Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı
Değerli Arkadaşlarım, Muhterem Misafirler, Basınımızın Mümtaz Temsilcileri, Haftalık olağan Meclis Grup Toplantımıza başlarken hepinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyor başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi diliyorum. Bugünkü toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından takip eden tüm vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda birlik ve dirlik mücadelesi veren tüm kardeşlerimize en halisane selamlarımı iletiyor, şükranlarımı sunuyorum. Bir zamanlar hâkimiyetimiz altında barış, huzur ve hoşgörüyle yönetilen coğrafyalar bugün zulmün ve zulmetin tutsağıdır. Biteviye devam eden bu tutsaklığın bedelini en ağır şekilde ödeyen de maalesef hiçbir suçu ve günahı olmayan mazlumlardır. Emzikli bebekler katledilmektedir. Parkta, bahçede, oyun alanlarında koşup oynayacak, gülüp eğlenecek çocuklar vahşi saldırılara maruz kalmaktadır. Hiç abartısız ifade etmek gerekirse, Türk-İslam medeniyetinin gönlü yaslı, gözleri yaşlı, gövdesi yanıktır. Bu kadarı da olmaz dediğimiz ne tür bir dram ve trajedi varsa zaman içinde olmuş, oluşmuş ve masum yüreklere taş gibi oturmuştur. Şöyle bir çevrenize bakınız; mazisi on yıllara dayanan nerede bir haksızlık varsa, nerede hukuksuzluk kök salmışsa, nerede insan ve inanç hakları ağır ihlallere uğramışsa, işte oralarda şiddet vardır, baskı vardır, çatışma vardır, insani felaketler dayanılmaz noktadadır. Emperyalizmin engellemesiyle çözüm yolları kapatılan, kontrol edilebilir kaos sahası olarak kademelendirilen sorunlu coğrafi bölgeler istikrarsızlığın ve insani yıkımların kaynağıdır. Kabil’den Keşmir’e, Kerkük’ten Kırım’a, Karabağ’dan Kıbrıs’a, Kaşgar’dan Kudüs’e varıncaya kadar katılaşan ihtilaflar, kabaran ihtiraslar, kutuplaşmadan beslenen kronik ilkellikler ölüm ve tehlike saçmaktadır. Medeniyetler beşiği Ortadoğu’da binlerce yıllık bir geçmişe sahip olan, üç semavi dinin kesişme noktasında bulunan Filistin tam bir asırdır felaketlerin pençesinde, mağduriyetlerin çemberindedir. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıflayıp çöküşüyle alevlenen İsrail-Filistin cepheleşmesi 75 yıldır uluslararası toplumun en karmaşık sorunlarından birisidir. 1917 yılında fiilen başlayan İngiliz yönetimi, 19-26 Nisan 1920 tarihlerinde yapılan San Remo Konferansı ile garanti altına alınmış, Milletler Cemiyeti Konseyi`nin 24 Temmuz 1922 tarihinde aldığı 28 maddelik bir kararla da Filistin’deki İngiliz Manda Yönetimi’nin esasları belirlenmiştir. Ne zaman ecdadımız Filistin topraklarından çekilmiş, ne zaman fitne, melanet ve ihanet çevikleşmiş, işte o zaman kriz, kavga, karışıklık ve karmaşa dalga dalga büyüyerek bugünlere kadar gelmiştir. Filistin sorunu içinden çıkılması çok zor bir girdaba sürüklenmiştir. Bu sorun aynı zamanda bölgesel barış ve istikrarı zedelemiş, dahası dünyanın huzur ve güvenliğini tehdit eden bir seviyeye ulaşmıştır. Kaçınılmaz bir ihtiyaç olan iki devletli çözüm gerçekleşmeden silahların susması, kanın durması, şiddet sahnelerinin son bulması neredeyse ham bir hayaldir. Devam edegelen çatışmaların sebeplerini konuşmak yerine sonuçlar etrafında polemik üretmek faydasız ve boşuna bir emektir. Adil ve kalıcı bir barış zeminin inşasını sağlayacak dirayet ve feragat karşılıklı olarak gösterilmediği müddetçe İsrail-Filistin sorununda bir arpa boyu mesafe alınması imkansızdır. Kaldı ki bugüne kadar farklı bir durum vasat bulmamıştır. 7 Ekim 2023 Cumartesi günü, Hamas’ın binlerce füzeyi fırlatıp İsrail’e sızmasıyla başlattığı “Aksa Tufanı Operasyonu”, müteakiben İsrail’in “Demir Kılıçlar Operasyonu”nu devreye almasıyla şiddetlenen kanlı hesaplaşma nihayet taraflar arasında bir savaşa dönüşmüştür. Tırmanan sıcak ve silahlı çatışma ortamı kaygı verici boyutlardadır. Üzüntümüz yüzlerce sivil ve masum insanın ölmesi, binlerce insanın da yaralanmasıdır. Kimden gelirse gelsin, maksadı ne olursa olsun, kadın-çocuk ve yaşlı demeden savunmasız insanların hedef alınması felakettir, bunun yanında barış çabalarına vurulmuş prangadır, çözüm arayışlarını da dinamitlemektir. Sivil can kayıplarının haklı ve geçerli bir bahanesi olmaz, olamaz. Haksızlıklara çanak tutularak, insanlık vicdanını yaralayarak, inanç ve insan hürriyetini sakatlayarak meşru ve hukuki bir hakkın savunması yapılmaz, yapılamaz. İsrail-Filistin arasında başgösteren geniş çaplı krize sağduyuyla yaklaşmak, normalleşmenin süratle teminini sağlamak, bir an evvel arabulucuları devreye sokmak uluslararası toplumun acil gündemi olmalıdır. Ülkemizde ise bazı sözde yorumcu ve yarım akıllı uzmanların yaptıkları değerlendirmelerini, sübjektif önyargıların güdümünde meseleye yüzeysel bakmalarını hayretle karşıladığımızı özellikle belirtmek istiyorum. Hamas’ın saldırı hazırlığından İsrail’in niçin haber alamadığını, Demir Kubbe’nin nasıl delindiğini, çatışmaların arka planında siyasi bir kurgunun bulunup bulunmadığını, çatışmaların iç siyasette sıkışan Netenyahu’nun bir oyunu olup olmadığını tartışanlar işin özünde Filistin davasını anlamayan, anlamak istemeyen, hatta Siyonist yayılmacılığa sempati besleyip selam duran müşkülpesent, meczup ve melez zihniyetlerdir. Geçmişte İsrail saldırılarına ses çıkarmayanların bugün İsrail’in holiganı kesilmeleri müzminleşmiş akıl dağılması ve utanç duvarını aşmış bir aymazlıktır. Bu düşüncelerimden, Hamas’ın 7 Ekim operasyonunu haklı çıkarma gayesi taşıdığım anlaşılmamalıdır. Bilakis sivil ve masum can kayıplarından, sahnelenen insanlık dışı manzaralardan ziyadesiyle müşteki, müteessir ve rahatsız olduğum tartışmasızdır. Değerli Arkadaşlarım, İsrail, yıllarca Filistinli kardeşlerimize zulmetmiştir. İsrail, yıllarca Filistinli kardeşlerimize insafsızca, vicdansızca, vandalca saldırmıştır. Dünyanın gözü önünde tarifi ve tahammülü olmayan insanlık suçları işlenmiştir. Uluslararası hukuk çiğnenmiş, Birleşmiş Milletler kararları yok sayılmıştır. Bunlardan birisi olan Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 22 Kasım 1967 tarihli 242 sayılı kararı, İsrail’in 1967 Haziran ayında işgal ettiği topraklardan çekilmesini öngörmüştü. Ancak İsrail buna yanaşmamış, işgal alanlarını genişletip kanunsuz yerleşim yerleri oluşturma gayesini zor kullanarak sürdürmüştür. Şunu da ifade etmek lazımdır ki, Filistin birliğini ve bütünlüğünü sağlayamadığından, yani iki ayrı yönetiminin mevcudiyetinden dolayı haklı mücadelesinde devamlı teklemiş, bir türlü sonuç alamamış, meşruiyetini sağlayacak gündemi oluşturamamıştır. Bizim Filistin-İsrail arasındaki ağırlaşan sorunlara, hatta 7 Ekim tarihli savaş ortamına bakışımız açıktır ve şu şekildedir: İlk olarak, ateşkes rejimi derhal tesis edilmeli, taraflar itidal, sükûnet ve aklıselim bir çizgiye eşzamanlı olarak gelmelidir. Hükümetin yapıcı, dengeli ve sorumlu duruşu takdire şayandır. Diplomasi ve diyalog kanallarının aktif hale getirilmesinde Sayın Cumhurbaşkanımızın atacağı adımlar desteklenmeli ve sahiplenilmelidir. Ayrıca Birleşmiş Milletler acilen devreye girmelidir. Daha fazla can kaybının yaşanmaması hususunda uluslararası toplum duyarlı hareket etmek mecburiyetindedir. İkinci olarak, Filistin ile İsrail arasındaki çatışmaların bölgesel bir nitelik kazanmadan, hatta küresel alana sıçrama ihtimalini de hesaba katarak taraflar arasında barış görüşmelerinin ortamı süratle inşa edilmelidir. ABD’nin, AB’nin ve bazı bölge ülkelerinin yaptığı gibi, yangına körükle gitmek yerine, şiddeti yatıştıran, çatışan taraf unsurları temel haklar ve uluslararası hukuk ölçeğinde buluşmaya davet eden bir girişim başlatılmalıdır. Beyaz Saray yönetiminin, diaspora ve lobilerin tahriklerine kapılarak, iç siyasi gelişmelerin etkisi altında kalarak barış ve çözüm çabalarını sabote etmesinin hiç kimseye bir yararı dokunmayacaktır. ABD’nin Doğu Akdeniz’e uçak gemisi göndermek yerine, dostluk ve müttefiklik ilişkileri kapsamında Türkiye’nin barışçıl çabalarını anlayıp desteklemesi bölge ve dünya huzuruna saygın bir destek olarak yankı bulacaktır. Üçüncü olarak, bağımsız, egemen, siyasi ve toprak bütünlüğünü tescillemiş, 1967 sınırları dahilinde başkenti Doğu Kudüs olan bir Filistin devletinin tanınması ve temelinin atılması ertelenemez, geciktirilemez bir zorunluluktur. Adalet tecelli etmeden, hak yerini bulmadan, mağduriyetler giderilmeden ikazla belirtiyorum ki, sıkılı yumruklar açılmayacak, akan kan durmayacak, huzursuzluk sarmalı tesirini kaybetmeyecektir. Mescidi Aksa ilk kıblemizdir, Müslümanların şerefidir. Tarihi ve manevi statüsü her türlü tartışmaya, her türlü mütecaviz dayatmalara kapalıdır. İki devletli çözüm hedefiyle inanç ve insan hakları teyit edilmelidir. Filistin’in huzuru demek İsrail’in huzuru demektir. Filistin güvencedeyse İsrail’in güvenliği de sağlam esaslara bağlanacaktır. Filistin ve İsrail’in huzuru dünya barış ve huzuruna muazzam bir destektir. Biz huzuru bir insan onuru olarak telakki ediyoruz. Kaldı ki insanlığın huzur bulmasını amaçlıyoruz. Hangi kültür, inanç, medeniyet ve millete mensubiyet duyarsa duysun insanların ortak anlam, değer ve hayat şartlarını el birliğiyle, asgari müştereklerde buluşarak kademe kademe oluşturabileceğine inanıyoruz. İnsanlığın huzurlu ve mutlu geleceği için başka bir alternatif de görmüyoruz. Sert hakimiyet mücadelelerinin, insanlık mirasını kirleten siyasi, ekonomik ve inanç temelli cepheleşmelerin sonu bize göre uçuruma, Allah korusun yeni bir dünya savaşına açılma ihtimali günden güne artış kaydetmektedir. Daha adil, daha eşitlikçi, daha güvenli, daha yaşanabilir, daha hakkaniyetli, daha özgür, daha fazla hak ve sorumlulukla perçinlenmiş bir dünya mimarisi için ortak akıl ve ortak gelecek çevresinde kenetlenmenin bir fırsat olduğu kanaatindeyiz. Hem kendi insanımız, hem de tüm insanlığın anlam-değer bunalımına dair sıkıntılar yaşadığı bu dönemde, kalıcı ve kapsayıcı bir huzur ikliminin tecellisi amacıyla önerilerimiz elbette vardır ve ana başlıklar halinde şöyledir: 1– Bir yanda kendi kültürümüzün, diğer yanda da kadim kültürlerin insanı insan yapan değerlerini ve bundan mülhem muazzam emanetlerini hatırlayıp idrak etmeli, hayat planımıza, bireysel ve toplumsal münasebetlerimize aynen yansıtmalıyız. Ahlaki tutarlılıktan, sorumluluk kültürünün ilke ve esaslarından, milli ve manevi müktesebatımızın insan merkezli kavrayışından sapma göstermemeliyiz. Huzuru önce kendi iç medeniyetimizde aramalı, sonra da dış alemle birleştirmeliyiz. 2– Anlamlı, ahlaklı, akıl ve gönül aydınlığıyla yoğrulmuş bir hayat seferinde insani yol kazalarını, ruhumuzun derinlerine yuvalanmış bunalım enkazını sabır, şükür, iman ve muhabbet gücüyle kaldırmalıyız. Aklıselim, kalbiselim, zevkiselim istikametinde yılmadan ilerleyiş halinde olmalıyız. 3- Her insanın, her toplumun, her milletin kendine özgü bir varoluş serüveni vardır. Eğer dinlemesini bilirsek, eğer ciddiyetle bakarsak herkesin, hepimizin ayrı bir hikâyesi olduğuna kesinkes şahit oluruz. Hayat bazen durgun, bazen de coşkun akan nehir gibidir. Bu nehirde serinlemek kadar boğulmak da söz konusudur. Kendi var oluş gerçeklerimizi özümseyip, haricimizdeki insanların da doğuştan gelen vazgeçilmez haklarına saygı duymalı, hayata ve hadiselere bakış açımızı yeri gelirse bu eksende değiştirmeliyiz. 4- Huzur günlük değil, ömürlüktür. Stok bir kavram değil, akışkan ve dinamik vasıftadır. Böyle bir huzur bilinciyle kendimizle, yakın muhitimizle, uzak çevremizle uzlaşmalı, bu süreci takviye ve tahkim etmek için insanlık haysiyetine, insanlık değerlerine sahip çıkan, bunun gereğini yapan kim varsa beraberce barış, kucaklaşma ve kardeşlik kuşağının sınır hatlarını çizmeliyiz. 5- Kâinatı bir rahmet bolluğu halinde yaratıp insanı bu rahmetin asli tecelli makamı haline getiren Cenab-ı Allah’ın adıyla bütün varlığı sevgi ve hürmetle bilmeli, benimsemeli ve kalbimize nakşetmeliyiz. Sonlu dünyada sonsuz ihtirasların, sonuçsuz hırsların getireceği sadece huzursuzluk, sadece kamplaşma, sadece karanlık projelerdir. 6- İman hayatımızı; hak bilincinin, sabrın ve gerçek aşkın yaşadığı ve bu uğurda başkalarına da davetkar bir örnek oluşturduğumuz mutlak bir yöneliş, müstesna bir adanmışlık haline getirmeliyiz. Saygı, sevgi ve empati duygularına su vermeliyiz, can vermeliyiz. 7- Ailemizle olduğu kadar milletimizle, tüm insanlıkla, onları ötekileştirmeden bir ilişki ve irtibat ağı kurabilmeli; arkadaşlık, dostluk ve vefa gibi erdemleri, vakur ve haysiyetli bir tavırla işlemeli, hak yolunda, hayat mizanında kardeş gördüğümüz her insana refik olmalıyız. 8- Birlik ve beraberlik, dayanışma ve yardımlaşma değerlerini en yükseğe taşıyarak, vahdet ilkesini geleceğe yönelik insani, vicdani ve İslami bir sorumluluk olarak hayatımıza ve diğer hayatlara aktarma basiret ve becerisini göstermeliyiz. İnsan, insana yar olmalıdır. İnsan, insana gölge olmalıdır. Öfkenin ve nefsin tasallutunu reddederek; yalan, hile, gıybet ve iftiranın esir kampından güç birliği yaparak kurtulmak huzurun tıpkı güneş gibi doğuşunu temin edecektir. 9- Her bir insanın zübde-i alem, yani alemin özü olduğu bilinciyle, insan haysiyetini, insan onurunu, insan şerefini, şahsiyet mimarisinin ikamesi olmayan diğer kazanımlarıyla kuşatmalıyız. Adalet, dürüstlük, doğruluk, etik ve irfani edep bizi biz yapan erdemlerin başında gelmektedir. Kendi için istediğini başkası için isteyecek, kendi için istemediğini başkası için de istemeyecek gözü tok, gönlü tok, kalp ve edep zenginliğiyle doymuş bir zirveye insanlığın ulaşmaktan başka alternatifi bana göre yoktur ve kalmamıştır. Aksi halde çatışmalar bitmeyecektir. Aksi halde gözyaşları dinmeyecektir. Zincirleme insani sefaletlerin de sonu gelmeyecektir. Yaratılanı yaratandan dolayı sevmedikçe, şu fani hayatın inişli çıkışlı etaplarında gönülleri kazanıp her bir gönül bahçesini güllerle donatmadıkça ne huzur bizimle olacak ne de barış ve kardeşlik gerçek manasıyla tezahür ve teşekkül edecektir. Velhasıl adam gibi adam olmadıkça, lafta değil hakkını ve hukukunu gözeterek içi ve dışı bir Müslüman Türk gibi yaşamadıkça, hakiki manada Allah’ı ve varoluşumuzu tanımadıkça huzur bize hep Kaf Dağı’nın ardından seslenecek, sesini duysak da vuslatımız hayalde kalacaktır. Hiç kimseyi bilerek ve haksız yere incitmemek gerekir. Nitekim vakti saati geldiğinde, dalı kırılan ağacın yaprağına bile hasret kalmak mukadderdir. Yapraksız kalan gövdenin kesilmesine de elbet ihtiyaç yoktur, zira bu işin bir de baharı vardır. Muhterem Arkadaşlarım, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu insanüstü bir mücadelenin, destanlaşmış istiklal ve istikbal sevdasının muhteşem bir sonucudur. 100’üncü yıldönümüne adım adım yaklaştığımız Cumhuriyetimiz kimsesizlerin kimsesi, gariplerin sesi, tarihteki Türk devletlerinin de son halkasıdır. Kurtuluşun ve kuruluşun beşeri dayanağı, beşeri kaynağı Türk milletidir. Aziz Atatürk’ün dediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk milletidir. Millet tektir, adı Türk milletidir. Devlet tektir, ebedi unvanı Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan her insanımız bizim de özbeöz kardeşimizdir. Yürürlükteki Anayasanın ikinci maddesine göre; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” Anayasanın üçüncü maddesinde de dile getirildiği üzere; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür.” Bölücü faaliyetler devlete, millete, vatana, ecdad yadigârı emanetlere ve elbette şerefli tarihimize hıyanettir. Irak ve Suriye’yi parselleyen, İran’ı çevreleyen, terör örgütlerini besleyip palazlandıran, eğitip donatan küresel emperyalizmin nihai hedef ülkesi Türkiye’dir. Terörizmin hiçbir türevi makul ve meşru değildir. Terör örgütleri arasında tasnif yapmak, taraf tutmak, siyasi ve stratejik amaçlar kapsamında teröristleri silahlandırıp sahaya sürmek, farklı ülkelerin üstüne salmak bir terör yöntemidir, esasen insanlığa kast etmektir. Çünkü terörizm yalnızca Türk milletine değil, tüm insanlığa doğrultulmuş kanlı ve kalleş bir silahtır. Bu silahın ucundan kim ya da kimler tutuyorsa, egemenlik haklarımıza, vatanımızın bütünlüğüne, insanlarımızın hayatına hangi alçaklar musallat oluyorsa ahlaken, hukuken açık hedef onlardır. Hem dost ve müttefiklik taslayıp hem de terör örgütlerini Türkiye’ye karşı provoke eden ülkeler tarihi bir çelişkiden ziyade potansiyel bir husumetin içindedir. Menfur niyet sahiplerinin eşkâlini biliyoruz. Oynanan bayağı oyunların farkındayız. Fakat teslim olmayacağız, taviz vermeyeceğiz, boyun eğmeyeceğiz. Korkuyu yene yene, korkulukları yıka yıka, zalimlere direne direne, ölürsem şehit, kalırsam gaziyim diye diye Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi ve egemenlik haklarını sonuna kadar muhafaza ve müdafaa edeceğiz. Bölücü terör örgütü PKK’nın 1 Ekim Ankara saldırısından sonra sınır ötesine düzenlenen operasyonların da arkasındayız. 5 Ekim 2023 tarihinde, Suriye’nin kuzeyindeki Tel Rıfat, Cizire ve Derik bölgelerine hava harekatı icra edilmiş; örgütün kontrolünde bulunan petrol kuyuları ve depolama tesisleriyle birlikte hainlerin saklandığı mağara, sığınak ve barınaklar vurulmuştur. Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerimiz, gecenin karanlığında Suriye’nin kuzeyini milli mühimmatla ışıl ışıl aydınlatmış, teröristlerin tepelerinden bombalar yağdırmıştır. Bunun yanı sıra 6 ve 8 Ekim 2023 tarihlerinde de operasyonlar kararlılıkla devam etmiş, cani terör örgütünün beli kırılmıştır. Türkiye’ye saldırmanın ödenecek bir bedeli vardır. Türk milletinin huzur ve güvenliğini bozma emelinin mutlaka ağır sonuçları olacaktır. Hep söyledik, yine söylüyoruz, bölücü terör örgütü için emniyetli bir alan, kaçıp kurtulacağı bir saha kalmamıştır. Vakit terörün ve bölücülüğün kökünü kaynağında kurutma vaktidir. Son terörist kanlı silahıyla teslim olasıya veya etkisiz hale getirilesiye kadar durmayacağız, dinlenmeyeceğiz, sahte dost ülkelerin hiçbirisini de dinlemeyeceğiz. Kuşkusuz terörle mücadele, teröristle mücadele değildir. Bu mücadele zaman ve mekân üstü, tarihsel perspektiften beslenen yüksek akıl ve algı gerektirmektedir. Olanı, olmuşu ve olacağı bütüncül ve derinlikli şekilde yorumlayan analitik bakış demek olan “terörizmle mücadele vizyonu”nun gereği neyse Türkiye Cumhuriyeti devleti yerine getirmektedir. Terörle mücadele, terörün inisiyatif ve ön aldığı süreçte her ölümden sonra gösterilen günlük tepkiler olmayıp, devamlı surette bir adım önde bulunmayı, terör örgütünün eylem kapasitesini doğru okumayı, terörist kadrosunun doğru tespitini, örgütün yardım ve yataklık yapan muhasım unsurlarla bağ ve bağlantılarını isabetle değerlendirmeyi şart koşmaktadır. 5 Ekim 2023 tarihli hava operasyonu esnasında bir adet insansız hava aracımız ABD’nin askeri varlığı tarafından tehdit algılanarak düşürülmüştür. Gayri hukuki bu hasmane müdahaleyi yanlış buluyor ve kınıyorum. ABD Savunma Bakanlığının açıklamasına göre, SİHA’mız meşru müdafaa amacıyla düşürülmüş. Neyin meşruluğundan, neyin müdafaasından bahsedildiği muammadır. ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde ne işi vardır? Petrol kuyularının etrafında teröristleri nöbete dikerek varmak istediği yer neresidir? ABD’nin yaptığı meşru müdafaadır da, peki Türkiye’nin yaptığı nedir? Aldatıcı sözlere, akıl çelici mesajlara, ayak oyunlarına lüzum yoktur. ABD, PKK/YPG siperinden insansız hava aracımıza resmen ateş açmıştır. Durum bu kadar berraktır. Ne yazık ki ABD, PKK/YPG ile aynı deliktedir, aynı hizadadır, aynı hedeftedir, aynı kümededir ve NATO ittifak ortağı bir ülkeye teröristler lehine güç gösterisi yapmaya teşebbüs etmiştir. Bu tablodan çıkan ilk netice art niyetliliktir. Bu tip bir ittifak yapısının, böylesi sakat ve sancılı müttefiklik ilişkisinin bağlayıcılığına inanmak, güvenirliğine itibar etmek akıl ve mantık işi midir? ABD aynısını 2 Ekim 1992 tarihinde Ege Denizi’nde de yapmış, Deniz Kuvvetlerimize ait bir muhrib gemimize sözüm ona yanlışlıkla füze fırlatarak 5 vatan evladımızın şehadetine ve 22 vatan evladımızın da yaralanmasına neden olmuştu. Milli hafızaya mıh gibi çakılan ve 4 Temmuz 2003 tarihinde Irak’ın Süleymaniye kentinde yaşanan çuval hadisesini de asla unutmuş ve unutacak değiliz. İnsansız hava aracımıza saldıran ABD’nin bir süre sonra “Türkiye’nin terörle mücadelesinde yanındayız” mesajı vermesi taktik bir hamle, kurnaz bir açıklamadır. Bırakınız yanımızda olmalarını, ayağımızın altında dolaşmasınlar, başka bir şey istemeyiz, başka bir şey de dilemeyiz. Geçtiğimiz Cuma akşamı, ABD Merkez Kuvvetler Komutanlığı’nın, sosyal medyadan, Türkiye’nin Suriye’deki operasyonuna “karşıyız” açıklaması, hemen sonrasında bu açıklamanın silinmesi de örtülü bir tehdit olarak yorumlanmalıdır. Karşımıza kim çıkarsa çıksın, felek her türlü esbab-ı cefasını toplayıp da gelse haklı mücadelemizden dönmeyeceğiz. Terörle ittifak kuranları, teröristlerle tüfek çatanları tarih bir gün yargılayacak, insanlık vicdanı da mahkum edecektir. Gündemde bulunan Irak ve Suriye’ye Türk Silahlı Kuvvetleri’nin gönderilmesini esas alan Cumhurbaşkanlığı Tezkeresi’ne de Milliyetçi Hareket Partisi grubu olarak sonuna kadar destek olacağız, bu suretle evet oyu kullanacağız. Gelinen bu aşamada Cumhuriyet Halk Partisi tarihi bir imtihanla karşı karşıyadır. Kılıçdaroğlu terörden rahatsızsa, partisi teröre mesafeli ise hodri meydan diyorum, çıksınlar nerede durduklarını açıklasınlar. Şehit ile cani, kahraman ile hain, maktul ile katil, melanet ile millet arasında seçim yapmakta tereddüt geçirenler, tercih zorluğu çekenler, bununla yetinmeyip tezkereye itiraz etmeye hazırlananlar Türkiye’nin muarızı, Türkiye’nin karşı cephesidir. Bu şer ve bölücü cephe mutlaka mağlup ve mahcup edilecektir. Kılçdaroğlu’nun görüşülecek tezkereye geçtiğimiz yılda olduğu gibi hayır demesi halinde milletvekili arkadaşlarıyla beraber bayrağa, vatana, millete ve şehitlere alenen ihanet edeceklerini akıllarından çıkarmamaları tavsiyemdir. Bizim tarafımız Türkiye’dir. Bizim yerimiz milletimizin tertemiz vicdanıdır. Bizim rotamız demokrasi, yönümüz Lider ülke, Türk ve Türkiye Yüzyılıdır. Cumhur İttifakı’nın kaderi Türk milletinin kaderiyle bir ve aynıdır. Kahraman Türk Silahlı Kuvvetlerimiz gidebildikleri yere kadar gitmeli, ister havadan, ister karadan ne kadar hain ve haşarat varsa mıntıka temizliğiyle mücavir toprakları terörden arındırmalıdır. Duamız ve desteğimiz güvenlik güçlerimizle beraberdir. Allah ayaklarına taş değdirmesin, Allah alayını korusun kollasın. Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde habis nitelikli terör ve bölücülük urunu kesip koparacağız. Devletimiz azimlidir, muktedirdir, mutlaka da başarılı olacaktır. Bestekâr Rıfat Bey, 1871-1872 Yemen Harekâtı sıralarında Yemen çöllerinde bulunan askerlerimizin duyduğu vatan özlemini şu şekilde anlatmıştı: Annem beni yetiştirdi bu ellere yolladı, Al sancağı teslim etti, Allah’a ısmarladı. Boş oturma çalış dedi, hizmet eyle vatana. Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana, Arş ileri, marş ileri, Türk askeri dönmez geri. Yastığımız mezar taşı yorganımız kan olsun, Biz bu yoldan döner isek namus bize ar olsun. Ne şereftir ölmek bize bu güzel vatan için, Yanar yürek yurt aşkıyla daima için için. Arş ileri, marş ileri, Türk askeri dönmez geri. Bestesini merhum Kazım Karabekir Paşa’nın yaptığı Türk Yılmaz Marşı’nda ifade edildiği gibi; Çelik gibi kollu tunçtan ayaklı, Göğsü imanlı, temiz vicdanlı, Türk hiç yılar mı? Türk hiç yılar mı? Türk yılmaz, Türk yılmaz, Cihan yıkılsa, Türk yılmaz. Değerli Milletvekilleri, Tarihimizle gurur duymayan, zaferlerimizle övünmeyen, ecdadımıza hürmet duymayan, milli felaketler karşısında gözleri yaşarmayan, al bayrağın dalgalanmasından göğsü kabarmayan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bakınca iftihar etmeyenlere dikkat ediniz, onlar milli ve manevi değerlerle bağları tamamıyla kopmuş işbirlikçi taifedir. CHP Genel Başkanı’nın milli damarı çatlamış ve kurumuştur. Kendi partisindeki çıkar kavgalarından şuur kaybına ve siyasi komaya giren Kılıçdaroğlu’nun Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni karalama niyeti gayri milliliktir. Geçen haftaki grup toplantısında şöyle konuşmuş: “Şu Meclis'e ben Gazi Meclis demiyorum. Bu Meclis, saraydan alınan talimatla AK Parti ve MHP milletvekillerinin el kaldırıp indirdiği 19 Mayıs hareketlerinin yapıldığı bir meclistir.” Ne tuhaf bir akıl tutulmasıdır ki, 23 Nisan Genel Başkanı, TBMM’de 19 Mayıs hareketlerinin yapıldığını iddia edecek kadar şaşkın, çarpık ve gerçeklerden kopuktur. 19 Eylül 2023 tarihli basın toplantımızda bu zatı uyarmış ve demiştim ki: “Bu Meclis Gazi Meclis değildir” diyen CHP Genel Başkanına önce Milli Mücadele yıllarını hatırlatır, sonra da izan ve insafa davet etmek isterim. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi itibarına kara çalan ve 103 yıllık mehabetine hakaret eden Kılıçdaroğlu’nun parti içi çekişmeler, yavan ve yapay değişim çalkantıları nedeniyle iyice şuur kaybına uğradığı, oto kontrolünü kaybettiği, ağzından çıkanları kulaklarının duymadığı anlaşılmaktadır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Gazi bir Meclis’tir. Aksini iddia eden Kılıçdaroğlu gafil ve art niyetlidir.” Sayın Kılıçdaroğlu, anlaşılan ne söylesek duymuyorsun, bana mısın demiyorsun. Senin nasip hanende Gaziliği idrak ve ifade edecek vatanperverlik, milletseverlik asla yoktur. Hz.Mevlana’nın söylediği gibi, “nasipte varsa karıncadan alırsın ders, nasibinde yoksa bütün cihan önüne serilse sana ters.” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Gaziliğini sen kabul etsen ne yazar, etmesen ne çıkar. Gazi Meclis senin gibilerine rağmen kurulmuştur. Gazi Meclis senin gibilere rağmen ordular kurup ordular yönetmiştir. Gazi Meclis senin gibilerine rağmen ya istiklal ya ölüm parolasıyla düşmana bu aziz vatanı dar etmiş, sonra da mezara çevirmiştir. Kılıçdaroğlu’nun “şu Meclis” ifadesi de edep ve terbiye yoksunu saygısız bir telaffuzdur. Gazi Meclis Türk milletine mensubiyetten onur duyanların, milli iradeye riayet ve hürmet edenlerin şerefidir. Bu şereften herkes ancak şerefi kadar nasiplenecektir. Sayın Kılıçdaroğlu sen bu nasipten mahrum olduğunu çok iyi bilmelisin. Türkiye Büyük Millet Meclisi Gazi değildir diyen Kılıçdaroğlu’nun Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Gazilik unvanını tartışmaya açması da zannederim yakındır. Kaldı ki karın ağrısı esasen Atatürk’tür ve miras bıraktığı kutlu eserleridir. Kılıçdaroğlu’nun milli vicdana uygun hareket etmesini beklemek kırık testiye su koymakla aynıdır. Ve kendisini Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin manevi şahsiyetine hakaretinden dolayı kınıyor, aklını başına devşirmesini temenni ediyorum. Son grup toplantısında ayrıca demiş ki; “Biz aklımızı kullanan, yeteneklerimizi kullanan, ülkemizi düşünen, insanlarımızı düşünen bir siyasi gelenekten geliyoruz. Söyleyeyim mi? Söyleyeyim; biz Milliyetçi Hareket Partisi değiliz.” Kılıçdaroğlu bu konuda haklıdır, ancak biz derken kimi ve neyi kast ettiği meçhuldür. Çünkü kimliği çalınmış, aklı başından alınmış, köküne sırt dönmüş mankurt bir zihniyeti tanımlamak ve tarif etmek buradan baktığımızda pek mümkün değildir. Kılıçdaroğlu’nun kim olduğunu biz değil tarih ve millet söyleyecektir. Terör örgütleriyle can ciğer kuzu sarması olan, küresel çetelere yakasını kaptıran, emperyalizme piyonluk yapan Kılıçdaroğlu’nun bizim gibi olması zaten olacak şey değildir. O tarafını belli etmiş, tercihini yapmış, zillete düşmüştür. Kılıçdaroğlu’nun ne olduğu, kime hizmet ettiği kendi partisine oy veren vatandaşlarımız açısından bile tartışma konusudur. Milliyetçi Hareket Partisi’ne mensup olmak her yüreğin harcı olamaz, hele hele Kılıçdaroğlu’nun hiç olmaz, olamayacaktır. Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı vatan türbedarı, millet haznedarıdır. Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı Çanakkale’deki direniş, Milli Mücadele’deki inanmışlık, Sakarya’daki kahramanlık, Dumlupınar’daki civanmertlik, Ankara’daki Gaziliktir. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, 7 Ekim 2023 tarihinde, AK Parti’nin 4’üncü Olağanüstü Büyük Kongresi başarıyla, geniş katılım ve heyecanla gerçekleştirilmiştir. Bu vesileyle tekrar AK Parti Genel Başkanı seçilen Sayın Cumhurbaşkanımız başta olmak üzere, kongrede seçim yoluyla görev alan arkadaşlarımızı ve AK Parti camiasını yürekten kutluyor, hayırlı olsun dileklerimi bir kez daha paylaşıyorum. Sözlerime son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.
|