Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Kıymetli Basın Mensupları, Mahalli İdareler Genel seçimlerinden sonraki bu ilk grup toplantımıza başlamadan önce, hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Konuşmama, sonuçları itibariyle ayrıca değerlendirme yapacağım Mahalli İdareler Genel Seçimleri'nin, propaganda çalışmaları aşamasında elim bir helikopter kazasında hayatını kaybeden aziz dava arkadaşımız, Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı merhum Muhsin Yazıcıoğlu'na ve kazada hayatlarını kaybeden arkadaşlarına Cenab-ı Allah'tan bir kez daha rahmet dileyerek başlamak istiyorum. Kazanın duyulması ile birlikte başlatılan arama çalışmalarının uzun süre sonuç vermemesi, kazaya uğrayanların sağlık durumları hakkındaki doğru bilgiye 50 saate yakın bir zamanda bile bir türlü ulaşılamaması, milletimiz tarafından endişe ve esefle karşılanmış, enkaza ulaşılmasının ardından kazayla ilgili şüphe ve izaha muhtaç hususlar daha çok tartışılır bir hale gelmiştir. Meydana gelen bu çok üzücü kazanın nedenleriyle, kaza sonrası yürütülen arama kurtarma çalışmalarının bütün safhalarında muhtemel ihmal, kusur ya da başka saiklerden kaynaklanan sorunların aydınlatılabilmesi için partimiz TBMM Başkanlığı'na bir araştırma önergesi vermiştir. Aynı konuda diğer partilerin de verdikleri araştırma önergeleri birleştirilerek merhum Muhsin Yazıcıoğlu'nun kaybına neden olan kaza için bu hafta içinde araştırma komisyonu kurulması görüşülecektir. Ümidimiz, komisyonun yapacağı ayrıntılı çalışmanın kısa süre içinde sonuç alması, konunun bütün yönleriyle açıklığı kavuşarak, kaza ile ilgili birbirinden farklı yorum ve iddiaların bir an önce son bulmasıdır. Bu vesile ile Büyük Birlik Partisi yöneticilerine ve mensuplarına sabır ve başsağlığı temennilerimi tekrarlıyor, Cenab-ı Allah'ın benzer kaza ve kayıplardan hepimizi esirgemesini diliyorum. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Partimizin kurucusu ve ilk genel başkanı merhum Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey'in aramızdan ayrılışının 12 nci yılını, geçtiğimiz cumartesi günü kabri başında dualarla andık. Onun eseri olan siyasal kadrolar ve muhterem dava arkadaşları asla bitmeyecek bir sevgi ve saygı ile yıllardır aziz hatıralarını yâd etmekte, onun ortaya koyduğu vizyonun doğruluğu ve verdiği mücadelenin sonuçları ile iftihar etmektedirler. Bu yılki anma törenini daha da anlamlı kılan husus, 9 Şubat 1969 tarihinde ilk Genel Başkanı sıfatı ile siyasi tarihimizde saygın yerini alan Milliyetçi Hareket Partisi'nin ve üç hilalli ambleminin 40. yılına ulaşmış olmasıdır. Bu kırk yıllık süreyi, sürekli siyasi kopmalar ve kesintiler yaşayan geleneksel Türk siyasetinin mevcut yapısı dikkate alınırsa çok önemsiyorum. Merhum Türkeş bey'in ortaya koyduğu ilkeler ve hedeften hiçbir kırılma yaşanmadan ulaşılan bugünkü netice, bir taraftan mücadele ile taşınan emanetin emin ellerde olduğunu, diğer yandan ise merhum liderimizin attığı temelin ve gösterdiği yolun doğruluğunu kanıtlamaktadır. Bugün milletimize mal olmuş bir siyasal hareket ve vazgeçilmez politik güç haline gelmiş olan Milliyetçi Hareket Partisi; istikrar, denge, akıl ve sağduyunun rehberliğinde ülkemizin beka düzeyindeki meseleleri karşısında hassasiyetlerini vurgulamaya kararlılıkla devam edecektir. Bu konularda elbette ki mücadelesini ve ilkelerini örnek aldığımız rehberimiz merhum Başbuğumuz Türkeş Beydir. Hayatını davasına ve her şeyden aziz bildiği Türk milletine adayan merhum liderimizi bir kez daha rahmet, minnet ve şükran hislerimle anıyorum. Mekânı cennet, kabri nur olsun. Muhterem Milletvekilleri, Aziz milletimiz mahalli idarelerde görev alacak yöneticilerini seçmek üzere 29 Mart'ta sandık başına gitmiş ve demokratik iradesi tecelli etmiştir. Bu seçimleri, altı yıl dört ayı aşan süredir ülkeyi yönetme iddiasındaki Adalet ve Kalkınma Partisi'ne, yaptığı tarihi yanlışlar nedeniyle milletimiz tarafından ihtar verilmesi için bir fırsat olarak değerlendiren partimizin, bu beklentisi gerçekleşmiş ve AKP 22 Temmuz 2007 tarihinden buyana çok ciddi destek ve oy kaybına uğramıştır. Seçim sonuçları ağır sorunlar altında ezilen toplumsal yapının, iktidar partisine şimdilik bir ikazı olarak görülmeli ve anlaşılmalıdır. Özellikle ekonomide süren ve vatandaşlarımızı dayanamayacakları bir duruma getiren kriz halinin, siyasi tercih ve kararlarda etkili olduğu görülmektedir. Sanayi üretiminin yerlerde sürünmesi, ihracatın gerilemesi ve bunların sonucunda doğal olarak işsizliğin patlaması ve toplumun her kesimini etkisi altına alması, insanımızın en temel ihtiyaçlarını dahi karşılayamayacak bir duruma gelmesi ve yoksulluğun artması vatandaşlarımızın kararında belirleyici olmuştur. Seçimle birlikte ortaya çıkan netice; krizin sevk ve idaresinde, izah ve tefsirinde, akış ve ilerleyişinin önünü almada Başbakan Erdoğan'ın son derece başarısız ve yetersiz olduğunu kanıtlamıştır. Krizin ülkemizi etkilemeyeceği ya da teğet geçeceği yolundaki cüretli ifadelerin ne kadar eksik, hatta boş olduğu bugün geldiğimiz süreçte daha iyi idrak edilmektedir. Kusur ve kabahati kendi dışında arama hastalığına yakalandığı konusunda artık şüphemiz kalmayan Başbakan Erdoğan, işsiz kardeşlerimizin sayısında ki artışı da anlamsız ve hiç kimseyi ikna etmeyen sebeplere bağladığı hatırlardadır. Çalışan devasa işyerleri, çarkları dönen fabrikalar bir biri ardına kapanmış; Başbakan ise iş sahiplerini maalesef iş bilmemekle itham etmiş, kendi aczini hiçbir suçu olmayanlara ihale etmeye çalışmıştır. İşinden olan, hayat pahalılığı karşısında elindeki harcamalarına yetmeyen vatandaşlarımızın kredi kartı kullanmaları ve sonucunda ortaya çıkan borcu ödeyememelerini de düşüncesizlikle ve samimi olmamakla suçlayan Başbakan Erdoğan'ın, gereken cevabın bir bölümünü bu seçimlerde aldığını düşünmekteyiz. Dünyada hükümetler ekonomik buhranı atlatmak veya yakıcı etkisini azaltmak amacıyla önlem üzerine önlem alırken, AKP hükümeti kararsız bir tutum göstermiş, birbirinden kopuk, etkisiz, yetersiz ve satın alma gücü zayıflamış milyonlarca insanımızı dikkate almayan sözde tedbir paketleriyle günü kurtarmaya çalışmıştır. IMF'yle yapılacak olan anlaşma bile, seçimler öncesi stratejik görülmediği için ertelenmiş, ümük sıktırılmayacağı sözleriyle topluma mesajlar verilmiştir. Ne var ki, seçimlerin hemen sonunda IMF'yle anlaşma zeminin olgunlaştığı haberlerinin gelmesi, sorun alanlarının çözüldüğüne yönelik açıklamalar AKP zihniyetinin maksadını ve siyasi duruşunu göstermesi bakımından çok anlamlı olmuştur. Seçim ortamı ve sonucu yalnızca millet iradesinin tecellisini yansıtmamış, aynı zamanda Adalet ve Kalkınma Partisi'nin siyaset ahlakını, tarafsızlık ve hakkaniyet anlayışını, siyasi dil, üslup, yöntemlerini bilhassa Sayın Başbakan'ın ağzından ve uygulamalarından tanınmasına da vesile olmuştur. Bu itibarla, başta Türkiye'mizin beka düzeyindeki sorunları olmak üzere, zamanında alınmayan tedbirlerle yönetilemeyecek bir aşamaya gelen ekonomik krizin giderek kök saldığı, toplumun hızla karamsarlığa sürüklendiği bir dönemde girilen bu seçim süreci, özellikle hükümetin siyasette tutunabilmek ve yerini koruyabilmek adına neleri göze aldığını açık olarak göstermiştir. Siyasi tarihimizde bu seviyedeki örnekleri görülmemiş bir propaganda döneminde;
Bu şartlar altında yapılan seçimden Milliyetçi Hareket Partisi güçlenerek çıkmış, 22 Temmuz seçimlerinden itibaren gelinen bugünkü ortamda, iktidarın yegâne alternatifi olduğu görülmüştür. Partimiz, milletimizin teveccühüyle TBMM'nde yer aldığı günden itibaren siyasetin bakışını somut sorunlara çevirmesine yaptığı katkı, demokrasinin gelişmesi ve yerleşmesine yönelik çabası, AKP'nin istismar alanlarını kapatma gayreti, millet hâkimiyetinin sadece duvarlarda yazılan yazıdan ibaret olmadığını gösterme amacı haklı olarak dikkat çekmiş ve desteklenmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi olarak, çatışma ve gerilim siyasetine olan mesafemiz, kavga ve üslup kirliliğine olan uzaklığımız, sahici ve samimi ikazlarımız toplumsal yapıda karşılık bulmaya başlamış; belediye başkanlığı ve bize yönelen seçmen sayımız ile oy oranımız artırmıştır. Partimize verilen her destek asla karşılıksız kalmayacak, teslimiyete karşı kararlı bir duruşun, toplumsal bir uyanışın ve yüksek ahlakın ifadesi olarak siyasete yansıyacaktır. Bu vesileyle değerli milletvekili arkadaşlarımın seçim çalışmalarına verdikleri katkı ve yaptıkları çalışmalardan dolayı hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Muhalefeti ciddiye almayan, küçümseyen, tahkir eden, yok sayan, toplumu dost ve düşman olarak ayıran siyasi ahlak ve demokrasi dışı siyaset anlayışının devamının ülkemizi götüreceği daha iyi ve güzel günlerin olmayacağı bu seçim sonucunda ortaya çıkmıştır. Türk milletinin sandığa yansıyan iradesi ile siyaset kurumu ve Parlamento'dan ortak talebi ve beklentisi;
Elbette ki siyaset kurumunun bu haklı talep ve beklentilere karşı kayıtsız kalması düşünülemeyecektir. Önümüzde, ülkemizi 6,5 yıla yaklaşan süredir yöneten hükümetin neden olduğu birikmiş ağır sorunlar ile özellikle tam bir teslimiyet halinin görüldüğü çok ciddi uluslararası meselelerin bir an önce çözümünü gerektiren yeni ve kritik bir dönem vardır. Temennimiz, seçim sonuçlarından iktidar partisinin verilen mesajı doğru okumuş olması ve 22 Temmuz seçimlerinden sonra oluşan başına buyruk ve dayatmacı anlayışından kurtulmuş ve bu anlayışını sorgulamış olmasıdır. Bu sonuca göre; hükümet özellikle dış politikada attığı yanlış stratejik adımları mutlaka gözden geçirmelidir. Barzani ile kucaklaşma, Talabani ile sözleşme, PKK ile dolaylı müzakere, Ermenistan'la el sıkışma ve Avrupa birliği ile sanal ilişkiler üzerine kurgulanmış ipotek siyasetini terk etmek durumundadır. Bu seçimden alınacak derslerle beraber, ülkemizin üzerine kâbus gibi çöken karamsar ruh halinin artık geride kalmasını, sonuçların Türk siyasetine seviye ve işbirliği getirmesini, demokrasimize güç kazandırmasını ve aziz vatandaşlarımıza huzur sağlamasını temenni ediyorum. Değerli milletvekili Arkadaşlarım, Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimi ile geçen her gün geçmişte yanlış atılan adımların faturalarını birer birer önümüze getirmekte; geri adım atmanın diyalog, boyun eğmenin işbirliği, aldatılmanın ise sözde zafer olarak takdim edilmeye çalışıldığı uluslararası ilişkilerimiz, geri dönülmez bir batağa doğru hızla sürüklenmektedir. Bunun en belirgin örneklerini Barzani ve Talabani ile yürütülen ilişkilerde, Ermenistan'la kurulmaya çalışılan diyaloglarda, İsrail'e karşı gösterilen sonuç alınmayan sanal uyarılarda bulmak mümkündür. İdeal ve ciddiyetten uzak, aynı zamanda değişken ve duruma göre farklılaşan omurgasız siyaset anlayışının son örneği ise NATO Genel Sekreterliği görevine atanacak olan kişinin seçimi esnasında yaşanmıştır. İslam âleminin ve milletimizin, NATO Genel Sekreterliğine seçilen Danimarka Başbakanı'na karşı olumsuz bakışı bilinen bir gerçekken, Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı arasında yaşanılan çelişkili beyanlar ve ardından ucuz pazarlıklarla ikna edilmeleri kabulü mümkün olmayan bir durumu ortaya çıkarmıştır. Bunun sonucu olarak, Türkiye NATO içinde veto hakkı olan, ancak bunu kullanmaya yetkisi ve ehliyeti olmayan ikinci sınıf özürlü bir üye ülke konumuna düşürülmüştür. Görüşmeler esnasında Başbakan Erdoğan önce bu isme karşı çıkmış ve Rasmussen'i Danimarka'da başlayan ve dünyaya yayılan karikatür krizine göz yummakla; PKK terör örgütünün bu ülkedeki televizyonunun kapatılmasına mani olmakla suçlamıştır. Bu takdir edilecek bir tavır olmuştur. Ancak ne var ki, ertesi gün bu durum aniden değişmiş, sözde ABD Başkanı'nın verdiği iddia edilen güvencelerden sonra, bir gün önce hakkında suçlamalar yöneltilen Danimarka Başbakanı Türkiye'nin desteği ile NATO Genel sekreteri seçilmiştir. Bu süreçte, teslimiyetten hayali zafer çıkarmaya ve bunu Obama garantörlüğü ambalajıyla pazarlamaya çalışan Başbakan, arkasında duramayacağı sözler söylemiş, ancak bunun altında kalarak Türkiye'nin haysiyetini ayaklar altına alınmasına yol açmıştır. Burada sorulması ve hükümet tarafından açıklanması gereken hususlar şunlar olmalıdır: 1. NATO Genel Sekreteri olan Danimarka Başbakanı'nın ismi, Avrupa Birliği üyesi ülkeler tarafından ortak aday olarak belirlenerek, NATO'nun Avrupalı olmayan üyelerine adeta dayatılmışken, Avrupa Birliği sürecinin başarıyla ilerlediğini iddia eden AKP hükümetine, bu konu muhatapları tarafından önceden iletilmiş ve Türkiye'nin görüşü alınmış mıdır? Rasmussen'in adaylığı sürecinde hükümet, Avrupa Birliği nezdinde hangi girişimleri yapmış ve çekincelerini hangi şekilde ve hangi gerekçeleri kullanarak bu ülkelere ulaştırmıştır? 2. Bugün NATO'nun yeryüzünde ilgi ve kontrol alanlarının tamamına yakınının Müslüman toplumların ağır sorun ve sıkıntılar yaşadığı sancılı coğrafyalar olduğu düşünülürse, İslam'a ve peygamberine hakareti düşünce özgürlüğü olarak gören bir şahsın, bu görevini adalet ve başarıyla yapacağına dair nasıl bir kanaat hâsıl olmuştur? 3. PKK terör örgütünün haberleşme ve medya merkezi olarak ve son derece serbest bir ortamda yayınlarını sürdüren ROJ TV'nin bulunduğu yer Danimarka'dadır. Bu olumsuz duruma son verilmesi için bizzat hükümetin ve başbakanın çağrılarını cevapsız bırakan, bu yayınları özgürlük kapsamında yorumlayanın da Rasmussen olduğu bilinen bir gerçektir. O halde, dün Mehmetçiğe kurşun sıkanları eğiten, eğlendiren, yöneten bir ihanet kanalını hoş gören bu şahsın, şimdi Mehmetçiğe verilmiş uluslararası görevlerde yöneticiliğini yapmasını kim kabul ettirmiş ve etmiştir? Hükümet, dünya güvenliğini sağlamak adına görev alanını genişleten bir uluslararası ittifakın başına, PKK terör örgütünü müsamaha ile karşılayarak Türkiye'nin güvenliğini ateşe atan bir adamı seçtiğinin farkında mıdır? 4. Seçilmek için oy birliğinin şart olduğu bu organizasyonda, "Yine başardık, karlı çıktık, büyük kazanç gibi" yapay söylemlerin arkasında, ABD Başkanından alındığı söylenen kamuoyuna yansıyanların dışındaki güvenceler nelerdir? 5. İslam dininin Yüce Peygamberine hakaret edilmesine gözyuman bir şahıs, Türkiye'ye NATO Genel Sekreter Yardımcılığı verince aklanmış ve muteber bir devlet adamı haline mi gelmiştir? Durumun özeti şudur: Başbakan Erdoğan, İslam dininin Yüce Peygamberine hakaret edilmesini ve Türkiye'nin güvenliğini ucuz bir pazarlık denkleminin içine yerleştirmiştir. Baskılar karşısında uysal ve ezik olarak geri adım atmış ve NATO memuriyeti karşılığında bunları feda etmiş, iddialarından vaz geçmiştir. Sahte Davos kahramanlığı ile iç politikada yol almaya çalışan Başbakan'ın gerçek hüviyeti, siyasi omurga anlayışı, Türkiye'nin onur ve haysiyetine ve manevi değerlerine olan saygısının ve bağlılığının gerçek yüzü şimdi bu olayla bütün çıplaklığıyla anlaşılmıştır. Değerli Milletvekilleri, NATO Genel Sekreterliği seçimi konusunda, o sırada G-20 toplantıları için Londra'da bulunan Başbakan Erdoğan'la, NATO toplantısına katılmak için Almanya'ya giden Cumhurbaşkanı Abdullah Gül arasındaki tezat ve ihtilafları da anlamlandırmak mümkün olmamıştır. Dünya siyaseti Manş Denizinin iki yakasında bulunan Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'ın birbirine uymayan, taban tabana zıt açıklamalarına şahit olmuştur. Başbakan Erdoğan'ın az önce dile getirdiğimiz doğru hassasiyetlerini gerekçe göstererek Danimarka Başbakanı'na olumsuz baktığını söylemesinin üzerinden çok geçmeden aksi yöndeki görüşler Sayın Cumhurbaşkanından gelmiştir. NATO toplantısına katılmak üzere hareketinden önce, düşüncelerini kamuoyuyla paylaşan Sayın Cumhurbaşkanı, önemli olan hususun NATO'nun güçlü olması, işlevlerini, fonksiyonlarını en iyi şekilde yapabilmesi olduğunu belirterek Genel Sekreterliğe atanacak ismin önemli olmadığını sürecin başında açıkça söylemiştir. O halde seçilecek isim önemli değilse, bunca gürültü ne diye ve hangi amaçla çıkarılmıştır? Burada açığa kavuşturulması gereken önemli bir sorun bulunmaktadır: Türkiye için öncelikli önem NATO'nun güçlü olması mıdır? Yoksa Türk milletinin değerlerinin her platformda savunulması ve her şeyin üstünde tutulması mıdır? Uluslararası gelişmeleri iç politika kazanımları uğruna devamlı riske atan Başbakan Erdoğan, NATO Zirvesi'ne Londra'dan müdahale etmiş, ancak bu müdahale sadece sözde kalarak bir sonuç doğurmamıştır. Anlaşıldığı kadarıyla Davos'ta şişirilen "One minute" balonu, NATO toplantısında bizzat Cumhurbaşkanı Gül tarafından patlatılmıştır. Türkiye, yeni NATO Genel Sekreteri için Başbakan'ın iddiaları ile örtüşerek veto hakkını kullanmış olsaydı bu iktidarın en isabetli kararlarından birisi olacak ve partimiz tarafından alkışlanıp desteklenecekti. Bu kapsamda devlet yönetiminde baş gösteren çok başlılık ve aynı zamanda Parlamenter sistemin doğasına uygun olmayan yürütmenin sorumsuz başının çok önde olması ve hükümeti geriye itmesi bizim açımızdan doğru ve tutarlı değildir. Hala Dış İşleri Bakanlığı görevini taşıdığını düşünen Sayın Cumhurbaşkanından beklentimiz, Türkiye'nin her anlamda menfaatlerini savunması ve bu görevi yürüttüğü sürece, ülkemizin hak ve menfaatlerini tehdit eden isimleri de önemsemesidir. Bu haklı ve meşru beklentimiz umursanmadığı takdirde, bugün tartışılan "isimlerin önemli olmadığı" vurgusu, yarınlarda millet ve devlet hayatımız açısından sakıncalı ve şaibeli isimleri de karşımıza getirebilecek ve Türkiye çok zor durumlarda kalabilecektir. Elbet bugünkü merakımız, o gün geldiğinde Cumhurbaşkanı'nın isimler önemli değil deyip demeyeceği noktasında düğümlenmektedir. NATO Genel Sekreterliği seçim sürecinde, Türkiye'nin bir ara olumsuz tutum takınması karşısında, hemen Avrupa Birliğinden gelen tehdit ve şantajların en az seçim sürecinde ortaya çıkan tartışmalar kadar önemli olduğunu belirtmek istiyorum. AB Komiserinin "Vetoda ısrarın Türkiye-AB ilişkilerini olumsuz etkileyeceği" tehdidiyle haddini aşması, bu sözlerin cılız bazı sözlerle geçiştirilmesi, iktidarın vicdanlarda bile teslim olduğunun hazin bir göstergesidir. Buldukları her fırsatta sömürge valisi gibi hareket etmekten hicap duymayan bazı AB yetkilileri, NATO Genel Sekreterlik seçimlerini bile bir Avrupa Birliği sorunu haline getirebilmişlerdir. Cumhurbaşkanı Sayın Gül'ün, "anlaşmaya varılmadan söz konusu açıklama yapılmış olsaydı, olacak işin de olmayacağını" ifade etmesini; içi boş, her şey bittikten sonra sözde diklenmeler olarak görmek lazımdır. Başbakan Erdoğan'ın NATO Genel Sekreteri seçimindeki mutabakata, ABD Başkanı Obama'nın garantisi ile vardıklarını söylemesi, bir yönüyle AKP'nin yıllardır peşinde koştuğu AB' ile yaşadığı güvensiz ruh halini de açığa çıkarmıştır. Bu karşılıklı kuşku ve art niyete dayalı ilişkiler sürecinin bir medeniyet projesi olarak takdim edilmeye çalışılmasının ve bir modernleşme süreci olarak ifadelendirilmesinin hiçbir sonuç doğurmayacağı iyi bilinmelidir. Muhterem Milletvekilleri, Hepinizin bildiği gibi ABD Başkanı Barak Hüseyin Obama, resmi bir ziyaret kapsamında; TBMM'nde grubu bulunan siyasi partilerin liderleriyle görüşmelerin yanında TBMM Genel Kurulunda da konuşma yapmıştır. Kuşkusuz ki, yerküreyi etkileyecek ekonomik, askeri, stratejik bir güç olan bu ülkenin başkanından Türkiye'yi merkeze alan ve yakın coğrafyaları ilgilendiren görüşlerini dinlemek önemli bir gelişmedir. Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barak Obama'nın Türkiye'yi ziyaretinin, iki ülke arasındaki ilişkilerin karşılıklı saygı ve çıkar birliği esasına dayalı olarak gerçek anlamda bir ortaklık zeminine oturtulmasını sağlayacak yeni bir sürecin başlangıcı olması en büyük temennimizdir. Türk kamuoyu, dünya'da ümit ve değişimin sembolü olduğu iddia edilen yeni ABD Başkanı'nın bu ziyaretini, son dönemde yara alan ikili ilişkilerin karşılıklı çabalarla onarılması ve sarsılan güven ortamının inşası bakımından önemli bir fırsat olarak görmüştür. Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkilerin bugün içinde bulunduğu durum, bu noktaya gelmesinin nedenleri ve ileriye dönük olarak sarfedilmesi gereken ortak çabaların bu vesileyle bütün yönleriyle ve çok açık bir biçimde masaya yatırılması büyük önem taşımaktadır. Bu noktada, meşru ve haklı hassasiyetlere saygı gösterilmesi, özellikle milli güvenliği ilgilendiren konulurdaki endişelerin anlayışla karşılanması, uluslararası hukuk ve meşruiyetin gereklerine bütün icaplarıyla riayet edilmesi ve dost ve müttefiklik ruhuna uygun olarak hareket edilmesi iki ülke yöneticilerinin ortak rehberi olmalıdır. Ankara'da bulundukları sırada Başkan Obama ile talebi üzerine tanışma niteliğinde kısa bir görüşme yapmış bulunuyoruz. ABD Başkanı'nın muhalefet liderleriyle görüşme arzusunda bulunmasını memnuniyetle karşıladığımızı buradan belirtmek isterim. ABD Başkanı'nın ülkemize yaptığı ziyaretinden ve konuşmalardan maksadını aşan beklentiler içine girmek ya da dile getirdiği konuları irdelemeden kabullenip bu fikirlerden ev ödevleri çıkarmak bizim parti olarak kabul edemeyeceğimiz bir yaklaşım ve Gazi Meclis'e yakışmayacak teslimiyetçi bir tavırdır. Sayın Obama'nın Cumhurbaşkanlığı ziyareti sonrası açıklamalarından ve Meclis'teki konuşmalardan dikkatimizi çeken husus, AKP iktidarınca ülkemizin karşısına çözüm yolu adı altında adım adım ilerleyen sorunlar yumağı haline gelen temel iç ve dış meselelerin artık içinden çıkılmaz hale gelmiş olmasıdır. Sözde Ermeni soykırımı iddiaları karşısında gerçekleri anlatmak yerine "mademki herkes soykırımı kabul etti, o halde bize de kabul etmek düşer" denilerek hükümetin başlattığı tek taraflı taviz sürecinin, soykırım iddiacılarında beklentileri de artırmış olduğunu Sayın Obama'nın konuşmalarından anlamak mümkündür. Başkan Obama Cumhurbaşkanlığı Köşkündeki basın toplantısında bir soruya verdiği cevapta 1915 olaylarını "soykırım" olarak gördüğünü açıkça belirtmiş, Başkanlık seçim kampanyasında kayda geçen bu görüşlerinde bir değişiklik olmadığını söylemiştir. 24 Nisan günü Beyaz Saray'dan yapılacak Başkanlık açıklamasında bu konuyu nasıl nitelendireceğini muğlak ifadelerle açıkta bırakan Obama, AKP hükümetinin Ermenistan'la sürdürdüğü gizli müzakere sürecinin cesaret verici olduğunu, bu görüşmelerin kısa zamanda olumlu sonuçlar vermesinin bu sorunun aşılmasına yardımı olacağını ifade etmiştir. Meclis'te yaptığı konuşma da, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırın açılmasının önemine işaret eden ABD Başkanı, iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesini güçlü olarak desteklediklerini söylemiştir. Ancak Türkiye Ermenistan arasındaki sorunların kaynağı Türkiye değil, Ermenistan'ın tutum ve talepleridir. Bilindiği gibi Ermenistan Türkiye ile ortak sınırı tanımamakta, Türkiye'nin toprak bütünlüğünü sorgulayarak Doğu Anadolu'nun bir bölümünü "Batı Ermenistan" olarak kabul etmekte ve Ağrı dağını Ermenistan'ın milli sembolü olarak görmektedir. Bölge barış ve güvenliğin önündeki en büyük engel olan Ermenistan'ın, dost ve kardeş Azerbaycan'ın topraklarının yaklaşık beşte biri üzerindeki işgali de halen sürmektedir. Bunun yanı sıra, Türk tarihini ve milletini en aşağılık insanlık suçu olan soykırımla mahkûm ettirmek için hayâsız bir uluslararası kampanya yürütmektedir. ABD Başkanı'nın bu gerçekleri yok sayarak, Meclisteki konuşmasında Amerika'nın tarihine atıflar yaparak, Türk tarihindeki meselelere de aynı olumsuz anlamları yüklemeye çalışması ve bunu tarihin gerçeği ile yüzleşmekle açıklaması; hoş göremeyeceğimiz bir nezaketsizliktir. Başkan Obama'nın kendi tarihlerindeki acı ve utanılacak olayları dile getirerek, geçmişiyle yüzleşmek istemesi kendi bileceği iş ve değerlendirmesidir. Ancak, biz hatadan döndük, yanlışla yüzleştik denilerek, aralarında hiçbir ilişki ve alaka bulunmayan tarihimizle ilgili iddia edilen yalanları kabul etmemizi istemesini reddettiğimizi duyurmak istiyorum. Buradan AKP hükümetini uyarıyorum: Bir yalan iddiayı herkesin kabul etmiş olması onu doğru olduğu anlamına gelmez. Doğru ve gerçek her zaman aynıdır ve yalnız başınıza da kalsanız milli tezlerimizi ve tarihi haklılığımızı sonuna kadar savunmalısınız. Bu, size sürekli övündüğünüzü ulu orta söylediğiniz ecdadımızın aziz emaneti, Türk milletinin namusuna teslim edilmiş tarihi gerçeklerdir. Tek taraflı tavizler verilerek, dayatmalara boyun eğilerek yürütülen ilişkilerin Ermenistan'la olan boyutunun ağır sonuçları görülmeye başlanmış, Azerbaycanlı kardeşlerimiz de Türkiye'nin bu yaklaşımlarına haklı olarak tepki göstermeye başlamışlardır. Kardeş Azerbaycan'ı incitecek, toprakların geri almak için verdikleri haklı ve meşru mücadeleyi sekteye uğratacak ve onları yalnızlaştıracak yanlış yoldan bir an önce dönülmesi öncelikli beklentimizdir. Unutulmaması gereken husus şu olmalıdır: Hiçbir Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin Ermenistan'ı, karşılık görmeden sözde kazanmak uğruna, kardeş Azerbaycan'ı kaybetme ve gözden çıkarma gibi bir tasarrufu olamaz ve asla olmamalıdır. Tarihimizle hesaplaşma çağırısı, bugün ABD Başkanı'nın ağzından, dün Avrupalı yetkililer tarafından bu rahatlıkla dile getiriliyorsa, bunun vebali ve sorumluluğu milli konularda dik duramayan ve taviz vereceği konusunda umut uyandıran Adalet Ve Kalkınma Partisi hükümetinindir. Değerli Milletvekilleri, Başkan Obama'nın Meclis Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada dile getirdiği dikkat çekici bir başka konu ise bölücü terörle ilgili olanıdır. Bilindiği gibi AKP'nin iktidar döneminde terörden beslenen etnik bölücülük meşru kimlik sorunu olarak cesaretlendirilmiş ve siyasi zemin kazanmıştır. Gelişmeler PKK'nın siyasallaşması ve etnik bölücülüğün siyasi zemin kazanması stratejisinde yeni bir aşamaya geçildiğine işaret etmektedir. Bugün etnik bölücülüğün adı meşru hak mücadelesi, devletin üniter yapısını yıkmaya çalışmanın adı da demokratikleşme olmuştur. AKP hükümetinin Barzani ile başlattığı siyasi müzakere süreci de bu stratejinin bir parçası ve aşaması olarak görülmelidir. Bu bakımdan ABD Başkanı Obama'nın Meclis'te yaptığı konuşmasında PKK terörü ile mücadele kapsamında Türkiye'nin Irak'taki "aşiret reisleriyle" işbirliği ilişkileri kurmasının gerektiğini ve demokratikleşmenin önemini vurgulaması oynanan oyunu somutlaştırmaya başlamıştır. Başkan Obama'nın, aynı konuşmada "Kürtçe radyo ve televizyon yayınlarıyla sağlanan ivmenin sürdürülmesi" için yeni düzenlemeler yapılmasına işaret etmesi ve Türkiye'de bulunan azınlıkların haklarının güçlendirilmesi gereğini dile getirmesi ABD'nin bakış açısının AB ile örtüştüğünü göstermiştir. ABD Başkanı'nın Heybeli Ada Ruhban Okulu'nun açılması talebine Meclis konuşmasında yer vermesi de aynı benzeşmenin başka bir yansımasıdır. Bütün bu gelişmeler Türkiye'yi önümüzdeki dönemde çok zor ve sancılı günlerin beklediğini ortaya koymuştur. ABD Başkanı'nın Türkiye ziyaretini değerlendirirken bu kaygı verici gelişmeleri gerçekçi bir biçimde dikkate almak ve ayrıntıları ile analiz etmek kaçınılmaz olacaktır. Muhterem Milletvekilleri, Değerli basın mensupları, Konuşmama burada son verirken, milletimizin huzur ve güvenliği için en zor şartlar altında fedakârca görev yapan Türk Polis Teşkilatının 10 Nisan'da kutlanacak 164. kuruluş yıldönümlerini en samimi duygularımla tebrik ediyorum. Görevi esnasında hayatlarını kaybeden aziz emniyet şehitlerine Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyor, görev başında büyük bir şuur ve sorumlulukla toplumun hizmetine koşan, bütün teşkilat mensuplarına ve ailelerine huzur, mutluluk ve başarılar temenni ediyorum. Hepinizi saygılarımla selamlıyorum. Dr. Devlet Bahçeli
|