Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Değerli Milletvekili Arkadaşlarım Basımızın Mümtaz Temsilcileri, Haftalık olağan Meclis Grup Toplantımıza başlarken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum. Televizyon ekranlarından, sosyal medya platformlarından, radyo ve diğer iletişim mecralarından bizleri takip eden aziz vatandaşlarımıza en kalbi selamlarımı iletiyorum. Türk-İslam coğrafyalarında varlık, birlik ve dirlik mücadelesi veren kardeşlerime bütün içtenliğimle başarılar diliyor, şükranlarımı sunuyorum. Geçen hafta Türk siyaset ve devlet hayatında derin izler bırakmış muhterem isimlerin peş peşe vefatları hem bizi hem de milletimizi ziyadesiyle üzmüştür. Milletçe onca felaketin içinden geçtiğimiz şu zaman sürecinde, yaşanan kayıplarımız gerçekten de sarsıcı olmuştur. Sağlık eski Bakanımız, 21’inci ve 23’üncü Dönem Kırıkkale Milletvekilimiz, ülküdaşım, çok değerli kardeşim Prof.Dr Osman Durmuş’u son yolculuğuna uğurladık. Biz ondan razıydık, niyaz ederim ki Allah da razı olsun. Eğer bir hakkımız varsa da sonuna kadar helal olsun. Ardından, Türk siyasetinde müstesna bir yeri bulunan, Türk milletine muhterem hizmetleri geçen, devlet adamlığı vasfıyla adından bahsettiren eski Başbakanlarımızdan, Anavatan Partisi eski Genel Başkanı Sayın Ahmet Mesut Yılmaz’ın vefatı, Ayrıca akademisyen kimliğinin yanı sıra siyasetçi kişiliğiyle de milletimizin saygı ve sevgisine mazhar olan Sayın Prof.Dr.Burhan Kuzu’nun yakalandığı hastalıktan kurtulamayarak aramızdan ayrılması büyük bir kayıptır. Merhum Osman Durmuş’a, merhum Ahmet Mesut Yılmaz’a, merhum Burhan Kuzu’ya Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyor, kabirlerinin, nur, mekanlarının cennet olmasını niyaz ediyorum. Allah taksiratlarını affetsin, saygıdeğer ailelerinin, sevenlerinin ve hepimizin başı sağolsun.
Değerli Dava Arkadaşlarım, Hz. Mevlana’nın dediği gibi, hayat bir nefestir aldığımız kadar, hayat bir kafestir kaldığımız kadar, hayat bir hevestir daldığımız kadar. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi’yle paylaştığı zamanlar üstü öğüdü ise hayatın manası, hakikatin muhtevası üzerine düşünenler için bir yol haritası niteliği taşımaktadır: Dünya bir garip han, bir hoyrat mekân, İnsan bir garip varlık kabına sığmayan, Hayat bir yudum su, bir anlık rüya, Ömür bir kısa yol tekrarı olmayan. Her şeyden önce insanız, akıl sahibiyiz, duygu sahibiyiz, duruş sahibiyiz, fikir sahibiyiz, mukaddesat ve mukadderat sahibiyiz.
Zorluklar çok olsa da direnmeliyiz, sıkıntılar bunaltsa da katlanmalıyız, felaketler dört bir koldan üzerimize gelse de dayanmalıyız. Acılara birlikte göğüs gerdiğimiz sürece, dayanışmayı canlı tuttuğumuz müddetçe daha güçlü, daha metin, daha muktedir bir millet oluruz. Yapmamız gereken kendi kafamızla düşünmemiz, kendi gönlümüzle hissetmemiz, insani değer ve emanetleri pusula yapmamızdır. Yüce dinimiz, şartlar ne kadar ağır olursa olsun sürekli umut aşılamaktadır. Asıl tehlike, asıl tehdit karamsarlığın enkazı altında kalmak, kötümserliğin göçüğüne mahkum olmaktır. İnsana şah damarından daha yakın olan Cenab-ı Allah bizlere buyuruyor ki; “Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer iman ettiyseniz üstün gelecek sizlersiniz.” Elbette rahmetten ümit kesilmez, karamsarlığın kalplerimize, zihnimize ve düşünce melekelerimize yaptığı baskıya boyun eğmek iman ve irade sahibi bir insanla asla bağdaşmaz. 2020 yılı girdi gireli maruz kalınan pek çok musibetten her insanımızın muzdarip olduğunu düşünüyorum. Kanaatimce 2020’nin bir an önce bitmesi herkesin ortak arzusudur. Doğrudur, 2020 yılı adeta felaketlerin mayalanıp teknesinden taştığı bir yıl olmuştur. Zira her felaketi bir diğeri takip etmiştir. Her felaket bir diğerini tetiklemiştir. Ancak tüm suçu 2020 yılına yıkmak mevzi bir değerlendirme, kolaycı bir yaklaşımdır. Dahası suçlu peşinde koşarak, suçlu imal ederek, gündüz vakti elimize aldığımız fenerle suçlu aramaya çalışarak şu aşamada ulaşacağımız bir yer de yoktur. 24 Ocak 2020 Cuma günü merkez üssü Elazığ’ın Sivrice ilçesi olan 6,8 büyüklüğündeki depremde 41 vatandaşımız hayatını kaybetmiş, sayıları bin 600’ü aşan vatandaşımız da yaralanmıştı. Elazığ ve Malatya’da depremin enkazı kaldırılırken 4-5 Şubat 2020 tarihlerinde üst üste iki gün boyunca Van-Bahçesaray karayoluna çığ düşmüştü. Bu elim olayda 11 askerimiz, 9 güvenlik korucumuz, 2 itfaiye erimiz, 19 vatandaşımız olmak üzere toplam 41 kardeşimiz şehit olmuş, 84 kardeşimiz yaralanmıştı. KOVİD-19 salgını hayatımıza girmeden, deprem oldu, çığ düştü derken 7 Şubat 2020’de İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı’nda bir yolcu uçağı inişinden hemen sonra maalesef kaza kırıma uğramış, 3 kişi hayatını kaybetmiş, 180 kişi de yaralanmıştı. 27 Şubat 2020’de ise İdlib’de tam 34 vatan evladımız şehit düşmüştü. Yani kara haberler, keder dolu hadiseler yakamızı bırakmamıştı. En son yaşadığımız deprem felaketler serisine yenisini eklemiştir. 30 Ekim 2020 Cuma günü, Ege Denizi’nin Seferihisar açıklarında 6,6 büyüklüğünde meydan gelen deprem korkunç bir yıkıma neden olmuştur. Hatta depremin büyüklüğü konusunda henüz bir ittifak da yoktur. Kandilli Rasathanesi 6,9; Amerikan Jeolojik Araştırma Merkezi 7; AFAD ise 6,6 olarak depremin şiddetini tespit ve ilan etmiştir. Neresinden bakarsak bakalım, büyüklüğünü nasıl kabul edersek edelim, karşımızdaki doğal afetin kahredici hasar ve hüznü yüreklerimizi kavurmuştur. Maalesef şu ana kadar 91 vatandaşımız hayatını kaybetmiştir. 994 vatandaşımız yaralanmıştır. Hayaller enkaz altında kalmış, malzemeden çalınarak dikilen binalar hayatların üzerine göçmüştür. Felaketin ağır bilançosu güzel İzmir’imize kabus gibi çökmüştür. Depremin tesiri Ege ve Marmara Bölgesi’ndeki il ve ilçelerimiz başta olmak üzere geniş bir alanda hissedilmiştir. Karşımızdaki yıkım devasa boyutlardadır. Depremden 9,5 saat sonra Buse’nin, 17 saat sonra İnci’nin, 23 saat sonra Seher ve çocuklarının, 58 saat sonra İdil’in, 65 saat sonra Elif bebeğin, kısacası daha nice kardeşimizin kurtuluşuna sevinsek bile enkazın yükünü kaldıramayan, taşın, toprağın, betonun, molozun altından çıkamayan kardeşlerimize de yüreğimiz kanayarak üzüldük.
Depremde hayatlarını kaybeden her insanımıza, her kardeşimize Allah’tan rahmet, ailelerine sabır ve başsağlığı, halen tedavi altında bulunan kardeşlerimize de şifalar diliyorum. İnanıyorum ki, İzmir’in yaraları kısa süre içinde sarılacaktır. Depremin derin izleri milli birlikle silinecektir. Nitekim afetzedelere Türk devletinin müşfik ve cömert eli uzanmış, herkesi kucaklamıştır. Deprem bölgesinde devam eden müdahale ve iyileştirme çalışmalarına AFAD, JAK, UMKE, STK’lar ve belediyelerden toplamda 6 bin 408 personel, 21 arama-kurtarma köpeği ile bin 45 araç katılmış, insanüstü bir çalışma sahnelenmiştir. Sahil Güvenlik Komutanlığı, yürütülen arama kurtarma çalışmalarına 186 personel, 15 sahil güvenlik botu, 3 helikopter ve 1 dalış timi ile destek vermiştir. Keşke, birkaç metrekare fazla pay alma uğruna riskli binalarda oturmak tercih edilmeseydi. Keşke zemin etüdü yapılsaydı, biraz daha fazla kazanmak uğruna; betondan, demirden, harçtan çalan insanlık müsveddelerine zamanında tepki gösterilseydi. Keşke sağlam yapılmış binaların kolonlarını kesip alan genişleten basit ve ölümcül kurnazlıklara tevessül edilmeseydi. Keşke uyarılar, hazırlanmış raporlar dikkate alınıp çöken binaların depreme dayanıklı olup olmadığı ta yıllar önce kontrol edilseydi, anbean etkili bir denetim süreci işletilebilseydi. Ne yazık ki, depremin ağır faturasını mazlumlar ödemiş, suçu günahı olmayan insanlarımızın üzerini beton bloklar örtmüş ve kapatmıştır. Ölüm bu kadar ucuz olmamalıdır. Geliyorum diyen felakete bu denli sessiz ve hareketsiz kalmak akıl karı değildir. Öncelikle yapılması gereken aciliyet arzeden gündeme odaklanmaktır. Elbette hiçbir insanımız açıkta bırakılmayacaktır. Devletimizin tüm imkânları seferber edilmiştir. Türk milleti tarih boyunca felaketlere teslim olmamıştır. Çünkü felaketlere direne direne, facialara ve feci hadiselere meydan okuya okuya bugünlere gelmiş, kutlu varlığını muhafaza etmiştir. Hiçbir engel aziz milletimizi istikametinden döndüremeyecek, ihlaslı ve iradeli yolculuğundan çeviremeyecektir. Felaketler karşısında soğukkanlı tavır, sağduyulu duruş, aklıselim sabır yegâne dayanağımız ve tercihimiz olmalıdır. Allah’ın izni ve inayetiyle kötü günler geçecektir. Karamsarlık milli ruha ve imanla dolu gönüllere kökten aykırıdır. Allah her türlü afet ve musibetten ülkemizi esirgesin, milletimizi ve insanlığı korusun, hepimizin yar ve yardımcısı olsun.
Değerli Milletvekilleri, Türkiye birinci derece deprem kuşağında olup çok sayıda diri fay hattının üzerindedir. Coğrafyamızın değişmez, değiştirilemez gerçeği budur. Ancak kaderimiz kederimize de dönüşmemelidir. Önemli olan depreme karşı dayanıklı binaların yapılması, depremle mücadele şuurunun topyekûn kazanılmasıdır. Depremle yaşamasını öğrenmek, buna müzahir bir hayat ve gelecek planlaması yapmak artık ihmal edemeyeceğimiz bir mecburiyettir. İller bazında hazırlanacak deprem master planlarının süratle icrası, kentsel dönüşüm çalışmalarının kararlılıkla devamı, çürük binalara zamanında müdahalelerin yapılması, yapı denetimlerinin eksiksiz ifası, hatta ihtiyaç duyulan Deprem Bilim Kurulu’nun teşkili akla gelen ilk tedbirlerden bazılarıdır. Biliyoruz ki hayatları söndüren deprem değil tedbirsizliktir. Kaçak binalar, kaygan zeminler, hırsız müteahhitler, denetim kusurları, tehlikeyi hafife alan düşüncesizlikler, bana bir şey olmaz pervasızlığı çözülmesi gereken öncelikli sorunlar arasındadır. Deprem dünyanın her yerinde görülen doğal bir felakettir. Bundan kaçış yoktur. Yerimizde sayarak, depremle mücadeleyi günlük siyasi polemiklere kurban ederek ulaşacağımız bir yer olamayacaktır. Muhtemel İstanbul depremi için acilen her türlü senaryo baz ve esas alınarak hazırlık yapılmalı, önlemler derinlemesine geliştirilmelidir. Dayanışmayla engelleri aşacağız. Yardımlaşmayla karanlık geceden çıkacağız. El ele, omuz omuza, güç birliği yaparak, devlet-millet kenetlenmesiyle üzerimizdeki enkazı mutlaka kaldıracağız. İstersek yaparız, bir olursak, biz olursak mutlaka başarırız. Yeter ki kafaya koyalım, yeter ki hedef olarak tayin edelim, her güçlüğü yeneriz, hiçbir felaket karşısında da aciz düşmeyiz. Şayet milli mukavemetimizi gösterirsek, şayet ruhumuzda mahfuz duran potansiyel gücü harekete geçirirsek bizi hiçbir şey, hiç kimse durduramayacaktır. İzmir’deki depremi siyaset malzemesi yapanlar, sosyal medyadan nefret ve nifak yayanlar, özellikle ifade etmek isterim ki, bu milletin evladı olmayanlar, bu vatana sevgiyle bağlanmayanlardır. İzmir’imize gâvur benzetmesi yapanlar, depremle ilgili şerefsiz yorum getirenler bu vatana, bu millete, bu ülkeye kast etmiş hainlerdir. Depremin merkezi Gölcük olur, müptezeller işbaşı yapıp akla hayale gelmeyen iftiraları sıralarlar. Sosyal medya mahzenine saklandığını zanneden alçaklar her fırsatta kötülük saçarlar, zehir aşılarlar. Felaket başını Van’dan, Elâzığ’dan, Malatya’dan kaldırır, kardeşliğimize, milli birliğimize en ağır saldırılar, en kötü yakıştırmalar yapılır. Nedir bu insanlık artıklarından, din ve millet düşmanlarından çektiklerimiz? Şahit olduğumuz kara kampanya günah değil midir? Rezalet değil midir? Tedavisi imkansız bu hastalıklı ruhların tezviratlarına, ahlaksız tertiplerine tahammül imkansızdır.
Yakalanan Türkiye düşmanları hakkında gerekli her türlü cezai işlem yapılmalı, bunlar demir parmaklıkların ardında çürümeye terk edilmelidir. Bunun yanında, CHP Genel Sekreteri’nin çadırlar üzerinden İzmir Belediyesi’ni övüp AFAD’ı kötülemesi, bir başka CHP’linin, “Kendi binalarının güvenliğini sağlayamayan devlet kendi vatandaşlarının canını nasıl koruyacak” sorusunu sorması hakikaten utanç vesikasıdır. İzmir’de 4 ayrı merkezde bin 40 çadır kurulmuşken, bin 430’nun kurulum çalışması devam ederken, üstelik hiç kimseye evinin hasarlı olup olmadığı sorulmazken, bu CHP’lilerin asılsız ve temelsiz sözlerinin maksadı nedir? Siyasi provokatörlerin, yalanları ve saptırmaları isabetle tekzip edilip gerçekler ortaya çıkınca anında araziye uymaları, sessizliğe gömülmeleri milletimizin gözünden de kaçmamıştır. Devleti suçlamakla, mücadeleyi sulandırmakla amaçlanan nedir? Mesnetsiz iddialar, melun ifadeler deprem mağduru olan vatandaşlarımıza haksızlık değil midir? Kirli niyet sahipleri hayasız değil midir? CHP yönetimine soruyorum, sizde hiç mi izan, hiç mi insaf, hiç mi vicdan kalmadı? Bu kadar mı küçüldünüz? Bu kadar mı düştünüz? Bir diğer asıl ve ana sorun ise elbette Kemal Kılıçdaroğlu’nun tutumudur. CHP Genel Başkanı’nın depremden bir gün sonra afet alanına gidip siyasi propagandaya heves etmesi, mücadelenin merkezine İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni yerleştirmesi bir defa gafillik, ahlaki çarpıklık ve siyaset ayıbıdır. “Depremle mücadeleye en büyük kurumsal katkının İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait” olduğunu ifade etmesi fırsat düşkünü bir siyaset simsarının hezeyanıdır. İzmir feryat ederken partizanlık yapmak Kılıçdaroğlu ne kazandırmıştır? Başı göğe mi ermiş, ayağı göle mi dönmüştür? Bu nasıl bir sorumsuz üslup, nasıl çiğ ve ucube savrulma halidir? Kahramanca mücadele eden AFAD, JAK, UMKE, AKUT, İnsani Yardım Vakfı ekiplerine, Soma’dan kalkıp gelen madencilere ne diyeceğiz? Bakanlıklarımızın fedakârca çalışmalarını nereye koyacağız? Görevlerini cansiperane yapan askerlerimizi, göz pınarlarından akan yaşlarla taş yığınlarını, moloz kalıntılarını bir umutla kaldıran kurtarma ekiplerimizi, hatta enkazı koklaya koklaya hayat kurtaran köpeklerimizi ne yapacağız? Sorarım sizlere haklarını nasıl ödeyeceğiz? İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nın yerine getirmesi gereken görevlerini yapması lütuf mudur? Bağış mıdır? Ödül müdür? CHP Genel Başkanı neyi ima ve ihsas etmenin arayışındadır? Merkezi yönetim ile yerel yönetimler arasına fitne sokmakla, ayrım varmış gibi sunmakla neyi amaçlamaktadır? Çorba dağıtmak tamam da, ya arama kurtarma ekiplerinin çabalarını ne yapacağız, nasıl yorumlayacağız? Kılıçdaroğlu ve yakın çevresi istismarın dibini boylamış, siyasetlerini maskaraya çevirmiştir. Deprem enkazı üzerinde siyaset yapayım derken hamaset ve hamakat çukuruna yuvarlanmışlardır. Kılıçdaroğlu’na ve icazetli kurmaylarına büyük halk ozanımız Yunus Emre’nin şu dizeleriyle sesleniyorum; “Bir bahçeye giremezsen durup seyran eyleme, bir gönül yapamazsan yıkıp viran eyleme.” Bir şey biliyorsanız konuşun ibret alalım, bilmiyorsanız susun da adam sanalım. İnsan vardır, heybesinden zarafet ve lezzet akar, insan vardır, testisinden yalnızca çamur ve cehalet sızar. Kılıçdaroğlu çok dinleyenim var diyorsa, hemen sevinmesin, hemen havaya girmesin, ucuz malın alıcısı olmaz, ucuz etin yahnisi yenmez. Ne güzel söylemiş Hz.Mevlana: "Kargalar ötmeye başlayınca bülbüller susar." “Karga çöplüğe, bülbül de güle götürür.” Aynı Kılıçdaroğlu’nun, felaketin harabesi maşeri vicdanda kor gibi dururken, toplanan deprem vergileriyle ilgili yeni bir tartışma başlatması, bunun peşine tekraren düşmesi hiç kimse açısından sürpriz olmamalıdır. Merhum Cemil Meriç diyordu ki; aydınların aydınlatamadığı halkı soytarılar aldatır. Ben de diyorum ki, depremin eksik bıraktığı yıkımı kimliksizler tamamlar. CHP demek karanlık demektir, CHP demek uçurum demektir, CHP demek millete tepeden bakan kibir saltanatı, kifayetsiz muhterislik, aldatma ve yalan makinesi demektir. Bu kireçlenmiş zihniyetin yaptığı tek şey milletin sırtına hançer sallamaktır.
Değerli Arkadaşlarım, Felaketlerle mücadele eden Türkiye’miz bir yandan da vahim bir salgına karşı direniş göstermektedir. KOVİD-19 salgını dünya genelinde tekrar tırmanışa geçmiştir. Anlaşılan önümüzde meşakkat dolu bir süreç vardır. Ülkeler yeniden kısıtlama tedbirlerini devreye almışlardır. Dünya genelinde vaka sayısı 47 milyona yaklaşmış, ölüm sayısı da 1 milyonu aşmıştır. Yeni tip Koronavirüs salgını belirsiz bir dünyanın kapılarını açmıştır. İnsanlık tecrübe etmediği yeni bir durumla yüz yüze kalmıştır. Salgın hastalıklara tarih boyunca sık sık tesadüf edilmiştir. Her salgın dönemini müteakiben köklü değişimler yaşanmıştır. Fikir, düşünce, sanat, felsefe, ekonomi, ticaret alanlarıyla birlikte, dünyayı ve hayatı yorumlama biçimlerinde kategorik dönüşümler gözlemlenmiştir. KOVİD-19’un nasıl bir dünya kavrayışına, nasıl bir beşeriyet anlayışına zemin ve saha olacağını bugünden öngörmek zor ve zahmetli bir tefekkür hamulesidir. Aslında muhatabı olduğumuz insanlık dönemi meşhur bir romanın girişinde ifade edildiği gibidir: “Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı, hem aptallık, hem inanç devriydi, hem de kuşku, aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı, hem her şeyimiz vardı, hem hiçbir şeyimiz yoktu.”
Sisli, puslu ve buzlu zamanların telafisi büyülü namelerle, dokunaklı cümlelerle, yürekleri alevlendiren sözlerle, ayakları yere basmayan, başı Kaf Dağı’na uzanmış hayali kavramlarla değil, fikirle, inançla, şuurla, geçmiş ve gelecek kucaklaşmasıyla yapılabilecektir. Bildiklerimizin dışında, deneyimlerimizin uzağında yeni baştan tesis edilen bir dünya tablosunu anlamlandırma sürecinin ilk durağında; teferruatla ve tutarlılıkla çatısı örülmüş bir iç muhasebe, bir insanlık analizi elzemdir. Biz meselelere bakarken fikriyatımızın ilkelerinden, inançlarımızın muazzam ikramından istifade etmek zorundayız. Altını kalın bir şekilde çizerek ifade ediyorum ki, belki de tarihin hiçbir döneminde bugünkü kadar bebek katledilmedi. Modern dünyanın ayak oyunları, şiddet sahneleri, cinayet vakaları, akan gözyaşları, mazlumların imdat çağrıları, masumların feryat figan sesleri ilkel dönemleri bile mumla aratır hale geldi. İnsan hakları diyenler, insanlara zalimce saldırdılar. Söz ile eylem çatıştı, düşünce ile duruş çarpıştı, beşeriyet esasen hepten çuvalladı. Demokrasi, barış ve medeniyet kavramları işgal ve istilaların saklandığı dikenli kılıfa çevrildi. İnsanlar yerlerinden yurtlarından edildi, İzmir’de 3 yaşındaki Elif’in minik eliyle tuttuğu cesur el gibi şefkat ve merhamet elleri arandı, ama bir türlü bulunamadı. Kadınlara kıyıldı, yaşlı insanlara sırt dönüldü, haksızlıklar sivrildi, hukuksuzluklar serpildi. Biri yerken diğeri baktı, biri doyarken diğeri aç kaldı, biri sıcakta yaşarken diğeri soğuğa bırakıldı. Küresel sefalet insani değerleri eritti, yoksulluk ve muhtaçlık coğrafyaları aştı, kıtalardan taştı. Husumet cephesi genişledi, terörizm beslendi, hegemonya mücadeleleri sertleşti, hakimiyet ve bölüşüm kavgaları yerküreyi zulmün, hüznün acıklı kampı haline getirdi.
1990’lı yıllarda tarihin sonu geldi dediler, oysaki mazlumların sonunu getirmek için kanlı ve kalleş senaryolar hazırladılar. Medeniyetler çatışması dediler, kitaplar, makaleler yazdılar, elbette istedikleri kandı, candı, topraktı, enerji kaynaklarına çöreklenmekti. Müslümanları birbirlerine kırdılar, Türk ve İslam düşmanlığında uçuşa geçtiler, sonra da dönüp Avrupa değerlerini, Tanzimat’tan bu tarafa duyduğumuz hep aynı masalı anlattılar. Terör olup evlatlarımızı yaktılar. Bölücülüğü taltif edip canileri kucakladılar. 25 sene önce Srebrenitsa'da, üstelik Avrupa’nın orta yerinde soykırım yaptılar, 8 bin 372 Boşnak kardeşimizi katlettiler. Peygamberimize hakaret edip düşünce özgürlüğüne atıf yaptılar, müşrikliğin ve nefretin mürekkebiyle çizilmiş iğrenç karikatürleri savunup adına özgür yayıncılık dediler. Mesela Fransa’nın Nice kentinde bulunan bir Kilise’nin yakınlarında, son derece manidar bir zamanlamayla 3 kişiyi bıçakla katleden Tunuslu bir cani üzerinden düşmanlıklarını bilediler, tezgahlarını kurdular, kendi insanlarını kandırdılar, uluslararası toplumu manipüle etmeye kalkıştılar. Sahillere vuran küçücük bedenlerin arkasında bu kanlı emel sahipleri vardır. Sabilerin iç çekişlerinden, masumların titreyen bedenlerinden, kan çanağına dönen gözlerinden yer inledi, gök inledi, ne var ki onlar dinlemedi, onlara işlemedi. Mondros Mütarekesi’nden sonra işgal edilen ilk vatan toprağı olan İskenderun’a Amanoslar üzerinden Kanada yapımı paramotorlarla teröristlerini sızdırmaya çalıştılar. Ormanlarımızı yaktırdılar, geleceğimizi karartmak için uğraştılar. Peşe peşe sabotaj yaptırdılar, hassasiyetlerimizi kaşıdılar, milli varlığımıza suikasta yeltendiler. Ünlü Avusturyalı bir düşünür geçtiğimiz 20’inci yüzyılda demişti ki: “Emperyalizm, Batı elitlerinin şovenizminin bir yansımasıdır.”
Irkçıydılar, acımasızdılar, katildiler, bencildiler, bozguncuydular, Türk ve İslam’a öteden beri hasımdılar. Ne insana saygı duydular ne de yaşam hakkına riayet ettiler. Türklüğü önce Avrupa’dan, sonra Balkanlardan atmayı, ardından da Anadolu coğrafyasında boğarak buradan kovmayı her zaman bir proje olarak kanserli kafalarında taşıdılar. Adına da Büyük Şark Meselesi dediler. Saymakla bitiremeyeceğim kadar haksızlık, hainlik, hukuksuzluk, usulsüzlük, trajedi, skandal ve vahşet tüm insanlığın gözleri önünde gerçekleşmiş ve sübut bulmuştur. İşte Korona musibetini ele alırken bu gerçekleri manevi olarak mülahaza ve mütalaa etmek, kaldı ki bir yoruma ulaşmak kanaatimce şarttır. Nefretin veba gibi yayıldığı bir ortamda Çim’in Vuhan kentinde nasıl çıktığı, nasıl ürediği hala muammalı olan bir virüs kısa süre içinde insanlığı kuşatmıştır. Onlar ne yapar bilemem, ama biz bu virüsü inşallah yeneceğiz. Bu virüse boyun eğmeyeceğiz. Ancak bizim de düşünmemiz, sorgulamamız, gerekirse özeleştiri yapmamız gereken pek çok şey olduğu açıktır. Sahte içkiden ölümlere bakınız, ihtilafların derinleşmesine, terör saldırılarına, cinayet, tecavüz ve taciz haberlerinin sıradanlaşmasına lütfen dikkat ediniz. Bunları normal karşılamak hiç mümkün mü? Hadi insanı geçtik de, kötülüğü ve günahkarlığı Allah hiç affeder mi? İnsanı insanda tanımak, bir canlıyı insan yapmak her şeyden önce bizim elimizdedir. Bugünler geçer, döviz iner çıkar, enflasyon düşer kalkar, faiz derseniz onun da beli bükülür, ama birbirimizi kaybedersek, birbirimize çatık kaşlarla bakarsak, sıkılı yumruklarla mukabele edersek, coğrafyayı vatan yapan ruhumuzu emin olunuz kaybederiz. Devlet kurmakla övünelim, ama geride yıkılan 16 Türk devletinden de ders alalım, sonuç çıkartalım. Misafiri olduğumuz bu dünyada birbirimizin külüne bile muhtacız. Mutabakat varken münakaşa ayrık otudur. İttifak varken ihtilafa düşmek akıl noksanlığıdır. Toplumsal güveni ayakta tutmak varken kuşku ve kuruntuya yaslanmak ahmaklık işaretidir. Siyaset demokratik bir rekabettir. Nezaket ister, samimiyet ister, mertlik ister, adamlık ister, hadim ve halim bir şahsiyet ister, hepsinden önemlisi de vatan ve millet sevgisini vazgeçilmez değer addeder. Bunlardan mahrum olanların siyasetleri ise çürük tahtaya çivi çakmaktan farksızdır. KOVİD-19’la mücadeleye hep birlikte katılırsak, kurallara aynen uyarsak, tedbirlere azami ölçüde riayet edersek cephemiz yıkılmayacak, varlığımız zarar görmeyecektir. Maske-mesafe-temizlik şartlarına bağlılık devamlı vurgulanırken, boğaza nazır mekânlarda cadılar bayramı düzenleyip vur patlasın çal oynasın demek en hafif tabirle pespayeliktir. Cadı olmak için bayrama falan ihtiyaç yoktur. İnsan ve toplum sağlığını riske atmak en vahim cadılık ve canilik değil midir? Bir insanının vebaline ortak olmanın izahı nasıl yapılacaktır? Şımarık bir şekilde davranarak hastalığı bulaştırmak cinayet olmayacak mıdır? Maskeyi vicdana değil yüze takmak, mesafeyi ahlaki duyarlılıklara değil karşımızdaki insanlara geçici olarak koymak hepimizin görevidir. İnancımıza göre, temizlik imandandır, insan yaratılmışların en şereflisidir. O halde, biz bu KOVİD’i alt ederiz, bu virüsü kesinlikle ezer geçeriz. Aşıysa inşallah buluruz, olmuyorsa bulanlardan alırız, gene de KOVİD’e tamam demeyiz.
Salgın döneminde kurumuş yaprak gibi savrulan, kendi insanlarını ölüme havale eden Batılı ülkelerin ne yaptığı, ne yapacağı, hangi önlemleri alacağı bizim meselemizden ziyade, kendilerinin bileceği bir şeydir. Biz Müslüman Türk milleti olarak manevi ve milli emanetlerimizin tarihin içinden seslenen yüksek iradesiyle her müdahaleyi yapacağız, her mücadeleyi göstereceğiz, el hak bu çamurlu selin içinden, bu karanlık tünelden en az hasarla çıkacağız. Hükümetimize, Sağlık Bakanımıza ve Bakanlık personelimize sonuna kadar güveniyor, hepsine teşekkür ediyoruz. Doktorlarımıza, hemşirelerimize, diğer tüm sağlık personelimize inanıyor ve şükranlarımızı sunuyoruz. Allah bizleri korktuklarımızdan emin, umduklarımıza da nail eylesin. KOVİD-19 hastalığından dolayı hayatlarını kaybeden vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah’tan rahmet, tedavi gören vatandaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimle birlikte şifalar diliyorum.
Değerli Milletvekilleri, Azerbaycan’ın haklı ve inanmış mücadelesi hamd olsun günbegün sonuç almaktadır. Dağlık Karabağ işgalin zincirlerinden hızla azat edilmektedir. Terör devleti Ermenistan yine sivillere misket bombalarıyla, füzelerle saldırarak kansızlığının ve katilliğinin gereğini yapmaktadır. Ne yapsalar boşunadır, Dağlık Karabağ Türk’tür, Türk kalacaktır. Neye başvursalar beyhudedir, Azerbaycan Türklüğü teröristleri kaçtıkları yere kadar kovalayacaktır. Azerbaycan ordusu tüm cephe hattında kahramanlık destanıyla zafere koşmaktadır. Çatışmalar ağırlıklı olarak Ağdere, Hocavend ve Gubatlı ekseninde devam etmektedir. Paşinyan’ın Putin’e mektup yazması, yardım dilenmesi, Putin’in ise çatışma alanının Ermenistan sınırlarının haricinde olduğunu ifade etmesi oldukça dikkat çekici gelişmeler arasındadır. Putin’in Dağlık Karabağ sorunuyla ilgili müzakere arayışlarının içinde Türkiye’nin de olmasına vurgu yapması bir başka önemli gelişmedir. İsviçre’nin Cenevre şehrinde, Dağlık Karabağ ihtilafında ara bulucu rolündeki AGİT Minsk Grubu’nun üç eşbaşkanı temsilcileriyle, Azerbaycan ve Ermenistan Dışişleri Bakanlarının bir araya gelmesi masada çözüm arayışlarının eseridir. Çözüm olur mu olmaz mı bilemeyiz, ama bize göre kesin çözüm askeri başarıdan sonra siyasi ve diplomatik müzakerelerle sağlanacaktır. Geçtiğimiz Nevruz Günü’nde PKK’lılarla halay çeken Paşinyan’ın sonu yaklaşmaktadır ve akıbeti terörist yoldaşlarıyla birlikte aynı karanlık dehlizdir. Karabağ Türk’tür, Azerbaycan’dır, emanettir, ecdadın yadigârıdır. Pazarlık konusu yapılmamalı, Türk milletinin fedakârlıklarıyla hak sahibine geçmelidir. Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken muhterem heyetinizi saygılarımla selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyor, her birinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum. Sağ olun, var olun.
|