Genel Başkanımız Sayın Devlet Bahçeli'nin
Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Kıymetli Basın Mensupları, Hepinizi sevgi ve saygılarımla selamlıyorum. Bildiğiniz gibi Meclis iç tüzüğü gereği 1 Temmuz tarihinden itibaren TBMM'nin üçüncü yasama yılı sona erecektir. Bugün yapacağımız çalışma ile Milliyetçi Hareket Partisi Meclis Grubunun 23.dönem 3. yasama yılındaki son toplantısını gerçekleştirmiş olacağız. 1 Ekim 2009 tarihinde başlayacak 4.yasama yılına kadar geçecek olan üç aylık sürede seçim çevrelerinizde bulunarak; Türkiye'nin ağır gündemi, hükümetin başarısız icraatları, partimizin temel meseleler karşısındaki duruş ve görüşleri, yasama yılı içinde yaptığımız çalışmaları milletimize yüzyüze anlatma fırsatı bulacaksınız. Bunun yanı sıra, 2009 yılı sonbahar aylarında sonuçlanacak Milliyetçi Hareket Partisi 9. Olağan Kongre süreci kapsamında başlayacak il kongrelerine katılarak, Türkiye gündemi ile partimizin yasama faaliyetlerine ilişkin çalışmalarınızı partililerimizle paylaşacaksınız. Bu fırsatı değerlendirerek partimize olan teveccühü artıracağınızı, mensuplarımızı aydınlatacağınızı ümit ediyor, sizlere güveniyorum. Değerli Milletvekilleri, 1 Temmuz tarihi itibariyle geride kalacak olan yasama yılı da maalesef Türkiye'nin temel meselelerinin çözüme kavuşturulamadığı israf edilmiş bir dönem olarak hatırlanacaktır. Kuşkusuz ki bunda 22 Temmuz 2007 seçimlerinin sonucunda oluşan Meclis aritmetiğinin Adalet ve Kalkınma Partisi'ne verdiği yetki ve sorumluluğun yerine getirilmemesinin payı büyüktür. Elindeki sayısal çoğunluğu bir demokratik imkân olarak değil, başına buyruk ve kural tanımaz bir güç zannederek hareket eden iktidar partisinin ve hükümetinin uzlaşmaz, kutuplaştırıcı, gerilimden beslenen siyaset anlayışı bu tıkanmanın en büyük nedenidir. Ve bütün bunların sonucunda, AKP zihniyeti ile birlikte bu süre,
Hükümet ve AKP grubu, bu süreyi günübirlik meselelerle oyalanarak israf etmiş, zaten kısa menzilli olan siyasal vizyonunun "gelecek" ile bağını tamamen kopartarak hiçbir meseleye temelden bir çözüm getirememiştir. Bu miyopluk, defalarca uyarısını yaptığımız siyasi, sosyal, ekonomik ve güvenlik tehlikeleriyle birleşince AKP zihniyeti tam bir bocalama ve şaşkınlığa sürüklenmiştir. Meseleleri ya hamaset ve laf kalabalığıyla yok farz ederek, yada yapay sorumlu arayarak vaktini geçirmiştir. Ağır bir ekonomik kriz, sosyal buhran ile yaz aylarına adım attığımız bu günlerde aziz milletimiz, daha yoksul, daha işsiz, daha muhtaç, daha çaresiz ve daha ümitsizdir. AKP açısından geride kalan döneme ilişkin söyleyeceklerimizin özeti bunlardır. Bu ziyan olmuş sürecin sonunda;
Bütün bu karamsar ve olumsuz gelişmelere rağmen, aziz milletimizin bize verdiği yetki ve sayısal güç çerçevesinde; Türkiye Büyük Millet Meclisinde grup kurma imkânı bulmuş Milliyetçi Hareket Partisi, sağlanmış bu demokratik imkânın da ötesinde bir inanç ve güçle bahsettiğimiz bu ağır tahribatı önleme adına mücadele etmiştir. Özellikle ülkemizin kurucu değerlerinin devamında ve milli meselelerinin sahiplenilmesinde milletimizin vekillerinden beklediği duruşu, tutumu ve tepkiyi göstermiş olmanız her türlü takdirin üzerindedir. İnancım odur ki, verdiğiniz mücadele milletimize geleceğe güvenle bakma noktasında ümit verici olmuştur. İçinde bulunduğunuz Gazi Meclisin kutlu anlam ve ruhuna uygun hareket ederek millet adına yürüttüğünüz başarılı çalışmalarınız nedeniyle hepinize teşekkür ediyorum. Yeni dönemde de başarılı çalışmalarınızın artarak devam edeceğine yürekten inanıyorum. Muhterem Milletvekili Arkadaşlarım, Bildiğiniz gibi içinde bulunduğumuz günlerde partimiz kırk yıllık siyasal tarihini geride bırakarak kırk birinci yılını idrak etmektedir. Sıkıntı ve zorlukların, mücadele ve mağduriyetlerin olgunlaştırdığı siyasallaşma sürecinden sonra Milliyetçi Hareket temsilcisi olduğu Türk milletinin bağrında sağlam bir zemin ve karşılık bulmuştur. Ve ne mutlu ki, kurulduğu günden bu yana her iddiasında haklı çıkan partimiz, bugün bütün yurda yayılmış teşkilatı, kadroları, gençliği, vizyonu ve yükselen çizgisi ile ülkemizin umudu haline gelmiştir. Bugün karşıt kutuplar arasındaki gerilim ve çatışmanın yaşandığı ülkemizde siyasetin denge noktası, uçların arasında merkez değerlerin temsilcisi, devlet ile milletin kucaklaştığı siyaset ekolü olmuştur. Türkiye, her konuda Milliyetçi Hareket'in ne söylediğine, meseleleri nasıl yorumladığına daha çok dikkat etmeye; haklı çıkma misyonumuzun önemi ve değeri daha iyi anlaşılmaya başlanmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi, kırk yıla ulaşan bu süreç içinde milliyetçi kadroların emekleri ile kök salarak büyümüş; bugün Türkiye'nin ciddi bir siyaset okulu haline gelmiştir. Savunduğumuz bu anlayış, Türkiye'nin karşısındaki temel sorunlar olan "milli beka, milli devlet ve milli kimlik" üzerinde oynanan oyunları sabırla, akılla, sağduyuyla bozmayı hedeflemiştir. Bugün de Milliyetçi Hareket Partisi, milli bekamıza yönelik yanlış politikalara itiraz hakkını saklı tutarak içinde bulunduğumuz sıkıntılı dönemin atlatılmasına çaba göstermektedir. Meclis Grubumuz tıkanan bütün sorunları mutlaka demokrasi ve demokratik işbirliği ile aşmak istemiş, rejimi tehlikeye düşürecek çağrı ve telkinlerden ısrarla kaçınarak siyasi olgunluğunu ispat etmiştir. Bu duruşumuzla milletimizin hizmetine başlarken namus ve şeref gibi kavramlar üzerine içtiğimiz andın mukaddesatına sadakatle bağlı olacağımızı herkese göstermiştir. Bundan sonraki süreçte verdiği sözleri tutması, milli bekanın devamında sorumluluklarını yerine getirmesi Adalet ve Kalkınma Partisi ve hükümetinden beklenmelidir. Muhterem Milletvekilleri, Demokratik rejimin işleyişi ve ilerleyişinde demokrasi dışı engellerin varlığının tartışıldığı, ortaya çıkarılan belgelerin gerçek olup olmadığının araştırıldığı bir dönemin sancıları kamuoyunun gözü önünde yaşanmaktadır. Bu konuda Türk siyasi tarihinin geride kalan yılları demokrasiye müdahalelerin talihsiz hatıraları ile doludur. Ancak, demokrasi üzerinde tehdit oluşturan zihniyetleri yalnızca siyaset dışında aramak ve dikkatleri yalnızca bu yöne çekmek, bu konudaki tarihi tecrübelerimizi göz ardı etmek olacaktır. Ülkemizin politik geçmişinin bize kazandırdıkları, tehlikenin yalnızca siyaset dışından değil, yanlış siyaset ve demokrasi algısının da en az darbeci zihniyetler kadar demokrasimize zarar verebileceğini işaret etmektedir. Muhalefete değer ve anlam vermeyen veya vermek istemeyen, sorumsuz tek başına iktidarların da demokratik anlayışa darbe vuran siyaset içi aktörler olduğu unutulmamalıdır. Muhalefetin yaşamasına ve kendisini geliştirmesine imkân tanımayan ve tahammül göstermeyen sistemleri demokratik parlâmenter rejim, bu anlayış sahiplerini de demokrat olarak tanımlamak mümkün değildir. Bu itibarla demokrasiyi yaşatmanın yolu sadece dış müdahale kanallarını kapatmaktan değil, bunun yanında diğer siyasal görüşleri de dinlemeyi öğrenmiş, farklı düşüncelerine saygı gösteren, onların da haklı olabileceğine ihtimal veren köklü bir demokratik zihniyet dönüşümünden geçmektedir. Bugüne kadarki çatıştırıcı ve kutuplaştırıcı anlayış, AKP zihniyetinin bu hoşgörü ve diyalog zeminine ne kadar yabancı olduğunu ortaya koymuştur. Türkiye'nin çıkarlarını şahsi ve siyasi hesaplara kurban eden bu anlayışın yıkıcı etkilerinin devlet ve toplum hayatımızın her alanındaki tahribatı giderek derinleşmekte ve yaygınlaşmaktadır. Bugün geldiğimiz noktada, siyaset kurumu kirlenmiş, Parlamento kilitlenmiş, siyasi gerginlikler tırmandırılmış ve AKP hükümeti Türkiye'yi yönetme kabiliyetini kaybetmiştir. Kendi dışındaki tercihleri yok sayan bu siyasal körlüğün de demokratik hayatımıza tıpkı dışarıdan olduğu gibi içeriden de darbe vuracağını artık anlamak ve bilmek gerekmektedir. Başbakan Erdoğan kabul etmelidir ki, tek başına iktidar, bütün milletin temsili, demokrasi ise Meclis'te sandalye sayısına dayanan basit bir aritmetik denklemi veya işlemi değildir. Otokrat davranış, hesap vermekten muaf olma, muhalefeti dışlama ise hiç değildir. Onun için, burada esas olan "ele geçirme" psikolojisinden sıyrılmak, "olursa benim olsun ve benin dediğim olsun" zihniyetinden bir an önce arınmak olmalıdır. Bu konuyu, ele geçen belgelerin sahte mi gerçek mi olduğuna yönelik tartışmaların yaşandığı içinde bulunduğumuz ağır şartlar çerçevesinde bir kez daha hatırlatılmasını demokrasimizin selameti ve geleceği açısından açıklamayı gerekli görüyorum. Unutmayalım ki, bütün müdahale arayışları demokratik siyasal sisteme olan güvenin zayıflaması ile artacak ve toplumsal destek bulacak; demokrasiye olan inancın artması ile son bulacaktır. Bu nedenle milletimiz nezdinde siyasî sisteme karşı duyulan güvensizliğin tohumlarını ekmekten; itici, uzaklaştırıcı, aşağılayıcı tavırlardan kaçınmak siyasetçinin temel görevleri arasında olmalıdır. Başbakan Erdoğan'ı bugüne kadar izlediği reddedici ve nezaketten uzuk siyaset anlayışını gözden geçirmeye çağırıyorum. Geride kalan yasama yılından çıkaracağı dersler ile yeni döneme daha olgun, daha uzlaşmacı, daha açık ve daha saygılı bir siyaset anlayışı ile başlamasını temenni ediyorum. Değerli Milletvekilleri, Medeni dünyanın gerekleri ve insanlığın ilerleyiş istikameti ülkelerini yönetme görevi üstlenmiş yöneticilere iki temel değerin sorumluluğunu da yüklemiştir. Bunlardan birisi refahın topluma dağıtılması, diğeri ise toplumsal huzur ve esenliğin sağlanmasıdır. Takdir edersiniz ki, huzurun olmadığı bir refahın yâda refahın sağlanamadığı bir huzurun olabilmesi çağımızın değerler sisteminde mümkün değildir. Refah için topyekûn üretime, kolektif çıkarlara dönük tasarrufa, köklü yatırım hamlelerine, topluma dönük hizmete, temel hayat ihtiyaçlarının sağlandığı hakkaniyete ve dengeli gelir ve servet dağılımına ihtiyaç vardır. Huzur için ise kuşkusuz ki refahı sağlayan unsurlar çok önemli ve gereklidir. Ancak bunlardan da öncelikli ve önemli olan toplumu yüksek değer olarak bir arada tutan ahengin devamlılığı olmalıdır. Ahlak, inanç, töre ve hukuktan oluşan bu değerler manzumesinin sağlıklı değişimi ve ilerleyişinde birinin zayıflaması, yâda zayıflayanın yine toplumsal normlarla ikame edilememesi ağır bir buhran olarak doğmaktadır. Bugün karşımıza cinnet, cinayet, katliam, şiddet, yolsuzluk, soygun ve istismar olarak çıkan bu toplumsal buhranın giderek tırmanıyor olması, bir gün refaha kavuşmuş olsak bile huzura asla kavuşamayacağımızın acı işaretlerini vermektedir.
Allah kimseye göstermesin, ama bugüne kadar bu olayların sizlere ve yakınlarınıza uğramamış olması, bundan sonra da uğramayacağı anlamını taşımamaktadır. Giderek kontrolden çıkan, yaygınlaşan ve fütursuzlaşan suç işleme eğilimi bu hızla ve bu dozda ilerlerse hiç kimsenin bu felaketten kurtulması mümkün görülmemektedir. Böylesi bir ağır buhran halinde insanları ne sığındıkları güvenlikli siteler, ne koruma kalkanları, ne de tecrit edilmiş mekânlar korumaya yetmeyecektir. Gelişmeler maalesef bunu göstermektedir. Bu sorunların nedenlerini araştırmak ve bulmak, siyasetçinin görevidir ancak kuşkusuz ki bizim uzmanlık alanımız değildir. Bu toplumsal ahlak ve değerler krizinin nedenleri arasında;
Kabul etmek gerekir ki, yaşanan ve bedelleri çok ağır olan ekonomik krizi güçlü ve muktedir bir iktidarla aşmak, bozulan ekonomik dengeleri eski haline getirmek zamanla mümkün olabilecektir. Ancak, binlerce yıldır oluşan toplumsal ilişkiler ve değerler sisteminin yıkılması, tahribi veya değişim hızının neden olduğu uyumsuzluk telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğuracaktır. Kaybettiğimiz ekonomik seviyeyi ve serveti bir vesile ile geri kazanmak mümkündür, ne var ki kaybedeceğimiz manevi iklim ve sistemin geri kazanılması mümkün olmayacaktır. Muhterem milletvekilleri, Bu ağır ve vahim sosyal ortamın yalnızca son hükümetlerin ihmal ve kusuru ile oluştuğunu söylemek ve bunun bütün sorumluluklarını AKP yönetimlerine bağlamak elbette ki hakkaniyetli bir yaklaşım olmayacaktır. Yılların yanlışları, hataları ve hatta kasıt taşıyan politikaları bugün karşımıza çıkan karanlık tablonun geride kalan ana sebepleri arasındadır. Ve her Cumhuriyet hükümetinin, her sivil toplum kuruluşunun bu olumsuzluklarda payı vardır. Ancak, fertlerde yaşanan ağır ahlaki ve sosyal travmaların filizlenmesinde, öfkenin ve gerilimin tırmanmasında, kişileri birbirine hasım hale getiren kutuplaşmaların artırılmasında en büyük etken AKP zihniyetinin tahrik, nefret, aşağılama ve hakaret içeren tahripkâr söylemleridir. "Öfkeyi hitabet sanatı" olarak gören bir zihniyet çürümesinin, çiftçiyi, işsizi, genci, yaşlıyı açıkça aşağılaması; şehidi, askeri, partiliyi ve muhalifi, adaleti, orduyu, okulu, işvereni, esnafı küçümsemesi karşılaştığımız ferdi bunalımın ifadesi ve bu bunalımı tetikleyen en önemli vasıtadır. Giderek kutuplaşan, cepheleşen, birbirine öfke duyan bir toplumdan sakin, makul, dengeli ve pozitif fertlerin oluşmasını beklemek abesle iştigal olacaktır. Bu itibarla Başbakan Erdoğan'ın kendisine yönelik "sayın" beklentisinin ilk adımını kendi kısır ve itici üslup ve siyaset anlayışının değişikliğinde aramalı ve başlatmalıdır. Toplumu dönüştürmekle meşgul olan "siyaset mühendislerinin" milleti tamamen çürütmeden soruna müdahale edilmesi artık kaçınılmaz hale gelmiştir. Avrupa Birliğine girerek medeni olacağını zanneden yaklaşık iki asırlık arayış için söyleyeceğimiz, kaybetmeye yüz tuttuğumuz değerlerimizi yeniden yakalayıp çağdaş bir yoruma kavuşturduğumuzda gerçek medeniyetin kendi kültür ve ahlak kaynaklarımızda olduğu görülecektir. Artık kolektif bir cinnet hali gözlenmeye başlanan toplumsal ilişkilerde başta hükümet olmak üzere, herkese görev ve sorumluluk düşmektedir. Sosyal bilimciler, psikologlar, ilahiyat uzmanları, siyaset bilimciler, kriminal araştırmacıları, iletişimciler, siyasetçiler, hukukçular, eğitimciler ve ekonomistler gibi meslek ve uzmanlık alanlarının konuya el atması kaçınılmaz hale gelmiştir. Sorunlar bütün yönleriyle analiz edilip önce teşhisin konulması, sonra tedavinin başlatılması, sağlıklı bir topluma ve insana dönüş için yegâne yol ve yöntem olarak karşımızdadır. Ancak böylesi bir maddi ve manevi yükseliş ve öze dönüş ile ailede, apartmanda, köyde, kasabada, iş yerinde, eğlence mekanında, yolda, kaldırımda, kamusal alanda, birlikte yaşama ortamında birbirine saygılı, birbirini seven ve destekleyen insanlardan oluşan bir toplum haline gelmek mümkün olacaktır. Bunun başka bir yolu kalmamıştır. Hükümet yaşananları ferdi suç olarak görme kolaycılığına kaçmadan "Fırat'ın kenarında otlayan kuzunun bile " sorumluluğunu duyan bir yüksek yönetim vicdanı ile meseleye bakmak durumundadır. Aksi halde, başka ülkelerdeki istatistiklerle mukayese ederek işin içinden sıyrılmaya çalışılması acı gerçekleri değiştirmeyecek, hükümeti de masum hale getirmeyecektir. Gerçek ve adil bir gelir ve servet dağılımını sağlamadan, insanların en temel iş ve aş ihtiyaçlarını karşılamadan ve bunları bir siyaset şuuru ve görevi olarak görmeden, yalnızca kapılara bırakılacak kömür torbaları ile evlere dağıtılan beyaz eşyalarla, babaları işsiz yoksul çocuklara dağıtılan top ve bebeklerle bu olumsuz süreci devam ettirmenin imkanı da artık kalmamıştır. İçinde bulunduğumuz sorunların yanı sıra yaşadığımız ekonomik krizin etkilerinin daha birkaç yıl süreceği düşünüldüğünde; toplumsal ilişkilerimizde giderek sancılı ve gergin bir dönemin önümüzde olduğunu söylemek ise abartılı bir yorum olmayacaktır. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Uluslararası alanda atılan tek taraflı adımların ve sözde iyi niyetin bir anlam taşımadığı, karşılık görmeden yeni hamlelerin ağır sorunlara neden olacağı, geçtiğimiz hafta Irak'ta bir Türkmen kasabası olan Tazehurmatu'da yaşanan olaylardan anlaşılmaktadır. Irak'ın kuzeyini Türkmen nüfustan arındırma projelerinin bir parçası olan bu hunhar saldırıda 72 kişi ölmüş, 200'e yakın kişi ise yaralanmıştır. Cenab-ı Allah'tan hayatını kaybeden Türkmen kardeşlerimize rahmet, yaralılara acil şifalar diliyorum. Bu konuda hükümetten beklenen kınama mesajları ile yetinmeden olayın faillerinin ortaya çıkartılması için Irak hükümetinin bütün imkânlarını seferber etmeye çağırmasıdır. Aksi halde, ne yapalım Irak'ın her yerinde bombalar patlıyor, biri de burada patlamış kolaycılığı hükümeti Türkmenler üzerindeki sorumluluktan asla kurtaramayacaktır. Bilindiği üzere, Türkiye, Irak'tan kaynaklanan ciddi sorunlarla on yılı aşkın bir süredir uğraşmaktadır. Irak'ta yaşanan gelişmeler Türkiye'nin hayati konulardaki milli çıkarlarını da doğrudan etkilemektedir. Bu çıkarlarımızın korunması amacıyla belirlenen ve "kırmızı çizgiler" olarak ifade edilen devlet siyaseti, Türkiye için olmazsa olmaz nitelikteki üç esas üzerine bina edilmiştir. Bunlar;
Ancak gidişat, bu kararların gevşetildiğini, ortaya konan stratejik ilkelerin arkasında durulmaktan vaz geçildiğini gösteren emarelerle doludur. Bu bölgede, en az 500 yıl süren "Osmanlı Barışını" kuran milletin çocukları olmasına rağmen, bugün Irak'ın işgali ile başlayan süreçte, şahit olduğumuz insanlık dramının en başta gelen mağdurları sahipsiz bırakılan Türkmen kardeşlerimizdir. Evleri, köyleri, şehirleri başlarına yıkılan; işlerini, ekmeklerini ve canlarını kaybeden insanlar; ülkelerinin işgalinden duydukları acıyı ve ızdırabı ifade etmeye çalışırken onurlarına, namuslarına ve haysiyetlerine yönelen insanlık dışı muamelelerle karşılaşmaktadırlar. Gelişmeler, Amerikanın Irak'tan çekilmesinin takvime bağlandığı, hükümetin Barzani ile el sıkıştığı şu sıralarda, yaşanan olaylardaki tırmanışı daha da anlamlı kılmakta, Türkmen bölgesindeki baskı ve zorlamaların artacağına işaret etmektedir. Bugün Kuzey Irak'ta Türkiye'nin karşısına çıkarılan denklem, geçtiğimiz altıbuçuk yıl boyunca Avrupa başkentlerini kapı kapı dolaşırken, arka bahçemizdeki bu milli meseleye sahip çıkmayı ırkçılık zanneden ve terörü, masada pazarlıkla ve tavizle önleyeceğini düşünen ilkel zihniyetin getirdiği kaçınılmaz bir netice olmuştur. Bu zihniyet sahiplerinden Irak'ta üniversite açılışına kafileler halinde gidenler, PKK için arabulucu olanlar, Erbil salonlarında işbirlikçiliğine soyunanlar acaba birkaç kilometre ötede yaşayan kardeşlerimizin sıkıntılarından haberleri olmuş mudur? Barzani'yi ve yakınlarını coşkuyla alkışlayanlar, yanı başlarında Türkmenlere yapılacak yeni baskı ve zulümlere çanak tuttuklarını şimdi anlayabilmişler midir? Ne üzücüdür ki, bu sorulara vereceğimiz olumlu bir cevap yoktur.
Irak'ta var olma savaşı veren Türkmen kardeşlerimiz, bugünkü duruma elbette ki son aylar içinde gelmemişlerdir. Altıbuçuk kayıp yılın ağır ve hatta ihanet boyutunda ihmalleri vardır. Milliyetçi Hareket Partisi, bir milli görev olarak tanımladığı bu konuda hükümeti ve ilgilileri defalarca ve yüksek sesle ikaz etmiştir. Bu itibarla, Türkmen varlığını tehdit eden şiddet politikalarının sürmesi karşısında AKP hükümetinin suskunluğu kabul edilemez bir durumdur. Hükümetin sessizliği, Türkmen düşmanlığını artırmakta, göç ve asimilasyonla sonuç alınacağına dair muhasım güçlerde cesaret ve ümit uyandırmaktadır. Amerika'nın çekilme takviminin işlediği bu süreçte Tazehurmatu'da ölümle sonuçlanan baskıların diğer Türkmen coğrafyalarında da artarak sürmesi beklenmektedir. Iraklı grupların açıkça ve kararlı bir şekilde uyarılmaları artık kaçınılmaz bir mecburiyet haline gelmiştir. Ancak ortada bunu yapacak ne hükümet ne de başbakan vardır. Değerli Milletvekilleri, Temennimiz, Başbakan Erdoğan ve hükümeti ile Iraklı muhataplarının bu gerçekleri görmeleri ve tuttukları yolun Türk milletinin affetmeyeceği tehlikelerle dolu bir yol olacağını artık anlamalarıdır. Tarih boyunca büyük buhranları atlatan ve küresel devletler kuran Türk milleti bu sorunları da er ya da geç aşacak kudrete sahiptir. Bugün kudret sahibi gibi görünenler yokken biz tarihte vardık. Onlar olmadığında da yine var olacağız. İnancımız budur. Mücadelemiz bu yöndedir. Bu itibarla Türk milleti hiçbir şart altında emanetimize bırakılmış Türkmenlerin yok olmasına seyirci kalmayacaktır. Kuzey Irak'ta Türkiye'nin güvenliğine, milli birliğine ve bütünlüğüne yönelik tehditlere asla izin verilmeyecektir. Irak'taki Türkmen varlığını yok etmeye, esir almaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Anadolu Türklüğü buna kesinlikle rıza göstermeyecektir. Bilinmelidir ki, Irak'ta yaşayan Türkmen kardeşlerimize karşı işlenecek bir suç, Türk Milleti'ne karşı işlenmiş sayılacaktır. Hükümeti açıklıkla uyarıyorum; göz yumanlar da bu suça iştirak etmiş olacaklardır. Değerli Milletvekili Arkadaşlarım, Hepinizin takdir edeceği üzere siyasetimizin öznesi insandır ve hedefimiz insanımızın refah ve huzur seviyesini yükseltmektir. Bunu yaparken tarihimizden aldığımız ilham, inançlarımızdan edindiğimiz kararlılık ve geleceğimize yönelik umut dolu bekleyişimiz önümüzü aydınlatan rehberlerden bazılardır. Bu kapsamda Türk insanını en çok üzen ve yoran, sürekli meşgul eden ekonomik sorunların konuşulmasına ve bunlara çözüm ve çare bulunmasına ayrıcalıklı bir önem verdiğimizi huzurlarınızda bir kez daha ifade etmek istiyorum. Ekonomiyi borsa endekslerinde, faiz oranlarında, döviz kurunda arayan ve bu alanlardaki sayısal gelişmelerle izah etmeye çalışan Başbakan Erdoğan ve hükümet etme anlayışı ne yazık ki gömleğin birinci düğmesini baştan yanlış iliklemiştir. Oysa ki bizim ekonomiden anladığımız vatandaşlarımızın sofrasındaki ekmeğinin artıp artmadığı, tarlasında bu yaz sıcağında terleyen çiftçimizin mahsulünün para edip etmeyeceği, esnafımızın kirasını ödeyip ödemeyeceği noktasında düğümlenmektedir. İçinde bulunduğumuz ekonomik krize kadar; rakamların tesir alanında sürekli olarak zenginleşmeden bahseden Başbakan Erdoğan; tarlada, bağda, bahçede, sokakta ve pazarda insanımızın durumunu göremeyecek kadar gerçekle bağını koparmıştır. Vatandaşın içinde bulunmaktan sık sık bahseden Başbakan, gezdiği yerlerde kendisine gösterilen çok küçük ve nispi olarak da çok az olan olumlu manzarayı ülkenin genelinde olduğunu düşünme gafletine kapıldığına çok defa şahit olduk. Bizi Başbakan Erdoğan'ın nereye ve nasıl baktığından ziyade, meseleleri değerlendirirken yakalandığı miyop bakış açısı daha çok ilgilendirmektedir. Bu özürlü bakış açısının, Türkiye'nin esas ve öncelikli sorunlarını anlamada tam bir kriz yaşadığını ve bu krizi önlemede hiçbir tedbir paketinin de fayda sağlamayacağını artık görmek gerekmektedir. Aziz vatandaşlarımızın günlük geçimlerinde, karınlarını doyurmada karşılaştıkları zorluklar, temel ihtiyaçlarını temin etmedeki güçlükler esasen ekonominin bizatihi ve doğrudan ilgilendiği konulardan olmalıdır. Yalanla süslemesini yaptığı sahte başarı hikâyelerine gerekçeler oluşturma çabası içinde olan Başbakan Erdoğan, sofrasında ekmeği olmayan kardeşlerimizin gözünün içine baka baka rakamlarla gelişmeden bahsedebilmektedir. Buna bir misal verecek olursak; nedense çiftçilerimiz bu gelişmeden hiç pay alamamaktadır. 2009 yılı için açıklanan hububat taban fiyatları çiftçimizin içinde düştüğü çaresizliğin bundan sonra daha çok artacağına işaret etmektedir. Nitekim, açıklanan hububat müdahale alım fiyatları içinde, ekmeklik buğday müdahale alım fiyatı Haziran, Temmuz, Ağustos aylarında ton başına 500 TL, Eylül'de 510 TL, Ekim'de de 520 TL olarak ilan edilmiştir. Arpa için ise, Haziran, Temmuz, Ağustos aylarındaki müdahale alım fiyatı ton başına 375 TL, Eylül ayında 385 TL, Ekim ayında 395 TL. olarak belirlenmiştir. Anlaşıldığı kadarıyla borç ve faiz darboğazında çırpınan çiftçi kardeşlerimizin alın terleriyle ürettikleri ürünleri bu sene de para etmeyecek, sattıkları borçlarını dahi karşılayamayacaktır. Çiftçilerimizin gelirlerinin; yüzde 6,5'lık kısmının fiyat ve prim uygulamalarından, yüzde 2'lik kısmının ise iyileştirmelerden olmak üzere yüzde 8,5 seviyesinde artmasını bir marifetmiş gibi sunan AKP zihniyetinin, refah ve zenginleşmeden ne anladığı açıkça ortaya çıkmıştır. Emeğiyle çalışarak toprağı işleyen milyonlarca kardeşimizin umut bağladığı ve hayat standartlarındaki kötüleşmenin önüne geçilmesi için bir fırsat olarak gördüğü taban fiyatlarının bugünkü seviyesini hiçbir çiftçi kardeşimiz hak etmemektedir. İnancım, kendilerine reva görülen ve alın terlerinin karşılığını taban fiyatlarında göremeyen çiftçilerimiz, bu defa da AKP'ye taban yaptıracak ve başkaları için gösterdikleri ilgi ve alakadan mahrum bırakılmalarının hesabını ilk fırsatta soracaklardır. Muhterem Milletvekilleri, Geçtiğimiz haftaya en çok damga vuran tartışmalardan bir tanesi de; Türkiye ekonomisinin tünelin içinden geçtiği ve ışığın göründüğü, ancak bu ışığın tünelden çıkış mı yoksa karşı yönden gelen araba mı olduğunun belli olmadığı üzerinde şekillenmiştir. Bunlara ilave olarak ekonomide hala düşüşün devam ettiği, fakat baş aşağı 150 kilometre hızla giden arabanın 120-130 kilometre hıza düştüğü şeklinde yorumlara da şahit olunmuştur. Bir defa bu ifadelerin sorumluluk mevkisinde bulunanlar tarafından kullanılması önemli ve çok düşündürücüdür. Hele hele bu açıklamaları para politikasını yönlendiren kurumun başındaki bir bürokratın yapması konunun üzerinde iki defa daha düşünmemizi gerektirmektedir. Türkiye ekonomisinin bir tünelde bulunduğuna dair sözler ve karşından beliren ışığın ne olduğunun bilinmemesi meçhule doğru gittiğimizin bir ilanı olarak da görülmelidir. Yetersiz olsa da açıklanan bunca tedbire rağmen ve kriz sürtünerek ya da teğet geçecek ifadelerine inat Türkiye ekonomisinin bu içler acısı manzarasının ikrarı millet olarak daha zor ve kritik günleri yaşamamızın yakın olduğunu göstermektedir. Bize göre özellikle son derece temkinli olunması gereken ve iyimser beklentiler için çok erken olan sanayi üretiminde, kapasite kullanımında, reel güven endeksinde, tüketici güveninde tam bir iyiye dönüş olmadan, bu göstergelerdeki düşüşün görece de olsa hız kesmesini davul zurnayla krizden çıkış olarak müjdelemenin inandırıcılığı da artık kalmamıştır. Bilindiği üzere geçen yılın nisan ayına göre yüzde 18,5 gerileyen aylık sanayi üretimi ve yüzde 20,6 düşen imalat sanayi üretimi iyimser beklentilerin merkezini teşkil etmiştir. Nitekim bir veya iki ay öncesinin aylık sanayi üretimindeki düşüşlerine kıyasla; Nisan ayı sanayi üretiminde önceki aylara göre az da olsa artış olmasını krizin dibi görüldü veya çıkış başladı diye yorumlamanın umut tacirliği yapmak olduğu bugün daha iyi anlaşılmaktadır. Geçen yılın ortalarından başlayarak düşüşe geçen ve 2009'un Mart ayında hafif bir toparlanma eğilimi gösteren kapasite kullanımında da doğal olarak benzer bir eğilim söz konusudur. Öte yandan kabul etmek lazımdır ki; gevşek para ve maliye politikaları sonucunda ortaya çıktığı anlaşılan ‘Tüketici Güven Endeksi' belirli bir yükselme eğilimine girmiştir. Görüldüğü kadarıyla tüketime dönük verilerde ortaya çıkan kısmi iyileşme, son zamanlarda gerçekçi bir bakış açısının kaybolmasına katkı sağlamıştır. Bu aşamada birkaç veriye ve bazı gelişmelere bakarak iyimser olunamayacağını, ekonomiyi bir bütün olarak ele almak gerektiği tünel yorumuyla daha net olarak ortaya çıkmıştır. Ekonominin içinde bulunduğu durumu tarif etmek için kullanılan tünel teşbihi bu zamana kadar yapılan bütün açıklamaları bir bakıma tartışmaya açmış bulunmaktadır. Ayrıca şunu ifade etmeliyim ki; madem belirsizlikler bu kadar kabul edilmiştir ve bundan da kaygı duyulmaktadır; bu açıklamaları yapan kişinin yönettiği kurum neden sürekli faiz indirmektedir? Beklentimiz, Başbakan Erdoğan'ın da Türkiye ekonomisini karanlık bir tünele soktuğunu kabul etmesidir. Biliyoruz ki, Türkiye ekonomisinin karanlık tünelden çıkabilmesi vatandaşlarımızın gelirlerinin artmasına, dayanılamayacak noktaya gelen işsizliğin azalmasına, geniş toplum kesimlerinin alım gücünün yükselmesine ve ekonominin üreten bir sisteme kavuşmasına bağlıdır. Bunlar olmadan, sırf sorumluluğu yaymak ve her şeyi öngördük diyebilmek için girişilen her açıklama sonuçsuz kalmaya mahkûm olacaktır. Tünelin içinden geçerken karşıda beliren ışığın ne olduğuyla ilgili olarak da bizim söyleyeceğimiz şudur: Karşıda görülen ışık ne araba farıdır, ne de gün ışığıdır. Başta Başbakan Erdoğan olmak üzere, AKP iktidarının tüm sorumlu ve yetkili kişilerini tünelin sonunda;
Bu kadar geniş sorunlar huzmesini, bir ışık olarak gören ve hala bu ışığın ne olduğunu anlamayan AKP hükümeti için bitişin ve tükenişin alevleri tünelin sonunda durmadan körüklenmektedir. Araba farıyla güneş ışığını ayırt edemeyen bir iktidar zihniyeti, yoksulluktan bitap düşmüş, açlıkla karşı karşıya kalmış insanlarımızın kendileri için hazırladıkları sandık alevinde kaybolup gidecektir. Buna inancım ve güvenim tamdır. Konuşmama son verirken hepinizi saygılarımla selamlıyor, yaz ayları boyunca yapacağınız siyasi çalışmalarınızda hepinize başarılar diliyorum. Dr. Devlet Bahçeli
|