülkelerinde şehvet, servet ve şöhret batağına saplanmış emirlere, şeyhlere, prenslere, hanedanlara ve krallara dikkat ediniz. Bu derin çelişkinin neresinden tutalım, neresini düzeltelim? Birbiriyle bağdaşmaz, birbiriyle uyuşmaz tramvatik nitelikli çarpıklığı nasıl izah, nasıl ifade, nasıl ihata edelim? Bir yanda karıncayı bile incitmekten korkan yüce bir gönül duruyorken, diğer yanda Müslüman kisvesi altında en vahşi cinayetleri bile gözünü kırpmadan işleyebilen, işletebilen, taht ve taç uğruna her rezalete tamam diyen çukur ve cüce bir azınlık vardır. İslam toplumları bu yükü nereye kadar omuzlayacaktır? Musibetlere, felaketlere, eziyet ve işkencelere nereye kadar katlanacaktır? Emperyalizm tarafından zincirlenmiş kaymak tabakanın İslam adına konuşup, İslam adına ahkâm kesmesine olması gereken itiraz ne zaman yükselecektir? İnanıyoruz ki; Allah cebbardır, rahîmdir, rahmandır, gafurdur, kerimdir, raufdur, hakîmdir, azizdir. Herkesin hesabı varsa Allah’ın da bir hesabı vardır ve bu hesap bütün kirli ve karanlık hesapları alt üst edecektir. Dünyevi iktidarları için zulüm yapanlar, işbirlikçilikten nemalananlar, masum ümitlere kast edenler, ihanet ve melanetten geçinenler zelildir, yozlaşmıştır, günahkârdır, haramzadedir. Görülüyor ki, Efendimizin tebliğiyle bugünkü yaşananların ne bağı ne de bağlantısı vardır. Kelime-i Şehadet’de de ifadesini bulduğu üzere, sadece Allah’ın kulu ve elçisi olarak yaşayan, sadelikten ayrılmayan ve her türlü aşırılıktan kesinlikle uzak kalan Peygamberimizin “kolaylaştırınız zorlaştırmayınız, müjdeleyiniz korkutmayınız” mübarek buyruğuna riayet ve hürmet eden neredeyse kalmamıştır. Bugün İslam coğrafyasına baktığımızda kan görüyoruz, nice vandalık ve vahşete tanıklık ediyoruz. Ölen hep Müslümandır, öldüren Müslüman geçinenlerdir; ağlayan Müslüman’dır, ağlatan yine Müslüman geçinenlerden başkası değildir. Medeniyet beşiği Ortadoğu harap ve bitaptır. İslam ülkelerinin perişanlıkları; haktan, halktan, ahlaktan ve maneviyattan kopuk yönetimlerinin kokuşmuşluğu isyan ve infial ettirecek düzeylerdedir. Aslında bu sorunların hepsinin ortak paydasında Hz. Peygamber’in hayatına, tebliğine ve mesajlarına duyarsızlık, ilgisizlik ve münafıkça yaklaşım vardır. İslam’a en büyük kötülük yine İslam adına şiddeti ve nefreti bir siyaset ve çıkar aracı olarak kullanan günahkârlardan gelmektedir. Kuran’ın, “Bir cana kıyan tüm insanlığın canına kıymış gibidir” bağlayıcı hükmü hiç kimsenin gündeminde yoktur. Allah dostları suskundur, durgundur. Âlimler sukut içinde, arifler sessizdir. Hikmet ve hidayet sahibi zatlardan ortada iz ve eser yoktur. Ortak akıl paslanmış, ortak vicdan sanki kurumuştur. Bu çarpıklık en az İslamiyet’i içine alan kaos kadar ibretlik ve düşündürücüdür. Her gün beş vakit okunan ezanların hatırına, her gün Allah diye semaya kalkan eller, her gün yürekten amin, gönülden şükür diyen tertemiz vicdanlar adına soruyorum, İslam toplumlarını pençesine alan kargaşa ve karmaşa nereye kadar sürecek, artık buna nasıl dayanılacaktır? Efendimiz yetim büyümüştü, ama bütün yetimlerin, bütün öksüzlerin umudu oldu; peki bugünkü yetimlerin, bugünkü mağdur ve mazlumların hakkı ve hukuku nasıl korunacak, ne zaman korumaya alınacaktır? Bu soruların cevabını mutlaka önce tefekkür, sonra da tezekkür etmek mecburiyetindeyiz. Aksi halde dehşet verici girdap her geçen gün genişleyecek, Allah muhafaza hepimizi içine çekip yutacaktır. Ne yazık ki İslam dünyası eşitsizliğin, adaletsizliğin, vicdansızlığın, ölçüsüzlüğün tam ortasındadır. Bir başka tehlike ise İslamiyet’in terörle anılması, terörle özdeş gösterilme ahlaksızlığıdır. Müslümanım diyen herkes bu kara kampanyaya mesafeli olmak ve meydanı boş bırakmamak durumundadır. İslam’la terörü yan yana getirmek, deyim yerindeyse melekle şeytanı birbirine karıştırmak, günahla sevabı aynı görmek demektir. Elbette kaygı verici bir isnat, korkunç bir iftiradır. Hiç, hak ile haksızlık aynı olur mu? Hiç, insaf ile ihanet bir görülür mü? Hiç, nur ile ur, merhamet ile mezalim bir araya gelir mi? Mürşit kisveli müşrikler, Müslüman görünümlü müfritler İslam’ı can evinden vurmaya çalışsalar da, buna tahammül etmeyeceğiz, buna sabır göstermeyeceğiz, buna onay vermeyeceğiz. Emperyalizme uşak düşmüş, İblis’in Truva Atı haline gelmiş kim varsa bilinsin ki, Müslüman Türk milleti olarak nefesimiz enselerinde, elimiz de lekeli yakalarında olacaktır. Ve bunlarla hesaplaşmayı ne yarınlara ne de yanlarına asla bırakmayacağız. FETÖ budur, IŞİD böyledir, yüce dinimizi istismar eden diğer alçak ve aşağıların aşağısı terör örgütleri aynısıdır. İslam coğrafyası terörle yıldırılmak, terörle teslim alınmak isteniyor. Emperyalist odaklar bazen tek tek, bazen de yek vücut olarak Ortadoğu’nun zenginliklerini bölüşebilmek, bölgede hakimiyet kurabilmek için zehirli senaryolar üretiyorlar. Bölgenin mihenk taşı olan Türkiye bu senaryolardan dün de, bugün de ziyadesiyle etkileniyor, zarar görüyor. Her zaman söyledik, yine söylüyoruz; Ortadoğu’da sürdürülen kavganın temelinde paylaşım kavgası vardır, hakimiyet kaygısı yatmaktadır. Bu nedenle topraklar parçalanmakta, insanlar kimi zaman etnik, kimi zaman mezhebi, kimi zaman da bir başka saik ve bahaneyle istismar edilmektedir. İstenen zayıf ve kukla devletlerdir. İstenen maşalığa talip terör devletleridir. İstenen batının nüfuz alanlarının genişletilmesidir. Ortadoğu’nun ve İslam ülkelerinin kanlı bıçaklı duruma getirilmesinin nedenleri burada aranmalıdır. Terör örgütleri peş peşe imal edilmekte, kullanılmakta, asimetrik çatışmalar kışkırtılmakta, oluk oluk kan dökülmektedir. Musibetlerin kaynağında asırlardır değişik kılık ve görünümde devam eden emperyalist vandallık bulunmaktadır. İslam ülkeleri ise adeta felç geçirmiş, adeta vurgun yemiş gibidir. Çünkü bu ülkelerin yöneticileri batıya piyonluk ve taşeronluk yapmakla görevlidirler. Sözde kral, emir ve şeyhler için öncelik halklarının huzuru, ülkelerinin onuru, İslamiyet’in itibarı değil, kan ve haksızlık üzerine kurulu bulunan saltanat çıkarlarıdır. Meselenin esef ve endişe verici yanı artan tehlikenin hala kavranamamış olması, kavransa bile kararsızlığın ve kafa karışıklığının en üst düzeyde egemenlik kurmasıdır. Yeri geldiğinde, lafın seyri içinde, mangalda kül bırakmayan her ülke, her iktidar sahibi teröre karşıdır, terörizmi kınamaktadır. Ama kazın ayağı hiç de iddia edildiği gibi değildir. Mızrak çuvala bir türlü sığmamaktadır. Minareyi çalıp kılıf dikmeye hazırlananlar suçüstü yakalanmışlardır. Göz vardır, izan vardır, her şey ortadadır. Şayet her ülke teröre karşı ise teröristlerin yaşama şansı, kanlı eylem sahası, saldırı ve suikast ihtimali kesinlikle olamayacaktır. Herkes teröre karşıysa, bu caniler nasıl yaşayabiliyorlar? Herkes teröre tepkiliyse, bu katiller ihanet mesailerini hangi cesaretle, hangi kaynaktan, hangi kanallardan ve nasıl sürdürebiliyorlar? Bir bakıma üzüm üzüme baka baka kararmış, emperyalizmin tutsağı haline düşmüş ülkelerinin yüzleri de simsiyah kesilmiştir. Her şey bir tarafa, terör örgütleri ağır silahları nereden, hangi silah baronlarından, kimlerin gözetim ve denetiminde almışlardır? Sınırımızın yanı başında cirit atan terör örgütlerine tırlar dolusu silah yardımı yapan ve terörizmi diri tutmak için faal halde bulunan mihraklara ne yapacağız, bunları nereye koyacağız? Son veriler ışığında diyebilirim ki, Ortadoğu’dan yapılan silah alımları küresel silah alımlarının yüzde 32’sini oluşturmaktadır. Ayrıca 2013 ile 2017 arasında küresel silah satışı bundan önceki beş yıllık döneme kıyasla yüzde 20 artmış durumdadır. Bunlar meselenin belgeli kısmı, resmi bölümüdür. Asıl ve çarpıcı olanı ise terör örgütlerine gayri resmi silah akış ve tesliminin korkutucu seviyelere ulaşmış olmasıdır. Caniler ekmek alır gibi silah almaktadır. Üstelik bu silahların önemli bir bölümü bedelsiz ve hibedir. Körfezdeki dolar milyarderleri, El Kaide ve benzerlerine yaptıkları gibi, teröristlere yapılan silah satışlarını finanse edecek kadar insanlıktan ve onurdan mahrum olmuşlardır. Bu ne yaman bir çelişkidir. Bu ne kadar utanç verici bir ilkellik ve ilkesizliktir. Önce sorun yaratıp peşinden silah pazarı kurmak, önce ara bozup hemen arkasından müdahale gerekçesi oluşturmak bildik bir sömürgeci komplosudur. Ortadoğu’nun omurgası çökmüştür. Ortadoğu ve İslam toplumlarının iradesi kırılmış, bağımsız karar alma mekanizmaları laçkalaşmıştır. İslam ülkeleri manevi kalkınma, maddi silkinme yaşamadan, birlik ve dirliğine sahip çıkmadan facialar sürecek, daha pek çok kan dökülecektir. Yoksulluk İslam ülkelerine sinmiştir. Yozlaşma İslam ülkelerine nüfuz etmiştir. Yolsuzluk İslam ülkelerine demir atmıştır. Bir yanda petrol ve dolar içinde yüzen küçük bir zümre, diğer yanda bir dilim ekmek, birazcık hak, özgürlük ve demokrasi için mücadele eden milyarlarca insan vicdan sahibi her insanı derinden yaralamaktadır. Bir yanda haksız kazanç sağlamış, zor kullanarak servet edinmiş, israf ve harama batmış elit bir tabaka, diğer yanda helal rızkı için ömrünü veren milyarlar hepimizi kara kara düşündürmelidir. Bu yürek burkan düzenin tek kazananı ve memnun olanı ise biliniz ki zalimlerdir, zorbalardır, hak ihlali yapan, yetim hakkı yiyen namertlerdir. Tarihin akışına baktığımızda nice bedhahtın, nice haram yiyenin, nice nefsine kul köle olmuş azgının ibretlik acıklı sonlarını görmek mümkündür. Allah mutlak ve galiptir; kimse karamsarlığa kapılmasın, bunu yine göreceğiz, yine hep birlikte, büyük Türk milleti olarak şahit olacağız. İnanıyorum ki, kandillerin aydınlığıyla feyizlenecek, idrakiyle dirilecek, şuuruyla bir ve beraber olacağız. Bu düşüncelerle; Mevlid Kandilimizin milletimizin birlik ve beraberliğine, güzel vatanımızın huzur ve esenliğine, kalplerimizi Efendimizin merhamet, hoşgörü, şefkat ve muhabbetiyle süslemesine, onun ahlakıyla ahlaklanmasına ve bütün İslam âleminin huzuruna vesile olmasını Cenabı Allah’tan niyaz ediyorum.
Değerli Milletvekilleri, Günlerdir Cemal Kaşıkçı cinayeti konuşuluyor. Günlerdir cinayetin nasıl işlendiği, tüyler ürperten hangi yöntemlerin kullanıldığı, kimlerin azmettirici, kimlerin cinayette doğrudan parmak izinin olduğu kıyasıya tartışılıyor. Kaşıkçı olayı uluslararası bir soruna dönüşmüştür. Bu cinayet üzerinden siyasi restleşmeler, gizli kapaklı pazarlıklar, bölgesel planlamalar, ekonomik hesaplar biteviye yapılmaktadır. Kaşıkçı cinayeti ezberleri bozmuş, pandoranın kutusunu açmıştır. Türkiye dışında herkes mezkur cinayeti keyfince ve menfaati kapsamında yorumlayıp saptırmaktadır. Fakat ülkemiz hakkın ve hukukun yanındaki sağlam duruşuyla takdir toplamaktadır. Konunun hazin tarafı ise İslamiyet’in yargılanma ayıbı, Mekke ve Medine’yi yönetiminde tutan ülkenin iç karartan ahlaki ve adalet açığıdır. 2 Ekim 2018 tarihinde Suudi Arabistan’ın İstanbul Başkonsolosluğunda vuku bulan Cemal Kaşıkçı cinayeti birçok soru işaretini beraberinde getirmiştir. Suudi Arabistan yönetiminin cinayetin hemen ertesinde başvurduğu hezeyan dolu açıklamalar ve cinayeti örtbas girişimleri Türkiye’nin ortaya koyduğu deliller sayesinde çürütülmüştür. Olayın gerçekleştiği ilk günlerde Kaşıkçı'nın Konsolosluk binasından sağ olarak çıktığını iddia eden Riyad yönetimi, olayla ilgili sorumlulukları olmadığını savunmuştu. Ama Türk emniyet ve istihbaratının kuyumcu titizliğiyle yaptığı çalışmalar neticesinde Suudi Arabistan, cinayetten yaklaşık 1,5 ay sonra Kaşıkçı'nın konsoloslukta öldürülerek parçalara ayrıldığını itiraf etmek zorunda kalmıştır. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 26 Ekim tarihinde cinayete karıştığı saptanan 18 kişi hakkında Adalet Bakanlığı kanalıyla Suudi Arabistan’dan iade talebinde bulunmuştur. Bu 18 kişiden 15’i Cemal Kaşıkçıyı katleden infaz timinin arasında yer alan katillerdir. Suudi Arabistan yönetimi ise olayla ilişkili 18 Suudi vatandaşını gözaltına almış ve bunlardan 5’i hakkında idam talebinde bulunmuştur. Kimleri sallandırıp kimleri kurtaracakları ise bize göre muammadır. Kaldı ki Veliaht Prensin yakın çevresinden Suudi Arabistan İstihbarat Başkan Yardımcısı ve danışmanlarından bazı kişilerin yer aldığı üst düzey 5 isim görevden alınmıştır. İşin vahametine bakın ki, cinayetin baş azmettiricisi olarak ismi sık sık telaffuz edilen Veliaht böylesi bir olayın bir daha tekrar etmemesi maksadıyla kurulan istihbarat üst komisyonunun başına getirilmiştir. Yani kuzu canavara teslim edilmiştir. Bu durum tam bir akıl tutulması, tam bir hilkat garibesi, tam bir çelişki yumağıdır. Suudi Arabistan yönetimi cinayetin asıl sorumlularını ortaya çıkarmamıştır. Veya çıkarmak işine gelmemiştir. Gerçeğin malum bir huyu vardır ve oda şudur: Ertelense de, üzeri örtülse de, bir zaman sonra büyüyerek ilk uygun zamanda ortaya çıkmasıdır. Riyad yönetimi toplam 15 kişilik infaz timinin tamamı hakkında yargılama yapmamıştır. Bununla birlikte tutuklanan ve idamla yargılanan kişilerin kimlikleri kamuoyu ile paylaşılmamıştır. Yani kapalı devre bir süreç ağır ağır, adım adım işletilmiştir. Anlaşılıyor ki, Suudi Arabistan Yönetimi sanal bir mahkeme yoluyla cinayetin faillerini karartma yoluna heves etmiş, bunu hedef haline getirmiştir. Merhum Kaşıkçı’nın cesedi üzerindeki sis ve esrar perdesi henüz aralanmış değildir. Nitekim akıbet belirsizdir. Yerli işbirlikçinin kimliği ise hala aydınlanmış değildir. Suudi Arabistan Yönetimi Türkiye ile işbirliği yapacağını açıklamış olmasına rağmen somut bir girişimde bulunmamış, üstelik samimiyetten uzak bir tavır sergilemiştir. 15 Kasım’da açıklama yapan Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı, Kaşıkçı davasının uluslararası boyuta taşınmasının kabul edilemez olduğunu ve meselesinin siyasileştirilmesinin İslam dünyasının bölünmesine neden olacağını dile getirmiştir. Bize göre bu bakan halt etmiştir. Mayınlı alanda top çevirdiklerinin farkında bile değildir. Suudi yetkililer kırk dereden su getiriyorlar, suçluluğun verdiği telaşla yanlış üstüne yanlışa imza atıyorlar. Maktul bellidir. Müşteki bellidir. Cinayet mahalli bellidir. Azmettiren, Kaşıkçı’yı boğan, parçalara ayırıp asitle yok eden caniler bellidir. Dahası olayın iki ayrı ses kaydının varlığı da bilinmektedir. Saklanacak ne kalmıştır? Gizlenecek ne bırakılmıştır? Medyaya yansıyan bilgilere göre konuşacak olursak, Cemal Kaşıkçı 2 Ekim 2018 saat 13.14’de Konsolosluk’tan içeri girmiş, aynı tarihte Suudi Arabistan’dan gelen 15 kişilik ölüm ekibi ise 12.14’de Konsolosluk binasına giriş yapmışlardır. Merhumun Başkonsolos’un odasına alınmasıyla cinayet planı anbean devreye sokulmuştur. Türkiye’ye cinayet aletleriyle ve adli tıp uzmanıyla birlikte intikal eden Suudi katiller planlı bir vahşetin alenen tarafı olmuşlardır. Eğer merhum Kaşıkçı’nın bir suçu varsa mahkemeye çıkarılması gerekmez miydi? Bir devlet, hele hele kutsal toprakları hakimiyetinde tutan bir ülke, nasıl olmuştur da terör yöntemlerinden, örtülü operasyonlardan medet umacak zulmetle bezenmiş bir noktaya gelmiştir? Suudi Arabistan yönetiminin, sorarım sizlere, Usame Bin Ladin zihniyetinden ne farkı kalmıştır? Bu ülkeyi El Kaide’den ayıran nedir? Cinayet üssü olarak Türkiye ne hakla kullanılmıştır? Katillerin Türkiye’de mahkemeye çıkarılması adaletin doğası gereğidir. Bu mümkün olmuyorsa, uluslararası soruşturmayla yine uluslararası bir mahkeme de yargılanmaları temin edilmelidir. Velihat Prens için çember daralmaktadır. Kaçış kurtuluş yolları kapanmaktadır. Bizi üzen bir başka husus ise Mekke Başimamının 19 Ekim tarihli Cuma Hutbesi’nde Velihat Prens için “özel olarak ilahi ilhamlara mazhar kılınmış” kişi şeklindeki tanım ve taltifidir. Efendimizin Hz.Ömer için kullandığı bu ifadenin Prens Selman için sarfedilmesi hüsran verici bir hezeyandır. Karanlık ilişkiler kuran, cinayet şebekelerini seferber eden, gizli ajanda sahibi olan, dilinin altında kafasının arkasında emperyalistleri arkalayan amaçlar bulunan bir şahıs nasıl oluyor da ilahi ilhamlara mahzar olabiliyor? Her şey bu kadar ucuz ve basit midir? Günahı görmek, yanlışı reddetmek için ille de Ebabil kuşlarının gelip taş yağdırmalarını mı bekleyelim? Bundan sonra Hac faraziyesinin güvenli bir şekilde yapılacağına nasıl itimat edelim, nasıl inanalım? Muhammedi ahlaka, Muhammedi adalet ve hoşgörüye kesif ve kategorik şekilde zulmeden, hatta yok sayan bir anlayışa ne diyelim, nasıl hitap edelim? Haksızlık karşısında susmak dilsiz şeytanlık değil midir? Bilen varsa söylesin. Biz şeytana pabucunu ters giydirecek, besmeleyle yamultacak inanmış ve iman etmiş bir milletin mensuplarıyız. Yanlışa yanlış, doğruya da doğru deriz. Lafımızı hiç kimseden, hiçbir güç odağından çekmeyiz. Suudi Arabistan yönetimi; İslam dünyasına kan ve fitne ekerek, terör örgütlerine mali yardım yaparak, emperyalistlere kucak açarak İslam dünyasını bölüp parçalama işine sanki memur edilmiş gibidir. Vahşi bir katliamla İslam’ı karalamaya çalışanlara koz vermiştir. ABD ise Kaşıkçı cinayetiyle ilgili başından beri Veliaht Prensi koruma yoluna gitmiş, Suudi Arabistan ile işbirliğini korumak istemiştir. Cemal Kaşıkçı'nın öldürülme emrini Suudi Arabistan Veliaht Prensi Selman'ın verdiği söylense de bu durum ABD Başkanı Trump tarafından görmezden gelinmiştir. Trump, Kaşıkçıya ait ses kayıtlarını dinlemek istemediğini söylemiş ve kesin rapor sonuçlarını Salı günü, yani bugün açıklayacağını ifade etmiştir. ABD’nin Kaşıkçı cinayetinin azmettiricilerini muhafazası gayet normaldir. ABD, bölgemizde kaos istemektedir. İslam ülkelerinde çatışma arzulamaktadır. Yanı başımızda terör devleti kurmayı amaçlamaktadır. Bu nedenle Suudi Arabistan’a ihtiyacı vardır, Yemen’deki operasyonların sürmesi çıkarınadır, İran’ın çevrelenmesi stratejik hedefidir ve her ne pahasına olursa olsun cinayetin asıl azmettiricilerini saklamakta ısrarlıdır. Artık Suudi Arabistan Yönetimi şapkasını önüne koyup düşünmek zorundadır. İslam dünyasına huzur gelecekse bu gaye emperyalistlerden nifak ithaliyle gerçekleşmeyecektir. Türkiye’nin kendileri ve işbirlikçileri için kanlı oyunların sahneleneceği bir ülke olmadığı gerçeğini de hiç kimse aklından çıkarmamalıdır. Ülkemizi dibi görünmeyen bir uçuruma sürüklemek isteyenler er ya da geç kazdıkları kuyuya kendileri düşecekler, elbette hem halklarına hem de Yüce Allah’a kesinlikle hesap vereceklerdir.
Muhterem Arkadaşlarım, Birleşik Krallığın AB’den çıkış süreci oldukça sancılı geçmektedir. Taşlar yerinden oynadıkça işbaşındaki hükümet zorlanmakta, siyaseten köşeye sıkışmaktadır. Brexit anlaşmasını tamamlamak ve resmiyet kazanmasını sağlamak için AB Liderler Zirvesi 25 Kasım’da konuyu görüşüp sonuca bağlayacaktır. Bu arada, AB İtalya’nın devasa bütçe sorunuyla ilgili nihai kararı da 21 Kasım’da verecektir. Yeryüzü cenneti olarak takdim edilen AB huzursuzdur, gergindir, geleceği meçhuldür. Türkiye’ye devamlı engeller çıkaran, müzakereleri tıkayan AB anlayışı bir bakıma iflasın eşiğindedir. Ticaret savaşları, ekonomik sorunlar, siyasal anlaşmazlıklar, egemenlik mücadeleleri AB’yi karar aşamasına doğru hızla savurmaktadır. Diğer yandan Fransa’nın başını çektiği, Almanya’nın yeşil ışık yaktığı, ABD Başkanı Trump’ın sert bir şekilde karşı çıktığı AB ordusu kurma fikri 58 yıllık bir arayışın sonucu olarak tekrar gündemdedir. Kimin ordu kurup kimin kurmayacağı işin özünde bizim meselemiz değildir. Ancak AB ordusunun kurulma düşüncesi resmileşirse bölgesel ve küresel zeminde büyük bir açmaz ve cepheleşme kaçınılmaz olabilecektir. Burada bizim için önemli olan Türkiye’nin alacağı pozisyon, takınacağı tavırdır. Türkiye NATO üyeliğinden sürekli zarar görmüştür. Bu açıktır. Türk milleti elbet kendi güvenliğini kendi imkan ve gücüyle müdafaa edecek hem donanıma hem de kabiliyete hamd olsun sahiptir. Türk ordusu dünyanın en büyük ilk üç ordusundan birisidir. Bu gerçek hiçbir şart altında değişmeyecektir. Ancak müttefik olduğumuz ülkeler hep aleyhimize faaliyet içindedir. ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde terör örgütleriyle aynı kareye girmesi, aynı emel ve hedef etrafında bir araya gelmesi skandal olmanın ötesinde uluslararası hukuka terstir, normal şartlarda NATO müktesebatına tamamen aykırıdır. Bir devleti terör örgütüyle ayıran en temel ve tartışmasız farklılıkların silinmesi beşeri faciadır. Kiminle müttefiksek, şu işe bakınız ki, beka mücadelemizde karşı karşıyayız. Kiminle NATO şemsiyesi altında buluşmuşsak, şu kepazeliğe bakınız ki, Türk ve Türkiye düşmanlarına destek verdiklerini görüyoruz. Bu husumetin kaynağında ne vardır? Bizimle hem ittifak kurup hem de sakalımızı yolmaya çalışan, kolumuzu kanadımızı kırmak için uğraşan ülkeler ne yapmayı, hangi sonuca ulaşmayı akıllarından geçiriyorlar? İttifak ahlak ister, adamlık ister, adanmışlık ister, eşitlik ister, fedakârlık ister, karşılıklı ilke ve hassasiyetlere bağlılığın yanında, hakkaniyetli hürmet ister. Bir tarafın mağlup görülüp, diğer tarafın muzafferlik tasladığı ilişki ağından onurlu bir ittifak çıkmaz, kalıcı ve kavrayıcı bir mutabakat çıkamaz. Müttefiklik adı konmamış mahkûmiyet, kabulü sağlanmamış mağduriyet falan değildir. Aynı zamanda Türkiye seçeneksiz hiç değildir. Üstte ittifak, dipte ihtilaf içinde olmak; önde müttefiklik pozları verip, arkada muhasım hale gelmek rezaletin daniskasıdır, hezimetin dik alasıdır, kandırmacanın zirve noktasıdır. Böylesi garabet hasıl olursa, ki vardır, buna ne diyelim, neye sayalım, nasıl görelim? Güney sınırlarımız boyunca arkamızdan iş çevriliyor. Hangi taşın altını yoklasak karşımıza ABD-YPG ortaklığı çıkıyor. Neymiş, ABD’nin YPG’yle olan ilişkisi taktikselmiş, eylem odaklıymış, geçiciymiş. Türkiye bu bahaneleri yemez, bu oyalamaları yutmaz. Caniyle taktik ilişki kurulamaz, kurulsa bile bunun adı taktik değil çukur bir ortaklık olacaktır. Türkiye terörle mücadelesini haysiyetle sürdürdükçe sözde müttefiklere bir haller olmakta, rahatsızlık sökün etmektedir. ABD içişlerimize karışmayı, asayiş ve milli güvenliğimiz için yapılan emniyet tedbirlerini sorgulama ve yargılamayı zannederseniz ki iş ve meslek edinmiştir. Bildiğiniz gibi, Anadolu Kültür AŞ’nin Yönetim Kurulu Başkanı olan ve şaibeli kişiliğiyle bilinen bir şahıs hakkında yürütülen soruşturma kapsamında, aralarında bazı akademisyenlerin de bulunduğu 20 kişi hakkında geçen hafta gözaltı kararı alınmıştı. Bunlardan 13’ü hakkında gözaltı işlemi uygulanmıştı. Bu şahısların Gezi Parkı eylemlerini geliştirmek ve Anadolu’ya yaymak üzere toplantılar yaptıkları iddia edilmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü, Gezi kalkışması çerçevesinde gözaltına alınanlara destek vermiş, keyfilikten bahsetmiş, endişeliyiz diyecek kadar karanlık niyetini belli etmiştir. PKK/YPG’ye silah vermek, FETÖ’ye yardım ve yataklık yapmak onursuz bir keyfilik, endişe verici bir gafillik değil de nedir? Türkiye’ye ekonomik savaş açmak, Mehmetçik katillerinin sırtını sıvazlamak korkunç bir haksızlık, müttefikliğe hıyanet olmayacak mıdır? Gezi’nin aktör ve finansörleri olduğu iddia edilen kişi ya da kişilerle hukuk dairesinde mücadelenin neresi keyfi, neresi kaygı vericidir? ABD içişlerimize karışma mezuniyetini, süren ve sürdürülen soruşturma ve kovuşturma sefahatleriyle ilgili hüküm verme hakkını kendisinde nasıl görebilmektedir? Onu bıraksın, FETÖ elebaşını ne zaman iade edecek, bunu söylesin. Terör devleti kurma çalışmalarına ne zaman son verecek, bundan bahsetsin. Ülkemizde son zamanlarda garip ve üzerinde dikkatle durulması gereken gelişmeler yaşanıyor. Hiçbir şey gözümüzden kaçmıyor. Anlaşılan yeni ve beka düzeyinde tehdit edici bir terör konsepti tedavüle sokulmuştur. Terör örgütleri artık mekanik ve çok değişkenli kanlı metotlarını harekete geçirmişlerdir. Koordinat yüklemesi yapılabilen, patlayıcılarla donatılan dronları terör örgütü PKK kullanmaya başlamıştır. Yakın zamanda C-4 patlayıcı yüklü dronlar Şırnak’ta, Irak sınırındaki Kasrak Vadisi’nde ve Silopi Şehit Mesut Hudut Bölüğü yakınlarında düşürülmüştür. Şırnak Valilik binasının giriş merdivenlerine 10 Kasım Atatürk’ü Anma Törenleri esnasında bir adet model uçak, yani drone düşmüştür. Allah’tan can ve mal kaybı yaşanmamıştır. Hain terör örgütü bu yöntemleri kimlerden öğrendi, kendi ağırlığının onlarca katı patlayıcı taşıyabilen insansız hava araçlarını hangi alçak ülkelerden sağladı? Farkındayız, sokaklar karıştırılmak isteniyor, kutuplaşmalar bileniyor. Televizyon ekranlarından korku, öfke ve fitne yayılıyor. FETÖ-PKK iş bölümü ve görev taksimi yapmış eylem ortakları halinde pusuda bekliyor, el ovuşturup uygun zaman kolluyor. Terörün hedefi olan güvensizlik, belirsizlik, korku ve kuşku sistematik şekilde tırmandırılıyor. Türkiye üzerinde yeni bir hain deneme, yeni bir şer oyun planlanıyor. Bütün gelişmeler buna işaret ediyor. Ekonomideki sorunların siyasal tepki ve itiraza dönüştürülerek 31 Mart Mahalli İdareler Seçimleriyle ilgili maksatlı ve marazi bir hazırlık yapılıyor, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi üstünde de tehlikeli polemikler tetiklenip provokasyonlar tertipleniyor. Buna izin vermeyeceğiz, zillet ittifakının tezgâh ve tuzaklarını yine ve kökünden bozacağız. Bir yanda Atatürk ilah değildir diyenle, diğer yanda Atatürk benim ilahımdır diyen provokatörler iç barış ve huzur ortamını gerebildikleri kadar geriyorlar, sabırları zorluyorlar. Türkiye’yi vahim bir türbülansa itmek, yeni bir demokrasi dışı arayışa çekmek isteyenler şunu çok iyi bilsinler ki; Türk milleti şiddeti ne olursa olsun, her ihaneti, her rezaleti, her felaketi yerle yeksan etmeye, hainlerin emdikleri sütü burunlarından fitil fitil getirmeye hazırdır, bunu başaracak kudrete sonuna kadar haizdir. Granit kayasına çarpan dalgalar dev olsa ne yazar, olmasa ne çıkar; hepsinin sönüp gitmesi, hepsinin silinip kaybolması kaçınılmazdır. Elhak olacak olan da budur. Allah’ın verdiği bir canımız vardır, bu can vatana da, millete de, Türklüğün geleceğine de bin defa kurban olsun, son kanımıza kadar fani bedenimiz mukaddesat ve mukadderatımız için feda ve armağan olsun. İç ve dış niyet sahiplerini uyarıyorum; Türkiye’yi teslim alamazsınız, Türk milletini yenemezseniz, Türk vatanını bölemezsiniz. Hepimiz Mehmet oluruz, hepimiz kahraman oluruz, hepimiz şehadet gönüllüsü olarak al bayrağa bürünüp Türkiye’nin bekasına gene de kara çaldırmayız, ölüm pahasına olsa bile milli namusu korkusuzca savunuruz. Zalimin zulmü varsa hakkın dönülmez yolu, bükülmez kolu vardır ve bu kol aziz Türk milletinin ebedi güvencesidir. Sözlerime son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyor, her birinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyor, mutlu ve başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum. Sağ olun, var olun.
|