Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
Değerli Milletvekilleri Bildiğiniz gibi, özellikle Ermenistan ile AKP hükümeti arasında yakın ilişki ve işbirliğinin başladığı bir süreçte, Azerbaycan ile olan dostluğumuza gölge düşürecek gelişmeler gerçekleşmiştir. Milliyetçi Hareket Partisi’nin bu konudaki kapsamlı görüş ve tepkileri bellidir ve tereddüde mahal vermeyecek kadar nettir. Geçtiğimiz hafta grup toplantımızda, Ermenistan ile ilişkilerimiz ve bu konudaki yaklaşımımız bütün yönleriyle sizlere sunulmuş ve kamuoyu ile paylaşılmıştır. Hafta süresince bu hassas konu milletimizin de gündemini oluşturmuş, hükümet politikaları kamuoyu nezdinde sorgulanmaya, kardeş Azerbaycan’ın duyarlılıkları öne çıkmaya başlamıştır. Şüphesiz ki bu konuda kamuoyu oluşmasında en önemli pay, partimizin tepkileri ile Azerbaycan ve Türkiye arasında parlamenterler seviyesinde karşılıklı ziyaretlerin yankıları olmuştur. Azerbaycan Milli Meclisinde düzenlenen, “Türkiye-Azerbaycan ilişkileri-Ortak Çıkarlar ve Problemler” konulu foruma iştirak etmek ve ziyaretlerle bir millet ve iki devlet arasındaki dostluğun geliştirilmesine katkıda bulunmak üzere, yapılan davete partimiz adına İstanbul Milletvekili Sayın Atilla Kaya, Hatay Milletvekili Sayın Turan Çirkin ve Genel Sekreter Yardımcısı Sayın Bülent Didinmez katılmışlardır. Buna mukabil, ülkemizi ziyaret eden Azerbaycan Cumhuriyeti Milli Meclisi’ni temsilen 6 kadın milletvekili ve beraberindeki muhterem heyet İzmir Milletvekilimiz Şenol Bal hanımefendinin ev sahipliği ve mihmandarlığında Cumhurbaşkanlığı ve hükümet üyeleri başta olmak üzere görüşmeler yapmış ve Ermeni Meselesine ilişkin değerlendirmelerini milletimizle paylaşmışlardır. Bu kapsamda olmak üzere, kardeş Azerbaycan ile bu kritik süreçte sevgi ve dostluk duygularımızın iletilmesinde katkıları olan arkadaşlarımı ayrı ayrı kutluyorum. Emeği geçenlere teşekkür ediyorum. Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Bundan 89 yıl önce milletçe Kurtuluş Savaşı vermeye devam ettiğimiz bir tarihte açılan Büyük Millet Meclisi’nin bir yıl dönümünü daha bugünkü mensupları ve milletimizin temsilcileri olarak iki gün sonra kıvançla kutlayacağız. Bu nedenle konuşmama bu anlamlı günü ve çocuklarımıza olan sorumluluklarımızı hatırlatarak başlamak istiyorum. Bu sonuç, sürdürülen muhteşem mücadelenin yalnızca cephede kazanılmayacağını gören ve düşünen yüksek şuurun ve milletin istiklalini yine milletin azim ve kararının kurtaracağına inanan kahramanların eseridir. Başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, yüreği hürriyet ve bağımsızlık için çarpan mücadele adamlarının; dağınık, kararsız, tereddüt içinde olan toplumu münferit direnişlerden topyekün savunmaya ve tek hedefe yönelttikleri sürecin başyapıtı Büyük Millet Meclisi’dir. Açıldığı yılı dikkate aldığımızda, bu büyük eseri üç yıl sonra kurulacak Cumhuriyetimizin müjdesi olarak görmek, çocuklarımıza armağan edilmesinin anlamını da, onu koruyacak ve kollayacak yeni nesillerin yetişme arzusunun ifadesi olarak anlamlandırmak doğru olacaktır kanaatindeyim. Kuruluşunun 89 yılını kutladığımız Türkiye Büyük Millet Meclisi, bugün de tıpkı o gün olduğu gibi demokrasimizin, milli devletimizin ve geleceğimizin en büyük güvencesidir. Bu güvencenin toplumsal dayanağı ve en temiz kaynağı ise pırıl pırıl çocuklarımız olmalıdır. Bu vesile ile 89 yıl önce bu vatanı ve Meclis’i emanet eden Atatürk’ü, kurucu kahramanları, şehitlerimizi ve gazilerimizi minnet ve rahmetle anıyorum. Aziz milletimizi ve çocuklarımızı, bu bayram vesilesi ile bir kez daha kutluyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum. Değerli Arkadaşlarım, Geleceğimizin teminatı olmalarını arzuladığımız ve bugünü onlara armağan ettiğimiz çocuklarımız için yaptıklarımızın, sağladıklarımızın ve sunduklarımızın yeterli olduğunu söylemekten maalesef çok uzak bulunuyoruz. Milliyetçi Hareket Partisi, çocuklarımızı millet varlığı içinde en dinamik, en genç ve en hazır cevher olarak yorumlamış, Parti Programımızın “Eğitim ve insan kaynaklarının geliştirilmesi” başlığı altında onların,
Bizim bu hedeflerimiz, bugün bu vasıfların çocuklarımızda hiç olmadığı anlamını taşımamaktadır. Elbette ki Cumhuriyet dönemi içinde çocuklarımıza yönelik önemli mesafeler kat edilmiş, onların hakları ile onlara yönelik sorumluluklarımız toplumsal kuralların üstünde çağdaş yasal düzenlemelere bağlanmıştır. Ne var ki yeterli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bugünün çocukları ve yarının yetişkinleri olacak kuşağın sorunlarını çözmeye yönelik iyi niyetli gelişmeler kuşkusuz ki gerçekleşmiştir. Ancak bütün bunları ülkemizin ve milletimizin genel sorun ve sıkıntılarından ayrı düşünerek çözemeyeceğimiz de açıktır. Babanın ve annenin sorunlarını çözmeden, eğitimlerini sağlamadan, refahını artırmadan, aileye huzur, mutluluk, aydınlanma girmeden çocukları onlardan ayrı bir varlık gibi düşünerek sorunlarının üstesinden gelemeyeceğimiz ortadadır. Bugün milyonlarca işsizin çok önemli bir bölümü bir çocuğun babası veya annesidir. Evine ekmek götürmekte zorlanan, ailesini geçindirme imkânları azalan kaygılı ve gergin bir ortamdan yeterince sağlıklı ve yetişmiş bir çocuğun gelişmesini beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bu konuda karşımızda sıralamamız gereken başlıca sorunlar;
Türkiye’nin de imzaladığı Birleşmiş Milletler Çocuk Haklarına Dair Sözleşmeye göre daha erken reşit olma durumu hariç 18 yasına kadar her insan çocuk olarak tanımlanmıştır. Bu yaş grubunun Türkiye’deki sayısal karşılığı Adrese Dayalı Nüfus Kayıt Sistemi sonuçlarına göre 2008 yılı sonu itibariyle 23,5 milyonu aşmıştır. Elbette ki genç nüfusun fazlalığı yaşlanan dünyamızda stratejik bir avantaj ve beşeri zenginlik demektir. Ancak, bu potansiyel güç, eğitimle ve sevgi ile desteklenir, milli kültürle beslenirse bir anlam taşıyacak, aksi halde şimdi olduğu gibi sorunlarla boğuşan bir kuşaktan yeterli verim ve sonuç alınamayacaktır. Geçtiğimiz yıllarda Türkiye İstatistik Kurumu’nca yapılan bir araştırmada yaşları 6 ile 17 arasında olan yaklaşık bir milyon çocuğun işgücünde kullanıldığı ve çalıştıkları belirlenmiştir. Bugün bu sayının daha da artmış olması muhtemeldir. Bu, aslında sağlıklı bir birey halinde yetişmeleri ve hayata hazırlanmaları gereken bir yaş döneminde, çocuklarımızın hayatlarını kazanmaya mecbur bırakılmaları demektir ve kazanç gibi görünen bu durum büyük bir sosyal kayıp olarak değerlendirilmelidir. Ve tabidir ki, çocuklarını çalışmaya mecbur bırakan bir siyasal düzenin çağdaş, müreffeh, gelişmiş ve adaletli olduğunu söylemek mümkün olmayacaktır. Sağlıklı bir toplum; bedensel, ruhsal, sosyal yönden sağlıklı fertlerden oluştuğuna göre bütün toplumun sağlıklı ve dengeli olduğunu söylemek için çocukların çok yönlü gelişimine ve eğitimine önem veren, nesillere yatırım yapan bir devletin varlığı kaçınılmazdır. Türk milletini daha iyiye ve güzele götürmekte bir kazanç olarak gördüğümüz çocuklarımız için toplumca hedeflerimiz;
Çünkü bize göre, ancak çocuklarını yetişkinlerinden daha fazla düşünen bir milletin geleceği aydınlık ve güçlü olabilecektir. Milliyetçi Hareket Partisi, çocuklarımıza daha güzel, daha yaşanabilir bir ülke ve dünya bırakılmasında, onların huzur, güven ve barış ortamında geleceğe hazırlamasında, milletimizin devamlılığının sağlanmasında kendisine düşen sorumluluklarının farkında ve şuurundadır. Bu konuda Türkiye Büyük Millet Meclisinde parti gurubu olarak her desteği vermeye hazır ve kararlıdır. Değerli Milletvekilleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde 19 Nisan Pazar günü yapılan seçimler, Kıbrıslı Türk kardeşlerimiz için demokrasi ve siyasi olgunluk sınavı olmuştur. Bu sonuç Kıbrıs’ta Rumların peşine takılarak ve sahte cennetler vaad ederek iktidara gelen siyaset tüccarlığının sonu, devletlerinin sorununa daha gerçekçi bakmaya başlayan soydaşlarımızın başarısı olarak değerlendirilmelidir. Geçmişte kurnazca hazırlanan kampanyalarla vicdanları karartılan Kıbrıslı kardeşlerimiz, 2004 yılından itibaren hükümetin peşinden koştuğu Annan Planı ile birlikte Kıbrıs’ta sorunlara çözüm geleceğini ve Avrupa Birliği’ne kısa zamanda üye olacaklarını düşünüyorlardı. Bu süreçte kimliksiz bir Kıbrıs Türk’ü oluşturulmaya çalışılmış, Rumlar’ın tahakkümüne açık, azınlık statüsü altında yaşamayı kabullenen ve zaman içinde milli varlıkları eriyecek bir toplum haline getirilmek istenmiştir. Bizler büyük bir milli sorumluluk duygusuyla, Kıbrıs Rum yönetiminin çözüme asla yanaşmayacağını, eşit bir ortaklığı kabul etmeyeceğini, AB üyeliğini bir dayatma unsuru olarak kullanacağını, sürecin Türklerin lehine sonuçlanmayacağını defalarca duyurmuştuk. “Çözümsüzlük çözüm değildir “ diyerek her tavizi vermeye hazır olan AKP yönetimine, çözüme ulaşmak için, Kıbrıs’taki Türk varlığının ve egemenlik haklarının görmezden gelinemeyeceğini, meselenin tarihî arka planını unutarak ve Türkiye’nin güvenliğini yok farz ederek bir yere varılamayacağını yüksek sesle vurgulamıştık. Ülke gerçeklerini ve milli menfaatlerini kavrama duyarlılığından yoksun bazı çevrelerin, Rum ve Yunan fırsatçılığına katkı sağlamaktan başka bir sonuca ulaşamayacaklarını, Avrupa Birliğinin bu konuyu bir tehdit ve baskı unsuru olarak kullanacağı da açıklamıştık. Umut satarak Kıbrıs’ta iktidara gelen Cumhuriyetçi Türk Partisi ile Türkiye’de tek başına iktidarda olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin gafleti ile Avrupa Birliği üyesi olan Rumların, bu güvenceye kavuştuktan sonra Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ile eşitliğe dayalı, iki bölgeli, iki milletli ve iki devletli yeni bir ortaklığa yanaşmasını beklemek zaten mümkün değildi. Avrupa Birliği, Kıbrıs Türklerine verdiği sözlerin hiçbirini yerine getirmemiştir. Ticaretin geliştirilmesi, ekonomik yardım ve uygulanan kısıtlamaların kaldırılması konusundaki sözlerin hepsi kâğıt üzerinde kalmış, bu yönde hiçbir adım atılmamıştır. Kıbrıs Türklerine karşı siyasi, ekonomik, ulaştırma, turizm ve spor alanlarında reva görülen haksız ambargolar bugün aynen sürmektedir. Bu tespitlerimizin doğruluğunu, beklentilerin hiçbirinin gerçekleşmeyeceğini artık Kıbrıs’taki soydaşlarımız da nihayet görmüş, daha fazla aldatılmak ve daha çok oyalanmak istemeyen seçmen, uyanarak teslimiyetçi zihniyete sırtını dönmüştür. Bu gelişme memnuniyet vericidir. Bu sonuçtan, aynı zamanda Kıbrıs siyasetini tanzim etmeye çalışan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin de ders çıkarması, hem Kıbrıs Türklüğünü, hem Türkiye’yi daha fazla sanal süreçlerin peşinde sürükleyemeyeceğini anlamış olması temennimizdir. Bu seçimlerle, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinde yeni bir dönem başlamıştır. Önümüzdeki dönemde KKTC Cumhurbaşkanı ile Başbakan’ın farklı partilerden olmasının, Avrupa Birliğinin güdümüne sokulan Kıbrıs sorununun çözüm süreci üzerinde bazı etkiler ve sonuçlar doğurması muhtemel görülmektedir. Bütün bu hususlar yeni hükümetin kuruluşu sonrası yaşanacak gelişmelerle daha iyi görülecek ve anlaşılabilecektir. Kıbrıslı kardeşlerimizin milli varlığının ve kimliğinin korunması, huzur, refah ve güven içinde yaşayacakları şartların hazırlanması, Türkiye için vazgeçilmez bir siyasi ve ahlaki sorumluluk, milli bir vecibedir. Soydaşlarımızın birlik ve beraberliklerini artırarak koruyacaklarına, kutuplaşmaları geride bırakarak mutlu bir gelecek için omuz omuza çalışacaklarına yürekten inanıyorum. Milliyetçi Hareket Partisi milli, hukuki ve tarihi sorumluluklarının idraki içinde hareket etme kararlılığından vazgeçmeyecek; haklı Kıbrıs davasını her zeminde savunmaya devam edecektir. Bu vesile ile seçimin Kıbrıslı soydaşlarımıza, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin demokratik hayatına, Kıbrıs’taki bütün siyasi partilere hayırlar getirmesini diliyorum. Değerli Milletvekilleri Arkadaşlarım, Bilindiği üzere, 29 Martta yapılan mahalli idareler seçiminin propaganda çalışmaları döneminde, vatanımızın her yöresindeki kardeşlerimizle bir araya gelmiş ve onların en temel ve belirgin sorunlarını tespit ederek dile getirmiştik. Biz, gerek seçim çalışmaları esnasında, gerekse de öncesinde vatandaşımızı perişan eden, mağdur ve mazlum duruma düşüren başlıca sorunun ise işsizlik olduğunu gayet net ve açık bir şekilde sürekli vurguladık. Hatta 24 Haziran 2008 tarihli grup konuşmamızda işsizlik problemi üzerinde ayrıntılı bir şekilde durarak bu ekonomik virüsün yol açtığı sosyal ve ekonomik maliyetlerden bahsettik. Ne var ki, aradan geçen 10 aylık süre, işsizliğin azaltılması bir yana, AKP hükümeti tarafından ekonomik sorunların inkâr edilmesi ve çözüm için atılması gereken adımların ihmaliyle vatandaşlarımızın işsizlik salgınına daha çok maruz kalmasına yol açmıştır. Türkiye ekonomisinin mevcut görünümüyle, kriz kelimesini ısrarla yan yana getirmekten imtina eden, her şey yolunda mesajlarıyla hem kendisini hem de milletimizi aldatan Başbakan Erdoğan, ekonomiyi işsizlik fırtınasının tam ortasına getirip kendi haline terk etmiştir. Üretim takati kesilen, üretim faktörlerini aynı hedefe yönlendiremeyen ekonomik yapının baştan aşağı gözden geçirilip eksikliklerinin tashihi ve zayıf yanlarının ikmali gerekirken, Başbakan sonu ve ideali olmayan kısır çekişmelere kıstırdığı siyasi sistemin, asıl meselelerle ilgilenmesine sürekli engel olmuştur. Başbakan Erdoğan’ın, her kesimden krize karşı önlem alınması gerektiği yönünde görüş ileri sürüldüğü bir dönemde; “krizi son derece hazırlıklı ve ihtiyatlı şekilde karşıladık” sözlerinin şimdi ne kadar temelsiz, sakat ve gerçeklerden uzak olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. En başta, tıpkı ekonomik krizde olduğu gibi, işsizliği de teşhis ve tespitte derin bir aczin içine düşen Başbakan, enflasyonun düştüğü bir ortamda, işsizliğin daha yüksek seviyelere çıkmamış olmasını önemli bir başarı göstererek hayret ve endişe verici bir zihniyete sahip olduğunu göstermiştir. İşsizlikle enflasyon arasındaki dönemsel ayrım ve tasnifin dikkate alınmadan yapıldığı anlaşılan böylesi bir değerlendirmenin, uzun dönemde belirgin bir sonuç doğurmayacağını hatırlatmayı doğru buluyorum. Dünya, ekonomik krizle başa çıkmaya çalışırken, Başbakan Erdoğan’ın krizi yok farz etmesi; krizi küçültmemiş, ağırlığından bir şey kaybettirmemiş, aksine fark edilemeyen etkileriyle ekonomik ve sosyal tahribat daha da büyümüştür. Ülkemizde resmi rakamlarla, 2009 Ocak döneminde, işsiz sayısı geçen yılın aynı dönemine göre 1 milyon 59 bin kişi artarak 3 milyon 650 bin kişiye ulaşmış, işsizlik oranı da yüzde 15,5 seviyesine çıkmıştır. İşsizlik oranı kentlerde yüzde 17,2, kırsal yerlerde ise yüzde 11,8 düzeyinde belirmiştir. Son bir yıl içinde tarım dışı işsiz sayısı 1 milyon 148 bin artarken tarım dışı işsizlik oranı yüzde 19’a ulaşmış bulunmaktadır. Geçen yılın aynı döneminde tarım dışı işsizliğin yüzde 13,7 olduğu dikkate alındığında, tarım dışı işsizlik oranının sadece bir yılda 5,3 puan yükselmiş olması tek başına işgücü göstergelerindeki dramatik bozulmayı ortaya çıkarmaktadır. Meselenin en hazin ve tehlikeli tarafı ise, genç nüfusta yüzde 28’e ulaşan işsizliğin aldığı ve ulaştığı boyuttur. Resmi olarak ilan edilen rakamlarda bile çığırından çıktığı görülen işsizliğin, gerçekte daha yüksek ve kaygı verici bir noktada olduğunu söylemek lazımdır. TÜİK’in hesaplamalarında işsiz sayısına dâhil edilmeyen; ancak iş aramayıp çalışmaya hazır olan 2 milyon 394 bin kişiyle, iş bulma ümidini kaybetmiş 873 bin vatandaşımızın işsiz sayısına ilave edilmesiyle birlikte, toplam işsiz sayısı 6 milyon 917 bin kişiye ulaşacaktır. Bu halde ortaya çıkacak işsizlik oranının ise yüzde 30’a yaklaştığını ifade etmek mümkündür. Bu çarpıcı ve korkutucu oran dâhilinde; sokakta her dört vatandaşımızdan ikisinin herhangi bir işi olmadığını söylemek abartılı olmayacaktır. Geçen haftanın başında açıklanan “Katılım Öncesi Ekonomik Program’da” işsizlik oranının; 2009 yılında yüzde 13,5, 2010 yılında yüzde 13,9, 2011 yılında ise yine yüzde 13,9 oranında tahmin edilmesi, bir anlamda hükümetin işsizlik sorununun çözemeyeceğinin itirafı ve bunun da ilanı olarak görülmelidir. Ayrıca, 2009 yılı için öngörülen 3 milyon 310 bin düzeyinde toplam işsiz sayısı, 2009 yılının Ocak döneminde aşılarak, yapılan tahminlerin içinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu gözler önüne sermiştir. Hatırlanacağı üzere, 2008 yılı genelinde işsizlikte görülen artışta, işgücüne katılma oranındaki gelişmelerin belirleyici olduğu yönünde bazı açıklamaların yapıldığı bilinmektedir. Hatta bu konuda hükümetin bir üyesi konuyu daha ileri götürerek, işsizliğin sebebini kadınların işgücüne katılmaları olarak gördüğünü ifade etmişti. Bu sığ, noksan ve ucube değerlendirmelerin, işsizlik sorununun çözülmesi bir yana, asıl nedenlerinin bile henüz tespit edilmediğini göstermektedir. Bir kıyaslama ve karşılaştırma yaparak, işgücüne katılma sayısındaki değişikliğin işsizlik miktar ve oranına ne yönde bir etki yaptığını izah etmek ve takdiri milletimize bırakmak istiyorum: 2002 yılında toplam işgücü 23 milyon 818 bin kişi ve işsizlik oranı yüzde 10,3 iken, bugün işgücü 23 milyon 523 bin ve işsizlik oranı da yüzde 15,5 düzeyindedir. Buna göre 2002 yılında işgücü miktarı, bugüne kıyasla fazla olmasına rağmen, işsizlik oranı yine bugüne kıyasla daha düşüktür. Nitekim içinde bulunduğumuz dönemde işsizlik oranı, 2002’deki miktarına göre yüzde 50,4 artmıştır. Başbakan Erdoğan’ın; işsizlikle, yolsuzlukla, yoksullukla, sefaletle tam bir mücadele başlattıkları ifadesini kullanmasının üzerinden geçen yaklaşık beş aylık sürede 655 bin vatandaşımızın işsiz kaldığını söylemek istiyorum. İşsizlik konusundaki aczini gizleyebilmek için, köşeye sıkıştığı her durumda; işsizliğin başka ülkelerde de var olduğunu iddia edebilen Başbakan, dile getirdiği ülkelerde ki zenginliğin ise neden Türkiye’de görülmediğini bir türlü ağzına alamamaktadır. İşsizlikle mücadelede kuşkusuz en önemli nirengi noktası; yatırım eğilimin yüksekliğinin ve sürekliliğinin sağlanması olacağı bilinen bir gerçektir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli husus; yeni yatırımlardan kaynaklanacak gelirlerin harcama sırasında az çok homojen miktarlarla verimli faaliyet alanlarına intikalinin sağlanmasıdır. Yapılacak harcamaların, bu intikal esnasında uzun gecikmelere uğramadan tahakkuku ve nihayet; ekonominin bu harcama miktarlarına üretim ve istihdamı genişleterek cevap vermesi, işsizlik konusunda iyileşmeyi başlatabilecektir. Kendi yandaşlarını abat etmede kural ve sınır tanımayan, aile yakınlarının şatafatlı hayatlarına son hızla devam etmesinde bir beis görmeyen AKP saltanatının, işsiz kalan vatandaşlarımızı umursamamasının ve çaresizliklerini gidermek için hamle yapmamasının elbette bir siyasi bir faturası olacaktır. O zaman geldiğinde Başbakan Erdoğan’ı ne dış yardakçıları ne de iç menfaat destekçileri asla kurtaramayacak, yapılanların acı bilançosu bir bir bugünkü kadroların önüne konulacaktır. Muhterem Milletvekilleri, Kriz, Türkiye ekonomisinin bütün göstergelerine ağır bir hasar vererek, üretim yapısını tahrip etmiştir. Şüphesiz krizin süresi ve şiddetinde; ekonomik sistemin özellikleri ve mukavemeti kadar, uygulanan ekonomi politikalarıyla uyumlu ve siyasi iktidarın olayları algılama ve anlama becerisi de etkilidir. Elbette, hükümetin elindeki ekonomiyi denetleyici ve yönlendirici politika aletlerinin bulunması krizi sınırlarken, bundan çıkışa da kolaylaştırabilecektir. Ancak, AKP hükümetinin elindeki imkân ve araçları krizin sevk ve yönetiminde bu zamana kadar yeterince kullanmamış olması, krizi halının altına süpürmeye çalışması, sorunları daha da büyütmüş ve bugün içinden çıkılmaz bir aşamaya getirmiştir. Krizle mücadelenin olmazsa olmazı olarak görülmesi gereken güven olgusunun bugün itibariyle aşırı yıprandığı ve kaybolmaya yüz tuttuğu görülmektedir. Bu itibarla çiftçimizden, esnafımıza, memurumuzdan işçimize kadar, geniş toplum kesimlerinin hükümete itimadı kalmamıştır. Milletimizi sözle ve hamasetle avutmaya çalışan Başbakan Erdoğan, bir zoru başarmış ve 6,5 yıllık iktidarında hiçbir şey yapmamıştır.
Değerli Arkadaşlarım, Nitekim geçtiğimiz günlerde İngiltere’de toplanan G–20 zirvesinde, benzer yaklaşımlar değişik ülkelerin hükümet ya da devlet başkanları tarafından da dile getirilmiştir. Bu çerçevede, ekonomik sistemin yeniden yapılandırılması adına, felsefi ve ideolojik değerlendirmelerin arttığı bir döneme de şahit olmaktayız. Sürekli kriz üreten, vatandaşlarımızın fakirleşmesine dayanan, işsizlik meselesinin kronik bir hale gelmesine yol açan mevcut ekonomik düzenin tamiriyle geçen on yıllarda, her alanda kaybımızın çok fazla olduğu aşikârdır. Yıllardan beri kemer sıkarak bedeli en çok ödeyen aziz millet fertleri, ekonomide şu an ihtiyaç duyulan güven sarsıntısının giderilmesi için gerekli çabayı göstermekten haklı olarak çok uzaktırlar. Yeni sorunlara, yeni çözüm yolları inşa etmenin vaktinin geldiği düşünüldüğünde, sorumluluk sahibi siyasi iradenin israf edilecek bir anı bile olmayacaktır. Eski yöntemlerle, yeni sorunları göğüslemenin ve çözmenin ne kadar mümkün ve ihtimal dâhilinde olduğunu enine boyuna konuşmanın yerinde olacağı bir sürecin içinden geçmekteyiz. Ekonomide doğacak her maliyeti vatandaşlarımıza ihale etme hazırlığı içinde olduğu görülen Başkan Erdoğan’ın, bu süreçte gerçek kabiliyet ve siyasi kalitesi net olarak anlaşılacaktır. Ne var ki, bu hususta bizi umutsuzluğa sevk eden en önemli husus; yönetim sorumluluğu taşıyan siyasi kadroların, ülkemizin beşeri, fiziki varlık ve değerlerini yönetme beceri, niyet ve güçlerinin aşındığı, hatta yok olma eşiğine doğru hızla yaklaştığının ortaya çıkmasıdır. Hal böyle olunca, hem küresel konjonktürdeki olumsuzlukla, hem de hükümetin vurdumduymazlığı karşısında ekonomik kriz daha da derinleşmekte, işsizlik yoğunlaşmakta, seçim nedeniyle başıboş bırakılan bütçe disiplini ise allak bullak olarak enflasyonist eğilimlere davetiye çıkarmaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak değerlendirmemiz, ekonominin tıkanma ve boğulma süreçlerini peş peşe yaşadığı bugünkü ortamın ve yapının reforma tabi tutulmasıyla en çetin ve muğlâk sorun alanları önce anlamlandırılacak, sonra yumuşayacak ve son tahlilde çözüm sürecine girebilecektir. AKP hükümetinin yaklaşık 6,5 yıllık döneminde, üreten sektörlerden daha çok mali piyasalardaki makro dengeleri koruyarak başarılı olmaya çalışması, bunda da ısrar etmesi, sağlıklı sonuçlar vermemiş, piyasalardaki en ufak bir sallantı gelişme olarak sunulan her şeyin tarumar olmasına neden olmuştur. Ekonominin genel durumunun IMF anlaşmasına kilitlenmesi ve beklentilerin bu yönde yoğunlaşması, hükümetin ekonomideki kontrolü kaybettiğinin bir göstergesi olarak görülmelidir. Bu neticenin işsizlik faciasının kapsamını daha da genişleteceği açıktır. Milliyetçi Hareket Partisi olarak tüm istek ve beklentimiz vatandaşlarımızın hayatın güçlüklerine daha fazla muhatap olmamasıdır. Değişen değerlerin, artan toplumsal beklentilerin ve onlara dayalı ekonomik taleplerin kavranması ve bunlara yönelik siyaset üretimi kaçınılmaz bir görev olarak önümüzde durmakta ve Partimiz bunu açıklıkla görmektedir. Hiçbir vatan evladının layık olmadığına inandığımız yoksulluk ve çaresizliğin son bulmasını ümit ediyor; insanca yaşamanın her vatandaşımızın hakkı olduğunu bu vesileyle belirtmek istiyorum. Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.
Devlet Bahçeli
|