Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 16. Dönem Mezuniyet Töreninde yapmış oldukları konuşma. 8 Ocak 2022
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 16. Dönem Mezuniyet Töreninde yapmış oldukları konuşma.
8 Ocak 2022

 

 

 

 

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sertifika Almaya Hak Kazanmış Değerli Kardeşlerim,

 Basınımızın Mümtaz Temsilcileri,

Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun 16’ıncı Dönem Sertifika Töreni münasebetiyle toplanmış bulunuyoruz.

Bu kapsamda sizlerle ve aziz milletimizle paylaşacağım düşüncelerime geçmeden önce müstesna heyetinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyorum.

Yurdumun dört bir köşesinde haysiyetli bir hayatın peşinde olan milletimin her güzel insanını özlemle kucaklıyor, en iyi dileklerimi ifade ediyorum.

Hatırlarsanız 15’inci Dönem Sertifika Töreni’mizi 18 Ocak 2020 tarihinde yapmıştık.

KOVİD-19 salgını her alanda olduğu gibi, Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun çalışmalarını da tahmin ve takdir edeceğiniz üzere aksatmıştır.

2020 ve 2021 yıllarında bu sürecin malum ve meyus sonuçlarını hep birlikte yaşadık.

İnsan ve toplum sağlığını muhafaza amacıyla sosyal hareketliliğin kısıtlandığı dönemleri geride bırakarak bugünlere ulaştık.

Elbette insanlığın maruz kaldığı salgın hastalık henüz hız kesmiş değildir.

Kaldı ki yeni varyantıyla hayatımıza musallat olmayı sürdürmektedir.

Millet olarak alınmış tedbirlere harfiyen uymak; yani maske-mesafe-temizlik kurallarına riayete ederek aşı konusuna hatırlatma dozu da dahil olmak üzere titizlikle hassasiyet göstermek akut bir mecburiyettir.

Biz sağlık alt yapımıza, fedakâr sağlık çalışanlarımıza güveniyoruz.

Mahut hastalığın hayatımızdan sökülüp atılacağına inanıyoruz.

Ayrıca hastalarımıza şifa, vefat eden vatandaşlarımıza Allah’tan rahmet diliyorum.

Bir iddiaya göre, 19’uncu yüzyıl devlet adamlarından Yusuf Kamil Paşa, Boğaz’a görkemli bir yalı yaptırmış.

Bu yalıya hayran hayran bakanlar demişler ki, “bir maşallahı eksik.”

Yine dönemin meşhur devlet adamlarından birisi olan Keçecizade Fuat Paşa bunu duyar duymaz, “o yalının maşallaha ihtiyacı yok. Benim yalı Yusuf Kamil Paşa’nın yalısının yanında maşallahı gibi duruyor.”

Diyeceğim odur ki, Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun maşallahı bugüne kadarki istikrarında, sürekliliğinde, disiplininde, zamanlarını ayırıp emek ve destek veren hocalarımızın ilim ve irfanlarında ziyadesiyle mahfuz ve mevcuttur.

Biz yürekten ilerliyoruz.

Yürekte olanı bulmak için yüreklice ilerliyoruz.

Yürekli ilerleyişimiz olmazsa, biliyoruz ki, onsuz ilerlemek zorunda kalırız.

Kalemin ve kelamın feyziyle, ilke ve imanımızın gücüyle, ülke ve ülkülerimizin sevdasıyla yükselmenin azmindeyiz.

Bunu yaparken yüzümüzü güneşe verip gölgeleri arkamızda bırakıyoruz.

Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun açılışından itibaren görev alan, zamanın bu diliminde de sorumluluk taşıyan her arkadaşıma, Genel Başkan Yardımcımız Prof.Dr.Filiz Kılıç Hanımefendi başta olmak üzere, ayrı ayrı teşekkür ediyorum.

Okulu’muzun kapısından içeri giren, oniki haftalık eğitim sürecine dahil olan bütün kardeşlerimi de kutluyor, bu vesileyle hepsine başarılar diliyorum.

 

Değerli Dava Arkadaşlarım,

Muhterem Misafirler,

Aziz Atatürk’ün şu mühim tespit ve teklif mahiyetindeki sözleri hepimiz için uyarıcı ve yol gösterici niteliğindedir:

“Çalışmadan, öğrenmeden, yorulmadan rahat yaşamanın yollarını alışkanlık haline getirmiş milletler; evvela haysiyetlerini, sonra hürriyetlerini, daha sonra da istikballerini kaybetmeye mahkûmdur.

Hiçbir şeye muhtaç değiliz.

Yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız vardır: Çalışkan olmak.”

Aynı muhtevada bir başka değerlendirme de Hz.Mevlana’ya aittir.

Büyük mütefekkirimizin dediği ise şudur:

“Baht işi hazine bulmak, nadir şey ona kavuşmak.

Sana gereken tende kudret oldukça çalışmak.”

Kaldı ki çalışmak ibadettir, mükafatı Allah’tandır.

İşleyen demirin ışıldadığını görmek için ilave bir zahmete katlanmaya gerek yoktur.

Çalışarak önümüzü açacağız.

Nefes alır gibi çalışarak ömrümüze bereket katacağız.

Çalışmanın bir mücadele künhü olduğunu devamlı hatırda tutacağız.

Merhum Akif diyor ki:

Yer çalışsın, gök çalışsın, sen sıkılmazsan otur.

Yeis haramdır, yeis küfürdür. Çalışalım, çalışalım, çalışalım.

Marifet kazanacaksak, milletimize hayırlı hizmetlerimiz dokunacaksa hayatın her alanında bıkmadan, usanmadan, yüksünmeden çalışacağız.

Eski dönemlerde marifetli insana said, aksine de şaki diyorlardı.

Biz said olmaya talibiz, zamanın ve hadiselerin ruhuna nüfuz etmek durumundayız.

Şöyle bir geçmişimize bakınız.

Anadolu insanının başına gelmedik felaketin kalmadığını göreceksiniz.

Buna rağmen Türk milleti zorluklar karşısında yılmamıştır.

Çileyi azık etmiş; yeri gelince halısını dokumuş, yeri gelince çinisini-çömleğini işlemiş, yeri gelince camisini, cemevini, okulunu inşa etmiş, yeri gelince de çiftini çubuğunu işletmiştir.

Bir biliyorsa bin öğrenmiş, bir söylüyorsa bin dinlemiştir.

Türk milleti 951 yıldır üzerinde yaşadığı vatan coğrafyasını aynı zamanda sırtında taşımış, çok şükür bugünlere ulaştırmıştır.

Mukaddesatla örülmüş nesiller arası bağlar hiç kopmamış; tam tersine zaman ve mekanın bereketli hamurunda milli ve manevi değerlerle yoğrulmuştur.

Türk milleti vatanı için çalışmıştır.

Bayrağı için çalışmıştır.

İstiklali için düşmanının çalımını bozmuş ve çalışkanlığıyla göz doldurmuştur.

“İnsana ancak çalıştığının karşılığı vardır.” hükmü, ilahi bir takdirin müjdesidir.

Yıpranmak paslanmaktan daha makuldür.

Yozlaşmaktansa yorulmak evladır.

Her kim “bizden bir şey olmaz” diyorsa, ona dikkat kesiliniz.

Her kim tarihimizi hor görüp hiçe sayıyorsa, üstelik geleceği karamsarlıkla adlandırıp harap addediyorsa, ona karşı kesinlikle uyanık olunuz.

Çünkü bu tipler bizden görünebilir, kendilerini bizim gibi gösterebilir, ama hakikatte biz değillerdir.

Çıkarlarının ikmali için takmadıkları maske yoktur.

Rant devşirmek için girmedikleri kılık yoktur.

Siyasi ikbal için istismar etmedikleri değer de yoktur.

Tartısız teraziyle suyu çekilmiş nehir yatağı gibidirler, rotası kaybolmuş metruk tekne neyse onlar aynısıdır.

Gül bahçemizi güz mevsimine çevirmek amacıyla siyaset sahnesini boks ringi haline getirirler, fakat üst üste aldıkları ters yumruklar sonucunda düşmekten de kurtulamazlar.

Üstelik hem gözden hem de gönülden düştüklerini anlayamayacak derecede vicdan kepenkleri inmiştir, velakin göremezler, ikrar ve itiraf edemezler.

Kurnazlık yaptıklarını zannedenler, işin kolayına kaçanlar, kestirme yollara müracaat ederek yolumuzu kesmekle meşgul ve meşhur olmaya tevessül edenler biliniz ki dün vardı, bugün vardır, yarın da çıkacaktır.

Bunlar bir bakıma hayat ve insanlık gerçeğidir.

Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de buyurmuştur ki: “Gücünüze gidecek şey hayrınızadır.”

Kötülerden, kötülükten, kötü niyetlerden yakınıp durmak yerine, tarafımızı fazilet timsali olmaktan yana kullanacağız, ferasetimizle sivrilip, fedakarlık kültürüyle serpileceğiz.

Bunları yapıyorken de elbette çok çalışacağız.

Kader, gayrete meftundur.

Gaye, gayretle meşru, gayretle medeni, gayretle metindir.

Gayretsiz gaye, boşa çekilmiş kürektir.

Merhum Necip Fazıl’ın dediği gibi;

“Perdenin ardı perde, perdenin ardı perde,

Her siper aşıldıkça gaye öbür siperde.”

Bu gaye başka bir ifadeyle ülkü değil midir?

Yakınlaştıkça uzaklaşan, uzak kaldıkça cazibesini ve çekim alanını genişleten ülkülerimiz, bizi biz yapan, bizi Türk tarihine bağlayan, Türk kültürüyle bağıtlayan, Türk-İslam ruhuyla kaynaştıran hayat iksirimiz değil midir?

Fatih Sultan Mehmed’den Üçüncü Selim’e kadar, askerin dilinden düşmeyen; “Padişahım, biz senin uğruna Kaf Dağı’nın ötesine, Kızılelmaya varırız.” sözü milli ruhun beyanı değil midir?

Afrin Zeytin Dalı Harekatı’na katılan, “istikamet neresi?” diye sorulduğunda Kızılelmaya cevabını veren, ailesine de “beklemesinler” mesajı gönderen Kahraman Uzman Çavuş Mehmet Kuzu’yu İstanbul’un burçlarına Üç Hilali asan Ulubatlı Hasan’dan ayırmak, ayrı görmek mümkün müdür?

Türklüğün kıvanç duyulması gereken isimlerinden birisi olan Vani Mehmet Efendi 1684’de Bursa Kestel’de hayata gözlerini yummuştu.

Merhum İsmail Hami Danişmend’in sözüyle ifade edecek olursak, Vani Mehmet Efendi, “belirsiz bir Turancı değil, açık bir Türkçü’ydü.”

Ve demişti ki, “Türkler, Kuran’da sözü edilen Zülkarneyn’in Oğuz Han olduğunu söylerler ki, bu konuda kuşkuya neden olacak hiçbir nokta yoktur.”

Biz kutlu ceddimizin yaşadığı dönemin ertesi günüyüz.

Onların emanetçisiyiz, onların izinden yürüyoruz.

Yürümeyen varmış, inkar edenler oluyormuş, bizim için vız gelir, herkes kanına, kader çizgisine müzahir şekilde duracak ve davranacaktır.

Tarihimize fakir giren himmete uğrayıp zengin çıkacaktır.

Atalarımız ne güzel de söylemiş:

“Yerden havaya toz kalkar. Havadan yere rahmet iner. Her kap kendine sızar.”

Kısaca söylersek testinin içinde ne varsa dışına sızan odur.

Çalışmamızdan gocunanlar fazladır.

Varlığımızdan rahatsız olanlar faaldir.

Hiç kimse de bizim sabrımızı ve sukutumuzu yanlışa yormamalıdır.

Diyor ya Hz.Mevlana; “Benim sukutumdan anlamayan, cevap vermemden bir şey anlayamaz.”

Çalışmanın erdemiyle, sevginin hikmetiyle, birliğin ve kardeşliğin direnciyle inanıyorum ki, her müşkülatı aşacağız, her melaneti atacağız, her mihneti atlayacağız.

Şimdi Merhum Yahya Kemal Beyatlı’ya kulak verelim ve onu dinleyelim:

“Türk vatanı fakirlik üzerine kurulmuştur. Türk milleti bulamamış, yiyememiş, fakat diri kalmıştır. Paşazade, mollazade bulmuş, yemiş, fakat gene de dejenere olmuştur. Millet bütün fakirliğine rağmen büyük bir vatan bırakmıştır.”

Allah rızkımıza bihakkın kefildir.

Örümceğin rızkını bile kanat takıp göndermektedir.

İtikadımız budur.

İrfanımız da bundan feyzini almıştır.

Ekonomik sorunları büyütüp, enflasyon mühimmatıyla ülkemizi yaylım ateşine tutan sorumsuzlar, aslında ne insanımızı tanırlar, ne rızkı bilirler, ne tarihimizi okurlar, ne de ekonomiden anlarlar.

Bizim sadece ekonomik hayatımız yoktur.

Bir toplum hayatımız, bir inanç hayatımız, bir kültür hayatımız, akıp giden bir sosyal ve milli hayatımız vardır ve sınırlandırılması varlığımıza, kimliğimize, tarihi haklarımıza kast etmektir.

Akıl herkeste vardır, ancak esas olan akletmektir, basiret sahibi olmaktır.

Bunlardan mahrum bir siyasi ve ideolojik mekanizmanın Türkiye’ye katacağı, Türkiye’ye sağlayacağı hiçbir şey yoktur.

 

Değerli Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Misafirler,

10 ve 11’inci yüzyıllarda yaşamış büyük İslam filozofu Maverdi diyordu ki:

“Her şey çoğaldıkça değeri azalır, yalnız akıl arttıkça değeri artar.”

Aydınlanma dönemi filozofu Kant, akla sahip olmayı yalnız başına yeterli bulmamış, aklı kullanacak cesaretin gösterilmesine vurgu yapmıştı.

Aklı dışarıda tutarsak, çoğalan her şeyin değerinin azalacağını iktisat literatüründe ilk bahseden akım 19’uncu yüzyılda Marjinalizm’le cereyan etmişti.

Maalesef o tarihlerde insanımızın zihniyet dünyası, onu akla ve akılcılığa itibar etmeyen bir zühd küresine de hapsetmişti.

Neredeyse iki yüzyıldır insanımızın akıl, gönül ve görüş açısını karartan eko-politik ve zihni ipoteklerin çözülmesi konusunda kimi zaman yükselen, kimi zaman düşüşe geçen bir mücadele süreci söz konusudur.

Bundan mülhem Maverdi’nin 10 asır evvel dile getirdiği düşüncesinin ne kadar kıymetli olduğu altı çizilmesi gereken bir husustur.

Merhum Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, Osmanlılar Viyana önlerine kadar yayıldıkları zaman batılılaşmayı düşünmemişlerdi.

Çünkü o, tarihi tek başına yapmış ve öyle yaşıyordu.

Merhum Enver Ziya Karal da benzer bir görüşü seslendirmiş ve “Osmanlılar Viyana önlerindeyken Batı’ya ihtiyaçları yoktu” demişti.

Ne zaman ki işler yolunda gitmedi, ne zaman ki malum yükselişi menhus gerileyiş etapları takip etmeye başladı, işte o zaman sosyal hayatımızda karşılığı olmayan nakillerle insanımızın zihin dünyası budanmaya, kalp sefası bulanmaya başladı.

Müteakiben bağımlılık ilişkileri kökleşti, akıl ve irfan mirasımız ne yazık ki çöl kuraklığına terk edildi.

Milli ve manevi gerçeklerimizin hilafına sipariş edilen hazır reçetelerle çareler aradık, zaman zaman bulduğumuzu zannettik, ama seraba kapıldığımızı pek çok badireden sonra gecikmeyle anlayabildik.

Tanzimat bu kapsamda tekrar tekrar üzerinde durulması ve analiz edilmesi gereken bir siyaset, tarih ve ekonomi laboratuvarı olarak karşımızdadır.

Siyaset yapma şeklimizden ticari ilişkilere kadar, maddeyle mana dengesini kuran kavrayış becerimizden toplumsal esenlik ve enginliğimize varıncaya kadar dış dünyanın menfi tesirlerine, daha doğrusu baskılarına muhatap kaldık.

Şiddetli sallantılara sahne olan nice kayıp dolu senelerden sonra cihanşümul bir imparatorluğumuzdan mahrum kaldık.

Bir zamanlar Batı’ya ihtiyacımız yoktu, fakat bir süre sonra Batı’sız bir şey düşünemez hale geldik.

Yozlaşmış bir demokrasi algısı, insandan yoksun bir özgürlük anlayışı, ruh kökümüzden kopuk bir ekonomik sistem anarşisi, milli dokumuza, milli doğamıza ve milli kültür müktesebatımızla ters düşmüş modernizm ve modernite akımları on yıllar boyunca yerimizde patinaj yaptırdı.

Türk milleti uzun çalışma ve sabır yılları neticesinde kozasından çıkmayı başardı, kabuğun içindeki saklı özünü bularak çıkarmayı bildi.

Osmanlı’ya hasta adam muamelesi yapan, Türkiye’yi de hastalandırmak için kriz, kaos, kargaşa, darbe, nifak ve kutuplaşma üretimini biteviye sürdüren küresel emperyalizm için hamd olsun deniz bitmiştir.

İhtiyaç duyulan akli, zihni, siyasi ve milli demlenme süreci tamamlanmıştır.

Türk irfanı, Türk iradesi, Türk istiklali Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle doğrulmuş, Cumhur İttifakı’yla ayağa kalkmıştır.

Yabancı odakların, yerli işbirlikçilerinin sancıları bundandır.

Bu çevrelerin tahammülsüzlükleri, sinir ve hezeyan nöbeti geçirerek üzerimize gelmeleri bu yüzdendir.

Çalışa çalışa, imanımıza sarıla sarıla, ihanet ve işgal heveslerini hain kursaklarda bıraka bıraka milletimizin hükümran mazisi nihayet bir güneş gibi doğmuştur.

Çanakkale’de genç bir zabit iken şehit düşen Mülazım-ı Sani Necati Efendi’nin ağabeyine yazdığı hüzünlü mektubun bir yerinde şu ifadeler barizdir:

“Bu mukaddes toprağın muhafazası yolunda düşmanı nihayetine kadar ezmek, kovalamak ve şanımla, şeref-i askeriyemle memleketime avdet etmekten yahut bu uğurda şerbet-i şehadeti içmekten başka bir emelim kalmadı. Cümle aileme selam eder, kardeşlerimin gözlerinden öperim.”

Irak cephesinde görev yaparken, 9 Nisan 1916’da Üçüncü Felahiye Muharebesi’nde boğazından aldığı kurşun yarasıyla dizleri üstüne yığılıp, kanlarının damla damla son bir hamleyle yazdığı mektuba döküldüğü Yüzbaşı Mehmed Muzaffer Efendi, emaneti teslim ederken vatanın müdafaasız kalacağından endişe edecek kadar soylu bir mizaca sahipti.

Ecelin hüküm anı gelirken yüzünün kıbleye çevrilmesini istemişti.

Kaleme aldığı mektubuna kelime-i şehadet ve bölüğüne son emrini yazmıştı.

İşte biz buyuz.

Biz Türk milletiyiz.

Biz kahramanlıkla dolu bir geçmişin varisleriyiz.

Hamd olsun bu ruh dirilmiş, önüne çıkan korkulukları birer birer devirmeye başlamıştır.

Hiçbir çılgın milli varlığımıza zincir vuramayacaktır.

Kükremiş sel olup bendimizi çiğneyerek aşmaya da sonuna kadar varız.

Siyaset arenasında akletmek şöyle dursun, aklını ve ahlakını iki paralık eden zevatın Türkiye’ye pusu kurup istiklalimizi ateşe vermesine seyirci kalmayacağız. Sessiz kalmayacağız. Tepkisiz durmayacağız.

Alayının her cephede karşılarına geçeceğiz.

Hayat siyasettir demişti Merhum Peyami Safa.

Nitekim teşhisiyle isabet kaydetmişti.

Siyaset eğer çözülmeye kapı aralarsa siyaset olmaktan çıkacak, kriminal bir vakıaya dönüşecektir.

Siyaset eğer ihanete çanak tutarsa gerçek manasından soyutlanıp ülkenin güvenlik sistemine mayın döşeyen çok tehlikeli bir hale bürünecektir.

Siyaset yapıyor olmanın bir ahlakı vardır.

Siyaset demek mecburiyet demektir.

Siyaset yoksa savaş söz konusudur.

Hem iç siyasette hem de dış siyasette vaki gerçek budur.

Demokrasiyi ağızlarından düşürmeyen, hatta utanç duvarı gibi meydanda olan lekeli yüzlere bakınız, her şeyden evvel milletin iradesine karşı ileri düzeyde hazımsız ve saygısızlardır.

70’ine merdiven dayayan bir akademisyen çıkmış, hem de siyaset bilimci, barışçıl protestolardan bahsediyor.

Hükümeti erken seçime zorlamanın yollarını anlatıyor.

Kalayı eskimiş bu Kalaycıoğlu, sokak diline başvuruyor.

Seçimlerin normal zamanını beklemekten imtina ediyor.

Milletimizin seçimini ve tercihini alçakça karalıyor.

Bilen varsa bize bir anlatsın, barışçıl protestoyla kast edilen nedir?

Bu mülevves zihniyet sahiplerinin dillerine pelensk olmuş barış kavramının içyüzü esas itibariyle nasıl yorumlanmalıdır?

PKK’ya kulak verseniz, barış diyor.

HDP’ye baksanız, barış çığlığı atıyor.

CHP, barış sakızı çiğniyor.

Çürük aydınlar, devşirme kalemşörler, kiralık siyasetçiler bir barış türküsü tutturmuş gidiyorlar.

Be hey densizler, barışın sizin lügatinizdeki karşılığını hele bir söyleyin de öğrenelim.

Esir olmuş bir vicdanla özgürlükten ne anladığınızı açıklayın da bilelim.

Adalet diyorsunuz, hukuk ahkamı kesiyorsunuz.

Peki, milletin iradesine karşı çıkmak hukuksuzluk değil mi? Adaletsizlik değil mi? Ahlaksızlık değil mi?

Suça ve suçluya destek verilmesi kanunsuzluk görülmeyecek mi?

Demirtaş teröristtir, gelin görün ki CHP Genel Başkanı ısrarla, inatla niye cezaevinde tutulduğunu soruyor?

Niye olacak? Hain olduğu için, suçlu olduğu için, bölücü olduğu için, teröre yardım ve yataklık yaptığı için.

Sokakta barışçıl presto telkin ve temennileriyle neyin hazırlığını planlıyorsunuz?

Zamları, enflasyondaki artışları sokak tepkisiyle birleştirip Türkiye’den bir Kazakistan çıkarmayı mı düşlüyorsunuz?

Dost ve kardeş ülke Kazakistan’daki sokak eylemlerini, kanunsuz gösterileri izleyince bitiniz mi kanlandı? Cesaretiniz mi kanatlandı? Cüretiniz mi katlandı?

Merhum Mehmet Akif Ersoy kendi döneminde, muazzam bir hissediş haliyle, olayların akış istikameti karşısında şunları yazmıştı:

“Milletin, memleketin böyle sefil olmasına,

Bir sebep varsa havasın geriden bakmasıdır.”

Havas, yani kendilerini halktan ayrı ve üstün sayan kokuşmuşlar, düne kıyasla bugün geride değildir, bilakis her rezaletin, her tertibin, her provokasyonun, her komplonun direkt göbeğindedir.

Hiç kimsenin fuzuli kurtarıcılığına ve faziletsiz akıl hocalığına ihtiyacımız yoktur.

Merhum Hocamız Prof.Dr.Erol Güngör, Cumhuriyet aydının hala bir kimlik arayışında olduğunu, bu arayışa cevap teşkil edecek en önemli seçeneğin Türk milli kültürüyle bulunacağını takdim ve tarif etmişti.

Milli kültürden beslenmeyenlerin yol haritasını köksüzlük ve kozmopolit kifayetsizlik çizecektir.

Türkiye’de sözde aydınların, CHP’sinden İP’ine kadar siyasi partilerinin hal-i pür melali bu zillet haliyle özdeştir.

Bizim nazarımızda millete dayanmayan hangi ilişki ve irtibat ağı varsa gayri meşrudur.

Dikkat buyurunuz, Milli Mücadele’nin muvaffakiyet sırrı bile millete dayanmasındandır.

Bizim siyasetimizin dinamik güvenlik ve direnç kaynağı millettir.

Milletin yoksa siyaset yoktur. Ümit yoktur. Gelecek yoktur. Ekonomi yoktur.

Devlet milletle birdir, birbirinin tamamlayıcısıdır.

Millet varsa devlet vardır, devlet varsa millet baki olacaktır.

CHP’nin ağır sorunu da buradadır.

Çünkü CHP yönetimi, siyaset mücadelesini millet dışı aktörlere, millete muhalif odakların çıkarına göre kurgulamış, bu suretle taşeronlaşmış, uydulaşmış, yani zillete gömülmüştür.

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, bizim “milliyetçilik diye ortada gezmemizden hoşlanmıyormuş.”

Neyden hoşlanıyorsa, bize bir zahmet bildirsin de ona göre hareket edelim, buna uygun davranalım.

Nasıl olsa kendisi birilerini memnun etmek üzerine yaşıyor ve siyaset yapıyor.

Herkesi kendisi gibi sanıyor, yine çuvallıyor, yine faka basıyor.

Kılıçdaroğlu’nun bu söylemi, siyaset ve düşünce namusu açısından bir defa yüz kızartıcıdır.

Bu zehirli kafaya göre milliyetçi, liraya değer veren kişi demekmiş.

Biz lirayı bilmiyoruz, şayet Türk lirası ise söylemek istediği, milli itibarımız olduğunu devamlı dile getiriyoruz.

Kılıçdaroğlu, korkusundan Türk lirası diyemiyor, bilahare karşımıza geçip pervasızca milliyetçilik taslayarak gülünç durumlara düşüyor.

Sayın Kılıçdaroğlu, safi rüzgârsın, uyarmadı deme, bilmediğin, tanımadığın, tecrübe etmediğin sularda yüzersen dibi boylarsın, kimse sana el uzatmaz, can simidi bile uzatamazlar.

Milliyetçiliğin alanına fazla girmekten kaçınmalısın, aksi halde terörist Demirtaş’tan ikazname, HDP’den ihtarname, PKK ve FETÖ’den de ihbarname almaktan kaçamazsın, kurtulamazsın.

Biz Türk lirasını her zaman tıpkı bir bayrak gibi, tıpkı bir sancak gibi savunduk, buna da devam edeceğiz; ama sen idrak edemezsin, zira ederi bir dolar olan şerefsizlerle aynı kütledensin, aynı kümedensin, aynı kümbettesin, aynı küllüktesin.

Merhum Abdullah Cevdet’ten esinlenerek diyorum ki; Sayın Kılıçdaroğlu pek uyanık bir uykudasın, bu gidişle gözünü açmaya vakit de bulamayacaksın.

Bozgunda fetih rüyası görenlere millet bu rüyayı kabusla buluşturacaktır.

Merhum Güngör Hocamız diyor ki; “milliyetçilik bir kültür hareketi olmak dolayısıyla ırkçılığı, halka dayanan bir siyasi hareket olarak da otoriter sistemleri reddetmektedir.”

Milliyetçilik, hiziplerin dışında kalp hakikati arayanlar için deniz feneri; ihtilafların haricinde bahtiyarlık gözleyenler için denge ve dirayet ferahı; kör nefretten, hastalıklı taassuptan, bencillik anaforundan, ben merkezli dünya karanlığından uzaklaşıp millete duyulan muazzam sevdayla feyyaz bir ufka erişme hasletidir.

Hasretini çektiğimiz eski ve ölümsüz bir şarkının, büyük bir sanatkar tarafından icra edilmesiyle gönül mihrabımızın huzura ermesi neyse, milliyetçiliğin vaat ettiği huzur odur.

Bizim milliyetçiliğimizin can beraberi demokrasidir, insan onurudur, milli bekadır, millet sevdası, millete ve milliyete mensubiyet şuurudur.

Maalesef demokrasi düşmanları, karşımıza geçmişler demokrat rolü oynuyorlar.

Milletimize kefen biçen alçaklar, haktan, hukuktan, insanlıktan bahsediyorlar.

CHP Genel Başkanı, sanki bağ bağışlar gibi, sokağa çıkmayacağız diyor.

Sayın Kılıçdaroğlu, geçiniz bu beylik lafları, bırakınız bu tantanaları, sokağa dökülseniz ne yazar, dökülmeseniz ne çıkar.

Sandık diyorsanız 2023 yılının Haziran ayını bekleyeceksiniz.

Millet iradesine birazcık hürmet ediyorsanız yalanı, riyayı, iftirayı, ihanete teşne olmaktan vazgeçmeyi bileceksiniz, bunu da derhal milletimizin bilgi ve takdirine sunacaksınız.

Sokakta gelecek planlayanlar buna pişman olacaklardır.

Demokrasiye deli gömleği giydirmeyi aklından geçiren, siyaset kültürümüzü terörize etmeyi düşünen karanlık çehreli köksüzlere teslim edilecek bir ülkemizin, feda edilecek bir vatanımızın, israfına göz yumacağımız tek bir insanımızın olmadığını herkes kafasına sokmalıdır.

 

Aziz Dava Arkadaşlarım,

Siyaset ve Liderlik Okulumuzun Değerli Katılımcıları,

Dost ve kardeş ülke Kazakistan’da 2 Ocak 2022 Pazar gününden başlayarak alev alan sokak eylemlerini, ülkenin sinir uçlarına dokunan ve siyasal sistemini zora sokan gösterileri dikkatle takip ediyoruz.

Bu ülkeyle dayanışma içinde olduğumuzu, siyasi istikrar ve iç huzurunun bir an evvel tesis edilmesini temenni ediyoruz.

Türk Devletleri Teşkilatı’nın yapmış olduğu açıklamayı çok değerli buluyoruz.

Dün yapılan açıklamalardan anayasal düzenin sağlandığı anlaşılmaktadır.

Kazakistan’da aklıselimin galip olmasını, sağduyunun hakimiyet kurmasını bölge barışı ve istikrarı açısından, Türk dünyasının geleceği ve tarihi hedefleri bakımından zorunlu bir ihtiyaç olarak görüyoruz.

Türkiye olarak Kazakistan’ın her zaman yanındayız.

Biriz, beraberiz, kardeşiz, aynı milletin evlatlarıyız.

Kazakistan, ekonomik ve politik olarak Orta Asya'nın en önemli ülkesi olmasının yanı sıra, özellikle petrol ve gaz endüstrisi aracılığıyla bölgenin GSYİH'sının yüzde 60'ını oluşturması nedeniyle de emperyalizmin iştahını kabartmaktadır.

Aynı zamanda bu ülke geniş maden kaynaklarına sahiptir ve resmi olarak zengin kültürel mirasa sahip demokratik, laik, üniter, anayasal bir cumhuriyettir.

Sadece yapılan zamlardan dolayı sokak gösterilerinin tezahür ettiğini söylemek akıl tutulmasıdır.

Bu kanunsuz gösterilerin arkasındaki mihrakların Orta Asya genelinde kaos dalgası yaratmak istedikleri abartılı ve afaki bir değerlendirme sayılmamalıdır.

Elbette Türk Devletleri Teşkilatı’ndan rahatsız olan çevreler boş durmuyorlar.

Tuzak üstüne tuzak kuruyorlar, bir yanda bölgeye nüfuz etmeyi hedeflerken diğer yanda Türklüğün birliğini kırmayı projelendiriyorlar.

Allah’ın izniyle başaramayacaklar.

Bozkırın tarihi iradesi tüm muhasım çevreleri şaşkına çevirmeye muktedirdir.

Bir kere yükselen bayrak bir daha inmeyecektir.

Merhum Cemil Meriç’in dediği gibi, ihtiyacımız olan şey ölçüdür, dengedir, soğukkanlılıktır.

Bugünümüzü düne bağlayan dava irfanımızı yeniden ve şuurla ele alıp güncellemeliyiz, ilave olarak derinliğine yorumlamalıyız, üst bir aşamada geniş bir coğrafyanın hatıra ve hedeflerini bir potada buluşturmalıyız.

Yine Cemil Meriç’ten mülhem diyorum ki, bütün hakikatleri yoklayacağız, bütün yalanların maskesini yırtacağız ve doğruda uzlaşacağayız.

Zamanın parmakları her yarayı kapatır.

Bir arayış olan tefekkürü hayatımızdan eksik etmemeliyiz.

Aslını unutan, neslini yeren, milli gerçeklerini çiğneyen yarım aydınları, çarpık siyaset anlayışlarını mertçe tenkit edebilen, onların emellerini yüzlerine çekinmeden vurabilen marifete ve mefahir bir düşünceye çok şükür sahibiz.

Bir derviş sabrıyla, bir akıncı çevikliğiyle, yılmaz bir mücadele enerjisiyle milli ülkülerimizi takip ve temin etmek için geceyi gündüze katıp çok çalışmak zorundayız.

Hayat kısa, zaman geçiyor, her an mazi oluyor.

Esas olan gök kubbede hoş bir seda bırakmaktır.

Allah’ın rızasını, milletimizin hayır duasını kazandıktan sonra gerisi boştur.

Büyük bir fikir hamulesiyle, yüksek bir idrak haysiyetiyle define arar gibi huzuru, refahı, gelişmişliği, zenginliği, güvenli ve rahat bir hayatı arayacağız ve ezcümle mutlaka bulacağız.

İnsandan, milli ve manevi değerlerden kopuk bir siyasetin kaderi suya nakışlar çizmektir.

Biz suya değil, tarihin alnına milli varlığımızın hükmü şahsiyetini kazıyacağız. Bunu da başaracağız.

İnsanlık düşe kalka ilerleyen bir kervandır.

Bizler gelecek nesillerin hayatını güvenceye ve güzelliğe kavuşturmakla sorumluyuz.

Zaman zaman hüzünlü olabiliriz, ne var ki asla boynumuz bükülmeyecektir.

Türk’ün kervanı kıyamete kadar esenlik ve selamet içinde devam edip gidecektir.

Başta siyaset olmak kaydıyla, hayatın her alanında kendimize has bir üslubun mimarı olmalıyız.

Kitapları seveceğiz, has bahçemiz olduğunu unutmayacağız.

İnsanımızı seveceğiz, onun yurdu ve umudu olacağız.

Milletimizi canımızdan aziz bileceğiz, her fedakarlığı göze alacağız.

Hakikatleri söylemekten korkmayacağız.

Hıyanetle mücadeleden yorulmayacağız.

Yüreği soğuyanın mücadelesi kesintiye uğrarmış.

Bizim yüreğimiz fırın gibidir, mücadeleden vazgeçmeyeceğiz.

Bilhassa hatırlatırım ki, şöhret ve servet bir labirenttir.

Bu labirente, ellerinde kör bir kandil bile olmadan girmeye kalkışanların acıklı sonları tarih mizanında kayıtlıdır.

İnanç ve iman eri olacağız.

Dava ve gönül insanı olmanın çaba ve çalışmasıyla dolup taşacağız.

Anlaşmazlıkları çoğaltıp körükleyenlere, sonra da düşmanlıkları bileyenlere hayat boyunca dikkat edeceğiz, tuzaklarına kapılmayacağız.

Baykuş aydınlıktan hoşlanmaz.

Kuzgun leşten ayrılmaz.

Biz eşrefi mahlukatız, biz insanoğluyuz, biz Türk milliyetçisiyiz, adam gibi yaşayacağız, haram-helal ayrımını gözeterek yolumuza devam edeceğiz.

Yıllar boyunca Modernizmin yaydığı virüs şuydu:

“En mutlu insan istediklerinin en çoğuna sahip olan insandır.”

İşte bu insan tiplojisi bunalımdan bunalıma en uzun koşusunu yapmıştır, metafizik bir sıkıntının dibine inmiştir.

Müslüman Türk insanı şükür bilir, varı bilir, yoku bilir, edep bilir, haya bilir, kanaat etmeyi bilir, merhamet bilir, komşusu açken tok yatmayı vebal bilir.

Bizi biz yapan köklere bağlanırsak huzur pınarından kana kana içmeyi de hak ederiz, buna layık oluruz.

Unutmayalım ki, toprak altındaki kökler, ağacı bol yemişli yapmasına karşılık ağaçtan hiçbir şey istemez, hiçbir şey matlup etmez.

Bu itibarla bizim millet sevdamız karşılığı beklenmeyen bir sevda ve maneviyat sözleşmesidir.

Bu sözleşme ebediyete kadar varlığını da koruyacaktır.

Okulumuzun 16’ıncı dönemini tamamlamış arkadaşlarıma bundan sonraki hayatlarında bir kez daha başarılar diliyorum.

Bu vesileyle, Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun değerli yöneticilerine, eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum.

Konuşmama son verirken hepinizi hürmetle, muhabbetle selamlıyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun.