14.04.2009 - TBMM GrupToplantısı Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısında Yapmış Olduğu Konuşma

14 Nisan 2009

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Geçtiğimiz hafta Şırnak'ta milletimizin esenliği ve devletimizin bütünlüğü uğruna, bölücü terörle mücadele ederken teröristlerle girdiği çatışma sonucunda iki Mehmetçiğimizin şahadeti hepimizi derinden yaralamış ve üzmüştür.

Aziz şehitlerimize Cenab-ı Allah'tan rahmet, yakınlarına, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve milletimize başsağlığı diliyorum.

Bilindiği gibi, bugünden itibaren, miladi takvimle Nisan ayının yirmisine rastlayan hafta olan Yüce Peygamberimizin dünyaya gelişi "Kutlu Doğum Haftası" etkinlikleri ile anılmaktadır.

1989 yılından bu yana kutlanan bu anlamlı hafta boyunca, Peygamberimizin örnek ahlakı, güzel sözleri ve manevi mirası bir kez daha insanlığa ve inananlarına anlatılacaktır.

Ve ümit ediyorum ki, kutlamaların kültürel zenginliği ve milyonlarca Müslüman tarafından paylaşılacak bu manevi iklim, onların mutlaka daha iyiye, doğruya ve yüksek ahlaka erişmelerinde vesile olacaktır.

Zira nüfusu 1,5 milyarı aşan İslam âleminin yüce peygamberlerinden alacakları maneviyat yüksekliğine, O'nun İslam'ı tebliğ için gösterdiği ilahi sabra, mücadeleye, yöntemlerine ve muhteşem ahlakına her zamankinden daha fazla ihtiyacı olduğu düşüncesindeyim.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti, yaşadığı sorunlara rağmen çağdaş bir devletin, Müslüman bir toplum üzerinde nasıl yükselebileceğinin başarılı bir örneği olarak karşımızdadır. Bunda elbette ki Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarından devraldığımız Türk-İslam medeniyet mirasının etkisi vardır.

Peygamber sevgisi ve tebliği ile yönünü tayin eden Ahmet Yesevi'den başlayarak, Yunus'a, Mevlana'ya ve Hacı Bektaş'a uzanan sevgi ve hoşgörüye dayanan manevi iklim, tabii ki bu terkibin çok önemli manevi kaynaklarıdır.

Bu vesileyle inananların, yüce Peygamberimizin eşsiz ahlakını ve kutlu tebliğini özümseyerek, medeni ve toplumsal bir yükselişi ve manevi aydınlanmayı bir an önce başlatmalarını diliyor, Kutlu Doğum Haftasının hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Soruşturma ve yargılama safhalarının parça parça sürdürüldüğü tefrikaya dönen hukuki süreçler, kamuoyunda sürekli tartışılan bir huzursuzluk kaynağı haline gelmiştir.

Hukukun siyasi amaçlara alet edildiği, adaletin siyasi iktidar tarafından korku, baskı ve yıldırma silahı olarak kullanıldığına dair endişeler toplumumuzda giderek yaygınlaşmaktadır.

Herkes Türk adaletine güvenmeli ve hukuki süreçlerin sonuçlarını soğukkanlılıkla beklemelidir.     Ancak, bu süreçlerin zamana yayılarak sürekli gündemde tutulmaması, adil yargılama ilkesine uygun olarak biran önce tamamlanması da toplumsal güven ve huzur açısından büyük önem taşımaktadır.

Beklentimiz, suç ve suçluyu tasnif ederken masum olabilecek insanların haysiyetlerini incitecek davranışlardan uzak durulması, adli uygulamaların elbette ki hukuka uygun ve ancak insani ölçüleri de dikkate almasıdır.

Aksi tutumların devamı halinde adalet siyasetin ve ideolojik çekişmelerin gölgesinde kalarak güven kaybedecektir. Bugün geldiğimiz noktada bu hususların tüm ilgili taraflarca anlaşılması ve değerlendirilmesi, bir zorunluluk halini almıştır.

Muhterem Milletvekilleri,

Uluslar arası ilişkiler ve dış politika; adı üstünde, kendi ülkemiz ve milletimizle, bizim dışımızdaki ülke ve milletler arasındaki münasebetlerin tanımı ve bütünüdür.

Ve elbette her ülkede olması gerektiği gibi, ülkemizin de dünya ile kurulan bu karmaşık ve kapsamlı ilişkiler ağının merkezinde, Türkiye'nin vazgeçilmez hak ve menfaatleri, Türk milletinin bekası, Türk kültür ve tarihinin şeref ve haysiyeti yer almak durumundadır.

Parti Programımızda, "etkin dış politika" başlığı altında bu konudaki görüş ve duruşumuz vurgulanmış;

  • Türkiye'nin coğrafî, stratejik ve jeopolitik konumunu dikkate alan, bölgesel ve küresel istikrara ve refaha katkı sağlayacak; şahsiyetli, istikrarlı ve etkili;
  • Türk Milleti için vazgeçilemez nitelik taşıyan unsurlar olan; millî kültürümüzü, toprak bütünlüğümüzü ve üniter devlet yapımızı korumayı temel öncelik olarak özümseyen bir strateji çerçevesinde değerlendirerek Milliyetçi Hareket Partisi'nin uluslar arası ilişkilerdeki temel yaklaşım ve prensipleri ortaya konmuştur.

Partimizin bu yaklaşımı elbette ki günden güne değişecek taktik hamlelerin ve günübirlik ilişkilerin neticesi değil, kalıcı, köklü ve bin yılı aşan milli bir duruşun ifadesidir.

Takdir edersiniz ki, kıtaların kavşak noktası olarak vazgeçilmez önemi olan ve tarih boyunca yurt tutanların stratejik baskılara maruz kaldığı veya avantajlar elde ettiği Anadolu coğrafyasında, büyük Türk milleti varlığını bin yıldır sürdürmüş ve bu coğrafyayı vatan yapmıştır.

Bu bin yıllık süre, sahip olunan toprakların stratejik önemine uygun olarak kendi jeopolitiğini geliştirmiş, Selçukludan Osmanlıya ve oradan da Cumhuriyetimize köklü bir manevi veraset olarak intikal etmiştir.

Elbette ki bir coğrafyanın beşeri, ekonomik, sosyal, kültürel politiğini oluşturmak ve yükseltmek, sahip olunan stratejik imkân ve şartların yanı sıra, mevcut devlet ve yaşayan millet yapısını hesaba katan gerçekçi bir analizin sonucu olacaktır.

Bu açıdan, cihan devleti kuran ecdadımızdan intikal edenler bizlere yalnızca mazide kalmış acı ve tatlı hatıratları değil;  beraberinde yaşanmış gerçeklerin, muazzam toprak ve insan kaybıyla sonuçlanmış ibret verici neticelerini de bilmemizi ve sonuç çıkarmamızı gerektirmektedir.

1923 yılında kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti, bu bin yıllık stratejik var olma mücadelesinin tarihi mirasını devralmış, çoğunluğu Anadolu'da, bir bölümü Trakya'da bulunan bugünkü sınırlarımızı esas alarak, milli ve üniter bir devlet yapılanmasının devamını sağlamayı vazgeçilmez öncelik kabul etmiştir.

Hepinizin bildiği gibi, bugünkü siyasi sınırlarımız kendiliğinden oluşmamış ve kolaylıkla elde edilmemiş, dönemin küresel güçlerinin Türklüğe biçtikleri ve dayattıkları sınırlı bir alanın reddedilmesi sonucunda kanla yazılmıştır.

Ve doğal olarak bugünkü vatanımız, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde başka toplumlara tahsis edilmek istenen topraklarımızı fütursuzca parselleyen küresel projenin hilafına; akıl, heyecan, inanç, silah ve hesabın terkibiyle oluşan muazzam bir mücadeleyle kazanılmıştır.

Bu itibarla Cumhuriyet siyasetimizin önceliği, uluslararası ilişkilerde mevcut milli sınır ve yapının korunmasına yönelik tedbirler olmuş, bu ise imparatorluğun yıkılış şablonunda rol alan dış unsurlar ile İstiklal Savaşımızla yarım kalmış küresel projelerin hala canlı ve diri durduğuna dair haklı kaygıları beraberinde getirmiştir.

Türkiye'nin geride kalan 86 yıllık dış siyasetinde bu nedenlerle ilişkilerde ihtiyat ve denge, kuşku ve kaygı duyguları belirleyici olmuştur.

Tabidir ki, yaşayan ve değişen küresel gelişmeler, ülkemizin güç ve tesir kazanması, Cumhuriyetimizin kuruluş yıllarındaki ağır şartlara dayanan stratejik ilişkilerin gözden geçirilmesini ve tedbirlerin gevşetilmesini gerektirebilir.

Ancak, burada devletimizin üzerinde hükümran olduğu coğrafya değişmediğine göre, jeopolitikten doğan stratejinin köklü değişimlere açık olduğunu söylemek bugünkü ortamda mümkün değildir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 86 yıldır oluşturduğu milli siyaset ve strateji, kuruluş şartlarından ve gerçeklerinden başlayarak, hükümetler üstü bir anlayışla oluşmuş ve devlet politikası haline gelerek bugünlere ulaşmıştır.

Değerli Arkadaşlarım,

Takdir edersiniz ki, milli politikalar hükümetin tasarrufundaki politikalar değildir. Şartlar değiştiğinde ancak hükümetler üstünde milli bir uzlaşma ile değiştirilebilirler.

Bunun da olabilmesi tehdit algısının ve kaygılara yol açan tesirlerin ortadan kalkmaya başlamış olmasına; mütekabiliyete dayanarak ve tedricen görülen olumlu gelişmelerin karşılıklı gerçekleşmesine bağlıdır.

Bir ülkenin milli siyasetinin derinden, kalıcı ve hızla değiştirilmesi, adına savaş dediğimiz ölümcül ve tahrip edici güç kullanımı ile mümkündür.

Onun içindir ki, savaş mağlubu ülkeler kendilerine dayatılan ağır şartları kabullenmek durumunda kalabilirler. Bu, varlığını sürdürebilme uğruna "teslim" olmaktan başka çaresi kalmamış ülkelerin ve yöneticilerinin yaşayacağı en acı ve talihsiz neticedir.

Bu açıdan, Cumhuriyetimizin kuruluşu teslimiyetin neden olduğu dayatmaların değil, savaşla ve direnerek kazanılmış bir zaferin getirdiği özgüvenle Lozan'la dünyaya kabul ettirilmiştir.

Kuşkusuz, herkesi düşman olarak algılayamayacağımız gibi, herkesi dost zannederek yolumuza devam edemeyeceğimiz de açıktır. Uluslar arası ilişkilerde ne kalıcı husumetler vardır, ne de sürekli samimiyet ve dostluklar olabilir.

Karşılıklı hak ve menfaatler ağı bu ilişkilerin şeklini ve yöntemini belirleyen en önemli kıstastır.

Bu itibarla, partimiz dış politika esasını, "bölgemizde ve dünyada barışı sağlayarak sürekli kılmak ve uluslar arası işbirliğini geliştirmek"  olarak açıklamış, ancak söz konusu barış ve uzlaşmacılık anlayışımızın teslimiyetçilik olamayacağını, millî menfaatlerin her şeyin üzerinde tutulacağını önemle vurgulamıştır.

Milliyetçi Hareket bu yaklaşımıyla, Türkiye'nin millî varlığına ve tarihî misyonuna sonuna kadar sahip çıkmanın siyasetteki tanımı ve iftihar edilecek temsilcisidir.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Bildiğiniz gibi, Türkiye Cumhuriyeti egemenlik haklarını ve sınırlarını yüzyıla yaklaşan bir tarih birikimiyle ve kendi milli gücü ile oluşturmuş bir devlettir.

Dünya devletleri ve komşu ülkelerle yapmış olduğu anlaşmaların ve ilişkilerin esasları ile verebileceği milli tavizin son sınırları, bu köklü birikimin ve devlet-millet şuurunun sonucunda ortaya çıkmıştır.

Aradan geçen 86 yıl boyunca, nispeten istikrarlı bir çizgi izlemiş olan Türk dış siyasetinin bütün dengeleri, altı yıl dört aydır tek başına iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerince bozulmuş, ilkesiz, amatör, sığ ve en önemlisi teslimiyetçi ellerde bugün tam bir maceraya sürüklenmiştir.

Türkiye, Başbakan Erdoğan'ın ruh halini kendi ağzından tam anlamıyla yansıtan "kuzu kuzu yaptırırlar" anlayışıyla taviz üstüne tavizler vererek, tam bir boyun eğmişlik hali maalesef diplomasiye ve dış politikaya hâkim olmuştur.

AKP hükümetinin duyarsızlığını ve teslimiyetini fırsat bilen bütün ülkeler Kıbrıs'tan, Ermeni meselesine, Ruhban Okulundan, sözde ekümenik iddiasına, Iraklı aşiret reisleri ile ilişkilere, küresel terörün önlenmesinde Mehmetçiğe verilen uluslar arası görevlere kadar her alanda dayatma listelerini birbiri ardınca sıralamaya başlamışlardır.

Milletimiz için ne büyük talihsizliktir ki, seyahat ederek itibar kazandığını zanneden bir zihniyet maalesef işbaşındadır. Bu zafiyeti ile AKP hükümeti, Türkiye üzerinde hesapları olan mihrakların ve çıkar çevrelerinin de ümit ve geçim kapısı haline gelmiştir.

Bu nedenle yaklaşık seksen yıl boyunca düşük yoğunlukla ve tek tek uğraştığımız milli konuların tamamının, AKP döneminde ve bütün şiddeti ile ortaya çıkması asla bir rastlantı değildir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin 86 yılık politik birikimlerini ve avantajlarını çözüm adı altında yabancılara birer birer teslim eden AKP zihniyeti, devletimizin manevra alanlarını giderek sınırlamıştır.

AKP hükümetinin temsilcisi olduğu, anlamı kendinden menkul "kazan kazan" ve "bir adım öne geçmek" garabeti ile Türkiye tam anlamıyla aleyhimize sonuçlanmak üzere yeni bir sürece sokulmuştur.

Amerika Birleşik Devletleri'nin bölgesel projelerini ve Avrupa Birliği'nin iç ve dış politikalarını Türkiye için tek kurtuluş ve iktidarı için meşruiyet fırsatı olarak gören AKP zihniyeti, Türkiye'nin haysiyetiyle sürekli oynanmasına göz yummuştur.

Bu karanlık süreçte, Türkiye'nin milli hassasiyetlerinin rencide edildiği, Türk tarihin karalandığı, milli çıkarlarının ucuz pazarlık ve alay konusu yapıldığı, her uluslararası toplantıda hükümete ev ödevlerinin verildiği hepinizin malumudur.

AKP hükümetince verilen taahhütlerin, imzalanan belgelerin, yapılan anlaşmaların ve onaylanan dayatmaların bizi götüreceği nihai netice maalesef Türkiye'nin onurunun zedelenmesi, milli birliğinin parçalanması ve dönüşü olmayan bir stratejik uçuruma düşülecek olmasıdır.

Adalet ve Kalkınma Partisi hükümeti, uluslar arası sorunları lehimize çözümlemede, ilişkileri denge ve hakkaniyet ölçüsünde sürdürmede zaten zayıf olan kontrolünü tamamen kaybetmiş, sorunların çözüm inisiyatifi Türkiye dışındaki güç odaklarına geçmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Son günlerde başta Sayın Cumhurbaşkanı'nın açtığı yolda ve hükümetin girdiği çıkmaz sokakta ilerleyen Ermenistan ile ilişkiler ve sözde Ermeni soykırım iddialarının içte ve dışta aldığı yeni boyut, bu kapsamda ele alınmalı, hükümetin sonu gelmeyen tavizlerinin, karşılık bulmayan adımlarının beklenen sonucu olarak görülmelidir.

Bugün dış dayatmaların toplumda neden olacağı tepkileri asgariye indirmek ve iç kamuoyunu yönlendirmek için Erbil, Brüksel, Washington ve Erivan lobileri hükümetle tam bir işbirliği ve eşzamanlı adımlarla ihanete hız vermişlerdir.

Türkiye'nin içinde Ermeni yanlısı bir cephe oluşturmak için yaklaşık 6,5 yıldır her zemin ve ortam kullanılarak sürdürülen faaliyetlerin, kamuoyu hassasiyetini köreltmeyi amaçladığı bilinmektedir.

Elbette ki sorun AKP'den önceki yıllarda başlayan ve süre gelen bir sorundur. Ancak, bu konuda ülkeleri aleyhimize cesaretlendiren, yanlış yürüttüğü diplomasi ile AKP hükümeti olmuştur.

Hükümet baştan yanlış kurguladığı gelişmelerin mahkûmu haline gelmiş, asılsız Ermeni soykırımı iddialarını sözde önleme adına Ermenistan'la tek taraflı ilişki kurma ve üstelik iddiaları da zımnen kabul etme noktasına kadar sürüklenerek, Türkiye'yi giderek daralan bir husumet kıskacının içine düşürmüştür.

Bugün, her uluslararası ilişkide bir dayatma unsuru ve ilişkilerin devamında bir ön şart haline gelen Ermeni meselesi, giderek içinden çıkılmaz bir hal almaktadır.

Türkiye, sözde Ermeni soykırım iddialarını ve pazarlıklarını, parlamentolarda son dakikaya kadar kabul etme-etmeme kâbusları arasında ağır şantajlara maruz kalarak taviz vermeye mecbur bırakılmaktadır.

Süreç, Başbakanın dilinden düşürmediği sözde etkin diplomasi sonucunda, "Ermenileri katletmedik" demenin bile suç haline geldiği topyekun bir aşağılama kampanyası ve sözde soykırımın parlamentolarda birer birer kabulü ile başlamıştır.

AKP zihniyetinin Ermenilere şirin ve sevimli görünme adına yaptığı hamleler yeterli olmamış, Van Gölü üzerindeki harabelerin onarımları da Ermenileri tatmin etmemiştir.

Türkiye'ye yönelik sözde soykırım iddiasını ve toprak taleplerini tırmandırarak sürdüren Ermenistan'a, sınır kapılarını açmayı dile getiren ve bu ülke ile diplomatik temasa kalkışan AKP, ecdadımızın yargılanması konusunda da ümit ve cesaret vermiştir.

Nitekim Adalet ve Kalkınma Partisi'nin değiştirdiği Türk Ceza kanununun 301. maddesine ilişkin baskıların odağında da Ermeni soykırımı yalanının Türkiye'de serbestçe taraftar bulmasını sağlamak yatmaktadır.

Yapılmak istenen, aydın geçinen bazı çevrelerin Erivan'ın ağzıyla konuşarak Türk milletinin ve tarihinin karalanmasının önünü açmaktı. AKP buna yeltenmiş, ancak tepkimizden dolayı şimdilik istediğine tam anlamıyla kavuşamamıştır.

Türkiye maalesef AKP zihniyetinin sergilediği teslimiyetçi ve ilkesiz tavırla uluslararası şantaj ve taviz denklemine sürüklenmiş bulunmaktadır.

Geçtiğimiz yıllardan bu yana, Avrupa birliği ile ilişkilerde ve ülkemizi ilgilendiren hemen her raporda, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sorunların çözülmesi bir ön şart olarak açıkça yer almış; Türkiye'den Ermenistan'la ön şartsız olarak diplomatik ilişki kurulması, sınırın açılması ile uygulanan ambargonun kaldırması açıkça istenilmiştir.

Ülkemizi ziyaret eden ABD Başkanı Obama'dan da benzer taleplerin gelmiş olması, hükümet üzerindeki dayatmaların dozunun iyice arttığını, Türkiye'nin bu konuda içeriyi ikna etmekle, dışarıyı memnun etmek arasında bir paradoksa sürüklendiğini ortaya koymaktadır.

Adına "normalleşme" denilerek, bir yandan Ermenistan'la ikili, üçlü görüşmelerle; maç izleme bahanesi ile yürütülen ilişkilerle süreç Ermenistan'a tek taraflı taviz verme aşamasına kadar dayanmıştır.

Diğer taraftan Türk milletini sözde ikna etmek, gerçekte aldatmak ve Azerbaycanlı kardeşlerimizi oyalamak üzerine bir sinsi oyun da sahneye konulmuştur.

Başbakan Erdoğan'ın kamuoyu tepkisi üzerine çark ederek sözde açılımın "ancak Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki mutabakatla" yapılacağını açıklamış olmasının bu açıdan inandırıcılığı yoktur.

Konuya ilişkin olarak dile getirdiğimiz tepkiler üzerine "muhalefet ne derse desin, biz bildiğimizi yaparız, hiçbir zaman çözümsüzlüğü çözüm olarak görmeyiz" diyen Başbakan'ın, teslimiyeti inatla sürdürmeye kararlı olduğu görülmektedir.

Üstelik bu konuda, gerçekleri dile getiren muhalefeti "çok çirkin bir iftira kampanyası yürütmekle" suçlamaya kalkışması da Sayın Başbakanı hiçbir zaman aklayamayacak ve bu ağır vebalden kurtulmasını sağlamayacaktır.

Türkiye Ermenistan arasındaki ilişkileri, elbette ki çok önemli olmasına rağmen, yalnızca Karabağ meselesine indirgemek, Ermenistan ile Türkiye arasındaki diğer pürüzleri yok saymak anlamına gelecek bir geri adımdır.

Bu meselede Milliyetçi Hareket Partisi olarak başlıca tespitlerimiz şunlar olacaktır:

1. Türkiye'nin, başından beri sözde "Ermeni Soykırımı"nın tamamen haksız bir iddia ve iftira olduğunu, uluslar arası camiaya maalesef yeterince anlatamamış ve kendisini etkin bir biçimde ifade edemediği bilinmektedir.

Öte yandan tarihi gerçekleri bilmek ve araştırmak isteyen bir dünyanın bulunup bulunmadığını da ayrıca sorgulamak gerekmektedir.

Ermenistan'ın iddialarına dayanak gösterdiği belgelerin, tarihçilerin hizmetine açılması, Türkiye'nin saklayacak bir kusuru olmadığını, sorunu çözmeye, gerçekleri ortaya çıkarmaya istekli bulunduğunu göstermesi bakımından önemli, fakat önyargıları aşma konusunda yetersiz kalmıştır.

Bütün bu olumlu ve olumsuz gelişmelere rağmen, olmayan bir soykırımın, sırf muhataplarını ikna edemediğimizi düşünerek, kabule yanaştığımızı hissettirmek hükümetin temel yanlışı olmuştur.

2. Komşu devlet ve toplumlarla karşılıklı hakların korunduğu dengeli ve saygılı ilişkilerin kurulması kuşkusuz çok önemli ve vaz geçilmez yönetim gerçeğidir.

Ancak, bu ilişkilerde belirleyici olan önyargı ve husumetlerin ortadan kaldırılması, ülkelerin birbirlerinin menfaatlerine saygı göstermesi ile mümkün olacaktır.

Dar bir alana ve zorlu bir coğrafyaya sıkışmış bulunan Ermenistan'ın Türkiye ile olan sınırın açılması halinde bundan en çok yararlanacak taraf elbette ki Ermenistan'dır.

Bu itibarla, aramızdaki sorunların çözülmesi noktasında atılacak ilk adımların ondan beklenilmesi hem gerçekçi, hem de olması gereken bir yaklaşımdır.

Ancak AKP zihniyeti şartları tersine çevirmiş, Türkiye'nin sorunlarını çözme noktasında bizi Ermenistan'la ilişki kurmaya ve ilk adımı atmaya mecbur hale getirmiştir.

3. Kamuoyuna aktarıldığının aksine, Ermenistan'la hasmane bir ilişki bulunmamaktadır ve buna gerek de yoktur. 

Türkiye, bugünkü Ermenistan devletinin bağımsızlığını 16 Aralık 1991'de ilk tanıyan ülkelerden olmuştur. Müteakiben insani yardımlarını esirgememiş, gıda ve enerji vermiştir.

Denize sınırı olmamasına rağmen, Ermenistan'ı 25 Haziran 1992'de İstanbul'da kurulan Karadeniz Ekonomik İşbirliği'ne kurucu üye olarak davet etmiş ve bu bünye içinde daimi temsilci bulundurmasına izin vermiştir. Bunlar önyargıları aşmış büyük devlet adımları olarak tarihe geçmiştir.

Ancak, özellikle Ermenistan'ın Azerbaycan toprağı olan Karabağ'ı işgali üzerine tamamen haklı ve meşru gerekçelerle Türkiye, Ermenistan sınır kapılarını Nisan 1993'de kapatmıştır.

Bu tarihten sonra Ermeni iddiaları cüret ve hız kazanmış, bağlantılı olduğu küresel odaklara sığınarak, Türkiye uluslar arası camiada taviz vermeye zorlanan taraf haline getirilmiştir.

Adalet ve Kalkınma Partisi'nin altıncı yılı geride kalmış yönetiminin en büyük zaafı bu konuyu taviz vererek ve sempatik görünerek çözeceğini zannetmesi olmuştur. Her attığı geri adım, bir sonraki geri adımı getirmiş ve ilişkiler Türkiye'nin tezleri açısından tam bir geri gidiş yaşamıştır.

4. Ermenistan ile Türkiye arasındaki ilişkilerin durumu ve seviyesi beraberinde Kafkasya'da dengeleri değiştirecek stratejik sonuçlara neden olabilecek önemli ve hassas bir noktadır.

Halen Ermeni diyasporası ABD kontrolünde olmasına rağmen, Ermenistan devleti Rusya ile çok yakın ilişki ve işbirliği içindedir. Gürcistan'a Rusya'nın müdahalesi taşları yerinden oynatmıştır.

Türkiye'nin Ermenistan'la şartlar olgunlaştığı takdirde kuracağı ilişkiler, mutlaka Başkent Ankara merkezli bir jeopolitiğin gereği olmalı, üçüncü ülkeleri Kafkasya'ya taşıyacak ya da bölgede küresel gerilim ve hamlelere taşeronluk yapacak bir teslimiyetin içine asla düşülmemelidir.

Ve elbette ki Azerbaycan'ın bu ilişkilerden zarar görmemesi öncelik taşımaktadır.

Türkiye ile Ermenistan arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin önündeki en büyük engel, Türkiye düşmanlığı üzerine kurulu Ermeni politikaları ve iddialarıdır. Bu politikalarda bugüne kadar hiçbir değişiklik olmamıştır.

Bu itibarla Ermenistan'la ısrarla yakınlaşmaya çalışan AKP hükümetinden cevabını aradığımız sorularımız ise şunlardır?

  • Ermenistan, Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı belirleyen 1920 Gümrü ve 1921 Kars Anlaşmalarının yürürlükte olmadığına dair iddialarından vaz geçmiş midir?
  • 23 Ağustos 1990 tarihinde kabul ettiği Bağımsızlık Bildirgesi'nde, Türkiye'nin Doğu Anadolu Bölgesi'ni kendi toprağı olarak ilan ederek "Batı Ermenistan" şeklinde tanımlamasını geri almış mıdır?
  • Türkiye'nin bir parçası olan Ağrı Dağı'nı devlet arması olarak kabul eden Ermenistan Anayasası'nın ilgili maddesini değiştirmiş midir?
  • Ermenistan, 1915 yılında, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşanan tehcirle ilgili olarak iddia ettikleri soykırım suçlamalarından vaz geçerek geri adım atmış mıdır veya geri adım atacaklarına dair güçlü bir işaret vermiş midir?
  • Her ortamda karşımıza çıkarılan sahte soykırım yalanıyla Türk tarihini ve Türk milletini en ağır insanlık suçuyla mahkûm etmek için uluslararası planda hayâsız karalama kampanyasının sona ereceğine ilişkin emareler görülmüş müdür?
  • 1993 yılının Nisan ayında, Dağlık Karabağ'daki Ermeni vahşeti ve işgali nedeniyle kapatılan sınır kapısının açılması için, kapanmasına neden olan hangi gerekçelerde ilerleme kaydedilmiş, Ermenistan hangi taahhütlerde bulunmuştur?
  • Azerbaycan topraklarının beşte birine karşılık gelen bu coğrafyada, bir milyon nüfusun yurtlarını terk ederek göçmek zorunda kaldığı Karabağ'ın işgaline kesin olarak son verecek bir sürecin önü açılmış mıdır?

Değerli Arkadaşlarım,

Bu sorularımıza hükümet tarafından verilecek cevap şayet "evet" ise Ermenistan devleti ile kurulacak ilişkilerin önünün açılmasında hiçbir endişe taşımaya mahal yoktur.

Bu şartlarda, komşumuz Ermenistan'ın ve Ermeni halkının Türkiye ile barış içinde yaşamasını ve bu coğrafyadaki varlığını saygıyla karşılayacağımızı belirtmek istiyorum.

Ancak sorularımızın karşılığı, hayır cevabı ise büyük bir tarihi mirasın emanetçisi olan Türkiye'nin, Ermenistan'ın peşinden koşmasının ve ilişkilerin düzeltilmesi için ricacı konumuna sokulmasının ne siyasi, ne ahlaki, ne meşru ve ne de anlaşılabilir bir izahı ve gerekçesi olamayacaktır.

Hükümeti uyarıyorum. Ermenistan'a olan yaklaşımınız tıpkı, Kıbrıs'ta Rumlarla, Irak'ta aşiret reisleri ile olduğu gibi haysiyet kırıcıdır, onurumuzu zedeleyicidir ve büyük milletimizin asla hak etmediği bir seviyesizliktir.

Milliyetçi Hareket Partisi, ülkemizde maalesef soykırım özürcülerinin zuhur ettiği bu dönemde; gelişmelerden kaygı duyarak infiale kapılan Azerbaycanlı soydaşlarımızın haklı ve yerinde hassasiyetini ve endişelerini sonuna kadar paylaşmakta ve bu yüksek şuurun tecellisinden iftihar etmektedir.

Bilinmelidir ki, soykırım yalanına dayalı iddialarından vaz geçilmedikçe, işgal altında tutulan Dağlık Karabağ bölgesi Azerbaycan'a iade edilmedikçe ve Türkiye üzerindeki toprak taleplerinden dönülmedikçe Türkiye ile Ermenistan arasındaki sınırı açmaya hiç kimsenin gücü yetmeyecektir. Yeter ki Türk milleti uyanık ve kararlı olsun.

Türkiye, uluslararası alanda çok ciddi itibar kayıpları yaşamıştır. Uygulanan teslimiyetçi politikalarla ülkemiz saygınlığını her geçen gün yitirmiş; her isteyenin tuttuğunu koparabileceği aciz, çaresiz bir ülke konumuna düşürülmüştür.

Ve Türkiye'nin en büyük talihsizliği, bu çok kritik bir dönemde ehliyetten, liyakatten, vizyondan, milli duruştan yoksun kadrolar tarafından yönetiliyor olmasıdır. Türkiye'nin bugün yaşadığı en temel sorunu budur.

Türkiye savaş mağlubu bir ülkenin düştüğü çaresizliğe eşdeğer bir teslimiyetin içine girmiştir. Zafer, başarı, itibar kazanma, saygınlık adı altında maskelenmeye çalışılan bu sonucun müsebbibi Adalet ve kalkınma Partisi hükümetidir.

Gelişmelerden anlaşıldığı kadar, Türkiye'nin bölgemizdeki stratejik duruş ve tutumunu tanımlayan "Milli Güvenlik Siyaset Belgesi" çöpe atılmış, Türkiye'nin bütün kırmızıçizgileri hükümet eliyle birer birer silinmeye başlanmıştır.

Devlet politikalarında, böylesine köklü değişikliklerin tek başına bile olsa yalnızca hükümet tasarrufu ile yapılamayacağını huzurlarınızda ifade etmek istiyorum.

Irak, Irak Yerel Yönetimi, Ermenistan, Kıbrıs ve terörle mücadele gibi hayati konularda atılan adımların hesaplarını kimler yapmış, stratejik değerlendirmelerini kimler hazırlamıştır? Kimler onay ve karar vermiştir?

Yabancılarla, kapalı kapılar arkasında pazarlıktan kaçınmayan hükümetin, gelişmeleri Türkiye Büyük Millet Meclisinden saklama çabası  bu açıdan manidardır.

Gerek kamuoyunun ve gerekse hükümetin angajmana girdiği yabancı muhataplarının bilmesini ve ayaklarını denk almasını istediğim husus şudur:

Bugün işbirliğine yatkın, taviz vermeye hazır bir siyasal iktidar işbaşında bulunabilir. Ancak demokrasilerde iktidar sonsuz değildir.

Milliyetçi Hareket Partisi iktidara geldiğinde, bütün bu stratejik gelişmeleri devletin temel kurumları ile birlikte yeniden gözden geçirecektir.

Milli devletin bekasına halel getirecek, haysiyetimizi incitecek ve geleneksel devlet politikasından uzaklaştıracak maceracı ve teslimiyetçi hükümet tasarrufu olan bütün girişim ve hamleleri mutlaka sorgulayacak ve reddedecektir.

Değerli Milletvekilleri,

İçinde bulunduğumuz dönemde herkesin en çok konuştuğu, üzerinde en fazla görüş ve fikir ileri sürdüğü konuların başında; cesameti her gün artan ve baskısı her geçen gün yoğunlaşan ekonomideki sorunlar yumağı gelmektedir.

Çok ciddi bir "finansal kaza" geçiren dünya ekonomik sisteminin sağlık durumu, bazı kıpırdanmalara rağmen halen koma halini sürdürmektedir.

Bu çerçevede, küresel ekonomik sistemin alt üst oluşuna yol açan finansal alaboranın, ekonomik kriz olarak farklı ülkelere hızla bulaştığı, özellikle gelişmekte olan ülkelerde ağırlığını gösterdiği bu zamana kadarki yaşanılanlardan anlaşılmıştır.

Son günlerde, dip yapıp yapmadığı üzerinde çeşitli görüşlerin ileri sürüldüğü ekonomik krizin, özellikle Türkiye'de ciddi ve endişe verici sonuçları ortaya çıkardığı gelişmelerle sabittir.

Hatırlanacağı üzere, geçtiğimiz yılın ekim ayında küresel mali fırtına patlamış, izleyen süreçte ülkemizde özel tüketim gerilemiş, özel yatırımlar çökmüş, üstelik ihracat ve ithalat hızla düşüşe geçmişti.

Bununla birlikte 2002 yılsonu ile 2007 ortalarına kadar iktidar partisinin iç ve dış faktörlerdeki olumlu havayı bir politika seti haline getiremediği, bu itibarla sorumsuzca ve beceriksizce hareket ettiği bilinmektedir.

İstihdam yaratamayan ekonomik büyümeyle iftihar eden AKP hükümeti, dış âlemdeki rahatlığın yarattığı avantajlı durumu yanlış okumuş, ekonomide biriken riskleri iyi analiz edememiş, yeni bir zihniyet dönüşümünü maalesef sağlayamamıştır.

Her fırsatta dünle uğraşan ve gelecek perspektifinden mahrum olan Başbakan Erdoğan ve ekibi; vizyonsuzluklarını, iş bilmezliklerini ve en çok da ekonomiyi gerçek anlamda istikrarlı bir yapıya kavuşturamama aczini gizleyebilmek için, gerilim odaklı bir politika uygulamasını tercih etmişlerdir.

Bu itibarla, Türkiye ekonomisinin her alanında yükselen imdat feryatları, vatandaşlarımızın artan sıkıntıları Başbakan tarafından duyulmamış ve ciddiye alınmamıştır.

Ekonomik gelişmeyi sadece maddi unsurlara bağlayan, fazlasıyla mekanik bir yapı tahayyül eden AKP zihniyeti, beşeri gücümüzü ihmal etmiş, ondan bağımsız ve soyutlanmış bir anlayışla sorunların çözüleceğini varsaymıştır.

Şartlara boyun eğmeye zorlayan teslimiyetçi bir ruhun zirve yaptığı bugünkü iktidar kadrolarında, vatandaşlarımızın geleceğe umut ve cesaretle bakmasını sağlayan ışıklı bir mizacın işaretleri ne yazık ki görülmemektedir.

Ekonomik meselelerde ortaya çıkan gelişmelerin sürekli rakam ve sayı tarafıyla ele alınıp kalite tarafının ihmal edilmesi,  ham ve toplu olarak servis edilen ekonomik parametrelerin gerisinde duran eksiklerin görmezden gelinmesi, gerçekçi ve dengeli bir ekonomik sistemin inşasını engelleyen en önemli faktör olarak karşımızda durmaktadır.

Bu nedenle içinde bulunduğumuz ekonomik krize karşı AKP tarafından yeterince ve tatmin edici ölçüde önlem alınmamıştır.

Bu zamana kadar krize karşı alındığı iddia edilen beş tedbir paketinin toplumsal karşılığının oluşmadığı, çiftçimizin, esnafımızın, emeklimizin, memurumuzun, işçimizin durumlarında gözle görülür ve hissedilir bir iyileşme sağlamadığı anlaşılmaktadır.

 Hali hazırda, hazırlığı süren altıncı paketin kapsamında yer aldığı kamuoyuna yansıyan kredi garanti mekanizması uygulamasının ise ne getirip götüreceği uygulama aşamasında daha iyi görülebilecektir.

Her şeye rağmen hükümetin, başta bazı sektörlerdeki satış hacmini artırabilmek ve iç talebi canlandırabilmek amacıyla ÖTV ve KDV indirimleri olmak üzere farklı zamanlarda aldığı tedbirlerin, kısıtlı ve dar bir alanda belli belirsiz etkiler doğurduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Kaldı ki genel anlamda alınan tedbirlerin krize karşı koyabilmek, krizin olumsuzluklarını giderebilmek için etkili olmadığı da bir gerçektir.

Her şeyden önce, ekonomik tedbir diye alelacele ortaya atılan yaklaşımların; rafine görüşler olmaktan daha çok, kamuoyu baskısı neticesinde, bir şey yapmış olmak için ulu orta söylenen fikirler olduğu görülmektedir.

Krizin tasvir ve tanımı yapılmadan, açık ve akıcı tespiti olmadan, isabetli tahlilleri bulunmadan alınacak her ekonomik tedbirin sonu ve sonucu hedeflenen istikrarı getirmeyecektir.

Ayrıca yatırım ve tüketimde görülen azalmanın iç ve dış kredi kanallarının tıkanmasıyla çok yakından bir ilgisi bulunmaktadır.

Çoğalan işsiz sayısı ve çalışanlarımızın büyük bir bölümünün ücretlerinin reel olarak gerilemesi harcamaların tempolu bir şekilde azalmasına kapı aralamaktadır.

Bize göre, yurt içinde üretilen mallara olan talebi artıracak politikalar uygulanmadıkça, krizin olumsuz etkisini zayıflatmak ve kısa sürede ekonominin mahkûm olduğu dengesizlikten kurtarabilmek mümkün olmayacaktır.

Bu itibarla, aldığı tedbirlerde sektör tercihi yaptığı anlaşılan hükümetin, daralan iç ve dış talep arasında dış talebi etkileyemeyeceği göz önüne alındığında, uygulamasıyla ve yönlendirmesiyle iç talebin işleyişinde bariz düzenlemeler yapabileceği açıktır.

Geçinmekte zorluk çeken, günlük ihtiyaçlarını bile karşılamaktan uzak olan ve kazandığı harcamalarına yetmeyen; memur, işçi, emekli, esnaf ve çiftçilere yönelik gelir artıcı yöntemlerin denenmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir.

Bize göre, Başbakan ve hükümetinin en büyük kusuru krizi doğru ve tutarlı bir biçimde teşhis etmeden, sözde tedbir üretmeye çalışmasında aranmalıdır.

Teğet geçecek, bize bir şey olmaz, fırsat yaratacağız diyerek gün ve ayların boşa geçtiği düşünüldüğünde, heba edilen zamanın, kaçan fırsatların yeni yük ve maliyet olarak dar ve sabit gelirli vatandaşlarımızın sırtına bineceğini söylemek abartılı olmayacaktır.

Ekonomideki gelişmelerin nereye gittiğini anlayamayacak kadar siyasi basiret yoksunu olan Başbakan Erdoğan, krizi görmezden gelerek sorunların büyümesine zemin ve ortam hazırlamıştır.

Bu kapsamda, Ekonomiden Sorumlu Bakanın geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamasında; "Hane halkının durumunun iyi, bankaların durumunun iyi, özel sektörün durumunun da o kadar çok korkulacak düzeyde olmadığı" yönündeki sözleri, nasıl bir ruh ve bakış açısıyla ekonomiye bakıldığını net olarak göstermektedir.

Buradan açıklıkla sormak isterim ki: Herkesin durumu iyiyse, sokaklardaki, dükkânlardaki, evlerdeki, işyerlerindeki çığlıklar neden yükselmekte, ekonomik sorunlardan dolayı şikâyetleri kim ve hangi amaçla yapmaktadır?

Zihin bulanıklığı ve akıl tutulması sonucunda söylendiğini düşündüğümüz bu sözlerin, aziz milletimizle alay etmek anlamına geleceğini ve böylesi bir küstahlığı da Milliyetçi Hareket Partisi olarak kabul etmeyeceğimizi ifade etmek istiyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye çok büyük bir ekonomik daralma ve her geçen gün kemikleşen depresif durumla karşı karşıya bulunmaktadır.

Dün itibariyle açıklanan, ‘Yeni Ekonomik Hedefler ve Katılım Öncesi Ekonomik Program' çerçevesinde, daha önce ilan edilen 2009 yılı yüzde 4'lük büyüme hedefi, yüzde 3,6'lık daralmayla revize edilmiştir.

Görüldüğü kadarıyla, daha önceki ısrarlı uyarılarımıza kulak tıkayan hükümet, sonunda çaresiz kalarak büyüme oranını düşürmüştür.

Şimdi merakımız, büyümeden taviz vermeyeceğini söyleyerek, siyasi kararlılık mesajları veren Başbakan Erdoğan'ın ne söyleyeceği ve nasıl bir üslup içinde olacağıdır.

Bu çerçevede ekonomi alanındaki son gelişmeler, partimizin "Küresel Finans Krizi İzleme ve Değerlendirme Komisyonu" tarafından incelenmesinin ardından kamuoyu ile paylaşılacaktır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı