13.01.2009 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
13 Ocak 2009

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Ülkemizin çok nazik ve kritik bir süreçten geçtiği dönemde sizlerle yeniden bir araya gelmiş bulunuyoruz.

Siyasetteki çalkantı, ekonomideki belirsizlik, sosyal hayattaki güvensizlik alabildiğine yaygınlaşmakta ve bir habis ur gibi toplumsal yapımıza yerleşerek derinlere kök salmaktadır.

Kontrolü kaybeden hükümetin dizginlenemeyen siyasal hırsı Türkiye’mizi kaosun eşiğine kadar getirmiş ve karşımıza iktidar ve vizyon yetersizliği sonucu yönetilemeyen bir ülke çıkarmıştır.

Gerçek sorunların ihmal edildiği ya da önemsiz addedildiği bu dönemde yapay ve sanal sorunların peşine takılmak istenen aziz milletimiz olan bitenlerden yorulmuş ve bıkmıştır.

Bunca sorunun arasında son yaşananlar ise, millet fertlerinin birlikte yaşamaları için vazgeçilmez öneme sahip olan adalet duygusunun yıpratıldığı, aşındırıldığı ve çarpıtılmaya çalışıldığı yeni bir problem alanı olarak ortaya çıkmıştır.

Türkiye’nin siyasi gündemi hızla değişmekte, toplumsal çatışma ve ayrışma alanları her geçen gün derinleşmekte, puslu ortam giderek ağırlaşmaktadır.

Devletin temel kurumlarının bir çatışma ve zıtlaşma ortamına çekildiği; hukukun siyasetle karşı karşıya getirildiği; siyasetin hukuka müdahalesi ve hukukun siyasallaşması tartışmalarının yaşandığı böyle bir tablonun Türkiye’nin hayrına olmayacağı çok açıktır.

Bu itibarla, son günlerde aziz milletimizi meşgul eden ve önemli sonuçlar doğuracağına inandığım gelişmelerle ilgili düşüncelerimi ifade etmek, bu konularda Milliyetçi Hareket Partisi’nin görüşlerini aziz milletimizle paylaşmak istiyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Bilindiği gibi Türkiye’mizin siyasi mazisi, kurulduğu ilk günden bu yana, Cumhuriyet üzerinde isyan ve ayaklanma girişimlerinin; çok partili hayata geçtiğimiz günden itibaren ise demokrasimize yönelik dayatma, telkin ve zorlamaların görüldüğü ve AKP iktidarında ise artış gösterdiği sancılı süreçlerin tarihidir.

Parlamenter sistemin yönetim kültürümüze girmeye başladığı Tanzimat’tan bu yana geçen iki asra yaklaşan süreç, kutuplaşmalar, gerginlikler ve çatışmaların siyaset alanındaki yansımaları olmuştur. Uzantıları günümüze kadar gelerek, adına hareket, müdahale, muhtıra ve ihtilal denilen bir seri cebri yöntemle siyaset kesintiye uğramıştır.

Demokrasi dışı bu arayışların kaynağını, ülkenin kötüye gittiğine, sistemin rayından çıktığına dair entelektüel kaygılar oluşturmuş, yıllardır birbirini besleyen ve birbirine güç aktaran bir döngü ile “önce ekonomik kriz, sonra toplumsal bunalım ve ardından yönetim istikrarsızlığı” talihsiz bir çark olarak milletimizin ve demokrasimizin üstünde dönüp durmuştur.

Siyasetçiden umudu kesenlerin, inandıkları değerler üzerinde tehlikeler vehmedenlerin veya bir türlü milletle kucaklaşamayıp yönetimden uzak kalanların yıllardan beri en büyük arzusu demokrasiyi “by pass” yaparak iktidara kısa yoldan ve sandık dışından gelebilmek olmuştur.

Bu itibarla demokrasinin işlediği dönemlerde bile olağanüstü beklentiler eksik olmamış; duygu ve niyetlerini sürekli sıcak tutan ara rejim heveslileri ile yönetime müdahale çığırtkanları, siyaset dışı araçları ve arayışlarını sürdürerek ülkemizin talihsiz bir gerçeği olarak bugünlere kadar gelebilmişlerdir.

Gerekçesi ne olursa olsun, çok zor ve sancılı mücadelelerin eseri olarak bugünlere ulaşan demokrasimiz üzerinde dolaşan kara bulutları ortaya çıkartmak, anti demokratik arayışların önünü kesmek elbette ki çözümü siyaset içinde gören ve görmesi gerekenlerin en önde gelen görevi ve demokrasi borcu olmalıdır.

Yarım asrı aşan demokrasi arayışları ve demokrasiye müdahale döngüsü, bizlere önümüzdeki muhtemel gelişmeler hakkında artık bir fikir verebilmekte; sağduyulu siyasetin ve görebilen siyasetçinin bir şablon çıkarmasına imkân verecek kadar bilgi ve tecrübe birikimi sunmaktadır.

Özellikle demokrasiye müdahale şartlarını hazırlayan zeminin, demokratik nizama yön veren siyaset kurumunun kutuplaştırıcı ve cephelere ayırıcı kısır siyasi çekişmelerden beslendiği tarihi bir vakıadır.

Öte yandan bu çatışma ortamını kollayan, hatta körükleyen odakların ortaya çıkmaya başladığı; demokrasi dışı arayışların terörden, sokak hareketlerinden, çeteleşmeden ve toplumsal huzursuzluktan aldığı destek ile hız ve ivme kazandığı da bir gerçektir.

Bu itibarla, gerekçesi ve niyeti ne olursa olsun, bütün eksik ve kusurlarına rağmen milletimizin artık kesin tercihini yapmış olduğu demokrasi yolunda, önüne çıkacak engellerin temizlenmesi, milli iradeyi sekteye uğratacak emarelerin takip edilmesi ve mani olunması kaçınılmaz bir milli sorumluluktur.

Bu sorumluluktan hareketle, siyasi iktidarın demokrasiye karşı bütün yasadışı oluşumları ortaya çıkarması ve hukuk içinde çözerek sonuçlandırması doğal ve doğru bir yaklaşım ve olması gereken bir anlayışın takdir edilecek tezahürüdür.

Bu açıdan, adına Ergenekon denilen davanın, varsa demokrasimiz üzerindeki gölgesini ortadan kaldıracak, sorumlularını bulup ortaya çıkartacak adil yargılanma süreci önemli ve ciddiye alınması gereken bir gelişmedir.

Milliyetçi Hareket, olan bitenin farkında ve şuurundadır. Süreci dikkatle ve sükûnetle takip etmektedir. Yaşananların bizim için sürpriz olmadığı parti teşkilatımız ve yöneticilerimize, alınacak tedbirler ve dikkat edilmesi gereken hususlara yönelik olarak geçtiğimiz yıllardan beri çeşitli aralıklarla yayınladığımız genelgelerimizde görülecektir.

Son gelişmeler ışığı altında, bu konuda partimizin görüşlerini şu başlıklar altında toplamak mümkündür.

1. Milliyetçi Hareket Partisi, hukukun üstünlüğüne inanan, demokrasi ve insan hakları gibi vazgeçilmez ilkeleri savunan bir siyaset çizgisinin temsilcisidir.

Adalet, günlük hesaplarımızdan bağımsız, insanlığın binlerce yıllık mücadelesi sonucunda ulaştığı, geçmiş tecrübelerimizden süzüp olgunlaştırdığımız bir değer sistemidir.

Yaşadığımız coğrafyada, millet olarak var olmamızın en temel gereklerinden birisi de adalete olan güvenle duygusu ile sağlanacaktır.

Hukukun korunup, kollanması başta siyasi sorumluluk taşıyan hükümet olmak üzere, herkesin en temel görevi olmalıdır. Bize göre adalet, gerçek anlamıyla mülkün temelidir.

2. Hukuki süreçler üzerinden siyaset yapılmasını doğru bulmayan partimiz, davanın sonucunu beklemek ve yüce adalete güvenmek durumundadır.

Esasen süren yargısal bir süreç hakkında, hukuku yönlendirme ve etkileme anlamına gelebilecek bir düşünce ihsasının dahi doğru ve kabul edilebilir olmayacağı tartışılmaz bir gerçektir.

Her şey hukukun belirlediği çerçevede yürütülmeli, herkes hukuk içinde hareket etme zorunluluğunda olunduğunu hatırlamalıdır.

Hukukun bağımsızlığının kaybolduğu, adalete olan güvenin azaldığı bir sosyal zeminde, temel hak ve özgürlüklerin varlığından da söz etmek mümkün olmayacaktır.

Bu nedenle, hukukun güvenirliğine gölge düşürmemek, yargı bağımsızlığını sürdürebilmek için kurum ve kişiler kendilerine düşen özen ve sağduyuyu azami olarak göstermelidirler.

3. Bu süreçte adaletin gecikmeden tecelli etmesi ve adil yargılama hakkına titizlikle uygun davranılması hukuk devletinin vazgeçilmez bir gereğidir.

Mahkeme safahatı çok sayıda tutuklu şahıs ile devam etmektedir. Bu konu yasal ve meşrudur. Söylenecek söz yoktur. Ancak gelişmeler açılan davaya ilişkin iddianamenin bile yeni eklentilerle aylarca bitirilemeyeceğini işaret etmektedir.

Davayla ilgili soruşturma ve kovuşturma sürecinin uzun sürmesi toplum üzerinde tedirginlik yaratacak, adalet ve hukuka olan inanç zedelenecektir.

Geciken adaletin, adalet olamayacağı gerçeğinden hareketle davanın en kısa sürede sonuçlanması mutlak bir zorunluluk olarak karşımızdadır. Bu konuda değerli hukuk adamlarına bir telkin ve baskı yapılamayacağı da ortadadır.

Bu nedenle, davanın genişleyen kapsamı ve derinleşen hukuki boyut ve anlamı dikkate alındığında dar bir hukukçu kadrosu ile çözülemeyecek boyutlara yükselmiş olması, mahkeme heyetinin ilave tedbirlerle ve kadrolarla usulü çerçevesinde desteklenmesini zorunlu kılmaktadır.

Zira, birlikte yaşamanın teminatı olan adalete güvenin zayıflaması, hukukun sonuçlarına yönelik şüpheler olarak karşımıza çıkma tehlikesini artırmıştır.

4. Dava kapsamında dönem dönem gözaltına alınan şahısların arasında hukukçular, üniversite öğretim elemanları, Türk Silahlı Kuvvetleri, emniyet ve basın mensupları, ticaret adamları ve siyasetçiler vardır.

Bu davada suçlu bulunacak olanlar, hukuk kuralları içinde bunun sonuçlarına elbette katlanacaktır.

Ancak, düşünceleri ne olursa olsun hiç kimse hüküm giymeden suçlu ilan edilemez, suçlu olduğuna dair imalar ve bağlantılar kurulamaz. Bu yaklaşım hem ahlaki değildir, hem de hukuki bir değer taşımamaktadır.

3 Temmuz 2008 tarihinde konuya ilişkin yaptığımız açıklamada “görevi, mevkii ve adresi belli olan şahısların adalete intikal şekilleri ve yöntemleri ile bunların medyada yer alma ve yorumlanma biçimlerinin tartışmaya açık” olduğunu belirtmiştik. Bugün de aynı düşüncede olduğumuzu ifade etmek istiyorum.

Yakın siyasi tarihimizde, tahkikat komisyonlarının yol açtığı siyasal ve toplumsal facialar, bir amaca yönelik oluşturulan mahkemeler, "sizi buraya koyan kuvvet bunu istiyor" sözleriyle süren yargılamaların yapıldığı dönemlerin acı hatıraları sıcaklığını korumaktadır.

Ne var ki, geçmişte ülkemizde Başbakanlık yapmış olanların bile yaşamış olduklarını bildiğimiz kötü muameleler, bugün yapılanları haklı çıkaramayacağı gibi, elbette ki onlara yapılanları da masum hale getirmeyecektir.

Türkiye’de dikkat ve özenle muhafaza edilmesi gereken ve hepimizin varlığına fazlasıyla muhtaç olduğumuz adaletin, siyasal mülahazalara konu edilmeye çalışılması çok ciddi sorunlara kapı aralayacaktır.

Bu itibarla, soruşturma safhasını bir siyasal intikam olarak görmek ve bunun için medyayı alet etmek en az dava konusu kadar tehlikeli bir yaklaşım ve kabul edemeyeceğimiz bir anlayışın işaretidir.

5. Ergenekon adı verilen dava kapsamında gözaltına alınan ve yargılaması devam eden şahısların bir bölümü Türk Silahlı Kuvvetlerinin emekli ve muvazzaf mensuplarından oluşmaktadır.

Ülke savunmasında ve terörle mücadelede en önemli görevi üstlenmiş olan bu kurumun rejim karşıtı gizli ve karanlık işlerle ilintili olduğuna dair kamuoyunda uyandırılmak istenen kanaatler dikkatlerden kaçmamıştır.

Hangi kurum ve kuruluş mensubu olarsa olsun, suç işleyenlerin tespiti ve cezalandırılması ayrı bir konudur, bu suça iştirak ettiği iddiası ile bütün bir kurumun, Türk Silahlı Kuvvetlerinin zan ve itham altında bırakılması farklı bir konudur.

Terör örgütü ile kahramanca mücadeleyle geçen yılların ardından, binlerce şehit ve gazi vermiş ve bugün bu mücadeleyi başarı ile sürdürmeye çalışan Türk Ordusunun, karalama kampanyaları karşısında zayıf ve korumasız bırakılması bir yönetim zafiyetidir.

6. Bizim anlayışımıza göre cumhuriyet ve demokrasi, birbirlerini tamamlayan değerler manzumesidir. Bir bütünün ayrılmaz parçaları olan bu temel değerler tıpkı eşitlik ve hürriyet ilişkisinde olduğu gibi, birbirlerinin can yoldaşı ve teminatıdır.

Cumhuriyet olmadan demokrasinin yaşayıp gelişmesi mümkün değildir. Demokrasiden mahrum bir Cumhuriyet idaresinin tasavvur edilemeyeceği de bir gerçektir.

Bu bakımdan, Cumhuriyetin korunması için demokratik kurallardan sapılması, yada demokrasiyi koruma adına istibdat arayışlarına girilmesi hem Cumhuriyetin hem de demokratik rejimin sonunu hazırlayacaktır.

Türkiye, Cumhuriyeti ve demokrasiyi birlikte yaşatmaya ve yüceltmeye mecburdur.

7. Partimiz, adaletin ve meşruiyetin herkese lazım olduğuna yürekten inanmaktadır. Milliyetçi Hareket yıllardan beri bunu savunmuş, bunun arkasında durmuş, yıllar öncesinde yaşadığı adli mağduriyetleri not ederek yeni bir sürecin başlatılmasını savunmuştur.

Türkiye bu sancılı süreci, eski hataları tekrarlamadan toplumsal sağduyusunun rehberliğinde mutlaka aşmalıdır. Siyaset yapma ve hükümet etme anlayışlarının pozitif yönde değişeceği yeni bir dönem başlamalıdır.

Şimdi herkes, başlamasını temenni ettiğimiz bu yeni döneme samimi katkılarda bulunmaya hazır olmalıdır.

Aksi halde gerilim ve çatışmaların sürmesi ve intikam çığlıklarının devamı halinde, demokratik rejimin ve hukuk devletinin geleceğinin kararacağını söylemek ve bugünün bile aranacağını öngörmek kehanet olmayacaktır.

Değerli Arkadaşlarım,

Demokrasimiz üzerindeki süregelen tehditlerin en önemli ayağı elbette ki ara ve kara rejim arayışındaki odaklar ve müdahale için fırsat kollayan mihraklardır.

Ancak siyasal iktidarların dayatmacı, başına buyruk ve çatışmacı siyaset anlayışı da bu niyet sahiplerine fırsat vermekte, demokrasi dışı arayışların toplumsal zemin ve taban bulmasına imkân sunmaktadır.

Altı yılı aşkın süredir iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi, geleneksel kriz üreten siyaset çarkının içine düşmüş ve kurumları cepheleştirerek, değerleri çatıştırarak kamplaşmış bir toplumsal yapının körükleyicisi olmuştur. Bunları da görmek lazımdır.

Hepimizin bildiği üzere, Adalet ve Kalkınma Partisi, demokrasinin imkânlarından, ruhundan, ortaya çıkardığı fırsatlardan istifade ederek iktidar olmuştur.

22 Temmuz seçimlerinden aldığı %47 oyun sorumluluğunu taşıyamayan, bu desteği ilkel siyaset anlayışının ilelebet onayı zanneden hükümetin, toplumun yarısını dost, ancak diğer yarısını düşman gören siyaseti, gerilimi giderek cepheleşmeye doğru yöneltmiştir. Ve elbette bu cephe tek başına oluşmamış, karşısında da ana muhalefet yerini almıştır.

Milliyetçi Hareket Partisine göre siyaset öç almanın bir vasıtası, iktidar intikam yeri, hükümet ise ilkesiz bir kadrolaşmanın fırsat zemini değildir. Bu konuda, 2000 yılında, bundan sekiz yıl önce söylediğimiz şu sözün bugün de arkasındayız.

“Demokratik siyaset, her şeyden önce, hem rekabet hem de uzlaşmayı aynı anda içinde barındıran bir siyasî süreci ifade eder. Demokratik siyaset, eğer ayrışma, bölünme ve kavga üzerine bina edilir ve kurgulanırsa, kaotik ortamın yaratıcısı olur ve kendi kuyusunu kazan bir siyasî organizmaya dönüşür.“

Bu itibarla Türkiye’mizin çok büyük ve son derece vahim iç ve dış sorunlarla boğuştuğu bir karanlık dönemde, adına ne denilirse denilsin, rövanş, düello veya hizaya getirme, siyaset bu ilkel dürtülerin esiri olmamalı, bütün Türkiye’yi kapsayacak ve rahatlatıcı mesajlarla yüklü bir yönetim kucaklaması ortaya konulmalıdır.

Ve elbette ki bu rahatlamadan gerilimin tarafı haline getirilmek istenen Anayasal kurumlar da payını almalıdır.

Ancak, altı yılı aşan tecrübelerimiz, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bu sakinleştirici ve kapsayıcı tavırlardan çok uzak kaldığını, bundan sonrası için de artık bir karakteri haline gelen çatışmacı anlayıştan kurtulamayacağını göstermektedir.

Muhalefeti ciddiye almayan, küçümseyen, tahkir eden, yok sayan siyasi ahlak ve demokrasi dışı siyaset anlayışının devamının ülkemizi götüreceği daha iyi ve güzel günlerin olmayacağı ortadadır.

Bilindiği gibi yalnızca demokrasilerde muhalefet yasal ve meşrudur. Muhalefetin yaşamasına ve kendisini geliştirmesine imkân tanımayan sistemleri, demokratik parlâmenter rejim olarak tanımlamak mümkün değildir.

Muhalefetsiz bir yönetim anlayışını özlemek ve bu yolda adım atmak da demokrasi ile bağdaşmaz ve en az ara rejim çağrıları kadar zararlı ve karanlıktır.

Bu itibarla demokrasiye ruh ve anlam katan özellik; birbirine benzemeyen görüşlerin, fikirlerin seslendirilmesi ve bunlar etrafında bir araya gelinmesidir.

Toplumda çok çeşitli çıkarları ve farklı şartları paylaşmaktan, değişik sorunları yaşamaktan doğan görüşler, siyasal düşünceler ve çözüm önerileri vardır ve olması da son derece tabii ve gereklidir.

Demokrasinin var olabilmesi, işlevsellik kazanabilmesi, hak ettiği itibara kavuşabilmesi, demokrasinin sözle değil, içerik ve öz açısından sahiplenilmesiyle olacaktır.

Bunun yolu da, sosyal ve siyasal yapıda düşünce açısından doğal görülen farklılıklara saygı duyulması, toplumsal uzlaşma alanı içinde kalmak kaydıyla serbestçe ifade edilmesine destek olunmasından geçmektedir.

Türk demokrasi tarihine bu eksende baktığımızda, rejim bunalımlarının kökeninde sağlıklı bir iktidar-muhalefet geleneğinin ve ilişkilerinin tesis edilememesinin yol açtığı gerilimlerin olduğu görülecektir.

Çünkü böylesi bir geleneğin yokluğu, bir yandan siyasî sistemin çözüm ve değer üretme kabiliyetini ortadan kaldırırken öte yandan bu açmaz meşruluk ve çoğulculuk sorununu da beraberinde getirmektedir.

Ülkemizde demokrasinin temel zafiyetlerinden birisini teşkil eden demokratik uzlaşma kültüründen yoksunluk, arzulanan siyasî istikrarın tesisi yönünde ciddî bir engel olarak varolagelmiştir.

Bu itibarla partimiz yıllardan beri, uzlaşma kültürünün eksikliğine vurgu yapmakta, işbirliği, olumlu ilişki, birbirine saygılı tavır, yapıcı muhalefet ve yol gösteren eleştiriler ile yeni bir siyaset anlayışını yerleştirmeye çalışmaktadır.

Milliyetçi Hareket, özellikle uzlaşma kültürüne sahip olmayan ve kendinde güç vehmetmeye başlayan tek parti iktidarlarına karşı etkili bir muhalefetin varlığının, çoğulcu demokrasiyi güçlendirdiğine ve toplumsal huzuru artırdığına inanmaktadır.

Muhalifleri sindirme, farklılıkları törpüleme, değişik sesleri susturma, demokrasiyi tahrip etme niyetlerinin somutlaştığı bir dönemden geçilmektedir.

Türk siyasetenin yaşadığı merhaleler dikkate alındığında, bu eğilim siyasal anlamda bir geriye kıvrılıştan başka bir anlam taşımayacaktır.

Demokrasinin muhalefet etme anlayışıyla anlam kazanacağını unutan AKP iktidarı, bu yüzden kendine göre muhalefet tanımı yapma küstahlığını gösterebilmektedir.

Bu nedenle yaşadığımız bunalımların bir nebze olsun hafifletilmesinin yolu, öncelikle iktidarı elinde tutan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin içine düştüğü yanlış ve yalnızlıktan uzaklaşması, toplumun tamamına yönelik bir kucaklaşma ile bütün siyasi düşüncelere saygı ile yaklaşmasıdır.

Aksi tutumların devamı halinde, AKP’nin elindeki sayısal çoğunluk bir demokratik güç ve imkan olmaktan çıkacak, siyasetini sakat bir demokrasi ve sorunlu bir milli irade anlayışından beslenen tek parti diktasının yada Baas rejimi arayışlarının tehlikeli darboğazlarına sürükleyecektir.

Ve o gün geldiğinde zarar gören yalnızca Adalet Ve Kalkınma Partisi değil, Türk demokrasisinin ilmek ilmek örülen kazanımları ve kök salmaya çalışan siyaset geleneği olacaktır.

Temennimiz yaşadığımız gerilimlerle dolu süreçte herkesin sorumluluklarının farkına varmış olmasıdır.

Değerli Milletvekilleri,

İsrail’in Gazze’ye saldırısının ağırlaşarak sürmesi ve onsekizinci gününe giren bu vahşet karşısında uluslararası toplumun hala harekete geçmemiş olması, Türk milletini ve toplumsal vicdanı derinden yaralamaktadır.

İsrail ordusunun hava bombardımanı ve işgal birliklerinin Gazze içindeki sivil halkı da hedef alan saldırıları toplu katliama dönüşmüştür. Ölü sayısı bine yaklaşmış, yaralılar üç bini aşmıştır.

Birleşmiş Milletler kaynaklarına göre bunların üçte birinin çocuk olması, okulların ve hastanelerin bombalanması, uluslararası hukukun yasakladığı silahların kullanılması, İsrail’in hukuk tanımaz pervasızlığını ve Gazze’de yaşanan insanlık dramının korkutucu boyutlarını ortaya koymaktadır.

Uluslararası toplumun kayıtsızlığından cesaret alan İsrail, Gazze’ye ilave askeri birlikler gönderme kararı almış, bunun sonucu işgal ve saldırılar yoğun nüfusun yaşadığı bölgelere yaygınlaştırılmıştır.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin ateşkes çağrıları, silahların susması ve İsrail birliklerinin işgale son vermesi için kesin bir zaman sınırı içermediğinden ve yaptırımlarla desteklenen bağlayıcı nitelik taşımadığından bugüne kadar sonuçsuz kalmıştır.

İsrail, uluslararası hukuka ve topluma meydan okumayı maalesef sürdürmektedir.

Çatışmaların Lübnan ve Suriye’ye de sıçrama riski, İsrail’in Gazze saldırılarının kontrol edilemeyecek bir bölgesel çatışmayı tetikleme tehlikesini ortaya çıkarmıştır.

Fransa ve Mısır’ın geliştirdiği ortak plan doğrultusunda, taraflar arasında Kahire’de sürdürülen kalıcı ateşkes görüşmelerinin kısa sürede somut sonuçlar vermesi beklenmemektedir.

Başta Batılılar olmak üzere uluslararası toplumun İsrail üzerinde caydırıcı etki yapacak siyasi bir irade sergilememesi halinde İsrail’in, askeri harekat siyasi hedeflerine ulaşana kadar bu çatışmaları sürdüreceği anlaşılmaktadır.

AKP hükümetinin bu konuda izlediği tutarsız, etkisiz ve çelişkili politikaların hala değişmeden sürüyor olması, Türk milleti için ayrı bir üzüntü ve hayal kırıklığı vesilesi olmuştur.

Filistinli kardeşlerimizin maruz kaldığı bu insanlık dışı saldırılar karşısında, Türk toplumunun ortaya koyduğu haklı tepki ve infial ile Başbakan Erdoğan ve hükümetinin sergilediği iki yüzlü ve içten pazarlıkçı yaklaşımlar arasındaki derin uçurum gözlerden kaçmamaktadır.

Gazze saldırılarından beş gün önce İsrail Başbakanı ile yaptığı ve resmi tutanağı bulunmayan beş saatlik görüşmede neler konuşulduğuna hala açıklık getirmeyen Başbakan, sözden öteye geçmeyen hamasi konuşmalarla durumu idare etmeye çalışmaktadır.

Geçtiğimiz hafta Başbakan uluslararası camiaya seslenmiş ve “ateşkese uymayan İsrail’e niye yaptırım uygulanmadığını” sorarak, bir kere daha ucuz ve boş gövde gösterilerinin arkasına sığınmak yolunu seçmiştir.

Türk toplumunun infiali karşısında, kendisini aklama gayretiyle uluslararası topluma yaptırım uygulayın çağrısı yapan Başbakan’la, kendi döneminde geliştirilen yakın askeri işbirliğini kullanarak İsrail üzerinde etki yapabilecek tedbirler almaktan ısrarla kaçınan Başbakan, aynı kişidir.

İsrail vahşeti karşısında Türkiye ile olan askeri ve savunma sanayi alanındaki işbirliğinin aynen sürdürüleceğini söyleyen ve bunu uluslararası ilişkilerde duygusallığa yer olmadığı teziyle açıklamaya çalışan Başbakan’ın bu ilkesiz tutumunu Türk milleti elbette değerlendirecek ve takdir edecektir.

İsrail’in bu vahşetine ortak olmanın ruhunda yarattığı suçluluğun telaşı ve panik psikolojisi içinde çırpınan Başbakan; şiir okuyarak, hamasi sözler söyleyerek Türkiye’nin itibarının korunamayacağını ve Filistinli kardeşlerimizle dayanışma içinde olunamayacağını anlamasa bile, Türk milleti olan bitenleri çok iyi görmekte ve anlamaktadır.

İsrail’e karşı yaptırım uygulamayan ülkelere; “İsrail’e ne borcunuz var ki hareketsiz kalıyorsunuz” diye soran Başbakan’ın, şimdi yapması gereken, Türk milletinin karşısına dürüstçe çıkıp kendi hareketsizliğinin İsrail’e olan hangi borçtan kaynaklandığını açıklamasıdır.

Değerli Milletvekilleri,

Toplumsal sistem ve siyasal hayatta artan sorunların, Türkiye ekonomisinde var olan problemleri daha da yoğunlaştırabileceği bir dönemde bulunmaktayız.

Son dönemde açıklanan ekonomik verilerden bazıları, özellikle üretim çarklarının durma noktasına geldiğini göstermektedir. Bu endişe verici durum, siyasi tartışmalardan dolayı gölgelenmiş, yaşanılan gerçek meseleler üzerine adeta bir sis perdesi inmiştir.

Ekonominin yaklaşık dörtte birini oluşturan, ancak hem ihracattaki payı hem de dolaylı etkileri nedeniyle toplam ekonomik aktiviteye etkisi daha fazla olan sanayi sektöründe, 2008'in Ağustos ayından itibaren başlayan üretim gerilemesi, Kasım ayında ciddi bir seviyeye inmiştir.

Bu kapsamda sanayi üretimi 2008 yılı Kasım ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yaklaşık yüzde 14 azalmış, imalat sanayi üretimi yüzde 15,5 oranında düşmüştür.

Ortaya çıkan bu rakamlar, baz alınan yıl değişikliği nedeniyle tam bir mukayese imkanı vermese de 2001 yılından bu yana en önemli düşüş olmuştur.

Bir diğer olumsuz gelişme ise kapasite kullanım oranlarında yaşanmıştır.

İmalat sanayinde kapasite kullanımı, 2008 yılının Aralık ayında, 2007 yılının aynı ayına göre 16,4 puan azalarak, yüzde 64,7 seviyesinde gerçekleşmiştir.

Aralık ayında imalat sanayinde kapasite kullanım oranı, kamu sektöründe yüzde 61,6, özel sektörde yüzde 65,2 olmuştur.

Bu gelişmelerden anlaşılacağı üzere, ekonominin üzerine kara bulutlar çökmüş, üreten sektörde tansiyon kanamaya sebep olacak şekilde yükselmiştir.

Gelip gelmediği, etkileyip etkilemediği tartışılırken ekonomik kriz, durmak yola devam diyerek ilerlediği her istasyonda uğradığı yerleri tahrip etmekte, özellikle üretim sistemini işlemez hale getirmektedir.

Endişemiz, Türkiye ekonomisinin, krizin etkilerini ve asıl darbeyi 2009’da yiyecek olmasındandır. Bu nedenle siyaset ve ekonomi bürokrasisinden, krizle ilgili değerlendirmelerin ardı ardına gelmesi şaşırtıcı sayılmamalıdır.

Biz demiştik yaklaşımlarıyla, şimdiden ön alabilmek için yapılan çabaların hiç kimseye bir faydası olmayacak, ekonominin mantığı açısından hiçbir anlam taşımayacaktır.

Ekonomiden Sorumlu Bakan’ın, Türkiye'nin bu krizden etkilenmesinin kaçınılmaz olduğunu belirtmesini,Merkez Bankası Başkanı’nın krizin dibinin henüz görülmediğini ve yeni sürprizlere hazır olmak gerektiği yönündeki sözlerini bu çerçevede ele almak gereklidir.

Krizi görmezden gelen, ısrarla tedbir almakta direnen AKP hükümeti, ekonominin dümenini kayalıklara çevirerek, çarpışmayla sonlanacak mutlak akıbeti sadece seyretmekle yetinmektedir.

Bu sorumsuz siyasi tutumun iflas eden ekonomi politikalarını bu zamana kadar değiştirememesi, bu alanda yeni bir vizyon ortaya koyamaması aziz milletimizi büyük sıkıntıların içine çekecektir.

Ekonominin büyümesine rağmen işsizliğin yükselmesi, bu büyümenin tüketici borçlarının artmasıyla finanse edilmesi, yüksek faiz düşük kur cenderesi, üretimden kopan finans sektörü, cari açık mengenesine sıkışan ve can çekişen ekonomik sistem bugünkü sorunlarımızın tam bir özetidir.

Türkiye ekonomisindeki sorunlar, zihniyet dönüşümü sağlanmadan, sadece IMF’nin gelip gitmesi ve belirlenecek bir programın uygulanmasıyla çözülemeyecek kadar büyümüştür.

Esasen sorun; hükümetin ekonomiyi anlamlandırma, günübirlik ve temelsiz çözümlerle ve vizyondan yoksun kadrolarla meseleleri halletmeye çalışmasından kaynaklanmaktadır.

Vatandaşlarımız hayatlarından bezmiş, yoksulluk, işsizlik ve hayat pahalılığının kapanına kısılmışlardır.

Bize bir şey olmaz diyen Başbakan Erdoğan; aziz milletimizin ekonomik sorunlarının çözümü için kalıcı ve kapsayıcı hiçbir hamleyi bugüne kadar yapmamıştır.

2003 yılından 2007 yılına yardım yapılan kömür miktarının yüzde 130, 2008 Kasım ayına göre ise yüzde 125 artmış olması sorunların çözüldüğü anlamına gelmeyecektir.

Aziz vatandaşlarımızın en tabii hakkı olan ısınma ihtiyaçları bu yolla giderilse bile, açlık, barınma, aydınlanma, sağlık ve işsizlik gibi gerçek sorunlar nasıl çözülecek ve ne dağıtılarak karşılanacaktır?

Bir çığ gibi yuvarlanarak büyüyen krizin cesametini arttıracağı 2009 yılında, ekonominin zor tedavi edilecek ağır yaralar alacağı, bu durumun millet fertlerinin günlük hayatlarına yansıyacağı şimdiden bellidir.

Son günlerde artan ve toplumun her kesiminde dikkatle takip edilen siyasal ve hukuki tartışma ve gelişmeler; ekonomideki sorunların gizlenebileceği bir sığınak olmamalıdır ve olmayacaktır.

Hükümetin aksi yöndeki siyasi davranışlarının karşısında olacağımızı bir kez daha ve ısrarla hatırlatmak isterim.

Muhterem Milletvekilleri,

Başta otomotiv olmak üzere, ülkemizde kurulu bulunan önemli şirketlerin işçi çıkarmaları, iş durdurmaları ve bu eğilimin gittikçe artması önümüzde çok zorlu bir sürecin bulunduğuna işaret etmektedir.

Ekonomide yaşanılacak her olumsuzluk ise, önlem almada geciken, krizi küçümseyen ve teğet geçecek sözleriyle avunan Başbakan Erdoğan ve hükümetine ait olacaktır.

Sofrasındaki ekmeği küçülen, alışverişi azalan, kirasını ödeyemeyen, çocuğunu okutamayan, aziz vatandaşlarımızın sorunlarını biliyor ve bunların güçlü, adil bir hükümetin mevcudiyeti ile çözüleceğine inanıyoruz.

Girilen ekonomik türbülanstan çıkış yolu öncelikle kararlı ve güçlü bir siyasi iradenin varlığıdır.

Her konuda olduğu gibi ekonomide de toplumun tümünü kuşatan ve üretimi önceliğine alan politikalarla sorunların çözüleceği ortadadır.

Konuşmama son verirken hükümete bir çağrıda bulunmak istiyorum:

Ekonominin gerçek sorunlarını ötelemek için sanal gündem icat ve imal etmeyi artık bir kenara bırakınız.

Vatandaşlarımızın dayanılmayacak hale gelen geçim zorluklarını, değerler alanına taşıyarak siyasetin çarkları arasında öğütmeyiniz.

Ülkemizin ve vatandaşımızın gerçek gündemi ile yüzleşiniz. Çözemeyecekseniz, bir kez olsun siyasi erdem gösterip başarısızlığınızı itiraf ediniz.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. 

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı