Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
Çok Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Medyamızın Değerli Temsilcileri, Hepinizi saygıyla selamlıyorum. Yakından şahit olduğunuz gibi Türkiye son haftalar içerisinde mutad hale gelmiş bunalımlarının tırmandığı ve terör eylemlerinin yoğunlaştığı bir dönemin sancılarını yaşamaktadır. Önceki hafta Aktütün Karakoluna yapılan saldırı sonucu elim kayıpların acıları yaşanırken, hemen ardından Diyarbakır’da meydana gelen terör saldırısı sonucunda Emniyet Mensuplarının şehadeti hepimizi derinden üzmüştür. En son olarak İstanbul’da üzerinde patlayıcı madde taşıyan bir teröristin fark edilerek eylem yapmasına fırsat bulamadan yakalanması, terör örgütünün kanlı eylemlerini hedef gözetmeksizin tırmandıracağına ilişkin ipuçlarını vermektedir. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bu ihanetin son bulması için her türlü desteği vereceğimizi bir kez daha tekrarlıyor, aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah’tan rahmet diliyoruz. Muhterem Milletvekilleri, Türk Silahlı Kuvvetlerinin Sınır Ötesine Operasyon yapması için Hükümete izin ve yetki veren tezkere geçtiğimiz hafta yüce Meclis’te oylanmış ve beklendiği gibi büyük bir ekseriyetle kabul edilmiştir. Dileğimiz, terörün bir an önce son bulması, diğer tedbirlerle birlikte düşünülecek bu operasyon yetkisinin aziz milletimizin esenliği ile kardeşliğinin devamı için etkili bir şekilde kullanılmasıdır. Son haftalarda artan terör eylemlerinin izlediği seyir, yaşanan gelişmeler ve tartışmalar ile hükümetin bu konulara olan yaklaşımını bir turnusol kâğıdı gibi ortaya çıkaracak olan yeni dönem, Yüce Meclisin bu önemli kararıyla birlikte başlamıştır. Artık bir AKP klasiği haline gelen ve her sonbaharda tekrarlanacağı anlaşılan bu sürecin de yine “kanlı eylemler, sonu gelmeyen tedbir arayışları, sözde ateşkes çağrıları ve nihayet kış uykusuna yatma” denklemiyle tecelli edeceği görülmektedir. Her kanlı eylemin ardından hükümet tarafından hatırlanan terörle ve bölücülükle mücadelede, hükümetin soruna bakış tarzı, artık çok kritik bir noktaya ulaşmış bu ihanetin geleceğini ve elbette ki aziz milletimizin bekasını yakından belirleyecektir. Ne üzücüdür ki, hükümet üyelerinin beyanatları, tezkere görüşmesi esnasındaki yaklaşımları bu konuda topluma ümit vermekten çok uzak kalmış, bilinen zafiyetler tekrarlanmaya başlamıştır. Terörle Mücadele, toplumun bütün kesimlerinin ortak desteği ve katkısı ile çözülecek bir milli sorundur. Çünkü her şeyden önce ortak hayat alanımız olan vatanımızı ve bizi bir arada tutan müştereklerimizi hedef almaktadır. Biz bu konudaki çözüm yolunun “topyekun seferberlikten” geçeceğine inandığımız için hükümete önerilerimizi sıralamış ve konunun siyaset üstü bir mesele olduğu gerçeği ile her desteğe hazır olduğumuzu da ifade etmiştik. Ancak, öncelikle kabul edilmesi gereken gerçek, bu sorunun siyasal muhatabının, elinde devlet ve hükümet gücünü kullanma yetkisi bulunan siyasal iktidar olduğudur. Gelişmeler hükümetin terörle ve bölücülükle mücadelede soruna bizimle aynı pencereden bakmadığını, yaklaşan mahalli idareler seçiminin etkisiyle günü kurtaracak, tepkileri azaltacak, vaziyeti idare edecek bir yaklaşımı tercih ettiklerini göstermektedir. Üstelik bunlardan daha da vahim olanı, hükümetin terörle mücadelede sorumluluğu sırtından atıp tamamen Türk Silahlı Kuvvetlerine yüklemeye çalışma pişkinliğinin Meclis çatısı altında alenen sergilenmiş olmasıdır. 8 Ekim günü yüce Mecliste tezkere hakkında hükümet ve iktidar partisi temsilcilerinin konuşmaları, iktidarın hükümet olduğunu unutup suçlu ve sorumluyu başka yerlerde arayan ilkel siyasetini bütün açıklığı ile gözler önüne sermiştir. Tezkere hakkında söz alan sayın hükümet temsilcisinin; siyasi iktidarın tek sorumlu olduğunu göz ardı ederek terörle mücadeleyi Türk Silahlı Kuvvetlerine ihale etmesi ve “ne istedilerse verdik” anlamına gelen sözleri tam bir aymazlık olarak karşımıza çıkmıştır. Bu açıklama, “ne yapalım biz Türk Silahlı Kuvvetlerine her desteği veriyoruz ancak onlar terörü bir türlü önleyemiyorlar”, demekten başka bir anlam taşımamaktadır. Bu ağır itham, hükümetin sevk ve idaresinde bulunan bir devlet gücünün, onu sevk edecek hükümet erki tarafından sinsi ifadelerle suçlanması, terör kayıplarının bir taraftan teröriste, diğer taraftan Mehmetçiğe fatura edilmesidir. Bu açıklama terörle mücadelede başarısızlığın, şaşkınlığın, siyasal ahlaktan yoksunluğun ve kokuşmuş bir zihniyetin ilk ağızlardan itirafıdır. Bunun başka bir anlamı ve açıklaması yoktur. Başbakanlık tarafından Meclise sevk edilen ve çıkartılması istenen tezkere metninde, “Türk Silahlı Kuvvetleri unsurlarına, sınır ötesi harekât ve müdahalede bulunmak üzere” yetkinin “hudut, şümul, miktar ve zamanının” hükümet tarafından belirleneceği açıkça yazılmıştır. Talep edilen bu izin ve yetki yüce Meclis tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerine değil, hükümete verilmiştir. Tezkere metninin altındaki imza Başbakan Erdoğan’a aittir. Bu imza ile hükümet yetki ve sorumluluğun tamamını üstlenmiştir. Verilen yetkinin hükümet tarafından ne derece başarılı yapılıp yapılmadığının hesabını verecek olan da bu konunun muhatabı olan hükümettir. Başarısızlığa bahane ve adres aramak hükümeti vebalden ve hesap vermekten asla kurtaramayacaktır. Değerli milletvekilleri, Türk milletini bölme, Türk devletini parçalamaya yönelik tarihi emellerin ilanı olan Sevr anlaşması, hepinizin malumu olduğu gibi ülkemiz coğrafyasını parçalara ayırmış, bu sanal paftalar üzerinde aziz yurdumuz yapay ülkelere paylaştırılmıştır. Bu zillete tahammülü olmayan kutlu ceddimizin şanlı mücadelesi, milletimize bölünmeyi dayatanlara karşı bir şamar gibi inmiş ve vatan sınırlarımız bugünkü şekliyle hukuki meşruiyet kazanmıştır. Bir taraftan Edirne’ye, diğer taraftan Hakkari’ye, bir yandan İzmir’e, öte yandan ise Iğdır’a kadar uzanan aziz topraklar ecdat kanıyla sulanarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları çizilmiştir. Bugün hiçbir milliyetçinin ve vatan sevdalısının aklında ve gönlünde bu topraktan bir karışının bile verilmesi ve hatta bunun hayal bile edilmesi mümkün değildir. Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak, Türkiye Cumhuriyeti adı ile temsil edilen bu siyasi, beşeri, fiziki, kültürel ve ekonomik coğrafyayı bir ve bütün olarak korumaya yemin etmiş bir siyasi anlayışın temsilcileriyiz. Ve bunu bir varlık sebebi ve kutlu bir vatan görevi olarak telakki ediyoruz. Bu itibarla, kurulduğumuz 40 yıl öncesinden bu yana, aziz vatanımız ve muhterem milletimiz için duyduğumuz bağlılığı, sürekli vurguladık. Verilecek toprağımızın, terk edilecek ilimizin, çizilecek sınırımızın, vazgeçilecek insanımızın olmadığını yüksek sesle sürekli tekrarladık. Tarihin en müşkül anlarında bile terk edilmeyen bu toprakların, bugün kanlı terörün baskısı ile terke hazırlanıldığına dair en küçük bir şüphe veya ima bile bize göre vatana ihanetle eşdeğer bir alçaklıktır. Ancak ne var ki, bizim vatan coğrafyasının bütünlüğü hakkında gösterdiğimiz kararlı duruştan nasibini almamış zihniyetlerin, Türkiye Büyük Millet Meclisi çatısı altında mevcudiyeti bugün yaşadığımız en büyük talihsizliktir. Biz bunların örneklerine, bölücülüğün siyasi uzantılarının söz ve eylemleriyle daha önceleri şahit olmuştuk. Bu kez, tezkere görüşmeleri esnasında, Adalet ve Kalkınma Partisi adına söz alan milletvekilinin, hükümetinin bu bölgede yaptıkları sözde hizmetleri anlatırken Yüce Meclise, “Gâvur Dağ’ından, Sivas’tan öteye geçmek lazım” mealindeki sözleri, bölücü propagandanın nerelere kadar ulaşmış olduğunu ve bu düşünce sahibini nasıl teslim aldığını bütün açıklığı ile ortaya koymuştur. Bu zırvaların sahibi olan zat, vatan toprakları üzerinde çizdiği bu hayali hattın doğusunu muhterem milletvekillerine ne maksatla hatırlatma cüretini göstermektedir? Bahsettiği bu sanal hattı, Yüce Meclise açıklamakla hangi coğrafyayı tanımlamak ve neyi kabul ettirmek peşindedir? Zatın, bu sorulara vereceği namuslu cevap, milletimiz için düşündüğü ve vatanımız için varsaydığı ve kabul edemeyeceğimiz geleceğin de işareti olacaktır. Bizim sorguladığımız husus, iktidar partisi adına konuşan bu milletvekilinin, Gâvur dağı ile Sivas ekseninde çizmeye çalıştığı hattın, PKK belgelerinde, Barzani haritalarında, Amerikan raporlarında ve uluslararası ihanet toplantılarında da yer aldığı gerçeğidir. Bu beyanatla birlikte, sözün sahibi ve onu alkışlayan parti mensuplarının görüşleriyle, PKK’nın Türkiye’yi görmek istediği coğrafya arasında tam bir uyum olduğu ortaya çıkmıştır. Bugün Başbakan Erdoğan’ın eşbaşkanlığına soyunduğu Büyük Ortadoğu Projesinin karanlık sınırlarına ilişkin dayatmaların, artık milletvekillerinde bile şekil bulduğu bu açıklama ile kesinleşmiştir. AKP, PKK ve Barzani ayni çizgide, asırlık Sevr zihniyeti ile bir kez daha buluşmuş ve maalesef bunun için yüce Meclis kürsüsü alet edilmiştir. Ve bize göre böylesi bir kirli zihniyet, en az PKK kadar bölücü, alçak ve ahlaksızdır. Benim, ülkemin bir bölgesinde ısrarla bulunmamı isteyen benzeri ifadelere Başbakan Erdoğan’ın seçim gezilerinde de şahit olmuş, ancak toplumsal gerginliklere fırsat vermemek için bunların bir sürç-i lisan olduğunu farz ederek üstünde fazla durmamıştım. Ancak görünen odur ki, bu ilkel siyaset ve istismarın alanı giderek genişlemiş ve maalesef Türkiye’yi yönetme iddiasındaki iktidar partisinin milletvekillerine, aziz vatanımızı ikiye bölecek bir coğrafi tasavvura da neden olmuştur. Ard niyetinin artık iyice malum olduğu bu noktada Başbakan’a sormak lazımdır. Beni ve partililerimi ısrarla ve her fırsatta bir vatan coğrafyasına davetinizden neyi ummaktasınız, hangi tertipleri tezgâhlamaktasınız? Hangi küresel senaryonun, eksik kalmış parçasını bizim üstümüzden tamamlamak peşindesiniz? 40. yılına girecek bir siyasal hareket olarak, nerelere gidip, kimlerle kucaklaşacağımızı siz mi tayin edeceksiniz? Biliniz ki biz maksadınızın farkında ve kurgulanan oyunun şuurundayız. Bu sinsi tahrikleriniz, vatan uğruna şehadet mertebesine ulaşmış evlatlarımıza ve kahraman milletimize yapılmış en büyük ihanet ve hakarettir. Bunun karşılıksız kalması asla düşünülemez. Şimdi değilse yarın mutlaka. Milliyetçi Hareket olarak bizim; Bin yıllık kardeşlik hukukunun bozulmaması, tahrik ve tertiplerle birliğimizin sarsılmaması, küçük bir kıvılcım bekleyen vahim gelişmelere fırsat verilmemesi için gösterdiğimiz yüksek hassasiyet ve fedakârlığı, bastırdığımız milli heyecanı asla anlayamayacak olan işbirlikçilere vereceğimiz en hafif cevap şimdilik şudur. Tekirdağ’da bizimdir, Şırnak’ta bizim, Artvin de bizimdir, Denizli de bizim. Adımız bir, anımız bir, acımız bir. Biz büyük bir aileyiz. Kuzeyden güneye, doğudan batıya tek bilek ve tek yüreğiz. Biz alt kimlik ve etnik kalıntı değil büyük Türk milletiyiz. Değerli Arkadaşlarım, Güvenlik mensuplarımızın şehadetleri ile sonuçlanan son terörist saldırıların en belirgin sonucu, hükümetin terör ve bölücülükle ilgili olarak stratejisinin, inancının, fikrinin ve niyetinin bulunmadığını ortaya koymuş olmasıdır.
AKP, Kuzey Irak’taki mevcudiyetini Türkiye’ye onaylatmak ve meşru hale gelmek isteyen Barzani’nin yeni bir tuzağına daha düşmüş, Başbakan’ın son açıklamalarından eli silahlı teröristin hamisi ile diplomatik pazarlıkların yapılacağı açıklanmıştır. Aslında ne hükümetin ne de ABD’nin bu bölgeden PKK’yı uzaklaştırmak, etkisizleştirmek gibi bir niyetinin olmadığını anlamak için daha ne kadar beklenecek ve daha kaç şehit verilecektir? Hükümet, başrolünde Barzani’nin bulunduğu bir küresel oyunun içine tam anlamıyla itilmiştir. Ülkemiz iki kötüden birini seçmekle karşı karşıya getirmiştir. Türkiye, ya terör örgütünün sözde Irak’ın kuzeyinden uzaklaştırılması adına Kuzey Irak yönetimini adım adım tanıyarak Irak’ın üçe bölünmesine rıza gösterecek ve kendi koyduğu kırmızıçizgilerini tamamen çiğneyecektir. Ya da Barzani’nin sevk, idare ve korumasındaki PKK terör örgütünün hunhar saldırılarına maruz kalmaya devam edecek ve acılara daha uzun süre katlanacaktır. Hükümetin yıllar süren yanlış adımlarının önümüze getirdiği denklem ve sonu görünmeyen yol haritası budur. Şimdi hükümet birinci yolu ehveni şer görüp, dağdaki teröristle Irak’taki hamisi vasıtası ile görüşmeyi seçmiştir. Hükümeti Barzani’ye yanaşmaya adeta mahkum hale getiren stratejik girdabın son terör eylemleri ile ivme kazanmış olması, terörün kimin elinde bir enstrüman olduğunu, kime yaradığını, koca Türk devletinin kimlerle muhataplığa sürüklendiğini daha iyi göstermektedir. Oyun artık belli olmuştur: Terörün beyni Barzani, yönetimi Kandil, destekçisi bölücüler, mihmandarı AKP’dir. Bu ve benzeri gerçekler ortadayken, hükümet terörle mücadelede tam bir bozgun belirtisi gösterirken, bir hükümet üyesinin açık toplumdan söz ederek, güvenlik kuvvetlerini çağrıştıracak şekilde “biri bizi gözetliyor” imasında bulunması dikkat çekici olmuştur. Güvenlik Kuvvetlerinin teröristlerin saldırısı altında olduğu sıralarda gerçekleşen ve kamuoyunu Türk Silahlı Kuvvetleri ile karşı karşıya getiren üzücü gelişmeleri burada tekrarlamanın bir anlamı olmadığı kanaatindeyim. Ancak, bu konuyu zımnen gündeme getiren bir hükümet üyesine ve bu istenmeyen durumu kaşıyarak kamuoyunu Türk Silahlı Kuvvetlerine karşı tahrik eden medyaya bir konuyu hatırlatmak istiyorum. 2003 yılının 6 Temmuzunda, Irak’ın Süleymaniye kentinde Amerikan askerlerince Mehmetçiklerimizin başlarına çuval geçirilerek rehin tutulduğu günlerde, yönetimin bir numaralı sorumlusu olan Başbakan Erdoğan’ın gezisini kesmeyip Kayseri’de otopark açılışı yaptığı, siyasi faaliyetlerine hiçbir şey olmamış gibi devam ettiği unutulmayacak bir seviye kaybı olarak henüz hafızalarımızdadır. Bu açıdan doğru ve haklı eleştirilere yer, zaman, ortam ve sonuçları itibariyle yaklaşmalı, başkalarının hatalarını alkışlarken, kendi kusurlarını örtbas edecek bir ahlaksız yaklaşımdan kaçınılmalıdır. AKP medyası önce iğneyi kendisine batırmalıdır. Değerli Arkadaşlarım, Biz Milliyetçi Hareket Partisi olarak, yıllardan beri terörle ve bölücülükle mücadelede önerdiğimiz başlıca tedbirleri geçtiğimiz Grup Toplantısında sıralamış ve güncelliğini kaybetmemiş tekliflerimizi kamuoyu ile paylaşmıştık. Çok sayıda ve çok yönlü olarak dile getirdiğimiz bu tedbirlerden hükümet ve kamuoyunun ilgisi yalnızca tampon bölge olarak adlandırılan “güvenlik bölgesi” talebimize çevrilmiş ve hafta boyu tartışmalar bu konu üzerinde yoğunlaşmıştır. Oysa Kuzey Irak sınırları içerisinde uygun arazi koşullarında oluşturulacak “güvenlik bölgesi” önerimiz, bizim için terörist saldırıları bir nebze olsun hafifletmek, teröristi kaynağında tespit ve imha etmek fikrine dayalı önleyici ve caydırıcı tedbirlerin bir bölümünü ihtiva etmektedir. Son olarak Başbakan Erdoğan’ın bu önerimizi “ağzı olan konuşuyor” şeklindeki bir ifade ile kendisine yakışan bir seviyede ele almış olması içine düştüğü çaresizliğin tezahürüdür. Bizim anlayamadığımız husus, Kuzey Irak topraklarında oluşmasını istediğimiz güvenlik bölgesi teklifimizin Başbakan Erdoğan’ı neden bu kadar ürkütmüş olduğudur. Teklifimiz üzerine, Barzani’den bile daha fevri tepkiler veren ve bir panik hali gösteren Başbakan’ın, acaba Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak’a girmeyeceğine dair birilerine verdiği bir sözü mü vardır? Kandil Dağı’na operasyon yapılmayacağına yönelik olarak kapalı kapılar arkasında bir güvence mi vermiştir? Milliyetçi Hareket Partisi, milletimiz ve devletimiz için doğru bildiklerini hiçbir tesir ve dayatmaya izin vermeksizin tamamen hür iradesi ile dile getiren muhteşem bir siyasal harekettir. Sayın Başbakan, nasıl siyaset yapacağımızı, hangi konuları siyasete taşıyacağımızı senden mi öğreneceğiz? Terörle siyaset olmaz, krizle siyaset olmaz, diplomasiyle siyaset olmaz diyerek hayatın her alanına yasak getirmeye çalıştığın özürlü siyaset zihniyetinin takipçisi mi olacağız? İnançların istismarı, vicdanların sömürüsü, gurbetçileri aldatılması siyaset olacak… Bizim makul tekliflerimiz, samimi yaklaşımımız, çözüm yollarımız ve milli duruşumuz siyaset sayılmayacak. Bu durumu milliyetçi siyaset anlayışımız şiddetle reddeder. Milliyetçi Hareket Partisi dün olduğu gibi bugün ve bundan sonra da söyleyeceklerini hiç kimsenin iznine ve icazetine bırakmadan yüksek sesle haykırmayı sürdürecektir. Sayın Başbakan, sizin düşüncelerinizi nasıl ifade ettiğiniz bizi hiç ilgilendirmez. Ama biz ağzımızla konuşur, beynimizle düşünür, aklımızla kavrar, sevgimizle kucaklar, gönlümüzle coşar, yüreğimizle inanırız. Bayrağımızla gururlanır, şehidimizle ağlar, destanlarla bağlanırız. Değerli Milletvekilleri, Konuşmamın bu bölümünde; küresel ekonomik sistemi köşeye sıkıştıran ve ülkemizi tehdit eden, global ekonomik krizin ülkemize yönelik muhtemel etki ve sonuçları üzerindeki görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşacağım. Küresel ekonomik sistemin tıkanma aşamasına geldiği, işleyişinin ciddi oranda bozulduğu ve bunların sonucunda, iflasların şimdilik finans sektöründe yaşandığı bir dönemin içinde bulunmaktayız. Peşi sıra yoğun bakıma alınan finans kuruluşları, ateşi yükselen üreten sektörler, kapsamını sürekli genişleten belirsizliğin içinde adeta çırpınmaktadır. ABD’de faizlerin yükselmesiyle birlikte, zaten hassas ve kritik bir durumda olan saadet zincir halkaları kopmuş, küresel ekonomi tam bir yangın yerine dönmüştür. Kredi bulan müşteriler, komisyon kazanan ipotek aracıları, kredi satan ABD’li yatırım bankaları, satılan krediyi alan Avrupalı bankalar, kural içinde oluşturulan usulsüzlüklere onay veren reyting şirketleri, risk dağıtılıyor diye bayram eden düzenleyici otoriteler el birliğiyle içten içe yanan ekonomik krize malzeme taşımışlardır. Yaratılan gayrimenkul balonu en sonunda patlayarak, sel ve sağanak halinde dünyanın birçok yerini etkisi altına almıştır. Arkası arkasına acil servise kaldırılan ve gözetim altına alınan büyük yatırım bankaları, finansal kuruluşlar; bir süre sonra ya çökmüş, ya devlet kontrolüne alınmış, ya da başka bir kuruluşla birleştirilerek gücünü kaybetmişlerdir. Ekonomilerdeki buhranın dalga dalga yayıldığı böylesi bir zamanda; Türkiye ekonomisine yön verenlerdeki atalet ve vurdumduymazlık, teşhis ve ön almadaki gecikme, ilgi ve gayretteki zafiyet, zaten var olan sorunları daha da artırabilecek ve sonuçta içinden çıkmayacağımız bir açmaza yol açabilecektir. Başbakan Erdoğan ve hükümeti bu tehlikeyi ne kadar görmek istemese de, yangın kapımıza kadar dayanmıştır. Değerli Milletvekilleri, Küresel ekonomideki kriz tufanının ve tırmanan belirsizliğin ortaya çıkardığı ağır sorunların Türkiye ekonomisinde yol açabileceği travma, görüldüğü kadarıyla hala AKP hükümeti tarafından ciddiye alınmamaktadır. Ekonomide depresif halin yaygınlaşmaya başladığı ülkemizde, yılların biriktirdiği fay hattı çatırdamaya başlamıştır. Önümüzdeki süreç ekonomik büyümenin düşeceği, işsizliğin yaygınlaşacağı, yoksulluğun bir çığ gibi artacağı bir dönemi işaret etmektedir. Sanayi üretiminin yüzde 4 oranında gerilemesi, imalat sanayi sektörünün yüzde 5,7 azalması yaklaşan sorunların habercisi niteliğindedir. Buna ilave olarak; geçtiğimiz yıl Eylül ayında yüzde 83,2 olan üretim değeri ağırlıklı kapasite kullanım oranının, bu yılın aynı ayında yüzde 79,8 seviyesinde gerçekleşmesi, üreten ve çalışan sektörde, bu zamana kadar ötelenen sıkıntıların açığa çıktığını göstermektedir. Küresel ekonomiyi kasıp kavuran ekonomik kriz saldırısını durdurabilmek için, hükümetler ve merkez bankaları tedbir üzerine tedbir alırken, Türkiye’de başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, bazı AKP’li bakanların “Gereken tedbirler alınacaktır” sözleri ciddiyetsizliğin ve şaşkınlığın bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
‘Bize bir şey olmaz’ yaklaşımlarıyla, sürekli üstü örtülen ve görmezden gelinen büyük ekonomik sarsıntının, umursamaz politik tavırlarla geçiştirilemeyeceğini sorumluluk sahibi siyasi irade iyi bilmelidir. “Türkiye'nin bu krizi birçok dünya ülkesine göre daha az bir zararla atlatacağını” iddia eden Başbakan’ın, bildiği ve aldığı önlemlerin ne işe yaradığı da çok yakın bir zamanda net bir şekilde aziz milletimiz tarafından görülecektir. Temennimiz; açıklamaları ve konuşmalarından ekonomi nosyonuna ne kadar yabancı olduğu anlaşılan Başbakan Erdoğan’ın; ayağımızı yere sağlam basıyoruz diyerek, küresel krizi hafife almasının muhtemel acı faturasına milletimizin maruz kalmamasıdır. Aziz vatandaşlarımız yaş yere basarken, elbette ki göz kamaştıran servetini dolarda tutan Sayın Başbakan, kriz sonucunda yükselen doların seyrinden memnundur ve ayağını gerçekten sağlam yere basmaktadır. Bize göre Başbakan’ın yere sağlam basmaktan anladığı budur. Milliyetçi Hareket Partisi olarak; alınacak her ciddi önlemin, samimi ve kararlı siyasi duruşun krizi karşılamada çok önemli bir itici güç olduğuna yürekten inanıyoruz. Başbakan Erdoğan ve yol arkadaşlarında var olan kafa karışıklığı, hala atılması gereken adımlarla ilgili ciddi bir belirsizliğin hâkim olması kaygılarımızda haklı olduğumuzu göstermektedir. Yaklaşmakta olan krizin, Türkiye ekonomisini özellikle ihracat ve dış kaynak temini bağlamında etkileyeceği ortadayken, Başbakan Erdoğan’ın cari açığı ürkütücü göstermenin yanlışlığına vurgu yapması; derin bir gaflette olduğunun ispatıdır. Toplam ihracat içinde yüzde 42,3 paya sahip Avrupa Birliği ülkelerini, krizin tam anlamıyla vurması; ihracat gelirlerini geriletecek ve büyümeyi düşürecek bir sonuç doğuracaktır. Ayrıca, ithalat artışının hız kesmemesi halinde; cari açığı en fazla besleyen dış ticaret açığının tırmanması, küçümsenen cari açığın olumsuzlukları tetiklemesine neden olabilecektir. Anlaşılmaktadır ki; Başbakan Erdoğan ve hükümeti gerçek gündemin gerisinde ve dışındadır. Vatandaşlarımızın büyük bir bölümü borç ve kredi batağında çare ararken, kredi kartları, tüketici kredileri üzerinde daha hassas davranılmasını ve bunlardan zaaf belirtileri doğmasını istemediklerini ilan eden bir Başbakan, yönettiği Türkiye’nin gerçeklerinden tamamen uzaktır. Başbakan Erdoğan’ın yalan ve hamasetle ürettiği ve kendi siyasi başarısına bağlı olmayan ekonomideki göreceli istikrar halinin boyaları dökülmekte, sözde başarı masalları, var olan olumsuzlukları artık gizleyememektedir. Bu hükümetin, tıpkı ve aynen palazlandığı siyasi ve ekonomik şartlara benzer bir şekilde milletimizin gündeminden gideceği günler yakındır. Değerli Milletvekilleri, AKP hükümeti tarafından bu zamana kadar gelen sermayeye verilen yüksek faiz, sürekli bastırılan döviz kuru dışarıya kaynak ve varlık transferini deyim yerindeyse azdırmıştır. Çiftçimizin alın teriyle tarlasından elde ettiği geçinmesine bile zor yeten kazancı, işçimizin emeği, memurumuzun çocuğunun rızkı, emeklimizin hayat boyu çalışarak elde ettiği maaşı, yıllardan beri AKP hükümetini ayakta tutan sıcak para tacirlerinin cebine gitmiştir. Yüksek faizle gelen para tüccarları, getirdiğinden daha fazlasını götürerek, sofralardaki ekmeğin dilim dilim azalmasına neden olmuşlardır.
Nasıl ve nereden gelirse gelsin denilerek kucak açılan başıbozuk ve kaynağı belli olmayan sermayeye ödenen yüksek reel faiz; bakkal poşetlerinin, market filelerinin, pazar sepetlerinin her geçen gün daha da boşalmasına sebep olmuştur. Dükkânını siftah yapmadan kapatan esnafımız, perişan bir halde olan ve hiç destek almadan var olmaya çalışan sanayicimizin artan feryatları hükümet tarafından halen işitilmemektedir. Bir tarafta şikâyet ederken, öbür yanda yüksek faizin devam etmesi için elini ovuşturan hükümet; vatandaşlarımızın gece gündüz çalışıp elde ettiği kazancını bağımlı olduğu faize teslim etmektedir. Bu fasit döngünün devam etmesi ve sanal başarının sürmesi için faize mecbur olan AKP hükümetinin; bu döneme kadar yelkenini şişiren, arkasında dayanak olan dış dünyadaki olumlu hava da kaybolmuştur. Başbakan Erdoğan’ın bastırmaya çalıştığı sıkıntısının ve hükümet üyelerindeki telaşın asıl sebebi de budur. Sayın Başbakan’ın, devri iktidarında günü kurtarmasına yardımcı olduğu ve sahte başarılarına kapı araladığı; dış konjonktürdeki iyimser hava ve uygun ortamın artık bir daha geri gelmeyeceğini iyi anlaması; hem kendi açısından, hem de milletimizin geleceği bakımından yararlı olacaktır. Sürekli krizin bir fırsat olarak değerlendirilebileceğini iddia eden AKP zihniyetine sormak lazımdır? Madem böyle bir niyet ve düşünceye sahipsiniz; o zaman elinizi tutan mı var, ne bekliyorsunuz krizi fırsata çevirmek için? Aziz milletimizin krizlerle mağdur olmaması, Milliyetçi Hareket Partisi olarak en büyük dileğimizdir. Biz kriz fırsatçılığı yaparak, bu durumdan siyasal fayda elde etmeyi aklımızın ucundan geçirmeyecek kadar basiret sahibi ve Türkiye sevdalısıyız. Sözümüzün başı da, sonu da; fikrimizin içi de, dışı da birdir ve büyük Türk milletinin menfaatinedir. Yoksulun, ezilmişin, işsizin, çaresizin derdini en çok biz anlarız. Aziz millet fertlerinin, ekonomik şartların olumsuzluğundan dolayı bunaldığı hepimizin malumuyken, temennimiz yeni krizlerin yaşanmamasıdır. Uyarılarımız, ikazlarımız ve itirazlarımız sorumluluk sahibi siyasi iradenin daha uyanık olması ve lazım gelen tedbirleri bir an önce alması içindir. Çünkü gecikilen her anın bedeli ağır olacaktır. Unutulmamalıdır ki; bu bedeli de öncelikle ve mutlaka Başbakan Erdoğan ve hükümeti ödeyecektir. Bu duygu ve düşüncelerle konuşmama son verirken hepiniz bir kez daha saygılarımla selamlıyorum. Dr. Devlet Bahçeli |