Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Devlet BAHÇELİ’nin, TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma. 15 Ekim 2024
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı
Sayın Devlet BAHÇELİ’nin,
TBMM Grup Toplantısında yapmış oldukları konuşma.
15 Ekim 2024

 

 

 

 

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Misafirler,

Basınımızın Değerli Temsilcileri,

Meclis Grup Toplantımızın başında hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor en iyi dileklerimi sunuyorum.

Bu vesileyle toplantımızı yurt içinden ve yurt dışından, televizyon ekranları, sosyal medya platformları, radyo kanalları vasıtasıyla takip eden tüm vatandaşlarımıza,

Gönül ve kültür coğrafyalarımızda hayat, haysiyet ve hürriyet mücadelesi veren tüm kardeşlerimize yürekten selamlarımı iletiyorum.

İstikbal aydınlığı, ancak onu hak edenlerin müdahalesiyle parlayacaktır.

Bu kapsamda dirençli iyimserliğimizi ve dirayetli inancımızı azimle muhafazanın dışında ikinci bir tercihe her şart altında kapalıyız.

Bahse konu aydınlığın kesintisiz şekilde hem ışık hem de ısı vermesi milli birlik ve kardeşliğin, toplumsal uzlaşma ve dayanışmanın varoluş enerjisine doğrudan doğruya bağlıdır.

Bizim istikbal vizyonumuz, Türk milletinin dünya üzerinde olmasını arzuladığı en üst mertebeyi hedef alan ve uzun vadeyi kapsayan ufuk ötesi bir menzilin arayışıdır.

Asıl mesele önümüzde perde perde açılan ufuk çizgisine odaklanmak değil, ufkun ötesine bakabilmek, bu suretle muhtemel fırsat, mükafat ve müşkülatları zamanında öngörebilmektir.

Bu yüksek öngörü seviyesinin şükranla anılan misallerini milli abidemiz olan Orhun Yazıtları’ndan itibaren tarihimizin kilometre taşlarında görmemiz mümkündür.

Aziz Atatürk tam da bu düşüncelerimizi veciz bir sözüyle bakınız nasıl teyit etmişti: “Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi kafi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazımdır.”

Uzakları yakınlaştıran, uzayan mesafeleri kısaltan, risk ve tehditleri doğru okuyan, çağların üzerinde fikir kanatlarını açıp zamanı bütün zaviyelerinden kuşatan inanmış milli yürekler tarihe derin izler bırakmaya daima namzettir.

Bunu yapabilmek için evvela sağlam ve sağlıklı bir tarih şuuruna ihtiyaç olduğu elhak tartışmasızdır.

Ne söylüyorsak, hangi uyarıları yapıyorsak, bilinmesini özellikle temenni ederim ki, mutlaka tarihi kaynakları ve haklı gerekçeleri vardır.

Toplumların üretim ilişkileri nasıl ki beceri geleneğine dayanıp, kuşaktan kuşağa aktarılarak bir işkoluna veya sanata dönüşüyorsa, milli hafızaya kazınmış pek çok hadise de aynı şekilde aktarılır ve tarih şuuru beslenir.

Yaşanan milli tecrübelerin kılavuzluğuyla yozlaşmayı sileriz, yokuşları ineriz, yönümüzü belirleriz, yükümüzü hafifletiriz, yürüyüşümüzü emniyetli şekilde temin ederiz.

Bizim yolumuzu çizen hem yaşadığımız hem de hafızamızda taşıdığımız vatan coğrafyası, bağrından çıktığımız Türk milleti ve tarihin bin bir facialarını kaydeden ıstıraplı sayfalarından elde ettiğimiz doğru sonuçlardır.

İktisat teorisinde anlatıldığı üzere, marjinal büyüme gayri ekonomik hale gelmişse, öne çıkan zenginleşme değil, yoksullaşmadır.

Halbuki milletlerin hayatında istikrarlı büyümenin ve imrenilecek hedeflerin marjinal temelde izahı yapılamaz ve buna dair hiçbir sınır da koyulamaz.

Hatta sürekli büyüme halinin, sonlu bir gezegenin ekolojik limitlerine çarpmadan nasıl ve ne zamana kadar devam edeceği de uzun zamandır sorgu altındadır.

1970’li yıllarda Roma Kulübü’nün başını çektiği işbu sorgulamanın mihrakında şanslı azınlıklar, gelir ve servet yığılmasıyla öne çıkan gelişmiş ülkeler değil, tam tersine azgelişmiş veya gelişmekte olan ülkeler yer almıştır.

Ekonomiden siyasete, enerjiden eğitime, teknolojiden ticarete, sanattan spora, tarımdan sanayiye, sağlıktan turizme, bilimden kültürel hayata, güvenlikten silah endüstrisine varıncaya kadar dünya hakim güç ve çevrelerin tek yanlı dayatmasına çok tehlikeli şekilde maruz kalmıştır.

Adaletsizliğin kökleşmesi, ahlaki iflas, manevi erime, insani felaket yer kürenin her köşesine nüfuz etmiş ve saltanat kurmuştur.

Zora ve zorbalığa dayalı haksız güç kullanan mütehakkim ülkelerin suçu ve suçluyu, caniyi ve cinayeti kayıran sübjektif hukuk dalaveresi, güçsüzlerin haysiyeti ve insan hakları üzerine katliam şantiyesi kurmuştur.

Katliam makinesi, soykırım çetesi Siyonist barbarlığın bugüne kadar durmayışı, insanlık adına ve uluslararası hukuk namına hiçbir tazyik, tenkit, telin ve telkine aldırmaması yalnızca bir utanç anıtı gibi karşımızda değil, azami ölçüde uyanık olmamızı gerektiren ibret verici bir saldırganlık ve haydutluk anarşizmidir.

İsrail tehdidinde tüm eşikler aşılmış, sözün hükmü hepten aşınmıştır.

Bilindiği üzere, Lübnan’da konuşlu bulunan Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü, bölge güvenliğine destek amacıyla faaliyetini sürdürmektedir.

İsrail öyle bir aşamaya gelmiştir ki, bir yanda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri’ni istenmeyen adam ilan ederken, diğer yanda Birleşmiş Milletler Geçici Görev Gücü’ne periyodik saldırılar düzenlemektedir.

Bu durum bir cinnet halidir.

Otokontrolünü kaybeden sözde bir devlet şiddetin bütün düğmelerine gözü kapalı halde basmaktadır.

Sözde devlet diyorum, çünkü İsrail uluslararası hukukun evrensel ilkelerine göre devlet olma vasfından hızla kopmuş, bir cinayet aygıtına, bir ölüm mangasına, bir terör örgütüne dönüşmüştür.

Batı Şeria ve Gazze’den sonra Lübnan’ın işgal ve yıkım planı sistematik olarak devam etmektedir.

İsrail’in hiçbir yaptırım ve cezai takibata uğramaması, alçaklığının, korkunç azgınlığının, hak ve hukuk tanımayışının başlıca motivasyonu ve moral deposudur.

Birleşmiş Milletler aciz, atıl, dilim varmıyor söylemeye ama korkaktır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi kahredici sessizliğe ve tepkisizliğe gömülü vaziyettedir.

Uluslararası toplum derhal harekete geçmelidir.

İslam ülkeleri üç maymunu oynamaktan vazgeçerek ahlaki tavrını ve tarafını erdemli ve eylemsel adımlarla berrak şekilde göstermek durumundadır.

İsrail Maliye Bakanı, vaat edilmiş topraklar ve büyük İsrail hayalini anlatırken hedef ülkeleri tek tek sıralamış; Suriye, Irak, Ürdün, Mısır ve Suudi Arabistan’ı direkt rencide etmiştir.

Anlaşılan bu nobran itiraf bile henüz müessir bir uyanışı tetikleyememiştir.

Elbette böyle gidemez, akan kana hiçbir surette seyirci kalınamaz, insanlık vicdanının heder ve helak olmasına daha fazla iradesiz durulamaz.

Tekrar ifade ediyorum, Birleşmiş Milletler derhal kuvvet kullanmalı, suçlular tarih ve adalet önünde cezalandırılmalıdır.

İsrail’in savaşı bölgeye yayma hamleleri, Lübnan’dan sonra Suriye’yi işgal hevesleri, üstüne basa basa ifade ediyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti ve mazlum milletler aleyhine çok ciddi bir güvenlik tehdididir.

Bu gidişle sınırlarımıza dayanması kuvvetle muhtemel olan Siyonist saldırganlığın ve arkasındaki küresel emperyalizmin asıl gayesi bellidir, herhangi bir ihmal ve kayıtsızlık ağır bedellere kapı aralayacaktır.

Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminin gelişmeler karşısındaki ilkesiz, ilgisiz, ikircikli ve iltihaplı siyaseti gerçekten de endişe verici boyutlardadır.

Mahalle yanarken CHP’nin ısrarla havanda su dövmesi, kaçak güreşmesi, polemik ve dedikodu çarkını süratle çevirmesi ayıplı bir siyasetin ucuz numaralarından başka bir şey değildir.

Normalleşme çığırtkanlarına samimi bir hatırlatma yapmanın vakti sanıyorum gelmiştir.

Hiç kimse unutmasın ki, hakiki normalleşme 1999 yılında kurulan 57’inci Cumhuriyet Hükümetiyle vücut bulmuştur.

Milliyetçi Hareket Partisi’yle Demokratik Sol Parti’nin koalisyon hükümetinde buluşması, o güne kadar devam edegelen ideolojik katılıkları ve siyasi karşıtlıkları yumuşatmakla kalmadı, milli birlik ve dayanışma hissiyatını perçinledi.

Yıllarca kuzey-güney kutbu gibi ayrı düştüğümüz siyasi bir gelenekle deyim yerindeyse Türkiye ve Türk milleti ortak paydasında el ele vererek hizmet etmedik mi? Karşılıklı saygı ve anlayış çerçevesinde normalleşmeyi kuvveden fiile geçirmedik mi?

Ucuz normalleşme teklif ve temennileri bize kalırsa maksatlıdır, nihayet bu mevzu 25 yıl önce samimi tokalaşma ve kucaklaşmayla zaten halledilmiş ve yeni normal tezahür etmiştir.

Normalleşme takıntısı içinde olanlara diyorum ki, geçin bunları geçin, zahmet edip siyasi tarihimizin sayfalarına bakın, orada aradığınızı mutlaka bulacaksınız.

Geçtiğimiz hafta Salı günü, İsrail saldırıları ve Ortadoğu’daki gelişmeler kapsamında Meclis Genel Kurulu’nda yapılan kapalı oturumdan hemen sonra Özgür Bey’in açıklamaları ucuz olmasının yanında ileri derecede sorumsuzluk ve savrukluktur.

Muhalefetin Türkiye’ye yabancılaşması, milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan dönemde hezeyan nöbetine girmesi siyaset ve demokrasi hayatımız içim vahim bir sancıdır.

Daha kötüsü ise, Özgür Bey’in yanından hiç ayırmadığı, ikili görüşmeleri kimlerin namına kayıt altına aldığı meçhul ve muamma olan bir eski büyükelçinin milli gerçeklerle çatışan sözleridir.

Hükümetin İsrail ve ABD karşısında ortaya koyduğu tavrı, Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesine ihanet sayan, Türkiye’nin güvenlik kaygısını saçma bulan malum süzülmüş monşerin İsrail’in diplomatik misyon temsilcisi gibi konuşması şayet mankurtluk değilse, biliniz ki müptezelliğin daniskasıdır.

İsrail ve sırtını dayadığı ülkeler terörizmin ana sponsorudur.

Bunu yok saymak demek köleliğe razı olmak, küfre diz çökmek, zillete yaka iliklemek demektir.

CHP’nin durduğu yer Türk milletinin durduğu yer değildir.

CHP’nin baktığı yer Türkiye’nin milli hedefleriyle bir ve aynı değildir.

En temel milli meselelerde uzlaşmaya yanaşmamak, düşman emellerinin vatanımıza ulaşmasına aleni çanak tutmaktır.

Gerçi huylu huyundan vazgeçmez, ancak biz yine de CHP’den umudu kesmeyeceğiz, Türk milletinin ve Türkiye’nin yanında zoraki olsa bile makul bir pozisyon alacağı günleri sabırla bekleyeceğiz.

Vakit kaybetmeksizin İsrail terör devletine karşı ortak bir direniş hattı kurulmalıdır.

Birleşmiş Milletler operasyonel askeri gücünü sahaya yansıtmalıdır.

Bunu bölge ve dünya barışı için acilen yapmalıdır.

Eğer yapamıyorlarsa, geldiğimiz bu aşamada teklifim şudur:

Muhatap ülkeler yeter ki gölge etmesinler, yeter ki çekilsinler önümüzden, yeter ki kapatsınlar gözlerini, ezcümle görsünler kahramanlığı, görsünler Ortadoğu’nun nasıl huzura kavuştuğunu, Türk mü yaman Siyonist eşkıyalık mı yaman tüm dünya şahit olsun.

Hizbullah’ın İsrail’in Hayfa kentinin güneyindeki askeri üssünü İHA’larla vurması çatışma sürecinin kızışacağının açık işaretidir.

Sadece Ortadoğu değil, dünyanın geneli bıçak sırtında, diken üstünde, belirsizliğin kapsama alanındadır.

Nitekim çok dikkatli olmamız gerekmektedir.

Lübnan’da bulunan vatandaşlarımızın başarıyla ve zamanında tahliyesi de bugünkü sıkıntılı atmosferde milletimizi teselli eden bir gelişmedir.

Kuzeyimizde cereyan eden Rusya ile Ukrayna savaşı, güneyimizin baştan ayağa tutuşması, batımızda Yunanistan’ın yaygın tahrikleri, doğumuzda silahlı bölücü terörün iğrenç emelleri ehl-i vatanın ayağa kalkması için gerek ve yeter şartların sağlandığına en bariz delildir.

Milliyetçi Hareket Partisi hem içimizde hem de dışımızda barış havasının, barış kuşağının egemen olmasını iliklerine kadar arzulamaktadır.

Çatışmanın sonu yoktur.

Savaşın galibi yoktur.

İsrail’in Ortadoğu’da tarihi bir hüsran ve hezimete mahkum olması kaçınılmazdır.

1967 sınırları temelinde, bağımsız, coğrafi bütünlüğüne haiz, başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devleti mutlaka tanınmalıdır.

İsrail ile Filistin arasında iki devletli çözümün dışında da bir üçüncü yol bulunmamaktadır.

Değerli Arkadaşlarım,

Siyaset, etrafı kordonla çevrilmiş bir ring alanı, siyasetçiler de üzerlerine bahis oynanan boksörler değildir.

Türkiye’nin bugünkü hassas ve nazik döneminde herkesin sorumluluk ruhuyla, uzlaşmaya yatkın davranış kalıbıyla ve üslup saygınlığıyla hareket etmesi yegane dileğimizdir.

İster bireysel, isterse de toplumsal düzeyde olsun; huzurlu, mutlu, dengeli, düzeyli ve barışçıl bir hayatın muhakkak surette ahlaki bir boyutu vardır ve olmalıdır.

Bu ahlaki boyutun eşgüdüm halinde ve eşzamanlı muhafazası sorun çözme kültürünü destekleyecek, sayısız ben’den oluşan biz duygusuna güç verecektir.

Mesele biz olmanın emsalsiz sırrına erişmek, bunu da yaşayıp bihakkın yaşatmaktır.

Hep dediğimiz gibi, her şey Türkiye içindir.

“Önce ülkem ve milletim, sonra partim ve ben” anlayışı bizim siyasetimizin ana omurgasıdır.

29 Ekim’den itibaren Erzurum’dan başlayacak “Bir ve Beraber Hilale Doğru Türkiye Toplantıları”mızın ilhamı da birleştirici ve bütünleştirici siyasetimizin müessir atılımıdır.

Omurgasız vücut cesetten ibarettir.

Biz ceset olmaya değil, aziz milletimiz, cennet vatanımız ve geleceğin Türk evlatları için dipdiri olmanın amaç ve azmindeyiz.

Tarihin sararmış ve solmuş yapraklarından araya araya bulup çıkardığımız nice acı veya parlak hatıranın ivmesiyle istikbalin yol haritasını çizmenin, istiklalimizi ve milli varlığımızı canımız pahasına korumanın derdinde ve peşindeyiz.

Tarih, geçmiş olayların pul koleksiyonu yapar gibi toplanmasıyla sınırlı gösterilemez, takdim ve teşhir edilemez.

Yayı ne kadar geriye çekersek oku o denli uzağa atmamıza benzer şekilde, ne kadar geriye bakarsak, o kadar uzağı görmemiz kaçınılmaz bir hayat ve tarih gerçeğidir.

Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş köprüsü TBMM’dir.

Hazırlık ve mayalanma dönemi ise kongreler marifetiyle, yani demokratik yollarla icra edilmiştir.

Silah, siyaset ve stratejiye tutunmuştur.

Aşağıdan yukarıya doğru yükselen bir seçim, temsil ve vekalet ağı üzerine kurulu bulunan ve katılımın esas alındığı kongre hareketleri Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düşmüş olduğu derin bunalımın ancak demokrasi ile çözülebileceğini göstermiştir.

Kısaca temas etmek isterim ki, Türkiye Cumhuriyeti bir demokrasi zaferi, mücadele bereketi, muazzam bir halk hareketidir.

Millet, devleşmiş, devletleşmiş, müstevli akınlarını devirmiştir.

Anlatmak ve açıklamak istediğim özetle şudur: Türk devlet felsefesine hangi açıdan bakarsak bakalım, devlet millettir, millet de devlettir.

Devlet, ülkesi ve milletiyle bir ve bütündür.

İkisini birbirinden ayırmak, ayrı değerlendirmek, zaman zaman da çatıştırmak fahiş bir yanlış olmanın yanı sıra, devlet umurunu ve onurunu hazmedemeyen nevzuhur demokrat yobazlarının handikap ve hüsranıdır.

Bu nedenle geçen hafta dile getirdiğim üzere; coğrafyamız tartışılırsa milletimiz; milletimiz tartışılırsa devletimiz; devletimiz tartışılarsa bayrağımız; bayrağımız tartışılırsa varlığımız ortadan kalkacaktır.

Devleti milletten ayırmak, milleti devletten ayrıştırmak su katılmamış bölücülüktür ve çok tehlikelidir.

Vilayet-i Şarkiya Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti’nin Erzurum Şubesi’nin bir belgesinde 9 Mart 1919 tarihli Beyannamesi’nde geçen Türk milleti ifadesi işin özünde anlamasını ve almasını bilenler için hayranlık uyandıran mesajlarla doludur.

Birinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlayan Mütareke döneminde Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal-anayasal gündemindeki ilk madde bir devlet sorunu olarak belirmiştir.

Kısaca ifade etmek gerekirse, Birinci Dünya Savaşı’nın yenilgiyle kapanması Türk milleti için bir devlet ve iktidar sorunu doğurmuş, bağımsızlık ve egemenlik ağır ve acıklı bir yara almıştır.

Bu sorunun çözümü meşru ve demokratik kanallardan ikmal edilen Milli Mücadele’yle çözülmüş, vatanın kurtuluşu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu tarihi miras ve misaka müzahir şekilde temellenmiştir.

Şimdi o yıllara gidelim ve Merhum Rauf Orbay’ın anılarından bir bölümü özet halinde dinleyelim:

“16 Mart 1920 sabahı uyanır uyanmaz, ilk işimiz her zamanki gibi gazeteleri aramak oldu. Fakat o sabah gazeteler gelmedi.

Sebebini soruştururken, İngilizlerin ani bir baskınla Şehzadebaşı karakolundan itibaren şehri yer yer işgal ettikleri haberini aldık.

Arka yolları takiple doğru Mebusan Meclisi’ne gitmek için harekete geçtim.

Meclis’e vardığım zaman, Padişahı ziyarete gitmek üzere Reis Celalettin Arif Bey’i aradım. Makamında bulamadım.

Çaresiz onun yerine Reis Vekili Balıkesir Mebusu Abdülaziz Mecdi Efendiyi alarak, Konya Mebusu Vahbi Efendi de dahil, heyet halinde Yıldız Sarayına gittik.

Giderken yollarda sağda, solda, düşman askerlerini gördükçe, yüreğimiz sızlayarak, sesimiz kısılmışçasına susuyorduk.

İşte bu duygularla mütehassis olarak saraya vardık ve derhal huzura kabul olunduk.

Konya Mebusu Vehbi Hoca, heyecanını zaptedemedi, benden evvel konuşarak;

Efendim, dedi, ne yapsalar milleti yıldıramazlar. Memleketin kurtarılması için uğraşıyoruz. Müsterih olunuz Padişahım.

Bu sefer Abdülaziz Mecdi Efendi heyecanlandı ve oturduğu pencereden görünen Dolmabahçe önünde demirli düşman donanmasını göstererek:

Padişahım, dedi, bu kafirlerin zoru işte su kenarına kadar geçer. Ötesinde sökmez. Anadolu pulattır. Vatanın selameti için atıldığı mücadelede mutlaka muvaffak olacaktır. Bundan emin olunuz.”

İşte bir daha böylesi hüzünlü ve yürek yaralayan kasvetli anıların kaleme alınmasını istemiyoruz.

Bir daha topraklarımızda müstevli çizmesi görmeye tahammül etmiyoruz, etmeyeceğiz.

Moğol İmparatoru Cengiz Han’ın torunu Hülagu’yu 1258’de Bağdat’a getiren, dönemin Abbasi Halifesinin keçeye sarılıp atların ayakları altında ezdiren geri plandaki asıl gerekçeleri unutmuyoruz, bu nedenle toplumsal çözülme ve birlik duygusunun çürümesine sonuna kadar karşı duruyoruz, karşı duracağız.

Şuna inancım tamdır ki;

Türk milletinin vatan sevgisiyle dolu göğsü, düşmanların lanetlenmeye layık ihtirasları karşısında daima çelikten bir duvar gibi yükselecektir.

Yeri gelir elimi uzatır müşterek ve milli değerlerde toplanma çağrısı yaparım; yeri gelir vatan için, millet için, bayrak için, ezan için, devlet için başımı uzatır, şehadet şerbetinden tadımlık değil kana kana doyumluk içerim.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ali menfaatleri uğruna her vasatta temel ve ortak değerler etrafında el ele tutuşmaya, elimi uzatmaya varım ve hazırım.

Ancak bu elin yanlışa yorumlanmasını, açılan kollarımın, gülümseyen yüzümün ihanetin saklanacağı kisve olarak tevilini asla affetmem, buna da cihan yıkılsa razı gelmem.

Vakur yumuşaklığımızı, sağduyulu yaklaşımımızı, uyuklayan dimağ, tavize teşne, teslimiyete tekmil olarak formüle eden güruhun aklına şaşar, alınlarını da santim santim karışlarım.

Terörün her türlüsünü reddetmenin, defetmenin ve imha etmenin sonsuz kararlığındayız.

1984’den bu yana devam eden PKK terörünün nasıl bir yıkıma, nasıl bir sosyal ve ekonomik maliyete yol açtığını en iyi bilenlerdeniz.

Terörle huzur arasında güvenli bir durak yoktur.

Terörle siyaset arasında bağ ve bağlantı yoktur.

Terör demokrasinin celladı, özgürlüğün katili, insan haklarının infazcısı, insanlığın can düşmanıdır.

Hem siyaset hem terör aynı kalıba giremez, aynı bedene sığamaz, aynı ağıza sığınamaz.

Ya siyaset ya terör, ya siyaset ya silah; arası, ortası, şurası, burası yoktur.

Ve de bölücü terörün kökü kazınmalı, Türk ve Türkiye Yüzyılında bin yıllık kardeşlik pekişmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin terörle müzakeresi, görüşmesi, anlaşma yolları araması, yeni süreçlerin imal çabası, sadece ve sadece terör örgütünün değirmenine su taşımak demektir.

Hepsinden daha mühimi de şudur: Kürt kökenli kardeşlerimin, bölücü terör örgütüyle hiçbir ortaklığı, benzerliği, yakınlığı, irtibatı ve ilişkisi yoktur.

Bu hususta DEM Parti’nin aklını başına alması, uzattığım eli sabote etmek amacıyla tahrik ortamını kamçılamaktan uzak durması herkesin hayrınadır.

Kaldı ki, Kürt kökenli kardeşlerim oyunu görmüştür.

Karanlık emel sahiplerini sezmiş ve fark etmiştir.

13 Ekim Pazar günü,  Diyarbakır Yenişehir İstasyon Meydanı’nda düzenlenmek istenen kanunsuz ve korsan mitinge katılımın çok az olması, buna rağmen marjinal bir grubun terör örgütü propagandası yaparak ülke ortamını germe teşebbüsleri hamd olsun ters tepmiştir.

Buradan Diyarbakırlı kardeşlerimi; soğukkanlı ve provokasyonlara gelmeyen cesur tutumlarından dolayı kutluyor, alayını hasret ve muhabbetle bağrıma basıyorum.

Türk-Kürt kardeştir, araya giren, bozgunculuğa heveslenen kim varsa kamburdur, kalleştir, kanser hücresidir, kahrolmaya mahkumdur.

DEM Parti’nin iradesini İmralı’ya rehin bırakması siyasetin doğasıyla ve ahlakıyla bağdaşmayan, hür ve bağımsız siyasetçi yapısıyla uyuşmayan ilkelliktir.

Türkiye’ye getirilirken, “her türlü hizmete hazırım” diyen teröristbaşı, buyursun terörün bittiğini, örgütünün tasfiye edileceğini tek taraflı ilan etsin.

Ama devletin terörle masaya oturmasını hiç kimse, hiçbir şart altında beklemesin, aklından dahi geçirmesin.

Hodri meydan, kana değil kardeşliğe susadıklarını göstersinler.

Günlerdir fitne yayan başta CHP olmak üzere sözde yorumcu ve kerameti kendinden menkul uzman ve akademisyenler suyu bulandırmak için her kılığa girmişler, her maskeyi takmışlardır.

PKK, 1978 yılında, Diyarbakır’ın Lice İlçesi’nin Fis Köyü’nde birinci sözde kongresinde, Marksist-Leninist çizgide büyük Kürdistan’ın kurulmasını hedef olarak belirlemişti.

CHP yönetimi, siyasete, akademik hayata ve medyaya tutunmuş vagonları cevap versin, dört parçalı büyük Kürdistan’ın kurulmasından yana mısınız, değil misiniz? Açıklayın da görelim. Söyleyin de öğrenelim.

Netleşin, yüzleşin, cesaretiniz varsa ifade ve itiraf edin.

Terör örgütünün taleplerine boyun eğmek, yeni saldırıların ve hain emellerin teşvik edilmesinden ve özendirilmesinden başka hiçbir şeye yaramaz.

Devlet terör örgütüyle pazarlığa tutuşmaz, müzakere etmez, sonuna kadar, kıran kırana mücadele eder.

Bölücü terör örgütü PKK’nın önünde üç seçenek vardır.

Bu üç seçenek yıllardan beri savunduğumuz görüşlerdir.

19 Kasım 2006 tarihinde yaptığımız 8.Olağan Büyük Kurultayımızda demiştim ki;

Terör çıkmazına saplanarak Türkiye’ye ihanet eden her kademedeki PKK militanları için yegâne çıkış yolu,

1 - Terör eylemlerine koşulsuz olarak derhal son vermek,

2- Silahlarıyla dağdan inip Türkiye Cumhuriyeti devletine teslim olmak,

3- Türk adaletinin vereceği hükme razı olarak cezalarını çekmek olacaktır.

8 Kasım 2011 tarihinde İzmir’de yaptığım bir konuşmada aynen değindiğim üzere,

“Bunun dışındaki her yöntem, devletin teröre teslim olması ve teröristlerin önünde diz çökmesi anlamına gelecektir ve çok açık söylüyorum ki; makamı ve mevkii ne olursa olsun bunu yapmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir.”

24 Nisan 2012 tarihli grup toplantımız, 5 Mart 2013 tarihli grup toplantımız, 31 Ekim 2023 tarihli grup toplantımız çerçevesinde yaptığım değerlendirmeler hep aynıdır, değişmez ve ilkeli çizgimizi ihata etmesi suretiyle ayan beyan ortadadır.

Siyaset konuşma sahası, demokratik rekabet vahasıdır.

Ancak teröristlerle konuşulacak, konuşularak çözülecek hiçbir şey yoktur.

Uzattığım eli bağlamından koparıp başka mecralara çekenlerin nereye varmak istedikleri malum ve mahuttur.

Uzattığım el hesapsız bir eldir.

Uzattığım el samimi ve iyi niyetli bir eldir.

Uzattığım el Türkiye’de birleşelim, Türk milletinde kenetlenelim tebliğidir.

Günlerdir uzattığım elden farklı sonuçlar çıkarıp uyduruk yorumlar yapanlar elbette yanılgının ve yanlışın pençesine düşmüşlerdir.

Aklında sadece Türkiye olan bir dava insanı ve Genel Başkan olarak, elimi vatan, millet ve devlet için uzattığımı, dışarıda sert rüzgarlar eserken, içimizde barışsever ve hoşgörülü bir havanın kati surette hakim olmasını gönülden istediğimi herkesin bilmesinde yarar olacaktır.

Biz elimizi yeni bir süreç için değil, kardeşlik ve kaderdaşlık için uzatırız.

Kaldı ki, aynı noktadayım, aynı düşüncedeyim.

30 Nisan 2024 tarihinde yaptığımız grup toplantımızda şöyle konuşmuştum:

“Gazi Mustafa Kemal Atatürk demişti ki:

“Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün milletin oluşturduğu cephedir. Dış cephe, ordunun düşman karşısındaki silahlı cephesidir. Bu cephe mağlup olabilir; fakat hiçbir zaman bir ülkeyi yok edemez. Ülkeyi temelinden yıkan iç cephenin çökmesidir.”

Belki niyetleri öyle olmayabilir, fakat eylem ve söylemleriyle iç cephemizi tahrip etmek, milli birlik ve dayanışma hissiyatını saf dışı bırakmak için her fırsatı ganimet sayan bir güruhun varlığı çok açıktır.”

İç cephemiz çökmeyecektir.

Bunun güvencesi Türk milletinin tarihi kucaklaşması ve birbirine bağlığıdır.

Her partinin Türkiye’yi önceliğine alması, yabancı başkentlerin gözüne ve kumandası altına girmek için ortam yoklamasından geri dönmesi herkesin çıkarınadır.

17 Mart 2024 tarihinde gerçekleştirdiğimiz 14.Olağan Büyük Kurultayı’mızda kabul edilen ve ana teması “Milli Yükseliş İradesi” olan Parti Programımızda uzlaşma hem kavram hem de fikir olarak ön plandadır:

“Milliyetçi Hareket Partisi, en geniş boyutta sağlanacak toplumsal uzlaşma ve mutabakat ile Türkiye’nin büyük hedeflere yönelmesini, bütün imkân, kaynak ve kabiliyetlerini “Lider Ülke ve Süper Güç Türkiye” hedefi doğrultusunda harekete geçirmesini öngörmektedir.

Yerel ve yöresel farklılıkların Türk kültürünün zenginliği içinde ve onun tamamlayıcı renkleri olarak görüldüğü bir anlayış üzerinde sağlanacak genel bir uzlaşmanın, toplumsal barış ve huzur için önemli katkı sağlayacağına şüphe yoktur.”

Başka Türkiye yoktur.

Hakkari de bizim, Edirne de bizimdir.

İzmir de bizim, Şırnak da bizimdir.

Trabzon da bizim, Mardin de bizimdir.

Biz köklere, kökenlere bakmayız.

Biz inançlara, mezheplere ayırmayız.

Bölmeyiz, parçalamayız, dağıtmayız.

Bayrağa saygı var mı, ona bakarız.

Millete hürmet var mı, ona bakarız.

Vatana sadakat var mı, ona bakarız.

Buradan her zaman olduğu gibi çağrımı tekrarlıyorum,

Gün birleşme günüdür.

Gün dayanışma günüdür.

Milliyetçi Hareket Partisi ve Cumhur İttifakı olarak bizim gönlümüzde herkese yer vardır.

Bu topraklara vatanım diyen herkese ocağımız açıktır.

Bu insanlara milletim diyen herkese kucağımız açıktır.

Bu bayrak benim, bu ülke benim diyen herkese kapımız açıktır.

Bu kavramlara yabancı olmayanlar,

Bu değerlerde bir sıcaklık görenler,

Çağrım sizleredir,

Gelin bir olalım. Diri olalım. İri olalım.

Türk ve Türkiye Yüzyılını hep birlikte inşa edelim.

Aziz Atatürk bakınız ne diyordu:

“Vatan mutlaka selamet bulacak, millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü kendi selametini kendi saadetini memleketin, milletin saadet ve selameti için feda edebilen vatan evlatları çoktur.”

Muhterem Milletvekilleri,

Yeni yüzyılı yeni bir anayasayla taçlandırmak yürekten hedefimizdir.

Anayasalar sadece bir devletin hukuki statüsü olmayıp, aynı zamanda devlet içinde siyasi iktidarı ve toplum içinde de devlet iktidarını sınırlandıran belgelerdir.

1982 Anayasası raf ömrünü doldurmuştur. Bu açıktır.

Geniş katılımlı, kapsayıcı, sivil ve demokratik nitelikli, aynı şekilde insan hak ve özgürlüklerine dayanan, devlet ve millet uyumunu yeni yönetim sisteminin muhtevasında hukuken daha da tahkim eden bir anayasayla milli varlığımızı istikbale taşıma kararlığındayız.

Yeni anayasa süreci siyasi hırsların, dogmatik bakışların, ideolojik takıntıların, etnik ve mezhebi dürtülerin, Cumhuriyet’in kuruluş esaslarıyla hesaplaşmanın veçhesi ve vesilesi görülemez, telaffuz dahi edilemez.

Daha doğmadan yeni anayasa hazırlığını ve heyecanını sakatlamanın sakıncaları saymakla da bitirilemez.

Bilhassa Anayasanın ilk dört maddesi her türlü tartışmanın ve arayışın dışındadır.

Çünkü ilk dört madde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş kilidi, kurucu kimliği, varlık ve birlik simgesidir.

Anayasada imtiyazlı bir zümre hâlihazırda bile yoktur.

İlk dört maddede açılacak bir gediğin duracağı yer de yoktur.

Devletin ülkesi ve milleti olmaz diyenlere sesleniyorum, bu iddianın teknik, akademik, fikri, siyasi ve hukuki hiçbir bağlayıcılığı ve ikna edici yönü bulunmamaktadır.

Devletin ülkesi vardır, o da Türk vatanıdır.

Devletin milleti vardır, o da Türk milletidir.

Devlet, pozitif hukukun yürürlükte olduğu normlar sistemidir.

Bu sistem ülke, insan topluluğu ve egemenlik üzerine bina edilmiştir.

Devlet, "egemenlik gücüyle aslen donatılmış, belli bir toprak parçası üzerinde yerleşik bir millet mimarisidir."

Demem odur ki, devlet ülkesel birliktir.

Var olan bir devlet eğer toprağını, yani ülkesini kaybederse, devlet vasfını kaybeder.

Devletin, ülkesini kazanma yolları da bellidir ve onlar da; keşif, fetih, işgal, ilhak ve devirdir.

Anayasanın ilk dört maddesini sulandırmak, demokratik bir angajmanın neticesi olmayıp gizli saklı emellerin tezahürüdür.

Buna izin veremeyiz, buna seyirci kalamayız, mevkii ne olursa olsun hiç kimseye eyvallah etmeyiz.

Anayasanın ilk dört maddesiyle meselesi olanların Türkiye Cumhuriyeti ile meselesi vardır ve bizim de onlarla görülecek hesabımız olacaktır.

Madde 1 – Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir.  

Madde 2 – Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.

Madde 3 – Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir.

Bayrağı, şekli kanununda belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır.

Milli marşı "İstiklal Marşı"dır.

Başkenti Ankara'dır.

Madde 4 – Anayasanın 1 inci maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 inci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.

Sözlerimi bitirirken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, başarılarla dolu bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.

Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.