Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Kıymetli Basın Mensupları, Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Geçtiğimiz hafta İstiklal Savaşımızın yaşayan son gazisi olan Mustafa Şekip Birgöl’ün, bundan 89 yıl önce uğruna savaştığı vatanın toprağına verilişi ve Hakka uğurlanışı, bütün yurtta hüzünle ve heyecanla karşılanmıştır. Bu vefat, tarihi gerçeklerin artık unutulmaya yüz tuttuğu, duyarlılıkların giderek azaldığı bir dönemde bütün milletimizde ümit verici bir vefa duygusunun uyanmasına ve kutlu bir dönemin hatırlanmasına önemli bir vesile olmuştur. Takdir edersiniz ki zaman, onun değerini bilemeyenlerin ve onunla yaşamayı istemeyenlerin elinde taşınamayan yüktür ve hayatın üzerini örten, geride kalmış anıların izlerini silen bir tahribatın tanımıdır. Milliyetçiler için ise tarih, geçmişten geleceğe giden uzun yolculukta yalnızca aziz hatıraların yaşandığı dönemlerin adı değil, aynı zamanda bugünü ve geleceği doğru anlamlandırmanın başlangıç noktası ve milli hayatımıza bir kutup yıldızı gibi yön gösteren en önemli kaynaktır. Bu itibarla, kahraman gazimizin ebediyete uğurlanması, bugün gerçek anlamından uzaklaştığımız bağımsızlık ve hürriyet kazanımlarının asıl sahiplerinin kimler olduğunun ve nasıl bir mücadele ile doğduğunun bir kez daha hatırlanmasına fırsat vermiştir. Daha geçtiğimiz hafta içerisinde, Avrupa Parlamentosu çatısı altında ve TBMM üyelerinin de nezaret ettiği bir ortamda, ülkemize yönelik dile getirilen alçaklıklar, bu elim kaybın önemini ve değerini bir kat daha artırmıştır. Ülkemizde 1930’da meydana gelmiş bir isyanın bastırılmasını “soykırım”, Cumhuriyetimizin kurucusu aziz Atatürk’ün ise “savaş suçlusu” ilan edildiği; Anayasa’da güvence altına alınan Cumhuriyetimizin temel değerlerinin bunu koruması gerekenlerce tartışılmaya açıldığı ihanet ve rezaletler kamuoyunun gözü önünde cereyan etmiştir. Muhteşem bir dönemi yaşamış son İstiklal Savaşı gazimizin vefatıyla aynı zamanda yaşanan vahim gelişmeler, bu kahraman neslin emaneti üzerinde, 85 yıl sonra yeniden toplanan kara bulutları göstermesi bakımından ibret verici ve talihsiz bir tesadüf olmuştur. Tarihten ders çıkarmasını bilenler için, Türk milletine karşı yapılan ihanetlerin bulduğu karşılıkların neler olduğu ve bu tutumlarında ısrar edenleri bekleyen mukadder akıbetin ne olacağı yaşanan vakıalardır. Kaçınılmaz karar anı gelmeden ibret alınmasında büyük yarar vardır. Son gazimizin ve bütün silah arkadaşlarının şanlı mücadeleleri beyhude, şehitlerimizin vatan uğruna verdiği canlar asla ve alsa boşuna değildir. Türkiye sokakta bulunmamış, harita üzerinde kurulmamıştır. Türk milleti tesadüfen bir araya gelmemiş, bağımsızlık hediye olarak alınmamıştır. Bu topraklara boşuna vatan denmemiş, sınırlar icazetle çizilmemiştir. Bu itibarla, yaşanan sürece ve yaklaşan tehlikelere vatandaşlarımın dikkatini çekiyorum. Yüreğinde bayrak sevgisi olan herkesi vatan ortak paydasında buluşmaya çağırıyorum. Millet varlığına karşı husumete yeltenenleri de tahrikleri bırakarak, girdikleri ihanet yolculuğundan vaz geçmeleri konusunda uyarıyorum. Değerli Milletvekilleri, 15 Kasım 2008 tarihinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kuruluşunun 25. yıldönümü kutlanmıştır. Kıbrıs Türklerinin haksızlığa, zulme ve baskıya başkaldırışının sembolü olarak çeyrek asırdır tarih sahnesinde var olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, bugün karanlık bir sürece mahkûm edilmiştir. Kıbrıs sorununa kapsamlı çözüm bulunması için başlatılan süreç Avrupa Birliği’ni arkasına alan Kıbrıs Rumlarının nihai emelleri ve hedefleri doğrultusunda gelişmektedir.
- AB’nin gölgesinde ve yönlendirmesinde, - Türkiye için hayati önem taşıyan iki devletli, iki milletli ve iki bölgeli ortaklık yapılanmasına dayalı çözümü fiiliyatta anlamsız hale getirecek, bu ilkelerin içini boşaltacak ve, - Türkiye’nin 1960 Kurucu Antlaşmalarından kaynaklanan garantörlüğünün sulandırılması sonucunu doğuracak bir zeminde yürütülmektedir Böyle bir temelde sürdürülen müzakerelerin sonucunun Kıbrıs Türkleri için bir çıkmaz sokak olacağı görülmektedir. Avrupa Birliği ilkeleri zemininde belirlenen parametreler esas alınarak bulunacak çözümün, Kıbrıs Türklerinin bazı sınırlı haklara sahip azınlık toplumu olarak Rum devletine yamanması, adanın kuzeyinin bu yolla AB’ne katılması sonucunu doğuracağı açıktır. Bunun siyasi ve hukuki anlamı ve sonucu da, Kıbrıs Türkleri ve Türkiye’nin Kıbrıs’tan fiilen tasfiyesi olacaktır. Sanal Avrupa Birliği sürecinin görünürde sürmesini temin etmek için Kıbrıs Türklerini gözden çıkarmaya hazır olduğu anlaşılan AKP hükümetinin, bu teslimiyet politikalarının sürmesi halinde milli davamız olan Kıbrıs’ın Rumlara teslimi kaçınılmaz olacaktır. Bizim bu aşamadaki yegane ümit ve temennimiz, AKP hükümetinin Türk milletinin hiçbir şart altında kabul etmeyeceği böyle bir noktaya gelinmesinin doğuracağı sonuçları biran önce idrak etmesi ve bu yanlış yoldan dönmesidir. Muhterem Milletvekilleri, Hayatın her alanında şahit olunan gelişmeler, tek başına iktidar olma iddiasındaki Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinin ve Başbakan Erdoğan’ın, Meclis çoğunluğu dışında yönetim gücünün kalmadığını, ülkenin tamamen kontrolden çıktığını gösteren örnekler olmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın, altı yıllık iktidarı boyunca çözüm ve çare üretmesi gerekenin kendisi ve hükümeti olduğunu unutarak, her konuya laf yetiştirme, sorumluluğu başka yerde arama, kusurlarını çok konuşarak kapatma telaşı, saklamaya çalıştığı cehaletini de bütün yönleriyle ortaya çıkarmaktadır. Geçtiğimiz günlerde parti toplantısı maksadıyla polis kordonu altında gittiği Hakkari’de, Başbakan Erdoğan arkasını düşünmeden kullandığı sözlerden birini daha sarf etmiş ve kamuoyunda “ya sev ya terk et” olarak yorumlanan açıklamalar yapmıştır. Onun ne söyleyeceği, kimi ülkemizden kovmak istediği bizim konumuz değildir. Düşüncelerini dilediği üslupta söylemekte serbesttir. Ancak bizi ilgilendiren husus, bu açıklamanın ardından kamuoyundan gelen eleştiriler karşısında çark etmesi ve bu sözünün patentinin Milliyetçi Hareket Partisi’ne ait olduğuna dair ahlak ve izandan uzak iddiasıdır. Bu konuda gerekli açıklamayı yapmış, bu sözün partimize ait bir slogan olmadığını ve resmiyet taşımadığını hafta içinde kamuoyu ile paylaşmıştık. Ancak, bu tartışmanın devam etmesi ve Başbakanın bu sözü partimizle ilişkilendirme çabası, konunun üzerinde daha geniş durmamızı ve düşüncelerimizi bir kez daha açıklamamızı gerektiren bir mecburiyeti ortaya çıkarmıştır. Değerli Arkadaşlarım, Milliyetçi Hareket Partisi, Parti Programında da yer aldığı gibi, yeni bir dünya düzeninin şekillendiği 21.yüzyılda, elbette ki önce Türk Milleti’nin ve sonra bütün insanlığın barış ve mutluluk içinde yaşayacağı bir dünyayı arzulamaktadır. Partimiz; Türk Milleti’nin barış, huzur ve kardeşlik içinde yeni atılım ve hedeflere hazırlanmasında, milliyetçilik ve demokrasiyi, siyasî ve kültürel çerçevenin iki anahtar kavramı olarak kabul etmekte; bir toplumun dayanışma, ilerleme, çağın değerlerini yakalama gibi hedeflerini pekiştirecek en önemli unsurun milliyetçilik olduğuna inanmaktadır. Bu milliyetçilik anlayışı; ırkçılık ve ayrımcılığa şiddetle karşı olup bin yıllık kültürel ve toplumsal birlik ve beraberliği; gelecekte huzur ve refah içinde ve bir arada yaşamanın da ön şartı gören bir şuurun ifadesidir. Bu yüksek şuur, Türk milleti namıyla kutlu tarih boyunca terkip olunan mükemmel milli kimliğin ve kapsayıcı milli kültürden beslenen yapıcı, kaynaştırıcı ve birleştirici değerler manzumesinin sonucu ve eseridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ayrılma ve farklılaşma üzerine değil, birleşme ve kucaklaşma ülküsü etrafında şekillenmiş ve dönemin kadrolarınca, milli devlet, milli kimlik, milli dil ve millet varlığı üzerinde ittifak edilerek yeni devletin dayanakları oluşmuştur. Bu itibarla, hem 40 yıllık siyaset tecrübesi ile Milliyetçi Hareket Partisi, hem de dayandığı asırlık Türk milliyetçiliği düşüncesi, hiçbir zaman ayrımcı ve uzaklaştırıcı olmamış; toplumun tamamını temel değerler ekseninde buluşma ve kucaklaşmaya çağıran bir anlayışın temsilciliğini üslenmiştir. Maddi ve manevi mirasını emanet aldığımız İmparatorluk geleneği de aynı kaynaşma kültürünün bir sonucu olup, ülkemizi küresel bir güç yapma hedefimizde takip etmemiz gereken yolun işaret taşlarını göstermektedir. Bu itibarla, büyük Türk milleti ile bu topraklar üzerinde yaşamak veya geleceği paylaşmak istemeyenler için bile yapılması gereken onları vatandan kovmak değil, aziz vatan topraklarında ve bir arada yaşayabilecek temel değerlerini onlara da benimsetmek olmalıdır. Yalnız ülkemizin içinde değil, komşu coğrafyalarda ve nihayet yeryüzünün her yöresinde adalet, huzur, barış ve refahta model alınacak ve örnek olacak bir ülkenin varlığı bu kucaklayıcılıktan geçmektedir. Sevilen, özenilen, gıpta edilen, himayesi arzulanan, dostluğuna sığınılan bir büyük ülke haline gelmemizin yolu da “bayrağımızın gölgesinde yaşamayı isteyenlerin sayısını artırmakla, vatanımızı küresel bir cazibe merkezi haline getirmekle mümkün olacaktır. Bilinmelidir ki biz, bundan asırlar önce, “kardinal külahını Osmanlı sarığına tercih ederek” milletimizin sinesinde kurtuluş umudu arayan mazlum toplumları, büyük Türk milletinin himayesine sevk eden beşeri çekiciliğin ve buluşmanın peşindeyiz. Bu nedenle, sevmeyenin terk etmesi yerine, öncelikle bizi ona sevdirecek, beraberliğimizi saydıracak bir yaklaşımın hakim kılınması bizim siyaset anlayışımızın vaz geçilmezlerindendir. Yerel ve yöresel farklılıkların Türk kültürünün zenginliği içinde görüldüğü bu anlayış üzerinde sağlanacak genel bir uzlaşmanın, toplumsal barış ve huzur için önemli katkı sağlayacağına şüphe yoktur. Başı derde düşen, öz yurdunda barınamayan, zulme uğrayan, saldırılara maruz kalan milyonlarca soydaşlarımızın ve akrabalarımızın yüzyıllardır en emin sığınağı ve kucaklaşma için seçtikleri en güvenilir adres, hepinizin bildiği ve tarihin şahit olduğu gibi Anadolu coğrafyası ve milletimizin bağrı olmuştur. Aziz milletimiz, çareyi Anadolu’ya sığınmakta bulmuş bütün kardeşlerine mükemmel bir konukseverlikle, gönlünü ve kucağını sonuna kadar açmış, gelenleri kendinden bilerek ekmeklerini ve kaderlerini iftiharla paylaşmış ve bölüşmüştür. Yeryüzündeki bütün milletlerin kardeşliğini ilke edinen bir siyasal düşüncenin şerefli temsilcisi olan Milliyetçi Hareket Partisi’nin; ayrımcı, uzaklaştırıcı ve dışlayıcı olmasının düşünülemeyeceğini kamuoyu ile paylaşmak ve bu tarihi derinlikten ve hasletlerden habersiz olan Başbakan Erdoğan’a bu vesile ile de hatırlatmak istiyorum.
Gün, saflarımızı sıklaştırma günüdür. Gün, kucaklaşma günüdür. Ve kucaklaşmanın adresi büyük Türk milletidir. Değerli Milletvekilleri, Bugün karşı karşıya bulunduğumuz sorunlardan birisi de, milli ve manevi değerlerimizin toplumsal çatışma alanına dönüştürülmesi ve Türkiye’nin inanç ve mezhep temelinde çok tehlikeli bir ayrışma ve cepheleşme sürecine çekilmek istenmesidir. Toplumsal huzursuzluk ve gerginlik alanları her geçen gün derinleşmektedir. Bu alanlardaki temel sorunların, Türkiye’nin milli birliği ve bütünlüğü içinde makul çözümlere kavuşturulamaması, bu yöndeki tahrik ve istismarların hayat bulacağı müsait bir ortam yaratmaktadır. Bu tehlikeli süreci durdurmak ve milli dayanışma ruhuyla Türkiye’yi birlik, bütünlük ve huzur içinde onurlu ve aydınlık bir geleceğe taşımak siyaset kurumunun en önemli ve öncelikli görevi ve sorumluluğudur. Karşımızdaki sorunların çözüm yolları ve imkânlarının aranacağı tek adres, milli iradenin tecelli ettiği yegâne makam olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Türkiye’nin sorunları ortak aklın ve sağduyunun rehberliğinde bu kutsal çatı altında çözülmelidir. Ortak amacımızı kronik gerginlik kaynağı haline gelen toplumsal huzursuzluk konularının, toplumumuzu kucaklayan bir sağduyu ve hoşgörü ortamı yaratılması yoluyla gündemden çıkarmak olmalıdır. Bunun için siyasi partilerin asgari müştereklerde buluşmaları zaruridir.
Bu durumun görmezden gelinemeyeceği ve bu sorunların milli bütünlük, toplumsal hoşgörü ve dayanışma ruhu ile ele alınıp çözüm yolları üzerinde iyi niyetle ortak çaba gösterilmesi gerektiği açıktır.
- Bu konularda, bugüne kadar, müşterek bir anlayış zemini oluşturulabilmesine hizmet edecek sağlıklı ve gerçekçi bir tartışma ortamı maalesef yaratılamamıştır. - Bunları güçleştiren ve engelleyen karşılıklı etki ve unsurların başlıcaları şunlardır: -Tarihi süreç içinde bugüne taşınan önyargılar ve hassasiyetler; -Aşılamayan korku ve endişeler; -Bilgi ve zihin berraklığının eksikliği; -Tanımlama ve teşhis karmaşası; -Kemikleşen klişeler, karşılıklı suçlama ve polemikler; -Siyasi hesap ve mülahazalar. - Bunların gölgesinde ve ipoteği altında yapılan arızi tartışmalar bu konuda gerekli olan “karşılıklı anlama ve anlaşılma” sürecinin hayata geçirilmesini önlemiştir. - Bunun da ötesinde, bu durumun etkisiyle ayrılıklar giderek derinleşmiş ve bir güven bunalımına yol açmıştır.
Esasları ve hedefleri doğru konulmuş sağlıklı bir tartışma ve değerlendirme ortamının şartlarının hazırlanması devlet ve toplumun bütün kesimlerinin ortak sorumluluğudur. - Bu konuda başta siyaset kurumu, parlamento ve hükümet olmak üzere devletin ve toplumun tüm kurumlarına, Aleviliğin çatı kuruluşlarına, inanç önderlerine, üniversiteler ve akademik çevrelere önemli görevler düşmektedir. - Bu çabalarda temel amaç, Türk milletinin birliğini ve beraberliğini koruyarak toplumsal huzursuzluk alanlarının cepheleşmelere dönüşmesini önlemek ve herkesin inancına saygı duyarak birlikte yaşama ideali etrafında kenetlenip toplumsal sıkıntı ve sorunları çözmek olarak görülmelidir.
- Karşılıklı endişe, korku ve önyargılar aşılmalı ve Türk milletinin tarihten bugüne ulaşan zenginliklerinden biri olan bu değerler sistemi, bunlardan arındırılarak doğru bilgilere dayalı bir zeminde ele alınmalıdır. - Alevilik, tıpkı diğer inanç alanlarında olduğu gibi siyasi istismar ve rant aracı olmaktan çıkarılmalı, şahsi ve kurumsal nüfuz ve iktidar alanı olarak görülme eğilimleri terk edilmelidir. - Bu konuyu inancın dışında başka mecralara çekme, ideolojik muhteva ve nitelik kazandırma ve politik bir akım haline getirerek siyasallaştırma çabalarına itibar edilmemelidir. - Bir inancın ifadesi olan bu anlayış, karşıtlık ilişkisi ve zıt kutupların çatışması denklemine hapsedilmemeli, Sunni-Alevi; Cami-Cem evi karşıtlığı olarak görülmemeli ve bu noktaya indirgenmemelidir. - Karşılıklı sevgi, saygı ve hoşgörü anlayışı hakim kılınmalı, hiçbir inanç, kültür, gelenek ve değeri aşağılamanın hiç kimsenin hakkı ve haddi olmadığı unutulmamalıdır. - Toplumsal hassasiyet taşıyan konularda küçümseyici ve dışlayıcı ifade ve tavırlardan özenle kaçınılmalıdır. - Konunun kavramsal çerçevesi doğru konmalı ve anlaşılmalı, çözüm imkanları, bütüncül bir çerçeve içinde ele alınmalıdır. - Hem Alevi kardeşlerimiz ve kurumları arasında, hem de toplumsal düzeyde görüş ve anlayış birliği bulunmayan temel konularda, iyi niyetli ve objektif çözümü amaçlayan asgari müşterek zemini oluşturulmalı ve bu konuda akademik çalışmalar yol gösterici olmalıdır.
Değerli Milletvekilleri, Küresel ekonomide kopan fırtına sonucunda; birçok finans kuruluşu göçmüş, piyasalar altüst olmuş, durgunluk hâkimiyetini ilan etmiştir. Bununla bağlı olarak bazı Avrupa ülkelerinin resmen resesyona girdiği açıklamalardan anlaşılmaktadır. Bir türlü kontrol edilemeyen ve önüne geçilemeyen ekonomik tufan kürenin her tarafını etkisi altına almış, ülkemizin kapısına dayanmış ve kendisini göstermeye başlamıştır. Nitekim derinleşen kriz, zincirleme reaksiyonları arttırarak belirsizlik ve güvensizlik eğilimlerini güçlendirmiş; borsa endekslerinin keskin düşüşler yaşamasına, kurların ciddi oranda yalpalamasına ve sınır ötesi mali kuruluşların kredi faaliyetlerini dondurmasına neden olmuştur. Bu endişe verici manzara karşısında, krize karşı önlem almaktan vazgeçmeyen başta ABD ve Avrupa ülkeleri yeni çözüm yolları bulabilmek, krizin salvolarını karşılayabilmek için sürekli bir arayış içine girmişledir. Krizi yaratan düzenin oluşmasına göz yumanlarla, bu krizi hafife alanlar ve “piyasalar sorunu çözer” diyenler, ekonomik sistemi kurtarmak için kolları sıvamış durumdadır. En son olarak, ABD’de G–20 ülkelerinin katılımıyla düzenlenen bir zirve yapılmış, küresel kriz masaya yatırılmıştır. Bu zirve öncesinde beklentilerin çok yüksek olduğu ve yeni bir ekonomik sistem temennilerinin yapıldığı hepimizce malumdur. Bu toplantı sonucunda alınan ve üzerinde mutabakat sağlanan kararların beklentileri karşılamaktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Buna göre, dünya çapında krize ortak önlem olarak, her ülkenin 31 Mart’a kadar öneri ve taahhütlerini ortaya koyacağı, piyasalarda denetimin sıkılaştırılacağı, gelişen ülkelere destek verilerek, krizin yol açtığı delikleri kapatmak için gerekli reformlara ne kadar kaynak ayrılacağının belirleneceği gibi ucu açık yaklaşımlar zirve kararına hâkim olmuştur. Bu toplantının sonuçlarından birisi de küresel geliri paylaşmakta son derece bencil ve ihtiyatlı olanların, mevcut krizin olumsuz faturasına geniş toplum kesimlerini ortak etmeye gayret gösterecekleri yönündedir. Dileğimiz ve temennimiz ahlakiliği son derece tartışmalı ve şaibeli olan bu eğilime Türkiye’yi yöneten AKP zihniyetinin alet olmaması, önce kendi içimizdeki yangını söndürmek için gecikmiş de olsa bir an önce harekete geçmesidir. Değerli Milletvekilleri, Türkiye ekonomisi; iç çelişkilerden, alınmayan önlemlerden ve çökmüş bağışıklık sisteminden kaynaklanan sorunlar nedeniyle küresel ekonomik krizin tahribatına son derece açık bir hale gelmiştir. Dünyadaki sanal para bolluğunun yardımıyla, geçtiğimiz yıllarda ürettiğinin kat be kat üstünde tüketen ülkemiz, ekonomi politikaları açısından da bir tercih aşamasına gelmiş bulunmaktadır. Birçok ülkenin, sistemlerine sirayet eden ekonomik krize karşı önlem almaya çalıştığı bu zaman diliminde; Başbakan Erdoğan, bu krizin Türkiye’yi etkilemeyeceğini varsaymış, hatta bu krizin Türkiye için bir fırsata dönüştürülebileceğini dahi ifade etmişti. Başbakan önce küresel mali krizi, tetikleyicisi olan mortgage sektöründeki problemlerden ibaret olduğunu düşünerek, “Bizde mortgage yok, TOKİ var biz sağlamız bize bir şey olmaz” sözünden, “Bizim bankalarımız çok sağlam bize bir şey olmaz” görüşüne gelerek ekonomik krize yönelik teşhis aczini göstermiştir. Küresel krizin ülkemizi de etkileyeceği, muhtemel olumsuzluklara karşı hükümetin bir an önce tedbir almasını önerenlere ise, çok sert çıkarak, yapılan çağrıların taraflarını “Yangına körükle gitmekle” suçlamıştır. Bu çerçevede olmak üzere, G–20 zirvesine katılmak amacıyla ABD’de bulunan Başbakan Erdoğan yurtdışında ülkemizin iç meseleleri ile ilgili konuşma alışkanlığını sürdürmüş, ancak bize göre olumlu bir tavır olarak var olan krizi sonunda kabullenmiştir. Bu ifadeler, Başbakan Tayyip Erdoğan ve AKP’nin küresel mali krizle ilgili değerlendirmelerinin tıpkı döviz kurları gibi dalgalı bir seyir izlediğini göstermektedir. Yine de bu zamana kadar bütün uyarı ve ikazlara kulaklarını tıkayarak, meselenin ciddiyetini algılamaktan uzak duran Sayın Başbakan’ın bu yaklaşımı olumlu bir gelişme olarak görülmelidir. Ne ilginçtir ki, son günlerde, krizin ciddiyetinin kabulüne yönelik itiraflar sadece Başbakan Erdoğan’la da bağlı kalmamış, ekonomiden sorumlu bir bakan da benzer bir tavrın içine girmiştir. Küresel krizin dalga dalga ülkemiz ekonomisini de etkileyeceğini, ilk olarak aylar önce Denizli’de işadamları ile yapılan bir toplantıda dile getirdiğini söyleyen bu Sayın Bakan, kriz karşısında “Polyana’cı bir tavır sergilemek” ile itham edilmesini reddederek, Başbakan’ı ile daha o günlerden ihtilaf içinde olduğunu zımnen ifade etmiştir. Bu hayret ve esef verici beyanların ABD’de yapılan G–20 zirvesi öncesinde kamuoyuyla paylaşılması ayrıca dikkate değerdir Bir tarafta küresel krizden etkileneceğiz diyen ekonomiden sorumlu bir bakan varken, diğer tarafta bize bir şey olmaz, kriz bize teğet geçer diyen bir Başbakan bulunmaktadır. Ülkemizin kriz baskını hissettiği şu günlerde; AKP hükümetinin içinde yaşadığı uyumsuzluk ve kargaşa, bir biri ardına çelişkili görüş ve yaklaşımlar vatandaşlarımızın sorunlarını daha da büyütecektir. Geldiğimiz bu aşamada Başbakan Erdoğan ve bazı hükümet üyelerine hâkim olan kafa karışıklığı ve ihtilaflar bürokrasiye de yansımış bulunmaktadır. Bu kapsamda manidar sözler söyleyen, hükümeti suçlayıcı örtülü ifadeler kullanan TMSF Başkanı’na yönelik, aceleyle, AKP tarafından medya üzerinden cevap verilmesi, krizin yaygınlaşmaya başladığı bir sırada tam anlamıyla dağınıklığın bir kanıtıdır. Bir bürokratın hazineye daha fazla gelir sağlamak için başvurduğu uygulamalara siyasi iktidarın destek vermediğini, kamu mallarını en yüksek fiyattan satarken eleştirildiklerini, siyasi iradenin yanlarında olmadığını ve hortumcuların tehdit ve şantajlarına maruz kaldıkları şeklindeki açıklamalarının AKP zihniyeti tarafından sert bir şekilde karşılık görmesi, iktidarın gerçek niyetini göstermesi bakımından önemli görülmelidir. Bu durum, hükümet etme özelliğini gün geçtikçe kaybeden ve kendi atadığı bir kamu görevlisi tarafından bile eleştirilen siyasi iktidarın iflas ettiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Artık yolsuzlukların, iktidar eliyle palazlandırıldığı böylesi bir dönemde, AKP skandalları bir biri ardına ortaya çıkmaya başlamıştır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak bütün bunları çok yakından takip ettiğimizi, gerekli notlarımızı aldığımızı, aziz milletimizin yetki vermesi halinde, yapılanların hesabını bir bir soracağımızı, suçluları yanılmaz Türk adaletine teslim edeceğimizi tekraren buradan belirtmek istiyorum. Değerli Arkadaşlarım, Başbakan Erdoğan ve hükümetinin tükenişinin alenen görüldüğü bir dönemin içinde geçmekteyiz. Arkasını, önünü düşünmeden söylenen sözlerin yol açtığı sorunların ve iktidar partisi mensuplarının siyasi gelecekleriyle ilgili endişelerinin arttığı gün gibi ortaya çıkmıştır. Kriz konusunda yaşanılan tespit ve teşhis bunalımının, çare konusunda görülen atalet ve zafiyetin bedelini elbette AKP hükümeti ödeyecektir. Ancak hepsinden önemlisi, aziz millet fertlerinin krizin acımazlığını her yönüyle yaşayacak olmasıdır. Etrafındaki bir avuç kamu ihalelerinden geçinen ve devlet imkânlarının avcılığını yapanların durumuna bakarak her şey yolunda imajı vermeye çalışan Başbakan Erdoğan, yanıldığını er geç mutlaka anlayacaktır. Nitekim geçtiğimiz günlerde, krizden yakınan işadamlarına Başbakan Erdoğan’ın; "İşadamlarının iki yıl yetecek zulaları var" şeklindeki cevabı, bu sözlerine gerekçe olarak da çevresindeki bazı yandaşlarını göstermesi, endişelerimizde ne kadar haklı olduğumuzu işaret etmektedir. Bizim, Başbakan Erdoğan ve para baronu bazı dostlarının zulalarında ne olduğu, kaç paralarının bulunduğuyla ilgili bir merakımız yoktur. Bizi endişelendiren toplumun her kesiminden yükselen feryatlardır. - Çiftçimiz emeğinin karşılığını alamamaktadır. Mutsuzdur. - Çalışanlarımız işlerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır. Huzursuzdur. - Esnafımız kirasını ödeyememektedir. Parasızdır. - İş adamımız üretimi durdurmuştur. Çaresizdir. - Emeklimiz gelecekten umudu kesmiştir. Moralsizdir. Bunun yanı sıra, ekonomik durgunluğun genişlemesine paralel olarak üretimde baş gösteren gerileme, bir türlü önlenemeyen işsizlik, işten çıkartmaların hızlanması önümüzdeki en ciddi tehlikeler olarak görülmelidir. Reel sektör artık nefes alamaz hale gelmiş, koma halinde yoğun bakım yolunu tutmuşken;Başbakan Erdoğan’ın “Özel sektörün de yandık, bittik gibi söylemlerini anlamakta güçlük çekiyorum” sözleri, çatırdayan AKP hanedanın hastalıklı politikasının bir hülasası olarak anlaşılmalıdır. Ne kadar üstü örtülmeye uğraşılsa da, işleyen çarkların durduğu üreten kesiminde; istihdam edilen işçiler, işlerinin erbabı ustalar, uzman nitelikli mühendisler zorunlu tatile çıkarılmaya başlanmıştır. Bu mağdurlar evlerine götürecekleri ekmeği nereden bulacaklardır? Çoluk çocuklarının yüzüne nasıl bakacaklardır? AKP’nin iyiye gittiğini iddia ettiği bu yapıda, işten çıkarıldıklarını ailelerine nasıl izah edeceklerdir? Kaldı ki inşaat, tekstil ve otomotiv gibi ekonominin ana sektörlerinde kriz yaygınlaşmakta, iflaslar artmakta, sorunlar çığ gibi büyümektedir. Özellikle son haftalarda gerçekleşen örtülü devalüasyon tekstil sektörünü yangın yerine çevirmiştir. Büyük firmalar birer birer kapılarına kilit vurmaya başlamıştır. Bursa ve Denizli’de bunun ilk örnekleri yaşanmıştır. Sermaye çekebilmek için milli varlıkları haraç mezat satan iktidar zihniyeti; kurulu şirketlerin ülkemize kıyasla maliyet avantajı bulunan ülkelere gitmelerine adeta seyirci kalmakta ve hiçbir müdahalede bulunmamaktadır. Tedarikçilerin döviz kurundaki dalgalanma sebebiyle mal satmakta tereddüt etmeleri, sektörün ithal mallara karşı tasarım, kalite ve hızlı mal teslimi gibi avantajlarının zedelenmesine neden olmaktadır. Tekstil sektörünün bu içler acısı manzarasının yanında, otomotiv sektörü de benzer sorunlarla boğuşmaktadır. 2008 yılına yüksek bir büyüme hızıyla başlayan sektörün performansı, sonraki aylarda düşmüş, daralan talep ve hükümetin siyasi feraset noksanlığı yüzünden sorunlara mahkûm olmuştur. Bu kapsamda talepteki durgunluk ve yaşanmakta olan küresel kriz; sektörün üretim hızını geriletmiş, büyüme kapasitesini zedelemiştir. Bütün bu düşündüren ve korkutan tablo karşısında; başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, hükümet üyelerinin hala, krizden en az etkileneceğiz, diyebilmesi için akıl denetimlerini kaybetmiş olmaları gelmektedir. Bunun başka izah tarzı kalmamıştır. Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Dr. Devlet Bahçeli
|