05.05.2009- TBMM Grup Konuşması
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
5 Mayıs 2009

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Bu haftaki Grup konuşmama başlamadan önce, çok önemli gördüğüm bir hususta kamuoyunu aydınlatmak ve Başbakan Erdoğan'a bu kürsüden cevap vermek istiyorum.

Mahalli İdareler Genel Seçimlerinin üzerinden bugün itibariyle 37 gün geçmiştir.

Seçimin resmi olmayan sonuçları, ilçe ve il seçim kurulları ile Yüksek Seçim Kurulu tarafından açıklanmış, mazbatalarını alan belediye başkanları görevlerine başlamışlardır.

Bildiğiniz gibi, Adana Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini partimizin adayı Sayın Aytaç Durak kazanmıştır.

Seçimin ardından yapılan itirazlar üzerine, birkaç kez tekrarlanan sayımlarda da durum değişmemiş ve Yüksek Seçim Kurulu'nun kararı ile sonuç kesinleşmiştir.

Ancak, Başbakan Erdoğan'ın Adana Büyükşehir Belediye Başkanımız Sayın Durak'ın şahsını hedef alan, Adana seçim sonuçlarını eleştiren sözleri, millet iradesini içine sindiremediğini göstermesi açısından ibret vericidir.

AKP'nin İlçe Belediye Başkanları toplantısında yaptığı konuşmada Sayın Durak'a yönelik olarak Başbakan Erdoğan'ın;

  • Seçime hile ve şaibe karıştırdığı,
  • Siyasi ahlak açısından takip edilmesi gerektiği,
  • Adana'yı kasdederek, orada şaibeli bir belediye başkanı olduğunu söylemiş olması ne kabulü mümkün bir ifade, ne de başbakanlık mevkiinde bulunan bir siyasetçiye yakışmayacak siyasi seviye kaybıdır.

Bunu, akıl, izan ve siyaset kültüründen mahrum sözleri, önce değerli Belediye Başkanımızın şahsına, sonra hür tercihlerini sandıkta gösteren Adanalıların siyasi iradesine ve Milliyetçi Hareket Partisi'ne yapılmış iftira ve karalama olarak addediyorum.

Seçim sonuçları ile ilgili olarak ülkemizdeki son karar mercii Yüksek Seçim Kuruludur ve kararları mutlaktır.

Başbakan Erdoğan'ın bu gerçeği bilmiyormuş gibi hareket ederek yaptığı hakaret ve eleştiriler bu yönüyle Yüksek Seçim Kuruluna da yönelik olup, yönlendirme maksadı taşımaktadır.

Şayet seçimlerin yeniden yapılmasına ilişkin bir teklifi var ise, bu, iddia ettiği gibi yalnızca Adana'yı değil, partisinin kazandığı bütün belediye başkanlarını kapsamalıdır.

Valiler aracılığı ile evlere taşınan yardımlar, kamu görevlilerinin katıldığı mitingiler, Mart ayına sıkıştırılmış olan TOKİ törenleri ve boş arazilerde bulunan muhalefet partilerine verilmiş oy pusulaları da dikkate alınmalıdır.

Son olarak Sayın Aytaç Durak'ın yürütmekte olduğu Türkiye Belediyeler Birliği Başkanlığı görevinden İçişleri Bakanlığının tasarrufu ile alınması Başbakandaki hazımsızlığın son tezahürüdür.

Millet iradesine ve Yüksek Seçim Kurulu kararına muhalefet etmek ve eleştirmek Başbakan Erdoğan'ın haddi ve hakkı değildir.

Bu hakaretleri, oyunu namus telakki ettiğini bildiğim hiçbir Adanalı hemşehrilerim asla kabul etmez.

Ve tercihini Milliyetçi Hareket Partisinden yana kullanmış aziz vatandaşlarımız da bu suçlamaları sineye çekmez.

Sayın Başbakan'ı millet iradesine saygıya ve Adanalılardan özür dilemeye çağırıyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Geçen hafta, Diyarbakır'da Lice - Genç arasındaki karayolunun emniyet görevini icra ederken ve Hakkâri ili Şemdinli ilçesi dağlık arazi kesiminde yürüttükleri görev esnasında toplam on askerimizin şehadeti hepimizi derinden yaralamıştır.

Vatanın bütünlüğü ve milletin birliği uğruna hayatlarını kaybeden kahramanlarımıza Cenab-ı Allah'tan rahmet, aziz milletimize ve silah arkadaşlarına bir kez daha başsağlığı diliyorum.

Elbette ki terörle mücadele tabiatı gereği, verilen görevlerin yerine getirilmesinden de öte bir özel ve üstün fedakârlık gerektiren bir feragati zorunlu hale getirmektedir.

Bu konuda, yıllardan beri milletimiz adına bölücü terörle mücadele eden Türk Silahlı Kuvvetlerinin ve Emniyet Teşkilatının kendilerinden beklenen fedakârlıkları sayısız şehit ve gazi vererek yerine getirmiş olmaları iftihar vesilesidir.

Ancak, yaklaşık 25 yıldır süren bölücü terörle mücadeleye son vermenin zamanı çoktan geçmiştir.

Bölücübaşının İmralı'ya getirilmesi ile başlayan küçülme ve zayıflama süreci, maalesef AKP hükümetlerinin yanlış değerlendirmesiyle tersine dönmüş ve yeniden azan terör saldırıları ile büyüyen kanlı terör örgütü bugün hükümeti Irak'lı aşiret reisleri ile müzakereye itecek kadar stratejik bir vasıta haline gelmiştir.

Bu konuda özellikle iktidar zihniyetinin gafleti ile ardı arkası gelmeyen yol ve yöntem arayışları artık bir son bulmalı, kararsızlık, çaresizlik, geri adım olarak algılanacak yanlışlardan uzak kalınarak, sorun milletimizin gündeminden mutlaka çıkartılmalıdır.

Dikkat edilirse uzunca bir süredir, terörle ve bölücülükle mücadele, PKK'nın siyasallaşması ve Irak'lı aşiret reisleri ile ilişkiler gibi temel meselelerde alınacak sonuçların görünmesi için beklemede kalmayı, gelişmeleri takip etmeyi, ne olup ne olmadığını anlamak için bu konulardaki görüş ve önerilerimizle tepkilerimizi sınırlı tutmuştuk.

Özellikle bölücü terör örgütünün dağılma süreci içine girdiği şeklindeki yorumları saygı ve sabırla karşılayarak, sonucun ortaya çıkmasını, bu iddiaların işaretlerini görmeyi umut etmiştik.

Elbette ki 25 yıldır süren ve artık müzmin hale gelmiş bölücülüğün ve bölücü terör örgütünün çok kısa sürede ve üstelik bu yaklaşımla sona ermesini beklemek doğru bir değerlendirme olmayacaktır. Fakat atıldığı iddia edilen adımların da bizleri bir sonuca götürmesi veya bir sonucu işaret etmesi milletimiz adına beklentimizdir.

Bu noktada hükümetin beceri ve uygulamalarını, kusur ve noksanlarını gördükçe ve daha da önemlisi taviz veren siyaset sicilinin farkına vardıkça,  kaygılarımız giderek artmaktadır.

Terörle ve bölücülükle mücadelenin son şekli ve gidişatı konusundaki görüşlerimizi 6 Ocak 2009 tarihli Grup toplantımızda özetlemiştik.  Bu kapsamda olmak üzere;

  • Terörle mücadelede hedefin küçültüleceğini, PKK'nın tasfiyesi yerine kontrol altında tutulacağını,
  • Uluslararası baskı ile Türkiye'nin siyasi çözüme mecbur bırakılacağı ortam ve şartların hazırlanacağını,
  • Terör örgütünün silah bırakması için Türkiye'ye aşamalı bir siyasi çözüm süreci dayatılacağını,
  • İlk aşamada teröristlere siyasi af ve Anayasa değişikliğiyle alt kültür ve kimliklere siyasi ve hukuki statü kazandırılacağını sıralamıştık.

Gelişmeler öngörülerimizi haklı çıkarmış ve maalesef Türkiye, hükümeti eliyle zorlu ve sıkıntılı bir sürecin içine çekilmiştir.

Değerli Milletvekilleri,

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde grubu bulunan bir siyasal parti olarak, hükümetin devlet nezdinde bölücülüğü ve terörü önlemek için aldığı ve alacağı tedbirleri ayrıntıları ile bilmemiz ve bu konuda belgelere dayalı bir yorum yapmamız doğal olarak mümkün değildir.

Bizlerde bir fikir ve kanaat oluşturan en önemli amiller kamuoyunun gözü önünde cereyan eden vahim gelişmeler ile yıllardır savunduğumuz milli hassasiyet ve vizyonun oluşturduğu birikim, öngörü ve akıldır.

Bu itibarla, görebildiğimiz gerçekler, az önce bahsettiğim strateji kapsamında; AKP hükümetinin karşısına, Irak'ın kuzeyinde yuvalanmış PKK terör örgütü ile ilgili olarak dört seçeneğin sunulmuş olduğunun belirginleşmeye başlamasıdır.

  • Bunların birincisi, terör örgütünün dağdan silahları ile inmesi ve yönetici kadroları ile birlikte Türkiye'ye teslim edilmeden Irak'ın kuzeyindeki yönetiminde gizli veya açık olarak barınmalarına izin verilmesi,
  • İkincisi, terör örgütünün silahlarının tamamını bırakarak, bir kısmının mevcut yasalar çerçevesinde Türkiye'ye dönerek örtülü bir af ile topluma karışması, diğerlerinin ise sığınmacı olarak başka ülkelerde himaye edilmesi,
  • Üçüncüsü, yıllardır yapıldığı gibi PKK'nın silahları bırakmadan, sözde eylemsizlik veya ateşkes denilen bir süreçle Irak'ın kuzeyindeki yuvalarında mevcudiyetini sürdürmesi,
  • Dördüncüsü ise hükümetin de adım adım ilerlediği yolda, bütün terör suç ve suçlularına çıkarılacak geniş bir af ile PKK'nın her seviyedeki teröristlerinin ülkemize dönmeleri ve sözde mücadelelerinin siyaset içinde sürdürmelerinin önünün açılmasıdır.

Bugün Türkiye'nin karşısındaki denklem budur. Bütün görüşmeler ve pazarlıklar bunlardan hangisinin gerçekleşebileceği üzerine yapılan tartışmalara yoğunlaşmıştır.

Oysa bize göre bu tedbirlerin kalıcı ve köklü olabilmesi için terör örgütünün ya tam bir imhası gerekmektedir, ya da tam bir teslimiyet haliyle silahsızlandırılmış mensuplarının adaletimize intikali şarttır.

Aksi halde, yönetici kadrosunu kaybetmemiş bir örgütün yeniden başka vasıtalar ve zemin kullanarak ortaya çıkmayacağının güvencesi olmayacaktır.

Teröristle mücadele ile terörle mücadele arasındaki ayrım gereği, teröre zemin hazırlayan şartların ortadan kaldırılması, örgüte katılımların durdurulması ve bu maksatla ailelerinin desteklerinin aranması, siyasal bağlantılarının kopartılması gibi tedbirler günün şartlarına göre elbette ki alınacaktır ve alınmalıdır.

Ancak, gelişmeler, Türkiye'nin, Irak'ta yuvalanmış terörü önleme adına Irak'lı aşiret reisleriyle müzakere ve yakınlaşmaya doğru itildiğini ve Türkiye'nin sözde Kürdistan'ı tanıma ile PKK terör örgütünün eylemlerine katlanma gibi iki kötüden birini tercih noktasına doğru gittiğini ortaya çıkarmaktadır.

Ve işin daha da kaygı verici yönü, birkaç yıl içinde çekileceği artık kesinleşmiş olan Amerika Birleşik Devletleri'nin olmayacağı bir Irak'ta, Türkiye'ye yaklaşmaktan başka seçeneği kalmayan Kuzey Irak'ın bu gerçeğinin, terörün tasfiyesi noktasında etkili olarak yararlanılmamış olmasıdır.

Tam tersine geçmişte yaşanan gelişmeler örgütün Irak'taki varlığının onları himayesine alan Iraklı aşiret reisleri tarafından Türkiye ile ilişkileri artırma noktasında bir şantaj ve pazarlık unsuru olarak kullanıldığını ve daha uzun süre kullanılmaya devam edeceğini göstermektedir.

Bunca yıldır ortaya çıkan gerçek şudur: Türkiye PKK terör örgütünü Irak'ın kuzeyinden kesin olarak söküp atmak için yeterli siyasi ve askeri kararları alamamış, Irak Bölgesel Yönetimi'nin himayesini ve desteğini kıracak etkili bir caydırıcı strateji izleyememiştir.

Aksine gelişmeler vuku bulmuş, Kuzey ırak'taki bölgesel yönetim kendisini Türkiye nezdinde meşru hale getirmek ve mevcudiyetini kabul ettirmek için, PKK'nın varlığını ülkemize karşı kullanmıştır. Hatta Erbil lobilerinin bu örtülü tanınma çabası, maalesef yurdumuzda da karşılık bulmuş, sözde aydınlar tarafından hararetle alkışlanmıştır.

Mevsim itibariyle eylem yapamayan terör örgütünün inlerine çekilmesi ile ortaya çıkan nispi sükûnetin önümüzdeki günlerde son bulacağı, kış uykusuna yatmış hükümetin de bomba ve mermi sesleriyle uyanarak konuya kaldığı yerden devam edeceği anlaşılmaktadır.

Halen adı konmamış olsa bile, AKP hükümetinin Barzani üzerinden yürüttüğü görüşme ve ilişki trafiğinin adı, PKK terör örgütü ile "örtülü veya dolaylı müzakere"dir. Buna başka bir tanım getirmek mümkün değildir.

Bu müzakere sürecinin, Türkiye ayağını ise hükümetin zafiyetini keşfederek eylemlerini tırmandıran siyasal bölücü unsurların faaliyetleri oluşturmaktadır.

Gerek Irak'la olan ilişkilerin gidiş istikameti, gerekse Türkiye'deki siyasallaşmış bölücülüğün eylemlerini toplumsallaştırma çabaları, İmralı canisinin affına kadar gidecek bir takvimi seçeneksizlik içine sıkışmış hükümetin önüne koymuştur.

Özellikle Mahalli İdareler seçimlerinde bölgeden beklediği sonuçları alamamış olmasının iktidar zihniyetinde geç kalmış bir uyanmaya neden olduğunun emarelerini vermektedir.

Yıllardır göz yumulan bölücü faaliyet ve teşkilatlanmaların seçim sonucunda nihayet adli takibata maruz kalmaları, suç işleme ve bölücülük yapma imtiyazı kazanmış gruplar üzerinde tedbirler alınmaya başlandığını göstermektedir.

Umarız ki, bu konularda geç kalınmamış, Türkiye altından kalkamayacağı kritik yanlışların içine sürüklenmemiş olsun. Zira etnik bölücülük artık terör desteği olmadan da hayatını idame ettirecek yeni bir siyasallaşma sürecine doğru hızla ilerlemektedir.

Ne var ki, ülkemizdeki terör eylemleri sürdükçe kamuoyu terörle mücadele politikalarını daha çok sorgulamakta, toplumsal uyanış hükümeti daha da sıkıştırmaktadır.

Evet, yıllardır milletimizin esenliğine ve birliğine musallat olan bölücü teröre mutlaka bir son verilmelidir. Ancak, teröre son verirken, bölücü terörü bitiren iradenin merkezi mutlaka Türkiye'nin gücü, kararlılığı ve inisiyatifi olmalıdır.

Teröristin dağdan inmesi adına, Türkiye başka pazarlıkların içine çekilerek, yine yıllarca başımıza bela olacak yeni ve stratejik sorunların oluşmasına da asla fırsat verilmemelidir.

Türkiye'deki kanlı terörün önlenmesinin karşılığı, Irak Bölgesel Yönetimi'nin Cumhurbaşkanlığı düzeyinde telaffuz edilmeye başlandığı gibi sözde "Kürdistan" olarak tanımak ve Kerkük ile Türkmenleri gözden çıkartmak olmamalıdır.

Türkiye ve Türk milleti bunlara katlanmadan terörü önleyecek güç ve inançtadır. Yeter ki;

  • Bu gücü etkili ve caydırıcı olarak kullanacak bağımsız bir siyasal irade,
  • Kendi elini ve ayağını teslimiyetçi ilişkilerle bağlamamış bir siyasal iktidar ve
  • Sonuç almak için illaki bir şeyler vermenin şart olduğuna inanmamış dirayetli bir hükümet işbaşında olsun.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Geçtiğimiz hafta, altı buçuk yıldır tek başına iktidar olma imkânı ile ülkemizi yönetme iddiasında bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetinde önemli değişiklikler gerçekleşmiştir.

Bu değişimin önemini, gelenlerle gidenler arasındaki nitelik farkı değil, koltukları el değiştirenlerin sayısının çokluğu oluşturmuştur.

10 bakan yerini korumuş, 7 bakanın görevi değişmiş, 8 bakan kabine dışı kalmış, hükümete biri Meclis dışından olmak üzere 9 yeni isim katılmıştır.

Burada bizim en çok dikkatimizi çeken husus ise, büyük çoğunluğa sahip iktidar partisinin, Dışişleri Bakanlığı görevi için 338'in içinden liyakatli bir ismi bulamamış olmasıdır.

Elbette Meclis dışından hükümete giren yeni Bakan'ın akademik kimliğine ve uzmanlığına saygı duyuyoruz. Ancak hükümete milletvekili olmayan birisinin atanmasının; Başbakan'ın Cumhurbaşkanlığı sürecinde göstermiş olduğu milli egemenlik vurgusuyla ve Cumhurbaşkanı'nın Meclis içinden seçilme yönündeki ısrarıyla çeliştiğini ifade etmek isterim.

60. Cumhuriyet hükümetinde bu kadar kapsamlı görev değişimine yol açan temel nedenin, 29 Mart 2009 tarihinde gerçekleşen Mahalli İdareler Genel Seçimlerinin Adalet ve Kalkınma Partisinde yol açtığı öfke, şaşkınlık ve arayış olduğu anlaşılmaktadır.

Tercihine sonunu kadar güvendiğimiz ve saygı duyduğumuz millet iradesi bu kez de tecelli etmiş; seçim sonuçları mağrur, başına buyruk hükümetin kendisini ve icraatlarını sorgulamasına neden olmuştur.

Şüphesiz ki hükümette doğacak böylesi bir arayış bile millet yararına olabilecek, geçmişten alınan dersler ile çıkarılacak sonuçlar, umarız ki yeni dönemde ve yeni kabinede hatalardan dönmenin, teslimiyetten kurtulmanın, açlık ve yoksullukla alay etmenin önüne belki geçebilecektir.

Ne var ki, sorunlar aynı, sorunu çözmesi gerekenlerin zihniyeti aynı, sorunları bugüne kadar büyüterek getirenlerin anlayışları aynı iken, yalnızca isim levhalarını değiştirmenin Türkiye'yi oyalamaktan ve geleceğini karartmaktan başka bir anlam taşıması da mümkün görülmemektedir.

Bu itibarla, sorun Başbakan Erdoğan'ın kabine arkadaşlarını değil asıl kendi zihniyetini ve siyaset üslubunu değiştirip değiştirmeyeceği konusuna düğümlenmektedir.

Temennimiz elbette ki soruların bir an önce çözülmesi, milletimizin bir an önce huzur ve refaha kavuşmasıdır.

Bunun için bugünkü çıkmazın en büyük sorumlusu olan Başbakan'ın, vakit çok geç olmadan, ülkesini ve milletini şahsi ve parti hesaplarının önünde tutan bir durum değerlendirmesi yapması acil ihtiyaç haline gelmiştir.

Konuşmamın başında belirttiğim gibi yanılmayan sağduyusu ile millet iradesi yine tecelli etmiş ve kendisine ağır sorunlar yaşatan hükümetin değişimini sağlamıştır. Önemli olan da budur.

Başbakan Erdoğan bu kabine değişiklikleri ile kayıplarını durdurmak için bir hamle yapmış, demokratik bir hakkını serbestçe kullanmıştır. Mevcut değişiklikler, bu kabinenin bir seçim hükümeti olduğu yönünde emareler vermektedir.

Bu vesile ile bütün olumsuz gelişmelere rağmen yeni atanan hükümet üyelerinden görev alanlarında biriken sorunları bir an önce aşabilmelerini ümit ediyor, milletimizin huzur, refah ve mutluluğu için başarılı olmalarını diliyorum.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

22 Temmuz 2007 seçimlerinden bu yana geçen yirmibir aylık süre içinde yeni Anayasa hazırlanması ve Anayasa'da değişiklikler yapılması AKP tarafından siyasi gündemde sürekli canlı tutulmuştur.

Bu kapsamda 2007'de bir grup bilim adamına hazırlatılan yeni Anayasa taslağı kamuoyunda tartıştırılmış, ancak yoğun tepkiler üzerine Meclis gündemine getirilememiştir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı'nın Eylül 2008'de Anayasa konusunda çalışmalar yapacak komisyon kurulması önerisi de sonuçsuz kalmıştır.

Anayasa değişikliği konusu 29 Mart 2009 Mahalli İdareler Seçimleri sonrası dönemde de yeniden ısıtılarak siyasi gündeme taşınmış ve AKP'nin bu konudaki hazırlıklarını tamamladığı, önümüzdeki günlerde bu paketi TBMM Başkanı'na sunacağı AKP yöneticileri tarafından kamuoyuna duyurulmuştur.

Bununla bağlantılı olarak Cumhurbaşkanı ile 23. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin görev süreleri de tartışmaya açılmış ve AKP'nin bu konulardaki niyetlerini hayata geçirmek için uygun bir zemin hazırlanması gayretlerine şahit olunmuştur.

Türkiye'de siyasi istikrar ortamının sarsıldığı, siyasi ve hukuki meşruiyet tartışmalarının yaşandığı ve Türkiye'nin çok yönlü krizlerden hırpalandığı bugünkü ortamda Anayasa değişikliği konusunun gündeme getirilmesinin amacı ve sonuçlarının çok iyi değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.

 

Milliyetçi Hareket Partisi 22 Temmuz 2007 seçimleri sonrası dönemde Anayasa değişikliği konusundaki görüşlerini çeşitli vesilelerle etraflı ve açık biçimde ortaya koymuştur.       Partimizin Anayasa değişikliği sürecine yaklaşımını belirleyen temel düşünceler şunlardır:

  • Milliyetçi Hareket Partisi Avrupa Birliği'nin ve ABD'nin Türkiye'nin milli birliğini sarsacak konulardaki dayatmalarına teslimiyetçi bir anlayışla boyun eğilmesine ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin dış mihrakların yönlendirdiği süreçlerde bir noter haline getirilmesine karşıdır.
  • Milliyetçi Hareket Partisi; iç huzur ve güvenliği tehlikeye düşürecek, etnik bölücülüğün önünü açacak, ayrılıkçı terörün siyasi gündemine ve amaçlarına hizmet edecek düzenlemelere sonuna kadar karşı çıkacak, bu teşebbüslere meşru zeminlerde kararlı biçimde direnecektir.
  • Bu çerçevede

- Türkiye Cumhuriyetinin üniter devlet yapısının ve milli devlet niteliğinin vazgeçilmez gereklerini haleldar edecek,

- Milli kimlik, resmi dil ve eğitim dili gibi konulardaki mevcut Anayasal temel ve çerçeveyi sulandıracak ve aşındıracak değişiklikler hiçbir şart altında tartışılmayacaktır.

Partimiz, yeni Anayasa hazırlığı konusunda bu aşamada, hükümetin taslak metni ortaya çıkmadan, Mecliste Grubu bulunan diğer partilerin "bazı açılımlardan" ne amaçladığı tam olarak anlaşılmadan ve ortak zeminde görüş ve önerileri belirlenmeden sonuca ulaşılamayacağına inanmaktadır.

Bu kapsamda olmak üzere, Cumhurbaşkanı'nın görev süresi ve milletvekili seçimlerinin tarihi konusundaki görüşlerimizi de açıklıkla dile getirmek istiyorum.

31 Mayıs 2007 tarihinde TBMM'de kabul edilen Anayasa değişikliğine göre milletvekili seçim süresi 5 yıldan 4 yıla indirilmiştir.

Aynı şekilde bu değişikliklerle Cumhurbaşkanı'nın görev süresi 5 yıl olarak belirlenmiş ve halk tarafından seçilmesi hükme bağlanmıştır.

Bu değişikliklerle 21 Ekim 2007 tarihinde yapılan halkoylaması ile kabul edilmiş ve bu tarihte yürürlüğe girmiştir.

Bu arada milletvekili genel seçimleri ve 11. Cumhurbaşkanı seçimi, Anayasa değişikliklerinin halkoylaması ile kabul edilerek yürürlüğe girmesinden önce yapılmıştır.

Anayasa değişikliği kanununun yürürlülük ve halkoylamasına ilişkin 7. maddesinde yeni düzenlemenin uygulanması hakkında özel bir geçiş düzenlemesi yer almamıştır.

Böyle bir geçiş düzenlemesinin bulunmaması, Anayasa koyucunun bu düzenlemelerin bundan bir sonraki seçimler için uygulanması gibi bir amacı olmadığını, Anayasada değişikliklerinin halkoylaması ile yürürlüğe girmesinden sonra hüküm ifade edeceğini göstermektedir.

Kanun metninde bu yönde özel bir geçiş ve uyum düzenlemesi yapılmaması, amacın bu olduğunu hiçbir yorum ve tereddüde yer bırakmayacak açıklıkta ortaya koymaktadır.

Bu durumda milletvekili seçimlerinin 2011 yılında, 12. Cumhurbaşkanı seçiminin de 2012 yılında yapılması gerekecektir.

Bu Anayasal hükmün değiştirilerek görev sürelerinin uzatılması ancak Anayasa değişikliği yoluyla mümkün olacaktır.

Milliyetçi Hareket Partisi'nin böyle bir zorlamanın içinde ve yanında yer almayacağını, bunu düşünenlerin bunun meşru ve makul gerekçelerini Türk milletine anlatmak zorunda kalacaklarını bu vesileyle herkese duyurmak isterim.

Değerli Milletvekilleri,                                

Bugün Türkiye'de; hayatın gerçeklerini kavrayamayan, her alanda yoğunlaşan sorunları anlayamayan, aziz milletimiz için hiçbir fedakârlık yapmayan ve nefislerine teslim olmuş kadroların yönettiği bir iktidar partisi siyasi sorumluluk taşımaktadır.

Bu nedenledir ki, ülkemizde siyaset değersizleşmeye yüz tutmuş, kültür yozlaşmaya başlamış, ekonomik yapı ufalanma ve dağılmayla son bulacak kriz girdabına düşmüş ve sosyal sistem çözülmenin eşiğine kadar gelmiştir.

Elbette sözlerimizden sadece bir muhalefet sorumluluğu ve göreviyle hareket ettiğimiz sonucu çıkarılmamalıdır. Her halükarda siyasi tespitlerimiz, objektif ve doğruya olan sarsılmaz bağlılığımızın doğal bir neticesi olarak görülmelidir.

Endişemiz, Türkiye'yi on yıl geriye düşüren ve kirli bir propagandayla ayakta kalmaya çalışan sorumluluk mertebesinde bulunan bugünkü siyasi menfaat teşekkülünün, aziz millet varlığının kültür ve sosyolojik yapısında onmaz yaralar açabilecek bir uygulama içinde olmasıdır.

Başbakan Erdoğan'ın, geçtiğimiz haftalar içinde bir grup konuşmasındaki sözlerine bakıldığında, ekonomiye yönelik yanlış değerlendirmelerin ve hastalıklı bakış açısının hala devam ettiği açıkça görülebilecektir.

Hükümetin, 2008 yılının ikinci yarısından itibaren, 60'ın üzerinde tedbiri uygulamaya koyduğunu, sanayinin çarklarını yeniden harekete geçirmek ve üretimi ve istihdamı artırmak amacıyla tedbirler aldıklarını iddia eden Sayın Erdoğan, sanki başka ülkenin Başbakanı gibi konuşmakta bir sakınca görmemektedir.

Bu da yetmiyormuş gibi, Başbakan'ın finansal krizi en az etki ile atlatma çabasında olduklarını, alınan sözde ek tedbirlerle şu ana kadar diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere nazaran, krizin etkilerinin çok az ölçüde hissedildiğini iddia edebilmesi, ekonomi yönetiminde kişilerin değişmesinin hiçbir faydasının ve katkısının olamayacağını bize göstermiştir.

Gerçekten de, Türkiye ekonomisinin son yüz yılın en büyük finansal krizine karşı sağlam bir duruş sergilediğini söyleyebilmek ve hatta böylesi bir kanaate nasıl ulaşıldığını anlamak bize göre mümkün değildir.

Sığ ve ezbere dayalı söylenmiş ayaküstü sözlerle, işsizliğe, ekonomik sorunlara çare bulmakta mahir olduğu görülen Başbakan'ın, geçtiğimiz yıl bir dış seyahat esnasında, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği'nin her üyesinin birer kişiyi istihdam etmesiyle işsizlik sorununun çözümünde önemli mesafeler alınacağı yönündeki görüşünü tekrarlaması, hala meselelerin ciddiyetini kavrayamadığını göstermiştir.

Peşi sıra açıklanan ekonomik veriler, artık nasıl bir Başbakan olduğu konusunda herkese asgari bir fikir veren Sayın Erdoğan'ın, milletimizi aldatmak ve masum insanımızın gözünü boyamak için hangi niyetlerin peşinde olduğunu ortaya çıkarmıştır.

Bu kapsamda, üreten sektörlerde açmazların ve bunalımın devam ettiği net olarak görülmektedir.

Kaldı ki, geçtiğimiz haftalarda açıklanan ‘Katılım Öncesi Ekonomik Programda da iktisadi faaliyetlerdeki yavaşlamanın ve iç talepte gözlemlenen gerilemenin giderek derinleştiği kuşkuya yer bırakmayacak biçimde vurgulanmıştır.

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Önümüzde riskli iki sürecin, ülkemiz ekonomisini çok derinden etkileme ihtimalini gözden uzak tutmamak gerekmektedir.

Birincisi, şu anki gelişmelerin aksine, faiz oranlarında ve enflasyonda görülebilecek yükselişler, iç talebi daha da düşürebilecek, bu durum ekonomik krizi daha da derinleştirebilecektir.

İkincisi ise, küresel krize yönelik, Türkiye'nin ihracat yaptığı ülkelerde alınan tedbirlerin şu ana kadar etkili bir sonuç doğurmaması, başta Almanya ve Rusya olmak üzere, bu ülkelerin ekonomilerinde yaşanan ciddi daralma, Türkiye ekonomisinin büyüme oranını, IMF'nin tahmin ettiği eksi yüzde 5,1'in bile altına çekebilecektir.

Geçtiğimiz günlerde, Merkez Bankası tarafından yayımlanmış olan Para Kurulu Toplantı Özetinde; bu yılın ilk çeyreğinde büyüme hızındaki daralmanın çift haneli rakamlara ulaşabileceği değerlendirmesi bile yapılmıştır.

Küresel kriz fırtınasının iç ve dış talepte yarattığı ağır tahribat ve özellikle en önemli ihracat pazarı olan AB ekonomisinin son çeyrekte daralmasıyla, Türkiye ekonomisi 2001 yılından sonra ilk defa 2008 yılının son çeyreğinde küçülmüştür.

Hatırlanacağı üzere, Katılım Öncesi Ekonomik Program'da, 2009 yılının genelinde ekonominin yüzde 3,6 oranında daralacağı tahmin edilmiştir. Ancak Uluslararası Finans Enstitüsü'nün Türkiye ekonomisi için 2009 yılı küçülme  tahmini daha da düşündürücü olup yüzde 7,5 olarak açıklanmıştır.

Özel kesim tüketim harcamalarının 2009 yılında yüzde 3,1 oranında azalacağı, özel kesim sabit sermaye yatırım harcamalarının ise küresel kredi daralması ve oluşan belirsizlik ortamından daha fazla etkilenerek 2009 yılında yüzde 14,4 oranında daralacağı, bu daralmada ihracat pazarlarındaki talep azalmasının da etkili olacağı anlaşılmaktadır.

Huzurlarınızda, ekonominin değişik alanlarında tebarüz eden bazı sorunları ana başlık halinde ifade etmek istiyorum:

  • 2008 yılının son 3 aylık döneminde milli gelir yüzde 6,2 oranında küçülmüştür. Türkiye, dünya ölçeğinde Tayvan'dan sonra milli geliri en keskin düşen ikinci ülke olmuştur.
  • Başbakanın, Türkiye ekonomisinin son yüz yılın en büyük finansal krizine karşı sağlam bir duruş sergilemesinden kast ettiğide acaba  dünyada büyüme düşüşünde kırdığı rekor mudur?
  • Öte yandan, 2009 yılı Mart ayında dış ticaretteki zayıflama devam etmiş; 2008 yılının aynı ayına göre ihracat yüzde 28,4, ithalat ise yüzde 37,5 azalmıştır.
  • Sanayi üretimi tam anlamıyla yere çakılmış ve 2009 yılı Şubat ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 23,7 küçülmüş, imalat sanayi ise yüzde 25,9 azalmıştır.
  • 2008 yılı Mart ayında yüzde 81,2 olan üretim değeri ağırlıklı kapasite kullanım oranı, 2009 yılı Mart ayında yüzde 64,7 seviyesine inmiştir. Kapasite kullanım oranı ve sanayi üretimindeki gerilemeden sonra, 2009 yılı ilk çeyrek büyümesinin iki haneli eksi rakam olarak ortaya çıkma ihtimali artmaktadır.

Başbakan Erdoğan'a sormak lazımdır: Aldığınızı söylediğiniz ek tedbirlerle, şu ana kadar diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere kıyasla krizin etkilerini çok az ölçüde hissetmekten anladığınız üretimin felç olması, fabrikaların kapanması, işsizliğin kontrolden çıkması, iflaslar ve sosyal çalkantılar mıdır?

  • Bir diğer sorun alanı kamu maliyesinde görülmektedir. Nitekim bütçe açığı kâbus gibi geri dönmüş; 2009 bütçesinde 10,4 milyar TL olarak tahmin edilen açık, son olarak Katılım Öncesi Ekonomik Program'da yaklaşık yüzde 371 artışla 49 milyar TL olarak revize edilmiştir.

2009 yılının üç ayında gerçekleşen bütçe açığı 20 milyar TL'ye yaklaşmıştır. Bütçe açığındaki artış ilerleyen süreçte, enflasyon düzeyinin yükselmesine ve borç stokunda artışa neden olabilecektir.

Krizin yurt içi iktisadi faaliyet üzerindeki etkilerini hafifletmek amacıyla uygulanan dengeleyici mali tedbirlerin kamu harcamalarında hızlı artışlara neden olduğu, bütün bu gelişmeler sonucunda bütçe dengesinin hızla bozulduğu Merkez Bankası tarafından da ifade edilmiştir.

Bunun yanı sıra, kamu kesimi artan finansman ihtiyacının, para politikası kararları ve son dönemde uygulanan mali tedbirlerin iktisadi faaliyet üzerindeki olumlu etkilerini zayıflatma potansiyeli taşıdığı da Banka tarafından vurgulanmıştır.

O halde krize karşı uygulanan politikalar arasında bir uyumsuzluk, koordinasyonsuzluk ve çelişki bulunmaktadır. Burada şu gerçeğin altını çizmek istiyorum: Kamu sektöründen başlayacak bir toparlanma işaretlerine özel sektör aynı safta ve evsafta tepki göstermezse kalıcı bir ekonomik normalleşmenin sağlanabilmesi mümkün değildir.

 

Bu itibarla, krize karşı verilecek mücadelede; hedef ve amaç tayini, tedbir ve araç tespiti, bunları yönetecek teşkilat yapısı ve zihin örgüsü belirleyici olacaktır. Ancak şu ana kadar bu alanlarda ümit verici bir kıpırdanma dahi görülmemektedir.

  • Bütçe açığı doğrultusunda, Hazine'nin nakit ihtiyacında da hızlı bir artış görülmektedir. Geçen yılın ilk üç ayında 4,6 milyar TL olan nakit açığı, bu yıl yüzde 302'lik artışla 18,5 milyar TL'ye yükselmiştir. Şüphesiz açığın artmasında hem gelir azalmasının, hem de harcamalardaki artışın önemli bir payı bulunmaktadır.
  • 2009 yılı Mart ayında; 2008'in aynı ayına göre kurulan şirket ve kooperatif sayısı ise yüzde 25,5 azalarak 4 bin 850'den 3 bin 613'e düşmüştür. Yine bu dönemde, kurulan ticaret ünvanlı işyeri sayısı yüzde 15,3 azalmıştır.

Bütün bu göstergeler, ekonomideki sorunlar yumağının katlanarak büyüyeceğine işaret etmektedir. Önümüzdeki süreç hiç de Başbakan'ın iddia ettiği gibi olmayacak, krizden en çok etkilenen ülke olacağımızı da ispatlayacaktır.

Bazı tespitleriyle, hükümetle farklı ve ayrı değerlendirmeler yaptığı görülen Merkez Bankası da; iktisadi faaliyetlerdeki toparlanmanın zaman alacağını, kısa vadede de belirgin bir canlanma olmayacağını öngörmektedir.

En son grup toplantısında, ekonomideki kriz sürecinden zarar görmüş milyonlarca insanımızla alay edercesine; hala krizi en az zararla atlatmaktan bahseden ve krizin teğet ısrarla geçeceğini söyleyen Başbakan Erdoğan'a diyeceğimiz şimdilik şudur:

  • Senin için kriz teğet ya da uzaktan görünerek geçmiş olabilir.
  • Yandaşlardan ve hanedan mensuplarından yeni şirket kuran, bu buhran dönemini fırsat olarak gören soyguncu ve asalakların hayat standartlarında bir yükselme de olabilir.
  • Milletimizin alın teriyle, adrese teslim devlet ihaleleriyle, lüks ve rahata ulaşan, dünün mağdurları, bugünün haramzadelerine kriz hiç görünmemiş de olabilir.

Ama Sayın Başbakan, bir gerçek vardır ki, senin teğet geçeceğini her fırsatta söylediğin kriz, insanımızın yüreğini delip de geçmektedir.

Muhterem Milletvekilleri

Değerli Basın mensupları,

Otuz yılı aşkın bir süredir kronik bir toplumsal gerginlik vesilesi olan 1 Mayıs'ın bu yıl Emek ve Dayanışma Günü olarak Taksim meydanında temsili olarak kutlanması olumlu ve sevindirici bir gelişmedir.

Bu bayramı yasadışı gösteriler yaparak ve emniyet güçlerine karşı taşla, sopa ve yanıcı maddelerle saldıran grupların bu çabaları bekledikleri sonucu vermemiş, 1 Mayıs önceki yıllara oranla daha az gerilimli bir ortamda geçmiştir.

Sorumluluk anlayışı içinde, ortak akıl ve sağduyu ile hareket eden sendikalarımız ile güç şartlarda görev yapan emniyet teşkilatımız mensuplarını kutluyorum.

Hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı