12.05.2009- TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
Ana SayfaAna Sayfa  

Genel Başkan

Konuşmaları

Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
TBMM Grup Toplantısı Konuşması.
12 Mayıs 2009

 

Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Kıymetli Basın Mensupları,

Bu haftaki Grup konuşmama başlarken hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum.

Ülkemizin karışı karşıya kaldığı ağır sorunların giderek büyüdüğü bir dönemde sizlerle tekrar bir araya gelmiş bulunuyoruz.  Maalesef ülkemizin gündemi yine yoğundur, acil çözüm bekleyen sorunlar milletimizin yine karşısındadır.

Bildiğiniz gibi geçen hafta Pazar günü "Anneler Günü" vesilesi ile üzerimizdeki emeklerini, dualarını hayırla yad ettiğimiz annelerimizin bu anlamlı gününü yürekten kutladık.

Milletimizi bir arada tutan sevgi, saygı, bağlılık gibi temel duyguları aile ocağında bizlere kazandıran bütün annelerimizin ellerinden bir kez daha öpüyoruz.

Ancak, geçtiğimiz hafta Mardin Mazıdağı ilçesi Bilge köyünde yaşanan vahşette aralarında annelerin de olduğu kadın ve çocukların hayatını kaybetmiş olması, yine aynı olayda çok sayıda çocuğumuzun annesiz kalmaları dramatik ve talihsiz bir rastlantı olarak eminim ki hepimizi derinden üzmüştür.

Bu ve benzeri olayların tekrarlamaması temennilerimle, bütün evlatlara anneleri ile bir arada olabilmeyi, annelere de evlatları ile beraber geçirecekleri sağlıklı, huzurlu ve mutlu günler diliyorum.

Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

İçinde bulunduğumuz günler, "Engelliler Haftası" adıyla, bu vatandaşlarımızın sorunlarının tartışıldığı, çözüm yollarının arandığı ve toplumun aydınlatıldığı bir haftanın adı olmuştur.

Bu vesileyle, milyonlarca ailenin bireyi olduğu kadar bizim de çocuklarımız, yetişkinlerimiz ve arkadaşlarımız olan biricik engelli evlatlarımızın ve vatandaşlarımızın topluma, hayata tutunmak ve engelleri aşmak için verdikleri mücadeleler tekraren anlatılacaktır.

Parti Programımızda, "Temel İlke ve Değerlerimiz" başlığı altında "Sosyal Devlet" anlayışımız tanımlanırken; engelli vatandaşlarımıza yönelik yaklaşımımız da ortaya konulmuş ve bu çok hayati konu, birey, aile, toplum ve devletin ahenkli birlikteliğinin göstergesi, sosyal devlet anlayışının gereği olarak tanımlanmıştır.

  • Engelli vatandaşlarımızın toplumla bütünleşmesi,
  • Başkalarının desteği olmaksızın hayatlarını sürdürmeleri,
  • Bu maksatla her türlü fizikî ve hukuki engelin kaldırılması,
  • Engelli kardeşlerimizin tıbbî ve mesleki rehabilitasyonun yapılması öncelikli hedeflerimiz arasında yer almıştır.

Gerek insanlığın medeni gelişimi ve zihniyet değişimi, gerekse yaklaşımların hızla dönüşümü ile hayatını sürdürülmesi noktasında bir engeli bulunan vatandaşlarımızın sorunlarını bir nebze olsun çözme çabası ülkemizde de gözlenmektedir.

Ancak bütün bu iyi niyetli olduğunu söyleyeceğimiz çabaların yeterli olduğunu söylemekten de maalesef çok uzaklarda bulunuyoruz.

Bugün ülke nüfusumuzun yaklaşık olarak yüzde 12,5'ine karşılık gelen ve toplam sayıları dokuz milyona yaklaşan kardeşimiz engelli olarak tanımlanmaktadır.

Kimisi anne ve babamız, kimisi kardeşimiz veya akrabamız, kimisi ise arkadaşımızdır. Ve her an karşımıza çıkabilecek bir sorunla bu kardeşlerimizin arasına girebileceğimiz de hatırda tutulmalıdır.

Yanı başımızda ve bizlerle içiçe yaşayan bu zenginliğin farkına varmak, sorunlarını çözmek, karşılaştıkları bütün engelleri kaldırmak için bugüne kadar yapılanların ötesinde bir çalışmaya ve anlayışa ihtiyaç olduğu ortadadır.

Engele sahip kardeşlerimizin sorunu kesinlikle bireysel ve özel değildir ve olaya böyle bakılması en büyük yanlıştır. Sorunları tek tek bireyler bazında çözmeye çalışan bu bakış tarzı ile de engellerin aşılması mümkün değildir.

Konu, millet olmanın, çağdaş bir toplum olmanın en doğal sonucu olarak, ülkemizin bütününü ilgilendirmesi gereken toplumsal bir anlayışa ihtiyaç göstermektedir.

Engelli vatandaşlarımız da, toplumumuzun birer bireyi olarak elbette ki kollektif hayatın gerektirdiği kadar sevgiye, saygıya dayanışmaya ihtiyaç duyacaklardır.

Bu konudaki beklentileri karşılamak engeli olsun veya olmasın hepimizin yurttaşlık görevi, millet olmanın verdiği sorumluluk ve insanlık borcudur.

Ancak, engelli kardeşlerimizin sorunlarını çözebilme noktasında aşmamız gereken en önemli ön yargı, onların yardıma muhtaç insanlar olarak gören algılama kusurumuzdur.

Engelli öncelikle yardıma ihtiyacı olan değil, yaşamak ve her insan gibi çalışmak için önündeki sosyal, hukuki, fiziki engellerin kaldırılmasını talep eden güçlü bir toplum ferdidir.

Engelleri aşmak, hayata katılmak, hayatını kazanmak ve hayatı başarmak için kendisini sınırlayan ve kısıtlayan bütün etkenlerin kaldırılmasını yüksek sesle talep etmektedir.

Bu son derece anlamlı, yerinde ve takdire şayan taleplerin yerine getirilmesinde kuşkusuz ki siyasi iktidara, siyaset kurumuna ve siyasi partilere çok önemli görevler düşmektedir.

Bu konuda toplumu merkeze alan ve hedefleyen eğitim ve şuurlandırma çalışmalarının artırılması ve toplumun olduğu ve yaşadığı her alan ve mekânda bulunmalarını önleyen bütün fiziksel zorlukların ortadan kaldırılması artık şarttır.

Bu kapsamda, engelli kardeşlerimizin en doğal vatandaşlık talep ve hakları olarak, toplumsal hayatın bütün unsurlarına eşit katılım için sahip oldukları hak ve yükümlülüklerin kâğıt üzerinde kalmadan, gerçek anlamda işler hale getirilmesi kaçınılmaz hale gelmiştir.

  • Ulaşım, trafik, güvenlik ihtiyaçlarının düzenlenmesi,
  • Eğitim, eğlence, alışveriş, spor, park gibi alanlarının tanzimi,
  • Kamu imkânlarından yararlanmada, işgücü piyasasına katılımda fırsat eşitliği,
  • Konutların, işyerlerinin ihtiyaçlarına uygun olarak yapılanması,
  • Çalışmalarına uygun istihdam alanlarının hazırlanması,
  • Yerel yönetimleri tedbire zorlayıcı mevzuat değişiklikleri,
  • Kendilerinin ve yakınlarının sosyal, ekonomik ve sağlık desteklerinin artırılması,
  • Engele neden olan sağlık sorunlarının tedavisi ve ortadan kaldırılması,
  • Toplum sağlığı ve engellilik konusunda duyarlılığı arttırmak için çalışmalar yapılması,
  • Engelli vatandaşımızın da her birey gibi bağımsız, aktif ve üretici hale getirilmesi,
  • Toplumsal hayatta ve ilişkilerde daha görünür ve katılımcı olmalarının sağlanması,
  • Ve elbette ki kendilerini ifade edebilmelerinin zemininin hazırlanması ilk akla gelecek tedbirler, görüşler ve önerilerdir.

Milliyetçi Hareket Partisi engelli vatandaşlarımızın hak ve talepleri konusunda duyarlıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi Grubu bu konuda yapılacak her olumlu adımın öncüsü ve sonuna kadar destekçisi olacaktır.

Bu hafta vesilesiyle engelli kardeşlerimize ve ailelerine daha sağlıklı, daha başarılı, daha huzurlu günler diliyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Esası omurgasından yakalayamayan, şekil merkezli zihniyet dağılmasıyla insanımızın ve toplumumuzun tarihi süreç içindeki olgunlaşarak devamlılığına zarar veren AKP iktidarıyla geçen yedi koca yıla yaklaşan zaman gerçekten heba olmuştur.

Bu kapsamda, işçimizden memurumuza, esnafımızdan çiftçimize, emeklimizden yetimlerimize kadar hiç kimsenin fani yaşamında bir iyileşme, rahatlama, mahkûmu oldukları sorunlar karşısında rahat nefes almalarını sağlayıcı olumlu bir gelişme görülmemiştir.

Bunun içindir ki Başbakan Erdoğan'ın; enflasyonun yüzde 30'dan yüzde 6'ya indiğini, aradaki farkın 24 puan olduğunu bunun da, çiftçimizin, memurumuzun, köylümüzün cebinde kaldığını söylemesinin gerçekle bağdaşır bir tarafı yoktur.

Bugün çiftçimizin, memurumuzun, esnafımızın cebinde sadece son ödeme tarihi geçmiş faturalar, icra tebliğleri ve çaresizlik içinde sıkılmış yumruklar vardır. Özellikle bunlar arasında elbette çiftçilerimizin perişan hali daha çok düşündürücü olup daha fazla endişe vericidir.

Bu hafta içinde kutlanacak olan ‘Çiftçiler Gününde' bile, çiftçi kardeşlerimizin ayakta ve hayatta kalabilmenin çarelerini arayacak olması ne üzücüdür ki çok hazin bir manzarayı yansıtmaktadır.

Kış aylarında köy kahvesinde içecek çay parası dahi bulamayan, harman veresiye ihtiyaçlarını gideren aziz çiftçi vatandaşlarımıza yönelik umut verici hiçbir girişim olmadığı hepinizin malumdur.

Orak ve tırpanı biçerdöverle, sabanı pullukla,  koşum hayvanını traktörle değiştirerek çağın gereklerine uymak sorunları bitirmemiş, günümüz şartlarının beraberinde getirdiği yeni karmaşaya donanımlı ve kalıcı cevaplar üretilememiştir.

Topraktan ekmeğini kazanmak için çırpınan, tarlasından çocuklarının rızkını çıkarmak için didinen çiftçi kardeşlerimizin çok şikâyetleri olduğunu iyi biliyoruz.

Bir bakıma siyasi iktidarın ilgi ve destek alanının dışında bulunan köylülerimiz, yalnızca seçim dönemlerinde hatırlanıp sorunları dile getirilmekte, seçimler bittikten sonra eski anlayış ısrarla sürdürülmektedir.

Milliyetçi Hareket Partisi olarak çiftçilerimizin sorunlarını hiçbir zaman aklımızdan ve gündemimizden çıkarmadık ve onların lehine olan her girişimin yanında ve arkasında olduk.

Hatta 20 Mayıs 2008 tarihli Grup Konuşmamda, çiftçi kardeşlerimin sorunlarına açık, ayrıntılı ve kapsamlı bir şekilde değinmiş ve kamuoyuyla paylaşmıştım.

Bundan sonra da, milyonlarca tarım kesimi çalışanımıza yönelik desteğimizin artarak devam edeceğini, onların her sorununun bizim asli meselelerimizden birisi olacağını bu vesileyle üstüne basa basa ifade etmek istiyorum.

 Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım,

Yeni bir hasat dönemine yaklaşmaktayız. Bu çerçevede haziran ayında arpa hasadına başlanacak olup, ay sonuna doğru şeftali, erik, kiraz ve yazlık elma hasadı gerçekleştirilecektir.

İçinde bulunduğumuz yıl yağışların mevsim normallerin üzerinde gerçekleşmesi sevindirici bir gelişme olmuş, mağdur halde bulunan çiftçilerimizin bir nebze de olsa yüzünü güldürmüştür.

Ülkemiz genelinde kuru tarım alanlarında ortaya çıkan ürünler için Nisan ve Mayıs ayı yağışlarının ciddi bir önem taşıdığı bilinen bir gerçektir.

Bu yılki yağışlar, son iki yıldır ülkemizde tarımsal üretimi olumsuz etkileyen kuraklığı da ortadan kaldırmış, buğday, arpa ve kırmızı mercimek verimlerinde geçen yıla göre artış beklentisini güçlendirmiştir.

Bu gelişmelerin doğal sonucu olarak ürün rekoltesinin artması, çiftçilerimizin az da olsa rahatlamalarını sağlayacaktır.

Ancak, 2008 yılı ürün ekiminde, pahalı olmasından dolayı gübre kullanımındaki yüzde 30'ları aşan gerilemenin, başta hububat ve baklagiller olmak üzere, tarımsal üretimi olumsuz etkileyeceği dikkate alındığında, yağışların olumlu etkisinin beklenilen katkıyı yapamayacağını söylemek mümkündür.

Özellikle 2008 yılında yükselen girdi fiyatları, iki yıldır yaşanan kuraklık ve ekonomik yapının krize teslim olmasının sonucu olarak; tarımsal ürünler ihracatındaki ve fiyatlarındaki düşmeyle çiftçilerimiz çok zor bir sürecin içine itilmişlerdir.

Bu gelişmeler doğrultusunda, borçlarını ödeyemez hale gelen birçok sektör mensupları, geçimlerini sağladıkları ve alın terleriyle ekmeklerini kazandıkları arazilerini haraç mezat satışa çıkarmışlardır.

Borç tuzağına düşen ve artık sadece ihtiyaçlarını karşılamak için banka kredi kuyruklarında bekleyen çiftçi kardeşlerimiz, varlıklarını ipotek ettirerek ekonomideki sorunların neden olduğu baskılara direnmeye çabalamaktadırlar.

İcraların nefes aldırmadığı, iflasların sıradanlaştığı tarım kesimindeki problemler çığ gibi büyürken, Başbakan Erdoğan ve hükümeti duyarsızlıklarını inatla sürdürmektedir.

Kriz nedeniyle çeşitli sektörlere destek verilirken, tarımın göz ardı edilmesi, daha da kötüsü akıllara dahi gelmemesi çiftçilerimizin kendi hallerine terk edilmesinin en bariz göstergesi olmuştur.

Ülkemiz toplam nüfusunun yaklaşık üçte birini oluşturan tarım kesiminde çalışan milyonlarca insanımız, Tarım Kredi Kooperatifleri ve bankalar tarafından tam anlamıyla kıskaca alınmışlardır.

Bitkisel ve hayvansal üretimde kullanılan elektrik enerjisinin, tarımsal üretim maliyeti içinde önemli bir orana ulaşması, elektrik faturasının ödenmesinde ciddi sorunlara neden olmaktadır.

 Bilindiği üzere, tarımda kullanılan elektrikte destekleme politikasının 2003 yılı Ocak ayından itibaren kaldırılmış olması, söz konusu alanda fiyatların yüzde 34,4 oranında artmasına yol açmıştır.

Bu artışın ardından, elektriğe 2008 yılının Ocak, Temmuz, Ekim aylarında olmak üzere üç defa daha zam yapılmış, maliyet bazlı fiyatlandırma mekanizmasına geçiş ile birlikte tarımsal sulamada kullanılan elektriğin birim fiyatı 2008 yılında yaklaşık yüzde 50 oranında yükselmiştir.

Son bir yılda tarımsal üretimde kullanılan temel girdilerden gübrede yaklaşık yüzde 180, mazotta yüzde 40'lara ulaşan fiyat artışlarıyla sırtına kaldırmayacağı bir yük yüklenen çiftçi kardeşlerimiz, AKP iktidarının anlaşılamaz ve kabulü mümkün olmayan yanlış uygulamaları yüzünden çok zor durumda kalmışlardır.

Gübre fiyatlarındaki yüksekliğin yanında, ürün verimini doğrudan olumlu anlamda etkileyen sulama maliyetinin tempolu bir şekilde artması, toplam tarımsal üretimde önemli düşüşleri de beraberinde getirecektir.

Desteklemelerde görülen gerilemeler; çiftçilerimizin katlanmak zorunda kaldığı girdi maliyetlerindeki artışlar tarım kesiminde çözülme ve dağılmayla son bulacak bir sürecin de önünü açmıştır.

Tespit ettiğimiz ve yakın gelecekte gerçekleşmesi yönünde ihtimallerin en çok arttığı husus, üretimde kullanılan faktörlerin pahalandığı, buna karşılık ürün fiyatlarının düştüğü, desteklerin azaltıldığı tarım sektöründe faaliyet gösteren vatandaşlarımız, üretim yapamaz hale gelmek üzeredir.

Elbette bu olumsuzlukların tabii neticesi olarak Türkiye tarım ürünleri alanında net ithalatçı bir ülke konumuna gerilemektedir. Bu durum özellikle ülkemizin artan ihtiyaçlarının karşılanması, halkımızın gıda güvencesinin sağlanması açısından tehlikelerle karşı karşıya olduğunu açıkça göstermektedir.

En başta hububat ve yağlı tohumlardaki yaşanılan ithalat artışı ve zaten az olan prim miktarlarının daha da düşürülmesi, çiftçilerimizin üretimden kopuşunu hızlandırmaktan başka bir sonuca hizmet etmeyecektir.

Büyük fedakârlıklarla ve zorluklarla mücadele eden çiftçilerimizin sorunları, geldiğimiz bu aşamada sözle, vaatle geçiştirilemeyecek kadar büyümüştür.

Ayrıca, KDV ve ÖTV'yi peşin olarak ödeyen, sattığı ürünlerinden KDV'sini mahsup edemeyen Türk çiftçisi, zarar etmesine rağmen bir de her satışında stopaj vergisini ödemek durumunda kalmaktadır. Nitekim sadece mazota ödenen KDV ve ÖTV miktarı bile destekleme bütçesini aşmaktadır.

Son tahlilde, AKP hükümetinin tarımın yapısal sorunlarını çözecek, tarımsal girdi yükünü azaltacak ve tarım sektörünü yeniden ayağa kaldıracak tedbirleri alma niyet ve isteğinin olmadığı ortaya çıkmıştır.

Parti olarak, küçük ölçekte faaliyet gösteren çiftçilerimizin desteklenmesi amacıyla; elektrik, mazot, gübre, ilaç ve tohum gibi temel tarımsal girdilerin üzerindeki ÖTV ve KDV'nin kaldırılması gerektiğini 2007 Seçim Beyannamesinde açıkça vurgulamıştık.

Bunun yanında, orta ve büyük ölçekte üretim yapan çiftçilerimizin kullandığı bu temel girdilerin üzerindeki ÖTV ve KDV'nin de kademeli olarak yüzde 50 oranında düşürülmesi yönünde siyasi kararlılığımızı ortaya koymuştuk.

Bu kriz ortamında her sektörle ilgili akla gelen ve uygulamaya başlanılan KDV ve ÖTV indirimlerinin çiftçilerimizden esirgenmesi, sıra bu aziz kardeşlerimize geldiğinde tedbirlerin Başbakan'ın deyimiyle teğet geçmesi, AKP hükümetinin gerçek niyet ve yüzünü deşifre etmesi açısında bizlere iyi bir fırsat vermiştir.

Türk çiftçisinin sorunlarının bu kadarla sınırlı olmadığını konuşmamın bu aşamasında ifade etmeliyim.

İhmallerle, vurdumduymazlıklarla gelinen bugünkü süreçte çiftçilerimizin tahammülleri, dayanma güçleri tükenme noktasına gelmiştir.

Kolay para kazanmanın prim yaptığı AKP iktidarları döneminde, kol ve bilek gücüyle hayatını kazanmaya çalışan çiftçilerimizin hayat standardında en ufak bir iyileşme olmamış, aksine bugün dünden daha da kötü olmuştur.

Temennim, AKP hükümetinin, ‘Çiftçiler Günü' münasebetiyle, milyonlarca çiftçimizin sorunları üzerine düşünmesi ve gerekli olan önlemleri mutlaka almasıdır.

Biz bu süreçte çiftçi kardeşlerimizin yanında bulunacağımızı, dertlerinin ortağı olacağımızı ifade ediyor, hepsinin ‘Çiftçiler Günü'nü" kutluyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Geçtiğimiz haftanın en önemli konularının başında, Mardin Mazıdağı ilçesinin Bilge köyünde meydana gelen ve aralarında kadın, çocukların bulunduğu 44 vatandaşımızın ölümüyle sonuçlanan olay ve bu olayla ilgili yapılan yorumlar gelmiştir.

Bu hunhar saldırı sonucu yaşanan elim olayla ilgili olarak hayatını kaybeden vatandaşlarımıza Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyor,  hukuki sürecin bir an önce sonuçlanmasını temenni ediyorum.

Yaşanan vahşet, toplumun her kesiminde haklı bir infiale ve tepkiye yol açmış ve daha da önemlisi sözde töre ve inanç adı altında maskelenmeye çalışılan iptidai anlayış haklı olarak sorgulanmıştır.

Kendinden menkul namus ve ahlak kavramlarına sığınılarak işlenen cinayetlerin, insanları bu caniliğe kadar götüren ahlaki, vicdani, dini ve hukuki çöküntünün nedenleri mutlaka her yönüyle araştırılmalıdır.

Zira, hiçbir mazeret, insanların birbirlerini öldürmelerinin meşruiyet gerekçesi veya bahanesi olmayacaktır.

Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı'nın tespitlerine göre "töre ve namus cinayeti" olarak tanımlanmış suçla maruz kalanların sayısı 2003 ve 2007 yılları arasındaki beş yılda 1100 kişiye ulaşmıştır.

Bu, acilen ele alınması gereken yalnızca kriminal anlamda değil aynı zamanda çok ciddi bir toplumsal sorunla karşı karşıya olduğumuzu açıkça göstermektedir.

Hala niçin bu derece sosyal bir geri kalmışlığın, medeni alemle sağlanamamış vicdani yükselmenin, yerinde sayan sosyolojik duraklamanın ve hukuku hiçe sayan yazılı olmayan sosyal yaptırımların nasıl devam ettiği ortaya çıkartılmalı ve bu sorun mutlaka akademik çalışmaların rehberliğinde, toplumun bütün kesimlerinin desteği ile aşılmalıdır.

Nitekim, suçlular bugün için adalete teslim edilmişlerdir ama, töre arkasına saklanılan bu insanlık dışı anlayış, yeni suçlar işlemek ve yeni katliamlar yapmak için toplum arasında içten içe yaşamaya maalesef devam etmektedir.

Bu son olayda işin en ilginç yönü ise, yıllardır, töre, ağa konulu feodal kalıntıların şiddet ve öç almaya yönelik yayınlarını televizyonlarında özendirici diziler halinde yayınlayan medya kanallarının ikiyüzlülüğün de ortaya çıkmış olmasıdır.

Geçmişte, tek bir işaretle, aynı siyasi partiye verilen toplu oyların arkasındaki zorbalığı ve dayatmayı kendi çıkarları için görmezden gelenlerin, bugün bu cinayetlerin tek suçlusu olarak yöredeki aynı sosyal yapıyı ve töre uygulamalarını işaret etmeleri veya cehaleti sorumlu tutmaları, asla inandırıcı ve samimi bir yaklaşım değildir.

Tartışmaların bir başka boyutunu ise yıllardır terörle mücadelede yararlanılan koruculuk sisteminin eleştirilmesi oluşturmuştur.

Çocuk ve kadın demeden işlenmiş bu hunhar cinayetin yöredeki korucular tarafından işlenmiş olması dikkatleri haklı olarak bu konu üzerinde yoğunlaştırmıştır.

Terörle mücadelede yöreyi bilen, yörede yaşayan vatandaşlarımızdan istifade ile oluşturulan koruculuk sisteminin ve görev yapan korucuların eleştirilecek yönleri, ıslaha ve eğitime muhtaç tarafları elbette ki olabilir.

Her kamu görevlisi gibi kanun dışına çıkarak suç unsuru taşıyan faaliyetlerde bulunabilirler. Ancak bunlar bütün korucuların suçlanmasına, bütün koruculuk sisteminin sorgulanmasına bahane olmamalıdır.

İlk kurulduğu 1985 yılından bu yana, vatan coğrafyasının bütünlüğü ve milletimizin birliği uğruna, PKK terör örgütü ile mücadele ederken hayatını kaybeden şehit korucularımızın sayısı 1350'ye ulaşmış, 2500 aile ferdi ise zarar görmüştür.

Bugün sayıları 50 bine yaklaşan geçici ve 25 bine ulaşan Gönüllü Köy Korucuları milletimizin kendilerinden beklediği sorumluluğun gereği olarak en zor şartlar altında görevlerini başarıyla sürdürmektedirler.

Vatana bağlılığın en önemli göstergesi olarak şehadeti göze almış insanların bu kahramanlıklarını ve fedakârlıklarını görmezden gelerek, işlenmiş bir suçtan toptancı hükümler çıkartmak kabul edilmesi mümkün olmayan bir yanılmadır.

Ve bu konuda hala koruculuğun kaldırılması için ısrarcı olmak, PKK'nın yıllardır ve her platformda üzerinde durduğu siyasallaşma taleplerinden birinin bilerek veya bilmeyerek avukatlığına soyunmak anlamını taşıyacaktır.

Özellikle bu yörede asırlardır işlenen cinayetlerin, bitmeyen kan davalarının sebebini son 24 yıldır süren bir kamu görevine yüklemek asla gerçek, doğru ve hakkaniyetli bir değerlendirme değildir.

Eli kanlı, geçmişi kanlı terör örgütünün mezalimlerini hatırlamadan, son olaydan koruculuğun kaldırılması için fırsat arayanlara ve bu acı hadiseyi geçmişi hatırlamadan şaşkınlıkla karşılayanlara sözüm şu olacaktır.

Unutulduğu sanılmasın, acıları anılarımızda ve hafızalarımızda sıcaklığını korumaktadır.

Aralarında bebeklerinde bulunduğu çoğu çocuk ve kadın olmak üzere PKK terör örgütü saldırılarında;

20 Haziran 1987'de Mardin ili, Ömerli ilçesi Pınarcık Köyünde otuz kardeşimizin,

10 Haziran 1990'da Şırnak'ın Güçlükonak ilçesi Çevrimli Köyünde yirmiyedi vatandaşımızın,

1 Ekim 1992'de Bitlis'in Cevizdalı köyünde otuz insanımızın, 

5 Temmuz 1993'de Erzincan'ın Kemaliye ilçesi Başbağlar köyünde otuzüç evladımızın,

24 Ekim 1993 ‘de Erzurum'un Çat ilçesine bağlı Yavi beldesine otuzüç masum hayatın söndürüldüğünü ve daha sayacağımız pek çoklarının PKK terör saldırılarında acımasızca öldürüldüğünü hala hatırlıyoruz.

Bu itibarla, yıllardır süren terörle mücadelede Güvenlik Kuvvetlerimizin yanında yer alan ve devletimize bağlılıklarını hayatları uğruna ispat eden kahraman yöre halkını ve onların temsilcileri olan korucuları kutluyorum. Hayatlarını kaybetmiş olanlara Cenab-ı Allah'tan rahmet diliyorum.

Değerli Milletvekilleri,

Sonuna kadar güvendiğimiz milletin iradesi, milletin kanaatleri ve milletin direnci bizim anlayışımıza göre içte ve dışta karşımıza çıkartılmak istenen bütün dayatmaların sonuca ulaşmasında en önemli engeldir.

Asırların oluşturduğu yüksek sağduyusu, köklü tarihsel birikimi,  özellikle milli meselelerde iktidarların geri adım atmasının önünde güçlü bir siyasal duruş olmuş, milletimizin varlığını ve devletimizin mevcudiyetini sürdürmede en büyük teminat haline gelmiştir.

Bu nedenle, Türkiye'de milletin beklentileri hilafına değişim ve dönüşüm arzu edenler, iktidarda bile olsalar bu niyetlerini başaramamışlar, toplumun yüksek kaygı ve şuurunun baskısı ile düşüncelerini ertelemek durumunda kalmışlardır.

Ancak, son yıllarda iktidar odaklı sistematik bir "yönlendirme, dayatma, bıktırma ve teslim alma" olarak formüle edeceğimiz aşamalı bir teslimiyet şablonu kamuoyunun önüne konulmaya başlanmıştır.

"Gerçeklerin konuşulması, sorunlarla yüzleşme, ezberlerin bozulması, statükodan kurtulma, barışla buluşma, değişimin gücü, engellerin aşılması, hataların sorgulanması" gibi sayısız kavramla karşımıza çıkan bu mihraklar maalesef mesafe almaktadırlar.

Maksatları, en büyük teminatımız olan millet vicdanını ve şuurunu sarsmak, kavram ve kafa karışıklığı ile milli direnç noktalarını zayıflatmaktır.

Bizim millet adına sorun olarak algıladıklarımızı, başkalarının gelişme ve başarı olarak yorumlamalarının arkasında, bilerek veya bilmeyerek girilen karanlık kampanyaların ve yönlendirme operasyonlarının etkisi büyüktür.

Sözde sivil toplum temsilcileri, üniversite zeminini propaganda için kullanan mihraklar, güdümlü düşünce kuruluşları, siparişle sonuç çıkartan kamuoyu araştırma şirketleri, yüzleşmeye meraklı sözde aydınlar ve yandaş medya kanalları bu sürecin başlıca aktörleridir.

Millet bekasının ağırlaşan tehditlere maruz bırakıldığı son dönemlerde, karşımızdaki tablonun gözlerden kaçırılması, dikkatlerin başka yönlere çekilmesi, toplumun yaklaşan travmalara alıştırılması ve nihayetinde kabule yanaştırılması görevini üstlenmiş bu aktörlerin çabaları iyice yoğunlaşmıştır.

Washington, Brüksel, Erbil ve Erivan ağzı ile konuşan yerli lobilerin son günlerde Milliyetçi Hareket Partisi'ni ve politikalarını dillerine dolamaları bu açıdan çok anlamlıdır.

Bu zihniyet sahiplerini, gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında, toplantı salonlarında, konuşmacı kürsülerinde, platform sandalyelerinde partimize yönelik yoğun bir faaliyet içinde görebilirsiniz.

Özellikle gittikleri yerin bir türlü yenisi olamayıp, terk ettikleri hareketimizin  "eski MHP"li" kontenjanından köşe tutmuş olanların işi gücü bırakıp Milliyetçi Hareket Partisi'nin siyasetini sorgulamaya çalışmaları dikkat çekicidir.

Lobi faaliyetlerinin partimizi ve partililerimizi hedef almaya başlamış olması, toplumun diğer direnç noktalarının bu odaklar tarafından belirli bir kıvama getirildiğinin işaretlerini vermektedir.

Özellikle Sayın Cumhurbaşkanı'nın tanımı ile "'Kürt sorunu Türkiye'nin birinci sorunudur' açıklamasıyla eş zamanlı olarak medya üzerinden Kandil Dağından yapılan mütareke ve müzakere çağrıları başka bir sonuç çıkarmamıza imkân vermemektedir.

Sayın Cumhurbaşkanı'nın bu konudaki son beyanları ile Kandil dağındaki elebaşı ile yapılan mülakat bu konudaki tartışmaları alevlendirmiştir.

Bizim için bu süreçte Sayın Cumhurbaşkanı'nın konumu, rolü ve fonksiyonu önem taşımaktadır.

Anayasamıza göre devletin başı olan Cumhurbaşkanı, bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk milletinin birliğini temsil etmektedir.

Cumhurbaşkanı göreve başlarken bu sıfatıyla devletin varlığı ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü koruyacağına Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda yemin etmiştir.

Anayasal görevi bu şekilde tanımlanan Cumhurbaşkanı'nın son iki ay içinde; "Kürt sorununu sınır dışından çözülemeyeceği", "içerde ve dışarıda çok iyi şeyler olacağı" ve "Türkiye'nin bu en önemli sorununun çözümü için 2009'un fırsat yılı olduğu" yolundaki beyanlarını sorunlu bulduğumuzu ve izaha muhtaç olduğunu belirtmek isterim.

Çek Cumhuriyetine yaptığı seyahat esnasındaki sohbetinde bu konuda devlet katında mutabakat bulunduğunu söylemesi, konuya dahil olan bütün Anayasal organları bağlayıcı anlam kazanmıştır.

İddia edilen bu mutabakatın niteliği, içeriği ve tarafları biran önce açıklanmalıdır. Bu mutabakatın içinde yer alanların anlaştıkları zeminin ne olduğunu kendi adlarına açıklamaları Türk milletine karşı tarihi sorumluluğun bir icabıdır.

Ancak böylesi bir yaklaşımla, kimin nerede durduğu ve ne düşündüğü, kimin kimin adına ve hangi amaç ve yetkiyle konuştuğu da bütün yönleriyle açıklığa çıkacaktır.

Başbakan'ın sutre gerisine çekilerek kamuoyunun psikolojik olarak hazırlanması sürecini izlediği bugünkü ortamda, Sayın Cumhurbaşkanı'nın ön safta yer alarak Türk toplumuna şifreli mesajlar vermesi, bu konuda bir rol paylaşımının yapıldığını da akla getirmektedir.

Bütün bu gelişmelerden anlaşıldığı kadarıyla bu temel meselelerde teslimiyet sürecine girmemiş ve ayakta duran tek bir siyasi hareket kalmıştır. Bu, dimdik duran kalenin adı ise Milliyetçi Hareket Partisi'dir.

İç ve dış lobilerin yeni kampanyalarının hedefi haline geldiği artık kuşku götürmeyen Milliyetçi Hareket Partisinden sözde barış ve katkı adına istenen nedir?

  • Koruculuğun kaldırılmasına çanak tutulması mı?
  • Yapay azınlıkların yaratılmasına seyirci kalınması mı?
  • Milli kimliğin tartışılmasının kabul edilmesi mi?
  • Eğitim dilinin çeşitlendirilmesine sessiz durulması mı?
  • İmralı canisine kadar uzanacak PKK affına göz yumulması mı?
  • Barzani devletinin tanınması ve tek taraflı tavizlere kucak açılması mı?
  • Yeni anayasa maskesiyle üniter yapının ve milli kimliğin tahrip edilmesi mi?
  • Türkiye'nin bölünme senaryolarının demokratikleşme reçetesi olarak pazarlanmasına rıza gösterilmesi mi?
  • Federatif bir yapılanmanın sinsice yürürlüğe konulmasına alkış tutulması mı?
  • Adı telaffuz edilmeye başlanan bir siyasi sınırın çekilmesi için taşeronluk yapılması mı?
  • Yoksa, bin yıllık kardeşlik hukukunun çiğnenmesi ve sosyal dokunun bozulmasına kayıtsız kalınması mı?

Hangisi için bizden destek aranmakta, hangi rezalete, üzerine basa basa tekrarlıyorum hangi ihanete katkıda bulunmamız için servis yapmamız istenmektedir?

Cumhurbaşkanı Gül'ün Kürt sorunu tanımıyla sözde çözüm için ümit dağıttığı ve müjde verdiği bu ortamda, Türk Devletinin, Türk hükümetinin ve kendisinin mutabık kaldıkları zemin bunlardan hangisidir?

Kimlerle anlaşılmış, kimlerin onayı alınmıştır?

Hangileri milletimize dayatılmaya çalışılacaktır?

Süreç kimlerle olgunlaştırılmıştır?

Kime sorulmuş, kimlerle mutabık kalınmıştır?

Kiminle müzakere edilmiş, kim muhatap olarak alınmıştır?

Kaçırılmaması gereken fırsat nedir? Fırsattan maksat nedir?

Milliyetçi Hareket Partisi ve aziz milletimiz Cumhurbaşkanı Gül ve Başbakan Erdoğan'dan bu soruların cevabını acilen beklemektedir.

İçinde Milliyetçi Hareketin görüş ve önerilerinin olmadığı, milli kimlik ve milli bekanın tehlikeye gireceği hiçbir süreçte partimiz ve partililerimiz yer almayacaktır.

Değerli Arkadaşlarım,

Bugüne kadar teslim ala ala ilerleyen işbirlikçi lobiler ve yandaş mihraklar bu kez Milliyetçi Hareket Partisi'ni hedef alarak baltayı taşa vurmuşlardır.

Bilinmelidir ki, bölücü terörü ve bölücülüğü hoşgörü ile karşılayıp talepleri sözde siyaset içinde çözmeyi önerenlerin partimizi kendi ifadeleri ile "yıkıcı bir faktör" olarak adlandırması hiç kimsenin haddi değildir.

Ve bölücü talepleri kabul noktasında, sanki savaşan bir tarafın temsilcisiymiş gibi kavramları karıştırarak partimizin barışa davet edilmesi ve barıştan başka yolun kalmadığının işaret edilmesi sinsi bir oyundur.

Şerefli tarihimizin içinde yer alan hiçbir bağ ve bağlantı hiç kimsenin bu alçakça ithamları dile getirmesinin bahanesi ve gerekçesi olamayacaktır. Bunlar nafile çabalardır.

Sözde överek eleştirme ve yönlendirme gayretlerinin Milliyetçi Hareket Partililerde bir karşılık bulması ve karanlık lobilerin etkisine girmesi söz konusu olamaz.

Milliyetçi Hareket Partisi, birileri istiyor diye; Iraklı aşiret reislerine ilişkin tanımını, milletimiz için öngördüğü tehdit ve tehlikeleri,  konuya ilişkin kullanacağı dili, Türkçe dışındaki bir dile kapalı eğitim anlayışını ve hükümete yönelik eleştirilerini değiştirecek değildir.

Gaflet ile ihanet, menfaat ile melanet arasında gidip gelen tükenmiş ruh sahiplerinin bu hezeyanlarının camiamızda anlam bulması mümkün olmayacaktır.

Milliyetçi Hareket, hiçbir telkin ve dayatmaya aldırmaksızın doğru olduğuna inandıklarının sonuna kadar savunucusu olacaktır.

Eğer bir tercih, karar ve anlayış belirleme lüzumu görürse, tamamen kendi iradesinden güç alacak ve kendi kararını yalnızca kendisi verecektir.

Ve alacağımız her karar yalnızca aziz milletimizin yararına ve varlığının devamına uygun olacaktır.

Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyorum.

Dr. Devlet Bahçeli
Milliyetçi Hareket Partisi
Genel Başkanı