Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı
Muhterem Arkadaşlarım, Değerli Misafirler, Basınımızın Değerli Temsilcileri, Haftalık olağan Meclis grup toplantımızın başında müstesna heyetinizi en kalbi duygularımla birlikte, hürmet ve muhabbetle selamlıyorum. Yurt içinde ve yurt dışında; televizyon ekranlarından, radyo kanallarından, sosyal medya platformlarından bugünkü toplantımızı takip eden vatandaşlarımızı, Gönül ve kültür coğrafyalarımızda nice zorluğa göğüs gererek hayat mücadelesi veren kardeşlerimizi hasretle selamlıyor, hepsini müşfik bir hissiyatla kucaklıyorum. Bilhassa ifade etmek mecburiyetindeyim ki, nereye gideceğimizi bilmiyorsak, takip ve tercih edeceğimiz herhangi bir yolun hiçbir ehemmiyeti yoktur. Esen her rüzgâra yelken açarak, gördüğümüz her sanal ışığı deniz feneri sanarak hayalini kurduğumuz güvenli sahillere ulaşmamızın imkânı da yoktur. Tesadüflerin bileşkesinde, sinsi telkinlerin bilirkişiliğinde, rastgele bir hayatın bilinmezliğinde fırsat kapısı aramak, talihin ezkaza yaver gideceğini zannetmek en hafif tabirle ahmaklık ve aymazlıktır. Geçmiş yaşanmış, bugün yaşanmakta, gelecek ise irade, istek ve inancın eseri olarak planlanıp en körpe haliyle yaşanacaktır. Attığımız adımlar; boşluğa düşmeden, tekerrüre girmeden, geriye gitmeden sürekli ileriye doğru olmalıdır. Bunu yaparken sağduyunun yörüngesinden, sorumluluk duygusunun yürüyüş kolundan ayrılmamak lazımdır. Eklektik, eksantrik, evhamlı, müfrit ve mütereddit tavırların markajı altında herhangi bir pozitif mesafenin kat edilmesi hiç kuşku etmeyiniz ki çok zordur. Geçmişte siyasetin doğru olması kadar zamanın da doğru olmasına vurgu yapmıştım. Veya zaman doğru olsa bile yanlış siyasetin ayak izine basılmasının mahsurlarından bahsetmiştim. Bize göre doğru siyaset; buluşturan, yakınlaştıran, ulaştıran, kavuşturan, kucaklaştıran, kutupları ve hizipleri teker teker aşındıran ahlaklı siyasettir. Doğru siyaset; atılan adımları sağduyu parkuruyla ihata eden, sorumluluk duygusunu ilke edinen, kardeşlik ve kaynaşma kültürünü vatan ve millet sevgisiyle eklemleyen akıl dolu siyasettir. Kurşun gibi ağır ortamlarda, tehditlerin kol gezdiği bulanık dönemlerde, bekamıza çevrilmiş kanlı namlularla karanlık niyetlerin çevremizde sırayla nöbete girdiği bir zaman diliminde, milli birlik ve dayanışma ruhumuzu diri ve zinde tutmak dengeli, düzgün ve doğru siyasetin vazgeçilmez erdemidir. Bu erdeme bağlıyız, bu erdemin refakatiyle önümüze gerilen perdeleri yırtıyor, münasebetlerimizi kuruyor, meşakkatleri göğüslüyor, mücadelemizi yürütüyoruz. Biz siyaseti; Duvarger’in ifade ettiği üzere, bir savaş biçimi olarak ele almıyoruz. Biz siyaseti; Weber’in söylediği gibi, insanların birbiri üzerine egemenlik kurması olarak değerlendirmiyoruz. Biz siyaseti; Makyavel’in ileri sürdüğü şekliyle, pragmatik, olması gereken gerçekliği değil olan gerçekliği öne alan ve çıkara dayalı ilişkiler ağı halinde görmüyoruz. Biz siyaseti; teorik ve retorik arka planı Batı’nın sınıf çatışmalarına dayanan, bundan mülhem toplumun düşman kamplara bölünmesine çanak tutan kriz ve gerilim süreci olarak tanımlamıyoruz ve kabul etmiyoruz. Çünkü sınıflı bir toplum yapısını tamamıyla reddediyoruz, fikriyatımıza, tarih ve kültür müktesebatımıza yabancı addediyoruz. Siyasette hiç kimseyle, hiçbir partiyle kategorik olarak alıp veremeyeceğimiz, konuşup çözemeyeceğimiz bir şey yoktur. Siyasi alakamız, sert veya yumuşak tarzımız tek tek fertlerin şahsiyet kalibreleri değil fikir ve düşünce kapasiteleriyle sınırlıdır. Muhataplarımızın kim olduğundan, özel hayatlarının nasıl oluştuğundan ziyade, ne söylediklerine, neyi hedeflediklerine bakıyor, siyasi bağlantı hatlarımızı buna muvafık kuruyoruz. Farabi’nin siyaseti ahlakla telif cihetine gitmesi, fazıl şehrin içyüzünü dayanışma ve yardımlaşmayla telaffuz etmesi bizim için de bağlayıcıdır ve geçerlidir. Maverdi’den Şeyhülislam Arif Hikmet Bey’e kadar siyaset mevzuunda kalem oynatan, kitap neşreden ve kelam serdeden ne kadar alim, arif ve filozof varsa doğru siyaseti ahlak, adalet ve faziletle tarife çalıştıkları tarihen bariz bir olgudur. Geldiğimiz bugünkü doğru zamanda, ilhamımızın ve irademizin mihveri geçmişten tevarüs ettiğimiz bu olgusal hazine, aynı şekilde İlk Meclis’in aziz anıları, mukaddem ve muazzez siyasi varlığıdır. Geçen haftaki grup konuşmamda demiştim ki; “Dünya görüşleri başka başka olsa da; yöre, köken ve siyasi tasavvur farklılıkları zaman zaman kalın bir çizgi misali ikili ve çoklu diyalog hatlarının üzerini örtse de, İlk Meclis’in feragat ve fedakarlık timsali mebusları mukadderat, mukaddesat ve bağımsızlık ortak paydasında cesaretle birleşmişler ve bilenmişlerdi.” Elbette bu birleşme, bu bilenme, harabeye dönen dev İmparatorluğumuzun küllerinde yeni Türk devletinin hamurunu yoğurmuş, sonunda Anka Kuşu doğarak tarihi güzergahında kanat çırpmaya başlamıştır. İlk Meclis’te görev alan ve rahmetle andığım her mebusun fikri mazisi, siyasi menşei, şahsi mizacı başka başka olsa da, inançları birdi, hedefleri birdi, emelleri birdi, sevdaları birdi, istiklal ve istikbal özlemleri tıpkının aynısıydı. Bu aynılık bütün aykırılıkları, bütün ayrılıkları, deyim yerindeyse çekiç ile örs arasında köreltmiş, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’ni dünya sahnesine taşımış ve taçlandırmıştır. Gazi Meclis’te o dönem görev alan merhum ve muhterem mebuslar birbirlerinin kökenine, yöresine, anasının diline bakmadılar. Birbirlerinin siyasi meşrebini, etnik ve mezhebi aidiyetini sorgulamadılar. Birbirlerinin giyimini, kuşamını, fesini, sarığını, şapkasını, şivesini dert etmediler. Polatlı’dan top sesleri duyuluyorken hesap yapmadılar, makam düşünmediler, servet düşlemediler, şöhret istemediler, çetele tutmadılar, çeteciliğe özenmediler, uzlaşmaya karşı ve kapalı durmadılar. Yumruklarını birbirlerine değil müstevlilere sıktılar. Kaşlarını birbirlerine değil muhasım güçlere çattılar. Türk dediler, Türkiye dediler, vatan dediler, millet dediler, ya istiklal ya ölüm haykırışının canlı ve civanmert timsali oldular. İlk Meclis ne yapmışsa, bölgesel ve küresel cari tehditler karşısında bizim de yapmamız, bizim de başarmamız gereken odur. Özellikle bilmenizi arzu ederim ki, bu sözlerim bir yanda aklımın diğer yanda da vatan ve millet sevgisiyle çarpan yüreğimin bastırılamaz sesidir. Sayın Cumhurbaşkanımızın TBMM’nin açılış konuşmasındaki şu görüşlerinin altı da dikkatle çizilmelidir: “Bu Gazi Meclis, sadece Türkiye’nin değil, geniş bir coğrafyadaki mazlum halkların da umudu olan bir Meclistir. Yanı başımızda sınırlar yeniden çizilmeye çalışılırken… Küresel sistem kökten sarsılırken Meclisimiz, vakar, sağduyu, uzlaşma içinde hem ülkemize hem de coğrafyamıza yol gösterici olacaktır. İktidar ve muhalefetiyle, Meclisimizin, milletimize güven, hasımlarımıza korku verecek bir atmosferde çalışması, özellikle böyle bir dönemde elzemdir. Meclisteki uyum, mutabakat, karşılıklı saygı çerçevesinde tartışma ve istişare, buradan sokağa yansıyacak, ülkenin huzur ve emniyetine kapı aralayacaktır. Bölgemizin içinde bulunduğu gerilimli atmosferde siyasi rekabeti, siyasi husumete dönüştürme teşebbüslerine izin vermeyeceğinize inanıyorum.” Bu görüşlere yanlış diyecek siyasi namus sahibi bir milletvekili veya vicdan sahibi bir vatan evladı var mıdır? İçinde bulunduğumuz coğrafyalar kırbaç üstüne kırbaç yerken, mazlumlar toplu şekilde boğazlanırken, her taşın altı zehirli yılanlarla, bin bir türlü nifakla dolup taşarken, Türkiye’ye yönelik azgın ihtiras ve iştahları nasıl görmezden gelelim? Kale duvarlarımızın önünde mevzi kazan Siyonist ve emperyalist caniliği hangi hakla yok sayalım? Günden güne körüklenen bölgesel yangının cümle kapımıza dayandığı besbelli ortadayken, hala birbirimizin ayağına basmakla, ensesine tokat atmakla, açığını aramakla vakit mi kaybedelim? Bu hakikatlere sırtımızı dönemeyiz, yüzümüzü çeviremeyiz, dudak bükemeyiz. Hızla akan tarih nehrinin kıyısına fütursuzca çıkıp, hayatın ve hadiselerin geçişini gafilce, atıl vaziyette, hiçbir şey yokmuş gibi seyredemeyiz. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı olarak, Cumhur İttifakı’nın bu duruş ve engin duyuşuna müzahir şekilde DEM sıralarına giderek elimi uzattım. Doğaçlama olmayan bu iyi niyetli tutumumu siyasi nezaketten öte önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı çarpışması ve yeni anayasa için cephe genişletme çabası olarak görenler mayın tarlasında söğüt gölgesi arayan zavallı biçarelerdir. Uzattığım el, milli birlik ve kardeşliğimizin mesajıdır. Uzattığım el, İlk Meclis’in ve Sayın Cumhurbaşkanımızın isabetli sözlerinin meşale gibi yanan aydınlığıdır. Uzattığım el, gelin Türkiye partisi olun, gelin teröre cephe alın, gelin bin yıllık kardeşliğimizde kenetlenenin temenni ve teklifidir. Biz, gelişigüzel, keyfe keder, can sıkıntısından, anlık dürtülerle, dümenden ve düzenden el uzatmayız. Biz durduk yere el vermeyiz, öylesine yerimizden kalkıp da el sıkmanın merakına tevessül ve teşebbüs etmeyiz. DEM’e evvela düşen sorumluluk, uzanan bu samimi elin kıymet hükmünü anlaması, dahası Türkiye partisi olması yönünde bir eşik olarak algılayıp değerlendirmesidir. Türk ve Türkiye Yüzyılında sıfırlanmış terör ve bölücülük melanetinden sonra, aşımızı beraber taşıralım, işimizi birlikte artıralım, huzur ve güvenliğimizi el ele çoğaltalım, nitekim dünya genelinde Türkiye Cumhuriyeti’nin yer yüzü cenneti olmasını sağlayalım. Aynı şey CHP Genel Başkanı için de geçerlidir. Bizim siyaseten söylem ve eylemimiz yalan, dolan veya günü kurtarma telaşı değildir. Siyaseten demek, siyasi mücadelenin gereği ve gerçeği demektir. Mesela Özgür Bey’in özel hayatıyla ilgili servis edilen iddia ve iftiraların hiçbirisi siyasetimizin konusu olmaz, olamaz, olmayacaktır. Özel hayatları ihlal ve istila eden FETÖ taktiklerinin, bundan mülhem şerefsiz hamlelerin, provokatif sosyal medya ifşalarının tamamıyla karşısındayız. Türkiye böylesine karanlık ve karmaşık dönemleri vahim bedeller ödeyerek geride bırakmıştır. Eski çamlar şimdi bardak olmuştur. Köprünün altında çok sular akmıştır. Biz CHP’nin siyasetiyle, siyaseten ihsas, ibra ve ifade ettiği gayeleriyle ilgiliyiz, bunun dışında ne söylenirse söylensin, ne yapılırsa yapılsın kulaklarımızı kapatmış haldeyiz. Bel atlı vuruşlar, itibar suikastları, izansız isnatlar bizim ne işimize gelir, ne de gündemimize girer. Siyaset müessesini sarıp sarmalayan kumpaslar, kara kampanyalar, çirkin dedikodular, gerçek olup olmadığını tefrik etmeden ayağımızın altındadır ve bizim için yok hükmündedir. Bizim düşüncelerimizin söylem kalıbına dökülmüş hali elbette siyasetendir. Başka türlüsünü akla getirmek, ihtimal olarak hesaba katmak hem insani hem de ahlaki değildir. Bu kapsamda sağduyuyla perçinlenmiş duruşumuzdan başka anlamlar çıkarmak beyhude zorlama ve zırvalıktır. Özgür Bey’in düne kadar, aslı astarı olmayan, ipe sapa gelmeyen, eften püften konularla ilgili Milliyetçi Hareket Partisi’ne saldırması, siyasetin dışına savrulması, şuur kaybına uğrayıp bizimle ilgili atıp tutması hakkaniyet ve haysiyet ölçüleriyle bağdaşmayan seviyesizlikti. Halbuki biz siyaseti centilmence, mertçe, adam gibi yapmanın tarafındayız. Biz siyaseti, yalan ipinde cambazlık olarak değil, hakikat ve haysiyet ikliminde millete hasredilmiş hadim bir yüreğin mücadele kulvarı olarak tanımlarız. İşin doğrusunu isterseniz, bizim el sıkışmamızı normalleşmeye bağlayan Özgür Bey’in gene yanıldığı ve yanlışa kapıldığı ortadadır. Bu kadar kaotik, kırılgan ve kritik bir dönemde, iç siyasetin polemik dehlizinde boşuna çırpınacak, göz göre göre enerji ve zaman israfına katlanacak halimiz, hasenatımız ve hevesimiz yoktur. Büyük resme odaklanmalıyız. Gizli senaryoların yavaş yavaş nasıl tezahür ettiğine kafa yormalıyız. Hiç kimseyle tarla davamız yoktur. Küresel ve bölgesel mahiyetli sıcak gelişmelerin hafife alınır, yabana atılır, kenara itilir bir yanı ciddiyet ve celadetle dile getiriyorum ki, kalmamıştır. Çünkü Türkiye’miz sınırların haricinden aşırı ve anormal tehdit sarmalındadır. Milli güvenlik sorunlarımız kabarmış ve katlanmıştır. Şayet kısır çekişmelerle meşgul olursak, basit ve bayağı tartışmalara esir düşersek, Sorarım sizlere, mahşer günü ne yapacağız? Çaresiz kaldık, boynumuzu eğdik mi diyeceğiz? Ne yapalım günlük siyasi kaygılara teslim olduk mu diyeceğiz? İşimize öyle gelmişti, rahatımızı ve konforumuzu düşünmüştük, Buna da dünden hazırdık mı diyeceğiz? Değerli arkadaşlarım söyler misiniz bana, ne diyeceğiz? Eğer böylesi bir karanlık yola çıkarsak, böylesi bir meçhule saparsak, böylesi bir felakete kılavuzluk yaparsak, Bunu tarihe nasıl anlatacağız? Bunu ecdadımıza nasıl söyleyeceğiz? Bunun vebalini nasıl üstleneceğiz? Bunun hesabını iki cihanda nasıl vereceğiz? Hayır, Türk milleti böylesi bir zilleti asla kabul etmez, etmeyecektir. Milliyetçi Hareket Partisi bu tip bir alçalmaya kesinlikle müsamaha göstermez, göstermeyecektir. Mezhebi, kökeni, yöresi ne olursa olsun, hiçbir kardeşim buna razı olmaz. Türkiye bir ve bütün olur, sahnelenmek istenen vandal oyuna gelmez, gelmeyecektir. Aziz milletimiz kardeşliğine, birliğine, güvenliğine ve varlığına musallat olan, tarihsel ve dini temelleri bulunan Siyonist ve emperyalist tehlikeyi elinin tersiyle iter ve muhataplarının yüzüne çarpar. Sonsuza kadar var olmanın inancıyla, Anadolu coğrafyasında sözde hak iddia eden, Nil’den Fırat’a vaat edilmiş toprakların teminine çalışan Yecüc ve Mecüclere dünyanın kaç bucak olduğunu muhakkak gösterir. Üzerinde yaşadığımız toprakların bir bölümü vaat edilmiş değil, Cenab-ı Allah’ın bahşettiği nimettir ve Türk milletine lütfedilmiştir. Habis ve hain niyet sahiplerini uyarıyorum, Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı, aynı şekilde milyonlarca Türkiye Sevdalısı, al bayrağımıza kem gözle bakanların gözünü oyar. Hepsinin bileğini değil bükmek, kırıp atar. Vatan namustur, millet onurdur, devlet var oluş güvencesidir. Bunlar üzerinde tartışma yapmak için fırsat kollayanlara bu dünyayı dar etmek bizim için şeref konusudur. Değerli Milletvekilleri, Aziz vatan, bundan bin yıl önce gerçek sahibini bulmuş, bahse konu mevzu bir daha açılamamak üzere kapanmıştır. Aradan geçen on asır, bu coğrafyadan serpilip çağların alnına mührünü vurmuş bir büyük milletin azametine, ahlakına, adaletine, cesaretine, insaniyetine, şevketine, şefkatine sonuna kadar şahit olmuştur. Bu milletin adı Türk milletidir. Bu iftihar ettiğimiz beşeri varlık, köklerin, kökenlerin, dillerin, mezheplerin üstünde maddi ve manevi bağ ile birleşmiştir. Ayırmak ve ayrıştırmak ne mümkün, tarihin en gürbüz kudreti olmuştur. Bizleri bir araya getiren, acılarımız, anılarımız, zaferlerimiz, hüzünlerimiz ve coşkularımızdır. Son iki yüz yılda Anadolu coğrafyasında yaşananların tamamı bu tertemiz ve soylu milleti bu topraklardan söküp atmak üzerine oynanmış ve kurgulanmıştır. Türk’süz Anadolu, Türk’süz millet, Türk’süz devlet cehennemin diğer adıdır. Üç kıtadaki varlığımızı hazmedemeyen Haçlı zihniyetinin Türk-İslam cihan devleti için ne düşündüğünü milli tarih okuyan herkes açıklıkla bilecektir. Türkleri Anadolu’dan atmak hayali, yüzyılları aşarak günümüze kadar ulaşan vazgeçilmez bir emeldir. Güçlü olduğumuzda boyun eğenler, gücümüz zafiyete uğradığında hemen sindikleri yerden doğrulmuşlardır. Ve bir sır gibi taşıdıkları düşman amaçları bir bir gerçekleştirmenin çarelerini aramaya başlamışlardır. Çanakkale Savaşı ve Milli Mücadele, hakimiyet havzalarını kaybederek, son hayat alanımız olan Anadolu’ya çekildiğimiz şehadet, göç ve ıstıraplarla dolu acı senelerin içinde gerçekleşmiştir. Aziz milletimiz, altı asırlık hükümranlığının sonucunda, ana yurda her gün bir yeri kopa kopa sığınmış, yani asli unsurun ocağına dönmüştür. Dikkat ediniz, ocağımızı söndürmek isteyenlerin en çok istediği birbirine düşmüş, birbirinden uzaklaşmış, cephelere ayrılmış bir devlet, bir millet yapısıdır. Artık büyük Türk milleti için dönülecek başka toprak parçası, gidilecek başka göç güzergâhı, verilecek başka vatan köşesi herkesi uyarıyorum ki, katiyen kalmamıştır. Anlamakta ve anlamlandırmakta güçlük çekenlere tekrarlıyorum: Burasının adı Türkiye Cumhuriyeti, milletinin adı ise Türk milletidir. Ya, bu topraklar ve üzerinde yaşayan millet bir ve bütün halinde yaşayacaktır, Ya da Türk milleti Anadolu’dan çıkarılarak tarihten silinecektir. Bilmeyenleriniz varsa, ben buradan tekraren söyleyeyim: Bunun adı tarihi Şark Meselesidir. Ve tarafları bellidir. Bir yanda Türk milleti, diğer yanda yedi düvel bulunmaktadır. Bir yanda milletimiz, inançlarımız, değerlerimiz ve bayrağımız; diğer yanda haçlı barbarlığı yerini almıştır. Bugün adının değişmiş olması, maskelerin değişmiş olması, bu tarihi emelleri değiştirmemiştir. Tarih ve millet huzurunda söylüyorum ki, bunu görmek lazımdır, bunu bilmek lazımdır, buna karşı aynı safta toplanmak lazımdır. Adına ne denirse denilsin, dayatılmak istenen Şark Meselesi’nin bugünkü şablonundan başka bir şey değildir. 13 Kasım 2009 tarihinde TBMM Genel Kurulu’nda yaptığım, bununla birlikte tarihe not düştüğüm mühim konuşmayı bir kez daha hatırlatmak ve fikri namusunuza havale etmek isterim: “Jeo-politik, üzerinde yaşanılan coğrafyanın yöneticilerine yüklediği yönetim sorumluluğunu ve vizyonunu tanımlar. Yüksek siyaset, kaynağını ve duruşunu coğrafyadan alır. Her coğrafyanın doğal ve zorunlu politikası vardır. Anadolu üzerinde yaşıyor olmanın da bir jeopolitiği vardır ve bin yıldır değişmemiştir. Coğrafya aynı duruyorken (ki öyledir); on asırdır bu topraklardan yükselen politik dinamikleri değiştirirseniz, buradan hepinizi uyarıyorum ki coğrafyayı mutlaka kaybedersiniz. Ve size başka başkentlerin jeopolitiğinden doğmuş yeni coğrafyalar dayatılırken, onun da politiğini öngöremezseniz, anayurt politiği ile eklemleyemezseniz, ortaya kesinlikle dağılma ve yıkılış çıkacaktır. Bugün karşımızdaki tehlike de budur. Bu kaçınılmaz akıbeti değiştirecek bir tek olumlu örneğe tarih henüz şahitlik etmemiştir. İnsanlığın geçmişi, tarihin çöplüğü bunu öngörememiş yöneticilerin ve devletlerin enkazı ile doludur. Coğrafyamız tartışılırsa milletimiz; milletimiz tartışılırsa devletimiz; devletimiz tartışılarsa bayrağımız; bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır. Bunlar ne fantezi bir düşünce, ne bir vehim, ne bir sendrom, ne de bir paranoyadır. Binlerce yıllık insanlık tarihinin, yüzlerce yıllık milletler mücadelesinin, millet olmanın inceliklerine nüfuz edebilmiş bir yüksek fikriyatın, derin duyuşun ve milli tarihe vakıf olmanın eseri ve sonucudur. Bunlar benim şahsi fikrim değil, bin yıllık millet varlığının bu topraklarda tutunmak için, kanla, gözyaşıyla, çileyle bugüne aktardıkları stratejik miras ve emanetlerdir. Bütün bu gelişmeleri ve yorumlarımı, iyi niyetli olduklarını düşünmeye devam etmek istediğim Meclis’te grubu bulunan her partinin değerli milletvekillerine ve yüce Meclise hatırlatmak isterim. Bir kez daha düşününüz. Bir kez daha oynanan oyunun bütününü tarihi perspektifle, dün, bugün ve gelecek vizyonuyla değerlendiriniz. Karşımızda, yeni bir Sevr dayatması olduğunu mutlaka göreceksiniz. Yüzyılın başındaki küresel aktörlerin, oyunların ve parçalanma taleplerinin sadece isim değiştirmiş olduğunu da bileceksiniz.” Bu sözlerimin yanı sıra diyorum ki, bugün mesele Beyrut değil, Ankara’dır. Bugün hedef Şam, Tahran, Sana veya Bağdat değil İstanbul’dur. Bugün gizil ve gizli gündem Türk vatanıdır. Ortadoğu’da ateşlenen füzelerin, sıkılan mermilerin, atılan bombaların, düzenlenen suikastların, günbegün serpilen anarşik ve kaotik çalkalanmanın bir sonraki etabı, nihai sahası, kesin hesap merkezi Anadolu coğrafyasıdır. İsrail terörünün, emperyalist alçaklığın, küresel barbarlığın saklı ajandasında Türkiye vardır. Tam bir yıldır Gazze’de taş üstünde taş bırakmadılar. Tam bir yıldır bebek, çocuk, kadın ve sivil halk demeden katlettiler. 42 bine yakın masum Filistinli soykırım kurbanı oldu. 17 bin çocuk kefene sarıldı, mezara koyuldu. Gazze’ye 85 bin ton bomba atıldı. 100 bine yakın Filistinli yaralandı. Bir milyon Filistinli yerinden yurdundan edildi. Büyük İsrail hedefiyle Ortadoğu dilim dilim doğrandı. 400 yıl boyunca hâkimiyetimiz altında tek top mermisinin patlamadığı Filistin ve Kudüs bugün kanlı heyelanın altında kaldı. Özellikle komşu coğrafyaların etnik ve mezhebi damarlarının ayrıştırılarak nasıl bölüneceğinin, Siyonizm’in ileri karakolu olarak planlanan terör ve minyatür devletlerin hangi yöntemlerle kurulacağının ince hesapları ve provaları yapıldı. İsrail’in dünyaya meydan okuduğu artık netleşmiştir. Uluslararası hukuk çiğnenmiş, insani miras ve değerler mahvın sınırına gelip dayanmıştır. Bu terör devletine karşı silah ambargosu uygulamak yetersizdir. Kınama mesajlarının ise hiçbir manası ve bağlayıcılığı yoktur. Cinayet makinesi ve soykırım suçlusu İsrail’i durdurmak için acilen kuvvet kullanmak gerekmektedir. Birleşmiş Milletler bu tarihi ve ertelenemez görevi derhal üstlenmek ve katiller sürüsünü cezalandırmak zorundadır. 2 Ekim’de İran’ın fırlattığı 120 adet füzeden sonra süreç iyice kızışacak, olası misillemelerle yangın Ortadoğu’nun bacasını hepten saracaktır. Beşeriyet din ve medeniyet temalı bir küresel savaşa doğru hızla kayış halindedir. İsrail şu anda İslamiyet’e, İslam coğrafyasına ve hatta insanlığa savaş açmıştır. Yakın vadede ise komşu ülkelerdeki kaosun sınırlarımıza kadar ulaşması, İsrail’in küresel güçlerin himayesine güvenerek Türkiye’yi taciz etmesi muhtemeldir ve beklenmelidir. İran, Irak, Suriye, Yemen, Lübnan ve Filistin’den sonra dünya jeopolitiğinin şah damarı olan Anadolu coğrafyasının hedef alınma ihtimaline karşı milli seferberlik ruhuyla ayağa kalkılması biliniz ki, kaçınılmaz bir sorumluluk haline gelebilecektir. Bu nedenle Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde, İsrail saldırıları ve bölgesel gelişmeler kapsamında bugün öğleden sonra yapılacak kapalı oturum yerinde ve isabetli bir karardır. İsrail üzerimize gelirse, istihbarat oyunlarıyla ülke içinde örtülü veya açık operasyonlara heves ederse, bu hain ve hayasız cüretinden dolayı bin pişman edileceğini yedi düvel hatırında tutmalı ve asla unutmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti bunu yapacak güç ve kudrete sonuna kadar sahiptir. Coğrafyaları üzerimize silkelemek, terör örgütünü dürte dürte saldırıya geçirmek için kabus senaryolarını devreye alan, mazlum toplumlara karadan ve havadan ölüm tuzağı kuran tek dişi kalmış İsrail canavarının tam karşı cephesinde etten duvar öreriz, şehadetten anıt dikeriz, Ya Allah Bismillah diyerek gövdemizi vatanımızın her karışına germekten kaçmayız, korkmayız, tereddüt göstermeyiz. Mesele milli onur ve güvenlik meselesidir. Tehlike yakın, tehdit yakıcı, tarih ve coğrafya diken üstündedir. Bir olmalıyız, diri olmalıyız, iri olmalıyız, Türk milletinin ve Türkiye’nin muktedirliğini, mukavemetini, muhkem ve muharip gücünü yeri gelirse hep birlikte ispat etmeliyiz.
Değerli Arkadaşlarım, Küresel ve bölgesel vahşetin yükselen çıtası yaygınlaşırken, ülkemizde her gün bir yenisine şahit olduğumuz cinayet, taciz ve şiddet vakalarının gittikçe yaygınlaşması toplumsal endişe ve infiali tırmandırmaktadır. Psikopat bir cani tarafından İstanbul Fatih ve Eyüpsultan’da peş peşe işlenen tasarlanmış cinayetler, Beyoğlu’nda görülen taciz olayı, Sıla bebeğin hayatını kaybetmesi, asayişsizliğin yoğunlaşması, kavga ve karışıklık bekleyenlerin ümitlenmesi milletimizi derinden yaralamaktadır. Şiddete karşı sıfır toleransla muamele etmekten başka seçeneğimiz kalmamıştır. Bugünün insanı, bugünün şiddet sahnesinde görülen ızdırap verici vakalar karşısında bezgin ve bitkindir. Milliyetçi Hareket Partisi ARGE çatısı altında, “Bireysel ve Toplumsal Şiddetle Mücadele” etmek maksadıyla saygın ve alanlarında parmakla gösterilen uzman ve akademisyenlerimizden teşekkül eden bir komisyon kurmuş bulunuyoruz. Bu komisyonumuz inanıyorum ki, kısa zamanda çalışmalarını ikmal edecektir. Şiddet karşısında sessiz kalamayız. Geleceğimizi şiddete rehin bırakamayız. Derlenmeliyiz, toparlanmalıyız, kendimize gelmeliyiz, cezaları artırmakla beraber; şiddetin ürediği ana yatağı kurutmak zorundayız. Temellerimizi kazıp, kaynağımıza inip saçılan hastalık tohumlarını bulup çıkarmalıyız. Bu durum aynı zamanda ülkemiz ve milletimiz için bir diğer beka konusudur. Avusturyalı meşhur bir romancı, 1942’de eşiyle birlikte hayatlarına son vermeden önce yazdığı ve “Dünün Dünyası” adıyla yayımlanan anılarında kendi çağındaki pek çok insanın içine düştüğü umutsuzluğu şöyle ifade etmişti: “Yılgın ve buruk yüreklerimizle umutsuzluk çukurunun en dip karanlığında yarı kör bir halde, el yordamıyla debelendiğimiz şu zamanda bile, tekrar tekrar yukarıya, çocukluğumun üzerinde ışıyan yıldızlara bakıyor ve bu çöküşün, gelecekteki günlerde, ileriye, daima ileriye gidişin ebedi ritminde verilmiş bir ara gibi gözükeceğine olan kalıtsal özgüvenimle kendimi avutuyorum.” Buna rağmen, bizim ara vermek, bugünden vazgeçmek, şiddete boyun eğmek gibi bir düşüncemiz olmaz, olamaz. Uzaya ve uzağa gözünü diken insan, bir adım ötesindeki komşusunu göremeyecek ölçüde kendi içine gömülmüştür. Haz arayışı, hayata yüklenen anlamın neredeyse kilidi haline gelmiştir. Dün küçük evlerin içinde büyük aileler yaşıyorken, bugün yaşanan değerler erozyonundan mütevellit kocaman evlerin içine küçük aileler bile sığmamaktadır. Çok insan olmasına rağmen, insanlık azalmıştır. Uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanım yaşı üzülerek ifade ediyorum ki oldukça düşmüş, okul önlerinde uyuşturucu çeteleri yuvalanmıştır. Hepimiz kafa kafaya verip seri ve sert önlemleri almakla yükümlüyüz. İnsanımızı sonsuz dalgalanmaların tesirinden kurtaracak değişmez ve dejenere edilemez değerlere müştereken sarılmak gerekmektedir. Bugünkü dünyaya hakim olan sosyal ve ekonomik organizasyon tarzının ve yamalı değerler sisteminin büyük çapta tatminsizliğe yol açtığı muhakkaktır. İnsan gün geçtikçe yiyen, içen, üreyen; fırsat buldukça başka insanlara şiddet uygulayan, niçin yaşadığını düşünmeye fırsat bulamayacak şekilde zamanın akıntısında sürüklenip giden bir varlık haline gelmiştir. İşte asıl felaket de budur. Bu felaketin püskürtülmesi için el ele vermek, Merhum Hocamız Prof.Dr.Erol Güngör’ün önerdiği ahlaki şuur etrafında birleşmek, milli ve manevi ortak paydada tek yürek halinde kenetlenmek hepimizin omuzlarına binen görevdir. Hukuk, hayatın gerisine düşerse toplumsal buhran kaçınılmazdır. Gerçekte hayatı yapanlarla hukuku yapanlar aynı kişilerdir. Sözgelimi cezasızlık şikâyetleri genişlerse, suçluların tahliyesi sıradanlaşırsa, yapanın yanına yaptıkları kar kalırsa, o halde herkes kendi ölçüsüne göre adaleti sağlama peşine takılacak, bu defa da devletin temelleri sarsılacaktır. Türk-İslam medeniyetinin özünde ahlak ile hukuku ayırt etmek mümkün değildir. Ahlakta da samimi inanç esastır. Merhum Hocamız Prof.Dr. Nurettin Topçu’ya göre, ahlakın birinci ilkesi eşitlik, ikinci ilkesi adalet, üçüncüsü ilkesi merhamettir. Bana göre dördüncü ilke de hoşgörü ve karşılıklı anlayıştır. Ne güzel de buyurmuş Hoca Ahmet Yesevi: Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol, Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaşı ol, Mahşer günü dergahına yakın ol, Ben-benlik güden kişilerden kaçtım işte. Garip, fakir, yetimleri Resul sordu, O gece Mirac’a çıkıp Hakk cemalini gördü, Geri gelip indiğinde fakirlerin halini sordu, Gariplerin izini arayıp indim ben işte. Böylesi elleri öpülesi ecdadımızın bugünkü ahfadının, muazzam bir inanç, iman ve fikir şadırvanı olan, maneviyatıyla beşeriyete rol modellik yapan aziz milletimizin şiddetle anılması, şiddet uçurumuna sürüklenmesi günahtır, hazindir, çelişkidir; bu suretle şiddetin önüne geçilmesi, şiddeti tahrik ve teşvik eden bataklığın kurutulması boynumuzun borcudur ve tehiri de imkansızdır. Bu duygu ve düşüncelerle, Saadet Partisi’nin kurucu Genel Başkanı, Türk siyaset ve devlet hayatının mümtaz ismi Sayın Recai Kutan’ın vefatından duyduğum üzüntüyü paylaşıyor, merhuma Allah’tan rahmetler niyaz ediyor, sevenlerine ve milletimize baş sağlığı diliyorum. Sözlerime son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.
|