27.01.2009 - TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Oldukları Konuşma
27 Ocak 2009

 

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Medyamızın Kıymetli Mensupları,

Bu haftaki konuşmama başlarken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Önceki gün Gümüşhane'nin Torul ilçesi Zigana Dağı bölgesinde, Kadırga Yaylası'na doğru yürüyüşe geçen dağcı grubunun üzerine çığ düşmesi sonucunda; 10 vatandaşımızın hayatını kaybetmesi ve iki vatandaşımızın yaralanması hepimizi derinden üzmüştür.

Bu ve benzeri acıların tekrarlamaması temennilerimle, hayatını kaybedenlere Cenab-ı Allah’tan rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum.

Değerli Arkadaşlarım,

Milletimiz, AKP iktidarının siyasi uygulamalarıyla tam bir korku tüneline sokulmuş, toplumu bir arada tutan ortak akıl işlemez hale getirilmiştir.

Devlet kurumlar boyutuyla, millet fertleri düşünceler bağlamıyla bölünmüş, ayrışmış ve mevzilenmiştir.

Bu noktada en tehlikeli olan zihinlerdeki parçalanmışlık hâkim bir duygu olarak ortaya çıkmış ve gün geçtikçe mesafe almıştır.

Endişemiz, toplumsal alanda alevlenecek bir çatışmanın bölünmeye kadar giden sürecin kapısını açabilecek olmasıdır.

Türk toplumunun, böylesine büyük ve ciddi bir yükü daha uzun bir süre kaldıramayacağı, taşıyamayacağı ve tahammül edemeyeceği gün gibi ortadadır.

Bize göre, şu andaki sorunların temelinde, esasen hükümet etme anlayışının yol açtığı sonuçlar bulunmaktadır.

Sorun çözme yeteneğinin istenilen düzeyde organize edilememesi, belirsizlikten ve güvensizlikten yeşeren yeni sorun alanlarının boy atmasına ortam hazırlamaktadır.

Asırlardır birçok badire ve felaketleri aşarak muhterem varlığını bu zamana kadar ulaştıran necip milletimiz; içindeki kinini her vesilede dışa vuran bir avuç siyaset bezirgânı ve besledikleri haramiler tarafından tarumar edilmektedir.

Aziz millet fertlerinin; karmaşıklaşan ve dipsiz bir kuyu haline dönen meseleler karşısında aklı karışmış, dermanı tükenmiş, heyecanı kesilmiştir.

Dikkatlerinizi, çok önemli gördüğüm bir hususun üzerine çekmek istiyorum:

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetleri; milletimizin çağın olaylarını, kendine özgü bir üslupla anlayabilme, yorumlayabilme ve değerlendirebilme kudretine, meseleleri kendi kültür dairesinden bakabilme ve kavrayabilme gücüne büyük bir darbe vurmuştur.

Başkent Ankara merkezli, çağı Türkçe okuyan kuvvetli bir devletin yerine; iç çekişmelere teslim olmuş, kimsenin kimseye güvenmediği, şüphelerin kanaat olarak belirdiği, başkalarının yalanlarını, kendi doğrularına tercih eden bir yönetim anlayışıyla Türkiye uçurumun kenarı kadar getirilmiştir.

Başbakan Erdoğan’ın geçtiğimiz günlerde Karadeniz’in güzel kentlerinden birinde yaptığı bir konuşmada; “yurt içinde, yurt dışında artık Türk vatandaşlarının sokakta başı dik bir biçimde 'Ben Türk'üm' diyerek dolaşabildiğini” söylemesi çok yüzlü siyaset anlayışının bir yansıması olarak görülmelidir.

Başbakan’ın ve partisinin; Türklüğe hakareti engelleyen Türk Ceza Kanununun 301 maddesinde elbirliği ile yaptığı değişikliğin tahribatı sıcaklığını korumaktadır.

AKP ile birlikte “ben Türk’üm demenin” ayıplandığı, ırkçılıkla özdeşleştirildiği, çağdışı bir ifade olarak takdim edildiği, hiçbir dönemde olmadığı kadar itibarının zedelendiği ve küçümsendiği ortada iken, Başbakan’ın bu ifadelerini, dengesini kaybeden bir ruh halinin çırpınışları olarak görmek lazımdır.

Hiç haddi ve hakkı olmadığı halde; Türklükten bahsederek, bu konudaki ayıplarını telafi etmeye çalışan Başbakan’ın nafile hamleleri, millet vicdanında açtığı yaraları asla ortadan kaldırmayacaktır.

Milli benliğimizin yıpratıldığı, gelecek umutlarının kırıldığı, bizi bir arada tutan değerlerin hırpalandığı bu hazin dönemde; Başbakan Erdoğan’ın söz ve uygulamalarını herkes unutsa bile, Milliyetçi Hareket unutmayacaktır.

Herkes affetse bile Milliyetçi Hareket affetmeyecektir.

Aziz Milletvekilleri,

Bugün Türkiye;

  • Siyasi belirsizliğin ve gerginliğin endişe verici bir nitelik kazandığı,
  • Toplumsal tedirginlik, yılgınlık ve huzursuzluğun geniş bir tabana yayıldığı,
  • Korkunun toplum hayatının her alanına egemen olduğu ve,
  • Siyaset kurumunun bu gelişmeler karşısında çözüm kapısı olmaktan çıkıp sürekli kriz üreten sorunlu bir yapı olarak ağır güven kaybına uğradığı tehlikeli bir süreç yaşamaktadır.

Son dönemde işleyen bir yargı sürecini, hukuk dışı mecralara saptırma gayretleri ve bunun üzerinden yürütülen tartışma ve polemikler, bu bakımdan her yönüyle endişe ve üzüntü vericidir.

Savcısı ve avukatı siyasetçi olan, gazete manşetlerinde ve televizyon ekranlarında izlenen ve soruşturma ile yargılama süreçlerinin parçalı olarak eş zamanlı yürütüldüğü bu dava, siyasi ve hukuki tartışmalara, polemiklere ve istismara alet edilmektedir.

Yapılmakta olan bir soruşturma ve görülmekte olan dava hakkında kanaat bildirmek, kendi mecrasında akan hukuki sürecin bir tarafı olmak, hukuka ve kanunlara aykırı olacağı gibi, siyasi sorumluluk ve demokratik meşruiyet anlayışıyla da bağdaşmayacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi bu dava kapsamındaki görüş ve düşüncelerini geçmişte çeşitli vesilelerle ortaya koymuş ve hassasiyetini kamuoyu ile paylaşmıştır.

Genel olarak, bu konuya olan yaklaşımımız:

  • Adalete sonuna kadar güvenmek,
  • Davanın hızla sonuçlanmasını beklemek,
  • Hukuki süreci ve yargıyı siyasileştirmemek,
  • Kişilik haklarına saygılı olmak,
  • Terörle mücadeleyi zaafa uğratmamak,
  • Bilgi kirliliğine itibar etmemek ve
  • Toplumda korku uyandırmamak olarak özetlenebilecektir.

Milliyetçi Hareket partisi bu konuda yine benzer düşüncelerini dile getirecek ve hukukun üstünlüğüne ve hakemliğine saygı duyulmasının gerektiğine ve mecburiyetine inandığını tekrarlayacaktır.

Ne var ki, söz konusu davayı bir kamplaşma fırsatı ve çatışma vesilesi gibi görmeye başlayan iktidar ile ana muhalefetin tutumlarının, soruşturmayı hukuki mecrasından çıkarttığı ve giderek siyasallaştırdığı anlaşılmaktadır.

Başbakan’ın savcılığına, ana muhalefet liderinin avukatlığına talip olduğu bu hukuki sürecin; “rövanş” veya ”öç alma” gibi kavramlarla siyasallaşması, toplumun giderek kutuplaşmasının yeni bir gerekçesi haline gelmektedir.

Bu nedenle, bir yandan “çomak soktuk” sözleri ile sürece müdahil olduğunu söyleyen Başbakan’ın, “yargıyı rahat bırakın’ çağrıları inandırıcılığını kaybetmiştir.

Bu meselede, ortaya çıkan korku ve endişelerin neden olduğu toplumsal gerginliklerin, öfkelerin ve kaygıların birikiyor olması, gelişmelerin başka yönleriyle de hassasiyetle incelenmesini ve değerlendirilmesini artık zorunlu ve gerekli kılmaktadır.

Söz konusu dava sürecinin izlediği seyir, biryandan hukuki süreç devam ederken, öte yandan terörizmle mücadele gibi hassasiyet gerektiren bir alanda, güvenlik güçlerimizin mücadele azmini kıracak, görevlerini zaafa uğratacak bir istikamete de girebileceğini işaret etmektedir.

Özellikle yurt dışından servis yapıldığı anlaşılan propaganda ile akla karanın, doğru ile yanlışın, suçlu ile suçsuzun, haklı ile haksızın birbirine karışmaya başladığı içinden çıkılmaz bir yola doğru ilerlendiğini söylemek yanlış olmayacaktır.

Biz baştan beri bu konudaki hassasiyetimizi ve duruşumuzu göstermiş ve 3 Temmuz 2008 tarihindeki açıklamamızda;

  • “Mahkemelere, emniyet makamlarına, istihbarat birimlerine veya haberleşme kurumlarına ait olup mahremiyet taşıması gereken konu, belge ve evraka, devlet ciddiyeti ile bağdaşmayan zafiyetler sonucu karanlık odaklar tarafından nüfuz edildiğini;
  • “Basın hürriyeti adı altında bu sızma haberleri yayınlamaya meyyal olan medya kuruluşlarına taşındığını” ve  “bu gelişmelere karşı dikkatli olunması gerektiğini” vurgulamıştık.

Ancak ne var ki, aradan geçen altı uzun aya rağmen, hükümet veya adli makamlarca hiçbir idari ve hukuki tedbir alınmamış; dava ile ilgili belgeler, görüşme kayıtları ilgisiz kişilerin eline geçerek alenen yayınlanmıştır.

Bu yayınların sözde gerçekleri ortaya çıkarmak adına, bir taraftan adli süreci etkilemeyi hedeflediği; öte yandan kamuoyunu tek taraflı olarak yönlendirmeye çalıştığı dikkatlerimizden kaçmamıştır.

Hatta bu konuda geçtiğimiz günlerde bir kamu kuruluşu olan Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu da görev almış; kime ve neye hizmet ettiği belli olmayan yurtdışındaki bir şahsın ithamlarını, saatler süren yayınla canlı olarak ekranlara taşımıştır.

Milletimizin vermiş olduğu vergilerle kurumsal devamlılığını sağlayan bir devlet televizyonunda yapılan bu yayıncılık faaliyetinin, topluma fitne ve kuşku tohumlarını atması, buna hükümet tarafından çanak tutulması; kabulü mümkün olmayan bir bayağılık ifadesi olacaktır.

Yıllardan beri siyaset yapan Milliyetçi Hareket Partisi’nin Başkent’teki faaliyetlerini ve toplantılarını bile yayınlamaktan ısrarla kaçınan bu kurumun, Okyanus ötesinin karanlık köşelerinden yayın yapmış olmasını, yalnızca habercilik heyecanı olarak görmek ve masum bulmak mümkün değildir.

Değerli Arkadaşlarım,

Türkiye bugün yılların ihmal ve himayesi ile bölücü terör örgütünün eylemleriyle desteklenen ciddi bir siyasal bölücülük tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Ancak bu tehlikeyi bir tehdit haline getiren karmaşık süreç çok yönlü ve çok maksatlı bir sistematik kampanya ile örtüşmekte, Türkiye hayatın her alanında yoğun bir tahribat ve propagandaya maruz kalmaktadır.

Oluşan kirli ittifakın, bölünme ve ayrışma sürecini bir yandan hızlandıracak, diğer yandan ise kamuoyunun gözünden kaçıracak bir senaryoyu sahnelemeye başladığı bütün emareleri ile ortaya çıkmıştır.

Bu ittifakın ortak paydasını;

  • Devlet ve millet olarak bir arada yaşamanın garantisi olan millî ve üniter devlet yapımızdan duydukları rahatsızlık;
  • Türk tarihini ve kültürünü karalamak için kolladıkları fırsatlar;
  • Millet değerlerini aşağılamak için yapılan “özür dileme” rezaletleri,
  • Tarihimizi sorgulatmayı amaçlayan hakaret kampanyaları,
  • Ve bölücülüğü aklamaya, terörle mücadeleyi sorgulatmaya dönük alçaklıklar oluşturmaktadır.

Hükümetin elindeki siyasal güç ve imkânları tam bir seferberlikle bu odaklara sunduğu ve bütün yıkıcı ve bölücü girişimlere yataklık yaptığı bu ortamda kirli çabaların maksadının;

  • Türk milletini kendinden kuşku duyan,
  • Ecdadına şüpheyle bakan,
  • Millî kimliği ve kişiliği zayıflatılmış,
  • Bölünmeye karşı duyarsız,
  • İhanetlere karşı tepkisiz,
  • Bekasını savunma refleksi zayıflamış,
  • Kardeşliğini umursamayan,
  • Terör ve şahadetler arasında kafası karıştırılmış,
  • Kimin dost, kimin düşman, neyin ihanet neyin cesaret olduğu konusunda tereddüt yaşatılan,
  • Kendisiyle ve inançları ile problemli bir topluluk haline getirilmek olduğu ortaya çıkmıştır.

Gidişat, toplumun adım adım ve içten içe önümüzdeki yakın vadede karşımıza çıkarılacak ve beka düzeyinde sarsıntılara yol açacak bir travmaya karşı uyutulmaya çalışıldığının alarmını vermektedir.

Hükümetin teslimiyetçi uygulamaları ile önü açılan siyasal bölücülüğün aldığı mesafenin yanı sıra; mücadele azmi kırılmış ve inancı zedelenmiş güvenlik mensuplarımızın etkisiz ve sahipsiz bırakılması oynanan oyunun son perdesi olarak değerlendirilmedir.

Ergenekon adı verilen dava sürecine ve gelişmelere bu açıdan bakıldığında, adaletin tecellisinin üstünde ve dışında, ayrıca bir sinsi çabanın, ülkemizi karanlık bir sürece doğru itmek ve yönlendirmek istediğini görmek ve söylemek gerekmektedir.

Bu sürecin, yıllarca bölücülük ve terörle fedakârca mücadele eden asker ve polis güvenlik mensuplarında kaygı ve kararsızlığa yol açması, yaşanacak en büyük zafiyet olacaktır.

Millet iradesi hükümetleri getirip götürebilir. Siyasetçiyi sandıkta değiştirerek, beğendiğini seçebilir.

Ancak, ne ordumuzun, ne polisimizin nede hukukçumuzun yerine yenisini koyma lüksümüz, başka ülkelerden getirme şansımız yoktur.

Onlara sahip çıkmak, sorunlarını çözmek ve görevlerinde destek olmak zorundayız.

Türkiye bu sorunları mutlaka aşmalıdır ve aşacaktır.

Çok daha müşkül durumları aşabilmiştir. İnancımız ve gayretimiz bu yöndedir.

Çünkü gideceğimiz başka ülke, yaşayacağımız başka vatan ve gurur duyacağımız başka bir bayrak yoktur.

Başkalarının gelecekte ne olacağı ve nerede duracağı, bizi hiç ilgilendirmemektedir.

Biz bin yıldır buradayız. Bir ve beraberiz. 

Önümüzdeki bin yılda da burada olacağız.

Kimse en ufak bir tereddüt göstermesin.

Ay yıldızlı al bayrağımızı dünya durdukça, son yudumuz Anadolu’da dalgalandıracağız.

Değerli Arkadaşlarım,

Ağır bir gerilim ve bunalım döneminden geçmekte olan Türkiye’nin önündeki en önemli siyasi kilometre taşı, 29 Mart 2009 tarihinde yapılacak Mahalli İdareler Genel Seçimleridir.

Seçimler, AKP’nin altı yılı aşan tahribat döneminin muhasebesini ve Türk milletinin sandık başında hesap sormasını sağlayacak çok önemli bir demokratik denetim imkânı olacaktır.

Aziz milletimizin sabırsızlıkla beklediği bu tarihi hesaplaşma için önümüzde sadece altmış gün kalmıştır.

Seçim sandığı başında tecelli edecek milli irade, doğuracağı etki ve sonuçlar ile harekete geçireceği süreçler bakımından önümüzdeki nazik dönemde Türkiye’nin siyasi tablosunu ve yol haritasını belirleyecektir.

Türkiye’nin yaşamakta olduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal kriz sürecinde, 29 Mart seçimlerinde AKP iktidarına sandık yoluyla ders verilmesi Türkiye’nin kötü gidişatına dur diyecek hayırlı bir sonuç doğuracaktır.

Bu bakımdan önümüzdeki seçimleri, yerel yöneticilerin seçiminin ötesinde, Türkiye’nin ülke ve millet olarak geleceğinin belirleneceği bir kader seçimi olacaktır.

Ancak, bu süreçte, milli iradeyi yönlendirmek için her çirkinlik sergilenmekte, Türkiye’nin gerçek sorunlarının üzerini örtmek için gündem değiştirme çabaları hız kazanmaktadır.

Bozgun psikolojisi içine giren AKP, bulanık suda balık avlamaya çalışmakta ve yeni cephe mevzileri oluşturarak yeni bir mazlum ve mağdur rolü oynamak için fırsat kollamaktadır.

Girilen seçim sürecinde dikkatimizi çeken birinci husus, AKP’nin Türkiye’nin bazı bölgelerinde bölücü emellere hizmet yarışında siyasi bölücülerle tam bir rekabetin içine gireceği; bu amaçla Barzani’den destek arayacağı anlaşılmaktadır.

PKK’nın siyasi talep listesinin ön sıralarında yer alan bazı konularda etnik bölücülüğün zemin kazanması ve köprübaşını tutması bu tehlikeli anlayışın yansımasıdır.

TRT eliyle Kürtçe yayın yapma, üniversitelerde Kürtçe enstitülerini kurma, Kürtçeyi seçmeli ders olarak müfredata alma çabaları ve daha ileri adımlar atma konusundaki niyetleri bu yönde AKP’nin bölücülere vadeli ümit ve cesaret verme hedefi olarak görülmelidir.

Üzerinde durulması gereken ikinci husus ise, bir hayal yolculuğu olduğu artık iyice anlaşılan Avrupa Birliği ile ilişkilerin ve sanal müzakerelerin, bu seçim sürecinde yeni bir ambalaj ve makyajla kampanya malzemesi olarak kullanılacağının görülmesidir.

Dış politikayı Türkiye’nin milli çıkarlarının sırtından bir siyasi rant aracı ve iç politika malzemesi olarak gören Başbakan Erdoğan, siyasi hesaplarla yeniden AB’ne sarılmak için geçtiğimiz hafta Brüksel koridorlarını aşındırmaya başlamıştır.

Ancak, Kıbrıs nedeniyle oksijen çadırına giren sanal AB sürecinin bu gibi gösterilerle canlandırılması beklenmemelidir. Bunun için AKP hükümetinin önüne konulan ve Başbakan’ın da bilerek kabul ettiği dayatma denklemi ortadadır.

Kıbrıs Rum bandıralı uçak ve gemilere Türk limanları açılmadığı ve Rum Yönetimi ile ilişkilerin normalleştirilmesi süreci başlatılacak adımlar atılmadığı sürece, AB ile ilişkiler, içinde bulunduğu koma durumundan çıkarılamayacaktır.

Bu durumu çok iyi bilen AKP hükümetinin belediye seçimleri geçtikten sonra, bu konuları gündeme getirmesi hiç kimse için şaşırtıcı olmayacaktır.

AKP’nin stratejisinde çok önemli bir yer tutan üçüncü husus, toplumda korku ve karanlıkların egemen olacağı bir ortam yaratarak; tedirginlikler ve endişeler üzerinden yeni istismar alanları açmaktır.

Kendi mecrası içinde yürütülmesi gereken hukuki süreçlerin, seçim kampanyası malzemesi olarak kullanılmaya çalışılması ile AKP’nin siyasete dışarıdan müdahale arayışları, iktidarın yeniden “sahte mağdur ve demokrasi havarisi” rolü için prova yaptığının işaretleridir.

AKP’nin seçim istismarında dördüncü husus ise, siyasi ve ekonomik istikrar yalanı etrafında pembe tablolar çizmeyi sürdürmek, “temiz siyaset- temiz toplum” sloganıyla pisliklerin üstünü örtmek ve AKP’nin alternatifi olmadığını iddia ederek Türk milletinin vicdanını ve idrakini baskı altına alma gayretidir.

Servetinin meşru kaynağını açıklayamayan, dokunulmazlık zırhını adalet önünde hesap vermekten kaçma kapısı olarak gören, en yakın çalışma arkadaşları yolsuzluk çamuruna bulaşan bir Başbakan’ın hala temiz siyasetten bahsetmesi ve “torunlarımızın yaşayacağı temiz Türkiye’yi düşündüğünü” iddia etmesi, siyasi tarihimize bu ibret örneği olarak geçecektir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin önünde milletvekillerinin yasama dokunulmazlıklarının kaldırılması konusunda 92 milletvekiline ilişkin toplam 221 dosya bulunmaktadır.

Dokunulmazlık dosyaları Meclis’te bekleyen milletvekillerinin yüzde sekseni AKP ve DTP milletvekilleridir. Dosya sayısı bakımından AKP ile DTP milletvekilleri, bekleyen dosyaların yüzde seksenaltısını oluşturmaktadır.

Bu dosyalardaki suçlar; evrakta sahtecilik, ihaleye fesat karıştırmak, kamu kurumunu dolandırmak, zimmet ve emniyeti suistimal gibi ağır fiillerle ilgilidir.

Bu konularda siyasi ve ahlaki sicili böylesine karanlık olan adalet kaçkınlarının, temiz siyaset ve temiz toplum edebiyatı yaparak Türk milletini aldatmak imkânı artık kalmamıştır.

29 Mart seçimleri bu yolun açılması ve yolsuzlukların hesabının sorulması sürecinin başlatılması için tarihi bir fırsat olarak görülmelidir.

Bütün bu gerçekler, AKP’nin alternatifi olmadığı yolunda yürütülen yalan kampanyasının hiçbir temele dayanmadığını göstermeye yeterli olacaktır.

AKP’nin alternatifsiz olduğu iddia ediliyorsa, bunun hangi alanlarda geçerli olduğu açıklıkla ortaya konulmalıdır.

AKP;

  • Siyasi ve ahlaki kirlilikte,
  • Siyasi kışkırtıcılıkta,
  • Dini duygular ve manevi değerler dolandırıcılığında,
  • Etnik bölücülere ümit ve cesaret vermede alternatifsizdir.

Bunun yanı sıra;

  • Yoksulluk, açlık ve sefaleti Türk milleti için kader haline getirmede,
  • Ekonomik kriz ortamında, Türkiye’yi korumasız bırakmada ve,
  • Çiftçi, memur, esnaf, işçi ve emekli inim inim inlerken affedilmez bir aymazlıkla “teğet” edebiyatı yapmakta, AKP’nin siyaset tarihinde alternatifi bulunmamaktadır.

Değerli Milletvekilleri,

Siyasetin baskı ve çatışma dinamiklerini harekete geçirmesinin neden olduğu keşmekeş; asıl meseleler üzerinde düşünebilme, bunların üstesinden gelebilme ve çözüme kavuşturabilme yollarını tıkamaktadır.

Türkiye her dönemde içine hapsolduğu tartışmalardan dolayı refah, huzur, esenlik gibi amaçlanan değerlere bir türlü ulaşamamış, karşılıklı atışmaların kasıp kavurduğu bir ortamda aziz vatandaşlarımız hiç de hak etmedikleri zorlukların içine itilmişlerdir.

Hayat pahalılığı, barınma sorunu, asgari düzeyde bile olsa, günlük hayatın devamı için gerekli olan ihtiyaçların karşılanamaması, vatanımızın her yöresinde sefaletin kara yüzünü adeta hortlatmıştır.

Adalet ve Kalkınma Partisi ile geçen altı yılı aşkın sürede; aziz millet fertlerinin refahında, mutluluğunda ve yaşam memnuniyetinde maalesef bir artış görülmemiştir.

Vatandaşlarımız; bugün dünden daha huzurlu, daha keyifli, daha rahat, daha esenlik içinde değildir.

Çığ gibi biriken sorunlar, hükümetin gerek iş bilmezliğinden, gerekse de başarısızlığından dolayı asıl meseleleri öteleyerek başka gündemlerle uğraşmasına ortam yaratmakta, milletimizin fazlasıyla hak ettiği refah ve ekonomik gelişmişlik mertebesine ulaşmasına mani olmaktadır.

AKP hükümeti, her bir vatandaşımızın daha çok gelir, daha düzenli kazanç, yarın kaygısı yaşatmayan bir iş ortamı, daha iyi sağlık ve eğitim hizmeti talebini bu zamana kadar karşılayamamıştır.

Rakamlarla, nereden nereye geldik safsatasıyla milletimizi uyutmaya ve kandırmaya çalışan Başbakan Erdoğan’ın gerçek yüzü ve niyeti artık ayan beyan ortaya çıkmıştır.

Hayret verici bir şekilde; Türkiye'nin 6 yılda kat ettiği mesafenin Cumhuriyet tarihinin hiç bir dönemi ile kıyaslanamayacak başarılarla dolu olduğunu ifade edebilen Başbakan Erdoğan; dış politikada, iç politikada, ekonomide, sosyal yaşamda ve kültürel alanda Türkiye'ye yaptığı tahribatı unutmuş gözükmektedir.

AKP’yle geçen bunca yılda akıllarda kalan; kavga, gerilim, yoksulluk, iktidar yandaşı küçük bir azınlığın artan zenginliği, kimliğimizin ve özgüvenimizin ayaklar altına alınması, yabancılara peşkeş çekilen milli varlıklarımız, hesaba çekilen tarihimiz, sorgulanan devletimiz, tartışılan milletimiz, uyuşturulan toplumumuz olarak karşımıza çıkmıştır.

Başbakan Erdoğan bağlanan basiretinden, işlemeyen ferasetinden dolayı Türkiye’yi ne hale getirdiğini ne yazık ki görememektedir.

Sayın Başbakan’ın alışkanlık haline getirdiği gibi, altı yılda mili gelire 500 milyar dolar eklediğini tekrarlayıp durması, gerçeklerin söylenmesinden ziyade, vatandaşın rakamlarla kandırılması olarak yorumlanmalıdır.

Buradan, Başbakan Erdoğan’a sormak lazımdır:

Mademki Türkiye’nin geliri altı yılda 500 milyar dolar arttı ise, 70 milyonun alınteri olan bu gelir nerededir ve kimlerdedir?

Vatandaşta olmadığına göre, hangi vasıtalarla kimlerin cebine girmiştir?

Vatandaşlarımız yoksullaşırken bahsedilen bu gelir artışı kimlerin refahını artırmıştır?

Altı yılda 500 milyar dolarlık gelir artışı, kişi bazında yaklaşık 7 bin dolar yükselişe neden olması gerekirken, hangi vatandaşımızın geliri altı yılda 7 bin dolar artmıştır?

Bize göre altı yılda Türkiye ne gelişmiş, ne de zenginleşmiştir.

Bu hesap kurnazlığının özeti şudur:  “Zenginlik yandaşlara, yoksulluk ise yurttaşlara” pay edilmiştir.

Kıymetli Milletvekili Arkadaşlarım,

Son günlerde yaşanılan ve gittikçe derinleşen tartışmalar; ekonominin gerçek sorunlarının konuşulmasına engel olmakta, yayılan krizin önünü alabilmek için atılması gereken adımların, bir türlü atılamamasına yol açmaktadır.

Doruğa çıkan ve iş âlemi tarafından da itiraf edilen belirsizlik ve güven bunalımı, tüketim eğilimin zayıflaması, yatırımın durması, işsizliğin patlaması ve bütünlükten yoksun parçalı önlemlerin beklentileri daha da kötüleştirmesi, önümüzde duran ciddi sorunlardan bazıları olarak karşımızdadır.

İçinde bulunduğumuz yılda, dünya ticaretinin, yıllar sonra ilk defa daralmaya başlaması, TL ile birlikte başka ülke paralarının da değer kaybetmesi, Türkiye gibi ‘yükselen pazar’ ülkelerine sermaye akışında büyük bir düşüş beklenmesi, krizden çıkışı zorlaştıran dış faktörler olarak görülmektedir.

Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Örgütü’nün, dünyada doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının 2008 yılında yüzde 21 azaldığını, 2009 yılında ise daha da yüksek oranda bir azalma beklendiğini açıklaması, Türkiye ekonomisinde finansman darboğazıyla karşılaşılacağına işaret etmektedir.

Nitekim Türkiye’nin, geçtiğimiz yıl yüzde 25,5’lik bir sermaye kaybına uğradığı anlaşılmaktadır.

Türkiye ekonomisinin yumuşak karnı olan ve geride kalan yıl içinde, bir ara 55 milyar dolara kadar çıkabileceği söylenen cari açık, azalan enerji ve emtia fiyatları, daralan ithalat nedeniyle gerileme trendine girmiştir.

Bunu kendi başarıları olarak sunma niyetine girdiği anlaşılan Başbakan Erdoğan’ın, bu yaptığının doğru olmadığını, gerilese bile cari açık tehlikesinin ortadan kalkmadığını söylemek istiyorum.

Elbette cari açıktaki azalmanın en önemli nedeni enerji fiyatlarındaki gerileme ve ithalat hacmindeki zayıflamadır.

Ancak, cari açığın azalması, enerji maliyetinin düşmeye başlaması; aziz vatandaşlarımıza olumlu anlamda yansımamış, sofralardaki bir ekmeği, iki yapmamıştır.

Mevcut şartlara dayalı olarak yapılan öngörülerde; 2009 yılında, 2008 gerçekleşmesine göre, ihracatın yaklaşık yüzde 20, ithalatın ise yüzde 25 gerilemesi beklenmektedir.

Türkiye ekonomisinin hızlı bir şekilde yol aldığı durgunluk süreci; büyümenin negatif gerçekleşebilmesine ve ithalatın ise yüzde 25’in üzerinde gerilemesine yol açabilecektir.

Düşük büyümenin; çoğalan işsizlik, fırlayan yoksulluk, yükselen sosyal maliyetler demek olacağını AKP hükümetine hatırlatmak isterim.

Ayrıca, mal ve hizmet fiyatlarındaki gerileme olarak da tanımlanabilecek deflasyon olgusunun, içinde bulunduğumuz yıldaki sorunlardan birisi olabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.

Bu durum, ekonomilerdeki durgunluğa paralel, hem üretimin düşmesi hem de işsizlik oranlarının giderek yükselmesiyle sonuçlanacaktır.

Bize göre, AKP hükümetinin, reel sektörün tümüyle iflasa sürüklenmemesi için, mal ve servis fiyatlarında gittikçe belirginleşen düşme eğilimini dikkate alan bir önlemler paketini hayata geçirmesinin yerinde olacağı kuşkusuzdur.

AKP zihniyeti, kendi siyasi hesaplarını ekonominin geleceği için lazım gelen önlemlerin önüne geçirmiş, mevcut siyasi tavır ve duruşuyla, ekonomik ilişkilerde güven yerine belirsizliği pompalamıştır.

Türkiye’nin kaybedecek yılları, heba edecek değerleri, israf edecek kaynakları yoktur.

Adalet ve Kalkınma Partisi’yle girilen yolun sonunda açlık, işsizlik, eşkıyalık, suçluluk, yoksulluk ve tükenmişlik vardır.

Bu iktidarın artık son kullanım tarihi dolmuş, geçen her gün sonradan telafisi çok zor olacak bedelleri ortaya çıkarmıştır.

Bu sürece dur demenin, demokratik devir teslimin yapılmasının zamanı artık gelmiştir. Yeni bir silkiniş ve uyanışın ilk durağı önümüzdeki yerel seçimlerde kendisini gösterecektir.

Bunu yapacak, üstün nitelik ve kudrete sahip büyük Türk milletine inancımız ve bağlılığımız tamdır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı